11 Temmuz 2017

[House of Cards Post Season 5.]

bu dizi bir başka dostum! tadına doyum olmuyor resmen.

genelde tüm sezonu tek seferde izleyip bir yılı yeni bölüm beklemekle geçirdiğim için açıkçası önceki sezonlardaki devinimleri unutuyorum. previously kısımları az biraz yardımcı olsa da, suyunun suyu kritik ince detayları çok hatırlayamıyorum ne yalan söyleyeyim. ama yine de frank ve claire underwood çiftinin bu güç oyununu izlemek bir başka oluyor!

her zamanki gibi bu sezonu da bir hafta sonu süresinde izleyip, tadına vardım sayın seyirciler. tabi böyle üstüste izleyince sezon için konular kolay kolay dağılmıyor, ayrıntılar kaybolmuyor. bu sebeple herkese de bu şekilde öneriyorum.

sezon hakkında uzun uzun yazmayacağım. ama dizinin hem uluslararası anlamda yaptığı sembolik göndermeler, hem de paralel (ya da dikey mi demeliydim) evrendeki hikayelerini gördükçe keyif üstüne keyifler yaşadım itiraf ediyorum. üstelik claire / frank ikilisi eksenindeki kapışmalar da soluk soluğa bir telaş yaşattı bana.

internetlere baktım, seven olmuş, sevmeyen olmuş. sıkılan olmuş, coşan olmuş. ama ben çok beğendim. tabi ilk sezonun efsane örgüleri kadar olmasa da (çünkü artık dünyanın tepesindeyiz, evet) son sahnedeki o efsane black swan'ın nina repliği anı için herşey değerdi.

seneye görüşeceğiz underwoodlar!

[Fear the Walking Dead.]

efendiiim, bu dizinin üçüncü sezonunda araya girmişken, bu dizi hakkında hiç yazmadığımı fark ettim ve derhal bu durumu düzeltmeye karar verdim. 

fear the walking dead, walking dead'in prequel'ı olarak yola çıktı. gerçekten de zombi kıyameti bir yana, alıştığımız bir dünyada gözlerini junkie'lerin takıldığı bir mekanda gözlerini açtığında, önce aman zombi çıkacak şimdi diye beklerken, kendimi şehrin trafiğinde buluverdim. sıfırdan başlamak dedikleri bu olsa gerek, günümüzde böyle bir outbreak olsa, gerçekten aynen böyle olurdu dediğim bir kaç bölümün ardından, beklediğimiz zombilere kavuştuk.

tabi zombilere kavuştuk da, bu kavuşma rick grimes ve ekibinin nerdeyse iç güdüsel bir hareketlenmeyle çatır çatır zombi öldürdüğü zamanlarda değildi, bu konuyu unutuvermişim. dizinin ilk birkaç bölümünde şöyle bir hissiyatla daraldım: hastalanmışlar yazıııık değil, zombi onlar, vur kır parçala artık! neyse efendim, olayın telaşesi içerisinde gerçekten de hemen adapte oluverdiler! hikaye bambaşka bir aile draması olarak başladığı için de beni ayrıca bir sardı. üniversiteye gitmeye hazırlanan alicia, uyuşturucu bağımlısı chris, college counsellor madison ve edebiyatçı travis'in yolunun kesiştiği berber daniel, fırsatçı victor filan derken hızla ilk sezonu bitirdik.

ikinci sezon başladığında dizinin hızını biraz yavaş buldum ve görsel anlamda gerçekten çok zorlandım. hey gidi walking dead izlerken pizza yiyen beni zorlayan cgi efektleri. içinde yengeç yaşayan zombi nedir allah aşkına? neyse efendim, ayrılığımız uzun sürmedi, tekrar bir araya geldim ve izlemeye devam ettim. dediğim gibi, aileye ilişkin her kişinin ayrı hikayesini de zombi kıyametinde gözlemlediğimiz bu dizi beni baya sardı.

son olarak, dün itibariyle 3. sezonunun mid season bölümlerini izledim. hey gidi madison, sen neymişsin be? bu minnoş ve dizi başladığında biraz pısırık olduğunu düşündüğüm kadın, nasıl da cevval çıktı vallahi şoklara girdim. dizinin otto'lar üzerinden anlattığı "biz-onlar" ayrımı, ince bir göndermenin ötesindeydi. hele de son anlardaki madison'ın dev itirafıyla birlikte gerçekten şoklara girdim. 

heyecanla bekliyoruz efendim. açıkça söylüyorum: walking dead'den çok daha iyi bir dizi. iki sezondur sıkıntıdan çatladığımız walking dead bölümlerinin aksine, hep bir aksiyon hep bir heyecan var. izleyelim, izlettirelim.

