30 Haziran 2017

[Zaman ve Mekan Yanilsamasi.]

Bu satirlari Sigacik limaninin yanindaki Yali Cafe'de oturarak 30 Haziran 2017 gun batiminin hemen sonrasinda yaziyorum. Ama ruhum, cocuklugumun ufak sahil kasabasinda, anneannemlerin evinde.

Bu sokaklarda gezerken, sokak kapisinin disini toz yapmasin diye sulayan adamin evinin onunden gecerken, anneannemlerin bahcesini suladiktan sonraki bahcenin beton kokusunu duydum.

Perdesi aralik evlerin onunden gecerken, bir aksam vakti balkonda yemek yiyen ve ayni zamanda camin arkasindaki ekrani izleyen cocuklarda, bir zamanlarimin yemek vaktini yakaladim.

Evlerin onunde duran cop kovalarindaki agzi baglanmamis seffaf plastik cop posetlerinde karpuz kabuklarini gordum, dedecigimin bir zamanlar yaptigi gibi ozenlice kesilmis.

Bu kadar guzel bir ufakkentin ayni anda nasil bu kadar guzel ve kalp kirici olabilecegini dusundum ama aklima hic yatmadi, cevaplayamiyorum bir turlu.

Bulundugum konumda kaldirimin ustune atilmis tahta masa ve sandalyeler var. Ama sanki ben karsi yakanin isiklarini elimde un kurabiyesi ve frukoyla izliyormus gibi bir plastik sandalye uzerindeyim, sineklerden sikayet ediyor ve kiyida muhtemel bos banklari tariyorum gozlerimle.

Bu zamana ait tek benzer goruntu o kadar da uzak olmayan karsi yakadaki pervanelerin tepelerindeki yanip sonen kirmizi isiklar, onumdeki ufak kayiklara vuran suyun huzurlu sesi ve burnumda deniz kokusu.

Zor.

19 Haziran 2017

[The Handmaid's Tale.]

bu diziye bir tanıdığımın tavsiyesiyle başladım. iyi ki başlamışım iyi ki! bahsi geçen tanıdığım şöyle anlattı: garip bir dizi, gergin, çok enteresan bir dünya var, henüz nasıl olduğunu ben de çözemedim. tabii ki böyle belirsiz gergin diziler favorim olduğu için hiç düşünmeden 3 bölümün başına heyecanla oturdum. az bile demiş meğersem!

efendim bu dizi margaret atwood'un bir romanından yola çıkarak yapılmış. romanın adı damızlık kızın öyküsü diye çevrilmiş, kitapçılarda bulunuyor. ben aynı zamanda kitabı da okumaya başladım ve doğrusunu söylemek gerekirse, dizi kitabın dünyasını yaratmakta gerçekten çok başarılı. hemen hemen benzer hızlarda, benzer detaylarla ilerliyor.

konusunu çok detaylı da yazabilirim aslında ama diziyi izlerken (ben önce diziyi izleyip sonra kitaba geçmenizi öneririm. zira görsellik ve replikler sizi bu dünyaya daha rahat hazırlıyor) şok etkisi yaratması daha da güzel. ne olduğunu anlamaya çalışırken yaşadığınız binlerce soru işareti ve nasıl yani sorularıyla keşif macerası daha renkli. kısacık ucundan anlatmak gerekirse, kısır olmayan kadınların devlet yöneticilerine çocuk sağlamak için evlere gönderildiğini düşünün. gerçekten de damızlık bir kızın öyküsü bu öykü. daha doğrusu damızlık kızların nasıl damızlık kız olduğunun, insan olmanın, anne olmanın anlamına dair oldukça vurucu bir yapım.

başrolünde madmen'den tanıdığımız elizabeth moss var, offred'i oynuyor. -of fred, fredinki- fred'i aık şekspir'den bildiğimiz joseph fiennes oynarken fred'in eşini ise yvonne strahovski oynuyor. kendisini dexter'da hannah olarak izlemiş ve nefret/sevgi karışımında hislerle takip etmiştik efendim. ufacık bir not daha, offred'in normal zamanlardan arkadaşı moira rolünde samira wiley var. kendisini orange is the new black'ten poussey olarak hatırlıyoruz. spoiler olmasın diye detaylıca yazmayacağım ama diziden çıkışı bu dizi içinse, gerçekten turnayı gözünden vurmuş. göğsümüze oturan öküzü affettim gitti.

