23 Eylül 2014

[Doctor Who: S8E5.]

daha derin bir anlam beklemiştim gençler ya. kasalardan son ikisini daha açıp, doctor ve clara'nın en çok ne isteyebileceğini bulmak istemiştim. belki clara'nınki çok dünyevi bir şey olacaktı ve şaşırtmayacaktı, belki de şaşkınlıklar denizine sürükleyecekti ama esas doctor'un kasası ne olacağdı? fazladan bir sonic screwdriver bekledim river'a verilmek üzere. koltuk dönerken o koltukta river'ı bekledim. dünyanın en kıymetli kasasında tüm bu sanat eserleriyle yaşayan kişinin river olduğunu hayal ettim. post library değil ama yeni doctor'u bekleyen matt sonrası bir river. bilemiyorum mümkün müdür bu çılgın zaman sarmalı içinde ama istedim. olmadı.

bunların yerine türünün tek örneği değil, meğersem iki örneğini kurtarmak için vicdan azabı çeken bir teyzeyi izledik. yeminle sinirlendiğimdir. bilimum robot çocuk, mutant kız ölümleri ölmemeleri bilmemneleri accayip boşa gitmiş gibi hissediyorum, yazık yani.

bir de tabii clara'nın date'i var. o kaçtı mı aceba? merak içindeyim doğrusu. gittikçe dan pink hakkında meraklanmaya başladım. clara'nın gidişi yaklaştıkça da hüzünleniyorum zaten. of. içim bunaldığıdır. daha iyi bir bölüm olmalıydı. bu bankayı apalapucia tadında bir yer olarak görmek istediydim. kilitleri tek tek açılan bir kasa olarak değil.

bu arada bak yine aklıma geldi yine sinirlendim. solar flare diyorsunuz river song yok bu nedir allah aşkına! nerde wedding of river song bağlantısı nerdeeee? ulan asmalı konak'taki ipek tuzcuoğlu'nun oynadığı her dizide aynı şekilde sigara içmesini dileyen bir insanım, öyle olmadı diye üzülen, hayalkırıklığı yaşayan biriyim. olacak şey mi ya? olacak şey mi?

neredesin river song? çok özledik.

bölümle ilgili tek hoşuma giden şey -tardis'in telefonu filan değil tabii ki- guard dog mevzusu. suçluluk duygusunun, niyetin kokusunu alabilen bir güvenlik sistemi bence çok çılgın bir fikir. o an düşündüm ki acep böyle birşey olsa neler olur? diren hukuk. diren insanlık.

bu arada iki minik not daha yazmalıyım: doctor'un architect'ten nefret etmesi gerçeği kalbimi kırdı. kendinden nefret etme doctor. am I a good person diye sorarken bile içim acıyor, böyle yapma ne olursun...

en sonunda "Robbin' a bank. Robbin' a whole bank. Beat that for a date." dediğin an çok tatlıydı. arasıra clara'ya çok sert çıkışıyorsun doctor. ama doğrusu bu minnoş flörtöz halin demiyim de, rekabetçi halini kaybetmemiş olman beni çok mutlu ediyor.

    öteki bölümlerde bakalım bizleri neler bekliyor. şaka maka sezonu yarılamış olacağımız için oldukça hüzünlüyüm. river gelir mi acep? gelsin gelsin gelsin, nooolur gelsiiin. capaldi ile olan uyumlarını görmek için sabırsızlanıyorum!

    [Doctor Who: S8E4.]

    gördüğüm en etkileyici doctor who bölümlerinden biriydi listen. daha ilk iki cümlesinde beni fethetmeyi başardı.