10 Temmuz 2017

[Sense8.]

bu sezonun en güzel, en farklı, en heyecanlı dizisi. kesinlikle!

bu dizi dünyanın 8 farklı köşesindeki 8 farklı insanın öyküsü. bu kişiler sensate efendim. birbirlerinin duygularını hissediyorlar, görüyorlar, birbirlerinin yerine geçip yeteneklerini kullanabiliyorlar, canları beraber yanıyor.

berlin.
mexico city.
seoul.
nairobi.
londra.
san francisco.
chicago.
mumbai.

dünyanın 8 farklı yerinde, bir orada bir burada, hissettikleri hislerin benzerlik ve farklılıklarına göre karşılaşan ve zorluklar karşısında tek yürek olan bu 8 insanın hikayesini izlemek o kadar keyifli ki, ilk sezonun 6. bölümü sonu itibariyle kötü adamları henüz anlatmadıklarını unutuyorsunuz. dizi ilk sezonun sonlarına doğru öyle yerlere gidiyor ki, soluksuz hoplayarak zıplayarak, heyecandan neredeyse düğün kaçırıyor bir zihinde izledim!

ikinci sezona geldiğimde kötü adamlar sarmalına girmiş ve bu insanların kavuşmaları ve ayrılıklarını izlerken, dizi izleme hızımı yavaşlattığımı hissetmeye başladım. çünkü, ne yazık ki bu güzel dizi çok maliyetli olması sebebiyle iptal edilmişt. dilekçesine ben de bir imza attım ama ne kadar cliffhanger olsa da izlemeye yemin ettim!

sonra dizi dünyasında çok sık rastlanmayan bir mucizeye tanıklık ettik. en son the killing zamanında, charmed'ın son sezonunda filan yaşamıştık. sense8 cliffhanger yaptığı ve iptal edildiği bölümün üstüne, 2 saatlik bir final için onay aldı. herşeyi bağlamak için 2 saat daha! üstelik hayranlar bastırdığı için. daha mutlu olabilir miydim acaba? keşke bekleseydim de o finali de hemen üzerine izleyebilseydim bu finalin üstüne, ama bir yandan da o geçecek süre içerisinde bu jargona ve bu hayal gücüne ve bu conenctivity bilgisine sahip olmadığımı düşünüyorum da, iyi ki başlamışım!

hayran mucizesi için, konusu için, sadece what's goin' on sahnesi için izleyin, izlettirin efendim!

[13 Reasons Why.]

bu diziyi hiç duymamıştım, sadece takip ettiğim dizi sitelerine bölümlerinin parça parça düştüğünü gözlemlemiştim. sonra bir gün birisi bu diziden bahsedince, konusu ilgimi çekti. bir sezon geride kaldığım bir dizimi internette bulamayınca, aklıma geldi, başladım. o gün 3 bölüm izledim. ne diziymiş arkadaş, insan kendini durduramıyor!

şimdi yazdıklarım spoiler değil, zira dizinin özetinde yazıyor, bu sebeple genel bir bilgi olması açısından konusunu yazacağım şimdi.

efendim, bir çocuk, kapısında bir kutu ve kutunun içinde de 7 tane kaset buluyor. meğersem aşık olduğu kız, intihar etmeden önce bu kasetleri doldurmuş ve ölümüne sebep olan 13 sebebi anlatmış bu kasetlerde. her bölüm kasedin bir yüzü ve dolayısıyla bir kişi ve yaptıklarıyla geçiyor.

görsel anlamda, kırılma noktası olarak ölümü ele almışlar. flashback'ler daha doğal bir gün ışığıyla çekilmişken, sonrası daha soluk / mavi tonlarında bir filtreyle çekilmiş, belli. zamanlar arasındaki geçişleri ancak bu ışıklar ve başrol çocuğun yüzündeki yara bandı sayesinde anlayabiliyorsunuz. bir başka deyişle, geçişler çok akıcı, görüntü yönetmeni harika bir iş çıkarmış.