dizinin bölümler öyle bir oturuşta izleyeyim bitireyim gibi bölümler değil. dizi ağır ilerlediği kadar, bölümler de çok ağır. düşünüyor, kendinizi özdeşleştiriyor ve nefesinizin daraldığını hissediyor ve köşeye sıkışmışlığın acısını derinden duyuyorsunuz. özellikle birçok flashback ile desteklendiği için soğuk terler dökmek dizinin olağan akışı içerisinde.

elizabeth moss'u madmen'de takip etmemiştim, zira bu diziye sonradan başlamak istediğimde çok yavaş ilerlediğini düşünüp, bırakmıştım. bu dizi itibariyle söylüyorum: elizabeth moss harikalar yaratıyor. kesinlikle ödül alacak gözüyle bakılması gereken bir cevher. sessizliğinde, kaşını kaldırışında, başını önüne eğmesinde, sessiz kalan kadının sesi olurken içinizden birşeylerin kopmasına sebep oluyor. olağanüstü. gerçekten olağanüstü.

çıtır çerez dizi değil ama sizi düşündüren, endişelendiren, uykunuzu kaçıran, farklı bir dünyaya taşıyan ve kendi gerçek dünyanıza tekrar tekrar bakmanızı sağlayacak bir dizi arıyorsanız, bu o, izleyin izletin efendim!


[Nereye Gitti Bütün Çiçekler?]

ışıklar açıldığında, bir mülteci kampında 7 farklı kadınla başbaşa kalıyorsunuz. hikayelerini, geçmişlerini, ailelerini anlatıyorlar ve tüm bunları şarkılarla yapıyorlar. bu oyunu müzikal olarak adlandırmak, o kampın insanın ruhuna bıraktığı ağırlığı hafife indirgemek olur belki ama, melodramdan aşağı kalır bir yanı yok bu oyunun.

ama sanmayın ki hep dram, hep üzüntü ve gözyaşı. bir bakıyorsunuz ki, size de bir plastik bardak lazım sohbete katılmak için. ayaklanıp kasaların üzerine hoplayarak oturmak, bu kadınlarla birlikte içki içmek sohbet etmek dertleşmek kahkaha atmak ve işin özünde umutlanmak istiyorsunuz. tam o anda oyun sizi alaşağı ediyor, yaşanan dramları öğrendikçe gözlerinizin önünde hıçkırarak ağlayan o ufacık kızı sımsıkı sarmak ve dertlerine derman olmak istiyorsunuz.

paylaşılanlar arttıkça, the constant gardener misali, nereye yetişeyim, ne yapayım, ne yapabiliriz ki gibi bir sorular dehlizinde boğuluyorsunuz. umutsuzluk iliklerinize işliyor. korku ince ince hücrelerine giriyor o kağıt kesiklerinden.

oyun bittiğinde, sahnede bunları yaşattıkları için, gözü yaşlı halde sizi öylece bırakıverdikleri için oyuncuların herbirinizi tek tek kucaklamasını istiyorsunuz. kucaklamıyorlar elbet ama emin de değilim aslında. öyle sıcak bir ortam ki (akatlar kültür merkezinde izlemiştim), havada bir beraberlik duygusu, yanmış bir umutla birlikte yeşeren ümitlerin telaşesi kalıyor.

özellikle gözde kansu, şenay gürler ve çemberimde gül oya ile birlikte gönlümde sarsılmak bir yeri sağlamlaştırmış olan goncagül sunar için, bir tutam kayboluş, ıslak çay kaşığıyla şeker almış gibi umut için izleyelim, izlettirelim efenim.