    öncelikle yorumlarımı yazayım. sonrasında bölümden vurucu cümleleri yazacağım. uzun uzun yorum yapmama gerek yok demiyim de, yazsam kitaplar dolar gibi hissediyorum, güç bulamadım doğrusu. belki bir başka zaman. şimdi önce bahsettiğim yorumlar gelsin:

    dan hakkında daha çok şey öğrendik bu bölüm. asker olmasının ardındaki sebep belki de doctor ve clara'ydı. ve belki de bu sebepten bağımsız zaten doctor onu companion olarak kabul edecek. ama yine de çok güzel bağlandı bu hikayeler. canımsınız. böyle yazın, dünya sizin olsun canlarım ya. bu arada clara'nın dan'le yollarının kesiştiğini doctor gerçekten anlamamış olamaz değil mi? yani bu duruma imkan dahi vermiyorum. üstelik daha sonrasında orson aile yadigarı diye o minnoş asker heykelini verdi clara'ya. ama aslında en sonunda onu doctor'a bırakmıştı. of. benim devreler yandı çocuklar. time travel is in our family filan. ya resmen clara'nın geleceğini öğrendik amma haydi hayırlısı, time can be rewritten. merak içindeyim. dipnot olarak bir de şundan bahsetmeli: clara'nın kuralları eğip bükme talepleri biraz canımı sıkıyor. kendisini seviyorum ve salvage of a lifetime olduğuna katılıyorum ama yani, date night'ın sonunu yeniden yaşamaya çalışman beni benden aldı. neyse. neyse. son olarak clara'nın doctor'a söz geçirmesine bayılıyorum. çünkü doctor kimseden emir almıyor. ama clara'yı dinliyor. çünkü bunun altında güven olduğunu düşünüyorum. seviniyor ve kıskanıyorum bu ilişkiyi. ah canlarım beniiim, maşallah maşallah.

    gelelim dev quote'lara. büyüksünüz bbc ekibi. büyüksünüz. iyi ki de varsınız. tüm bu soruları düşünüp sormanız, cevapları vermeseniz dahi kabulümüz. çok şükür.

    Doctor: Question: why do we talk out loud when we know we're alone? Conjecture: because we know we're not. Evolution perfects survival skills. There are perfect hunters. There is perfect defense. Question: why is there no such thing as perfect hiding? Answer: how would you know? Logically, if evolution were to perfect a creature whose primary skill were to hide from view, how could you know it existed? It could be with us every second and we would never know. How would you detect it? Even sense it? Except in those moments when for no clear reason, you choose to speak aloud. What would such a creature want? What would it do?

    Doctor: I think everybody, at some point in their lives, has the exact same nightmare.

    Doctor: What’s wrong with scared? Scared is a superpower! Your superpower! There is danger in this room. And guess what? It’s you. Do you feel it? 

    Doctor: Deep and lovely dark. We'd never see the stars without it.

    Clara: A soldier so brave he doesn't need a gun. He can keep the whole world safe.

    Clara: Listen. This is just a dream. Very clever people can hear dreams, so please, just listen. I know you're afraid, but being afraid is alright, because didn't anyone ever tell you fear is a super power. Fear can make you faster, and cleverer and stronger and one day, you're going to come back to this barn and on that day, you're going to be very afraid indeed. But that's OK, because if you're very wise and very strong, fear doesn't have to make you cruel or cowardly. Fear can make you kind. It doesn't matter if there is nothing under the bed or in the dark, so long as you know it's OK to be afraid of it. So listen, if you listen to nothing else, listen to this. You're always going to be afraid, even you learn to hide it. Fear is like a companion, a constant companion -- always there. But that's OK because fear can bring us together. Fear can bring you home. I'm going to leave you something just so you always remember. Fear makes companions of us all.

    [Doctor Who: S8E3.]

    insanoğlu ne kadar da ufak. üzülerek, kıskanarak söylemiyorum bunları. bu bir fact. kabul etmek gerekli. karşınıza bir adam çıkıyor ve zaman ve mekanda istediğin yere gidebiliriz diyor. ama biz, kendi dünyamızın efsanelerimizden, hikayelerinden ve hayallerinden başkasını bilmiyoruz. bilemiyoruz. ne garip bir acı. daha doğrusu ne garip bir eksiklik.

    işte doctor who'nun bu bölümü bu anlattıklarımı düşündürdü bana. doctor clara'ya nereye gidelim diyor, robin hood'a diye cevap veriyor. öyle güzel ve net bir mesaj ki...