tanık olduğunu hikayeler dost kazığı diyebileceğiniz bir yelpazeden başlayıp suç oluşturan unsurlara, arkadaşların zamanla uzaklaşmasından öküzvari hareketlere kadar uzanıyor. her birini tek tek ele aldığınızda hannah'nın tercihini anlayamıyorsunuz. ama özellikle de benim gibi tüm bölümleri ardarda izlediyseniz, bu yaşananların hannah üzerinde nasıl biriktiğini, izleyiciyken bile ama bu kadar da olmaz kimse yok muuuuu diye öfkelenmenize sebep olduğunu capcanlı görüyorsunuz.

dizi boyunca hannah'nın başına gelenleri sırlarıyla gizemleriyle ve akılda bıraktığı soru işaretleriyle çözmeye çalışıyorsunuz. çözdüm dediğiniz anda bir an için bir huzur buluyorsunuz. ama o huzur, yerini geç kalınmışlığın çaresizliğine bırakıyor. her sözde zafer, tekrar tekrar yenilgileri yankılatıyor içinizde.

kadro oldukça genç bir kadro, doğrusu bu insanların hiç birini daha önceden tanımıyordum. ama diziye başlarken oyuncular arasında tek bir kişinin adını gördüm ve bu da diziye başlamam için gerekli itici gücü verdi: kate walsh.

hey gidi grey's anatomy'nin addison montgomery'si, ne kadar da severim kendisini! private practice'te devam eden maceralarını takip etmemiştim ama adını asla telafuz edemeyeceğim ve bebişleri çatır çatır kurtardığı milyarlarca ameliyatı ve şahsi hayatından dramlara rağmen efso mesleki işlerini yürüten bir kadın figürü olarak nasıl da takdirimi kazanmıştı!

tabii burada işin rengi biraz daha farklı. kate burada hannah'nın annesini oynuyor. duru bir acı. graceful grief. böylesine çaba sarfeden ve doğal ortaya çıkan bir hüznü uzun süredir ekranda görmemiştim. gerçekten hayran oldum. üstelik kendisinin bu kadar havalı bir insan olduğunu bilmesem, sanki hannah'nın annesiymişcesine bu bitkinlik ve mutsuzluğun verdiği çirkinliği -asla kötü anlamda söylemiyorum ama hani insan mutsuz olunca çirkin olur da etrafındakiler sorar ya neyi olduğunu- acısından taşıdığını düşüneceğim.

şimdi efendim ben bölüm bölüm kimden ve nelerden bahsediliyor açıklayabilirim. ama bu dizinin tadı soluk soluğa takip edip, kasetleri sindirerek dinleyen başrolün eline vurup sabaha kadar kasetlerini dinlemek istemekten geçiyor. şu kadarını söyleyebilirim ki dizi, netflix'te yayınlandığında baya bir olay oldu. intihar meyili sebebiyle neden bir disclaimer girilmedi diye kıyametler koptu. dizi çiğ desem kendini anlatmayacak, ama raw desem daha bir açıklayıcı olabilecek türde bir dizi. drama dokunulmamış, sadece olduğu gibi kameraya alınmış. o yüzden bazı sahneler gerçekten çok sert. durdurup ekran başından kalkıyor ve yeter artık diyorsunuz, o derece. hele de son iki bölümde ben bittim. intihar sahnesi var, evet. ama o sahnenin sonrasında kate walsh'ın içeriye girdiği sahnede kulaklıklar fırlatıp hıçkıra hıçkıra ağladım evet. clay'in hissettiği o geç kalmışlık hissi, o sahnede yakaladı duvara çarptı adeta.

insanoğlunun hayatı nasıl da pamuk ipliklerine bağlı, şaşırmamak elde değil. din ve inancın ötesinde, iyi insan olmaya çalışmanın nasıl önemli olduğunu gösteren bir dizi. bilerek ve isteyerek kırmamak ne kadar da önemli. karşındakinin neler yaşadığını bildiğini farz etmenin tehlikesi bir yana, karşındakinin de birşeyler yaşayabiliyor oluşunu unutmanın trajedisi 13 bölüme sıkıştırılmış vaziyette.

ikinci sezonu uzatıldı ve ilk sezondaki soluk soluğa merak hissini verebileceğinden emin değilim. belki açıkta kalan (ki bence hannah'nın hikayesi bağlandı) diğer karakter iplerini bağlayacaklar ve yeni bir öyküye girecekler ama, böylece bıraksalar daha mutlu olurdum desem, yalan olmaz.

izleyin, izlettirin. pişman olur musunuz, hiç bilemiyorum.