[Sen İstanbul'dan Daha Güzelsin.]

yüzünüzde bir gülümseme ile bir oyun izlemek istiyorsanız, bu oyun o oyun. üç neslin kavgaları, telaşları, kayıpları ve hatıraları gözünüzün önünde yaşanıyor. bu üç kadın oturdukları koltuktan kalkmadan, birbirlerinin cümlelerini farklı yaşlar ve anılardan tamamladıkça, kahkahayla izliyorsunuz. ama an geliyor, o tamamlanan ve ne yazıkki tamamlanamayan cümleler, içinize işliyor, sanki bedeninizin içinde ruhunuza çarpa çarpa yankılanıyor. hiç hızını kesmeden bu üçlü sohbet için ne kadar prova yaptılar demiyorsunuz da, gerçekten bilmesem bu insanlar birbirlerinin annesi ve çocuğu diyeceğim. izleyelim, izletelim a dostlar.

[Güneşin Sofrasında Nazım ile Brecht.]

uzun süredir bu oyundan bahsetmek istiyordum. ama bu öyle bir oyun ki, oyun desem değil. dinleti desem, eksik kalır. müzikal desem, hafif olur. öyle bir dünyaya yolculuk ki, sanki denize dalmış, dipteki deniz kabuğunu çıkarmışsınız, son yarım metrede havaya susamışsınız ve yüzeye kavuştuğunuzda aldığınız ilk nefes gibi. karanlıklar arasında bir umut. yoğunluklar içerisinde bir demet huzur. boş kahkahalar arasında bir damla gözyaşı. gözyaşlarınızın arasında içten bir gülümseme.

nazım ve brecht'in insanın ruhuna dokunan harfleri, genco erkal'ın yorumuyla ve o muhteşem sesiyle buluşup size ulaşıyor. politika, siyaset, acaba bunalır mıyım diye zihninizi oyun başlamadan önce meşgul eden tüm düşünceler, gökyüzüne gönüllü bırakılmış bir balon gibi elinizden çıkıyor. gözleriniz yaşlı, büyülenmiş şekilde bitmesin istiyorsunuz. bu deneyim bittikten sonra gerçek hayata dönüşünüzü yumuşatacak bir şey arıyorsunuz etrafınızda, bulamıyorsunuz.

genco erkal'ı anlatmak elbette bana düşmez. yılların üstadı öyle büyüleyici ki, gazetedeki ilanları okusa, yine bu kadar kapılırım diye düşünüyorum.

derken tülay günal. ben tülay günal'a nasıl bir kadar geç kaldım? oyun boyunca aklımdaki sorulardan biri de buydu. dizilerde, filmlerde gördüğümüz bu hüzünlü ifadeye sahip kadın, ceplerinden çıkardığı karları merdivenlerin üstünden bırakırken, iki gözüm iki çeşme ağlayacağımı bilememişim. neden bilememişim ki? hüzünlü sesi ve bakışlarıyla şarkı söylesin diye yaratılmış. o hafif kırçıllı sesi insana huzur ve huzursuzluk versin, umut aşılasın diye varmış aslında. keşfedemeyenler derhal keşfetmeli, hayran olmamak elde değil.

bu oyun -tecrübe- hakkında uzun uzun okunan her şiiri metni yazabilirim elbet. ama yazıp da sürprini, havasını, ruhunu, neşesini, hüznünü kaçırmak istemiyorum. bu oyun bulunduğunuz yere gelmişse, kaçırmayın. tek söyleyebileceğim bu.

[Aranağme 16.]

Uzum bir aradan sonra tekrar klavye başına oturdum. O kadar çok anlatacak şey birikti ki hafızamda. Sanki hiç klavye başına geçemesem bile bir şekilde havaya suya üfleyecektim harflerimi. Tatilde herkes plan yapar, ben yazmayı düşler, istediklerimi okumayı hayal eder oldum. Aylar içerisinde yoruldum ama bu yorgunluk, günlük hayat koşturmalarından mı yoksa aklımın bir köşesinde biriktikçe biriken, üzerine su dökülen kağıtların zaman içerisinde hacimlendikçe hacimlenen harflerden mi emin olamıyorum. tekrar klavye başına dönmek, ne güzel şey.