    bu arada yazmaya başlamadan önce tardis'in dekoruyla ilgili de iki kelam etmeyi bir borç bilirim. bence tardis'in içerisi çok modern, sanki peter capaldi'nin doctor'u için garip kaçmış. ama kara tahtaya bayıldım. doctor zaten kafası sürekli karışık olan, olanları, olacakları ve olabilecekleri gören biri. dolayısıyla her an bir yerlere not alabilme fırsatının kendisine ilk kez yaratılmış olmasına bayıldım ben. bravo!

    bölüm boyunca robin ve doctor'un kapışması beni güldürdü. ama açıkçası ben daha yoğun bölümlerden daha çok keyif alıyorum. üstelik doctor haklı, bir süre sonra benim sinirlerimi de bozdu bu bitmek tükenmek bilmeyen kahkaha tufanı!

    doctor'un iyi bir okçu olmasına şaşırdım desem yalan olur, çok hoşuma gitti. yakışır canım capaldi'me.

    itiraf etmem gerekirse son dakikalardaki uzay mekiği, altın bıdı bıdı çılgınlığı beni hiç sarmadı. hele de ha gayret bir de altın oku atıp deneyelim mevzusu hiç mi hiç sarmadı bak buraya yazıyorum. ama yine de izlemekten keyif aldım çünkü peter capaldi'nin doctor'unu ne kadar görsem yanıma kar diye düşünür oldum. -tabii ufak bir yanım da robin hood'la tanışan clara'yı kıskanaraktan izledi desem yalan olmaz. ben de tanışmamıza hayır demezdim doğrusu.- doctor'un şüpheci ve sert yanını göstermek açısından iyi bir bölümdü desem yalan olmaz. ama iyi var iyi var, bu ortalamanın üzerinde bir iyiydi. devliğe yakın bir iyilik değildi, bak buraya yazayım.

    marian'ı gördüm, yine cinler tepeme çıktı bu arada. diren regina diyor ve once upon a time'ı merak içerisinde beklemeye devam ettiğimi burada kayıtlara geçiriyorum sayın seyirciler.

    [Doctor Who: S8E2.]

    Ve beklenen gerçekleşti, doctor who yepyeni bir dalek konulu bölümle bizi selamladı a dostlar. açıkçası dalek'lerin olduğu bölümlere bayılıyorum. çünkü malum, bu yaratıklar eeen eski doctor who yaratıklarından olduğundan, bir efsaneyi devam ettiren bölümler zaten daha özenli yazılmış gibime geliyor. üstelik çok bahsedilen yaratıklar olduğu için artık yaratıcı olmaları gerekiyor. ki yalan olmasın, bunu da başarıyorlar bence. 

    into the dalek, kelimenin tek anlamıyla bir dalek içindeki yolculuğu anlatıyordu sayın seyirciler. gelelim bölüm içindeki gelişmelere.

    annımca ilk söylenmesi gereken yeni karakterimiz: danny pink. doğrusu bu çocuğun ekibe katıldığını öğrenince pek ısınamayacağımı düşünmüştüm ama sempatik bir çocukmuş, yanıldığımı kabul ediyorum. meğersem kendisi bambaşka bir hikaye içerisinde karşımıza çıkmayacakmış da clara'nın sevgilisi rolünde olacakmış ayol! pek sevindiğimdir. bu çifti birbirine yakıştırıyorum doğrusu. aferim size senaristler.

    gelelim konunun kendisine, yani dalek'e. dalek dğer dalek'lere ölüm diyor başka birşey demiyor yahu! yani iyi bir dalek! there's no such thing. hoppala yarim!

    bu arada clara you ar enot my boss, you are one of my hobbies diyorsun da ayıp ediyorsun yani. eline dizine dursun bacım daha ne istiyorsun? ukalalık edip benim canımı sıkma allah aşkına.

    she cares so I don't have to. yeminle sesli güldüğümdür. harikasın yeni doctor ya!

    şimdi dalek'in içinden bahsetmek için yıllaaaaar öncesine gitmem gerekiyor. hani bir çizgi film vardı, karakterler ufalıp bir bedenin içine girerlerdi de bize biyoloji anlatırlardı. işte bu bölüm aynen öyle olmuş! antikorlar filan var, gülümsediğimdir. bu fikri takdir ettim ve ayrıca da teşekkür ettim beni yıllar öncesine götürdüğü için. 

    bölümün sonlarına yaklaştığımızda dalek'teki 'iyileşmeye' kaçak radyasyonun sebep olduğunu öğreniyoruz. doctor da bir şekilde bu radyasyonu düzeltiyor filan fıstık. işte bu noktada dalek yeniden kötü olup bizimkilere saldırmaya çalışıyor. velhasıl doctor yeniden dalek'i 'iyi' yapmaya çalışıyor. anılarını gösterip, evrenin güzelliğini gösterip, onu ilk iyi olmaya iten ana götürmeye çalışıyor, bir yıldızın doğuşuna... ama olmuyor işte a dostlar! dalek, doctor'un içindeki dalek nefretini görüyor, evrenin muhteşem düzeni, bu nefretin arka planında kalıyor ve yeniden 'iyi' oluyor, malfunctioning dalek which turned out good. ne acı... öyle üzülüyor ki içine bakan dalek'in tüm güzelliklere rağmen nefreti görmesine. ah doctoooor, canım benim kıyamam sana.

    bu bölümün bence en önemli anı son sahneleriydi. öncelikle asker kızı, asker olduğu için almayan bir doctor bulduk karşımızda. acaba clara xmas special'da gittikten sonra danny ile devam edilecek mi? yani daha doğrusu bir kız daha gelecek mi ekibe yoksa iki oğlan mı göreceğiz yollarda? aaah ah, merak içindeyim ve clara gidecek diye şimdiden kahırlardayım. 

    en vurucu an: "I am not a good dalek. you are a good dalek."

    this is just deep. very deep.

    [Doctor Who: S8E1.]

    Doctor who. aylardır beklediğim canım dizim!

    bi dakika bile soluk aldırmadan her zaman beni şaşırtan, hayalgücümü her zaman besleyen, beni bambaşka yerlere götüren biricik dizim! şükürler olsun kavuşturana!

    şimdi efendim ilk bölüm ile başlayacağım yazmaya. ama ilk üç bölümü izleyeli iki hafta geçti. dolayısıyla highlight olarak bahsedeceğim beni etkileyen sahnelerden.

    öncelikle bir doctor'un regeneration sonrası hallerini görmeyeli o kadar uzun süre olmuştu ki, bu çılgın şaşkınlık günlerini unutmuşum tamamen! doğrusu görünce accayip afalladım! doctor'u her konsepte hakim bir insan olarak gördükten sonra doğrusu böyle dağılmış görmek öyle garip bir kafa ki!

    kıyamam ben sana doctor, dinozoru dinleyen ve yalnızlığına üzülen doctor. ben sana kıyamam. bu arada jenny strax ve madam vastra ekibinden aslında pek hoşlanmıyorum. daha doğrusu keyifli bir ekipler ama ben diğer companion'ları daha çok sevdiğim için çok hafif kalıyorlar bence. ama ne yalan söyleyeyim, vastra maskelerle ilgili yaptığı konuşmada beni fethetti, o noktada takdirlerimi sunuyorum.

    sevdiğiniz kişinin yüzünün değişmesi konusu. tanrım... ne güzel sözlerdi o sözler öyle jenny... doctor'un bölümün sonunda ben buradayım, gerçekten görmüyor musun deyişinde içim kan ağladı. bu durumda kendimi hayal ettim ve kestiremedim neler hissedeceğimi, neler düşüneceğimi. ne kadar da yüzeyseliz öyle değil mi? ne kadar da insanız?

    capaldi ile ilgili yorumlarıma gelince: peter capaldi'yi sanki yıllardır tanıyorum. hiç ama hiç garipsemedim, doctor haline geldikten sonra -çılgınlık anları geçtikten sonra- sanki hep oradaymış gibi hissettim. seni çok sevdim be ben peter capaldi!

    gazeteye verilen ilanın çılgın zekasına bayıldım. doğrusu clara ve doctor ikilisi yine harika, hiç bir değişiklik hissetmiyor gibiyim.

    şimdi gelelim restoran sahnesine: tanrım bu sahnede çok korktum! çok ama çok korktum! o kuklaların kurulmuş yaylarının boşalırken çıkardığı ses, bizimkilere karşı yürümesi filan accayip etkiledi beni! bu arada bölümün adı da ayrıca bir etkiledi! clara'nın nefesi azalırken ben daraldım, bir nefes daha almaya çalıştım sanki benim nefesim ona yardımcı olabilecekmiş gibi. hele de doctor onu yalnız bıraktığında öyle korktum ki! doğrusu weeping angels bile beni böyle korkutmamıştı. yalnızlık... her canavardan daha da korkunç...

    ters köşenin tanımı: işte yukarıda anlattığım sahneden sonra daha da bir korkutucu sahne ile yeniden yüreğimi ağzıma getirdiniz, bir önceki sahneye dua ettirdiniz. alacağınız olsun. doctor'un clara'yı bırakıp gitmesi nedir? bir an için bile inanmadım ama aslında bir yanım da inanmaya beyilli kaldı. bunu bu diziyi bu kadar seven bir izleyiciye yaptığın için yerin dibine batın. peh!

    şimdi gelelim son dakikada yaşadığımız sürprize. beni öldürdünüz ulen! beni benden aldınız! ağlattınız! diz dövdürdünüz! olacak iş mi karşımıza yeniden matt smith'i çıkartmak! beni benden aldınız ya, alacağınız olsun. öyle hoşuma gitti ama öyle boş bulundum ki onu karşımda görünce... clara'ya o çok korkuyor deyişindeki titreyen ses sonrasında capaldi'nin o kır saçlarının düştüğü yüzündeki gencecik gözlerini görmek, beni görmüyor musun sorusu... ah bittim ben bittim. kıyamam ben sana doctor. canımsın.

    son olarak, promised lands nedir bilemiyorum. tahmin de etmiyorum çünkü eminim karşımıza yeniden çıkacak. bu noktada sevindiğim şey, birkaç kez karşımıza çıkacak olması (diğer bölümleri izlediğim için rahatça söyleyebiliyorum tabi bu sözleri). hele şükür bölümlere yayılan sezon kurgusu, hele şükür bir bölümde patlayıp kapanmayan sezon etnrikaları. seni seviyoruz capaldi. vurun moffat'a.

    [Ode to Heartbreaking Briliance.]

    her sezonu 13 bölümden oluşuyor. an itibariyle ikinci sezonda sadece bir bölüm kaldı. bu ana kadar olan tüm bölümlerini izledim. ama doğrusu burada hiç bahsetmedim. yine uzun uzun bahsetmeyeceğim. ama öyle bir sahne var ki, yazmayıp içimde tutamayacağım.

    “By taking this you’re promising me you’ll see to it… that my wishes are carried out. Will you take it?”

    and then, she carried them out.

    This is just heartbreakingly brilliant.

    [Post - The Killing.]

    The Killing benim favori dizilerimden biri olmuştur her zaman. son 6 bölümü ile de bu kanımı onayladı zaten.

    efendim the killing'i en son üçüncü sezonda bırakmıştık. o zamandan bu zamana olan gelişmeler sonucu, 6 bölüm daha yayınlanmasına karar verildi ve tüm diziyi -ve cinayetleri- bu bölümlerde toparlayacaklarını söylediler. iyi ki de söylemişler.

    bu 6 bölüm esnasında hem linden'ın gencecik insanları öldüren katil polis patronunu öldürülmesinin peşine düşüldü hem de linden ve holder yepyeni bir cinayet vakasını çözmek için kolları sıvadılar. aslında çok uzun uzun anlatmak istemiyorum bu seferlik. izleyin, keyif alın dostlar.

    şu kadarını söyleyebilirim ki, bu sezonun cinayeti oldukça enteresandı. üstelik dizinin bir kısmı askeri bir okulda geçtiğinden, bu disiplinden gelen insanları görmek, korkunç ritüellerine tanık olmak, bazen takdir etmek, bazen hayret içerisinde izlemek diziye kuşkusuz bambaşka bir hava katmış. ben çok sevdim.

    linden ve holder'ın sonuna gelince, tabii ki dizi hakkında uzun uzun yorum yapmama kararımı burada da koruyacağım. ancak şu kadarını söyleyebilirim ki ben dizinin sonundan son derece memnunum. son sahneleri izlerken istemediğim bir yöne sapmalarından endişe duymuştum ama tam yerinde bitirdiler, takdirimi kazandılar.

    uzun lafın kısası: the killing'i izleyin dostlar. izleyin, izlettirin. bu diziyi izlerken hem hayatın içinden polisleri -bana bu şekilde hissettirdiler- ve bu polislerin hayatlarını tanımış olacaksınız, hem kurbanları ve kurbanların ailelerini, cinayet öncesi ve sonrasına tanıma imkanına kavuşacaksınız. izlerken dizinin hem teknik, mekanik, soğuk bir yanı olacak, hem de içinizi yakan, bunaltan, bölümü kapatma hissi veren bir gerçeklik sizi kucaklayacak. biliyorum, yavaş ilerleyen bir dizi. biliyorum herkes dünya yakışıklısı güzeli değil. biliyorum hava seattle'da hep yağmurlu. ama inanın, eğer izlerseniz, pişman olmayacaksınız.

    teşekkürler linden, teşekkürler holder. emeklerinize sağlık the killing ekibi. helal olsun diziyi havada bırakmayan netflix.

    [The Strain: Post S1E4.]

    The Strain'i izlemeyi bıraktım ama bir önceki catch up entry'sindeki yorumları buraya taşımayı bir borç bildiğimdir.

    Dördüncü bölümü izlerken bu diziyi bırakmaya karar verdim. çok ama çok gerilmiş ve iğrenmiş vaziyetteyim. otopsi sahnesi filan beni benden aldı. ki ben dev bir polisiye hayranıyımdır. ama bu kadarını da beklemiyordum. yuh lan. hayır bir de fenalıklar geldi üzerime dehşetlere kapılmış vaziyetteyim. YAYILACAK ULAN! of neyse.

    Diziyi izlemeyi düşünen varsa, yorumlarımı şu şekilde özetleyebilirim: tüm creepy şeylere hazırlıklı olun. her bölüm sürükleyici olmuyor, bazen filler bölümler oldu diyebilirim. ama her bölüm kesinlikle accayip gergin ve asla beklemediğiniz olaylar oluyor. vampir otopsisi diyorum, daha ne diyeyim?

    izleyenlere dipnot: izlerseniz bir zahmet bana şu virüs salgını bitti mi bi anlatın. merak ediyorum ama izleyecek takati bulamıyorum. bulduğunuz için ayrıca tebrikler.

    [Suits: Post Season 4.]

    suits'ten uzun uzun bahsetmeye gerek yok diye düşünüyorum. ama yine de şunu söylemezsem çatlarım: sezonun geri kalanını çok merak ediyorum!

    louis'in mike'ın tüm foyasını öğrenmesiyle birlikte yaşatacağı fırtınayı dört gözle beklemeyen yoktur bence. bu shiny hayatın üzerine gölge düşmesinin vakti gelmişti. tabii burada çirkeflikten söylemiyorum bu sözleri. ama zannımca mike bulunduğu konumda başarılı olsa da hak etmiyor. üstelik senaryo bağlamında en nihayetinde bu çanak çömlek patlamalıydı, en ideal zamanda oldu! kırk yılda bir yapacağım şu şeye hazırlıklı olun: senaristleri tebrik ediyorum. düşünün yani, ben, suits senaristlerini tebrik ediyorum. olacak şey değildi, yaptılar oldu hele şükür.

    şimdi bu noktada uzun uzun rachel ve mike ilişkisinden bahsetmeyi düşünmek bile içimi baydı. değinmek istediğim esas konu donna. donna ve louis'in karşı karşıya gelmesi bombok oldu yauv. donna'cığım - the dizinin neşesi, her boka tercüman olan, kafası çalışan tek insan- üzülmesi, başka hiç birşey istemiyorum cidden. ne harvey'nin boş havası, ne jessica'nın sevgilisi, valla hiç gözümde değil yani. hatta istiyordum ki çılgın mücadelelerinde sıçıp batırsınlar ama olmadı olamadı. artık bundan sonra mike'ın çilesini görelim jübileyi yapacağım.

    tek korkum louis'in naming partner olduktan sonra bu mevzunun cart diye kapanması. öyle bir şey olmamasını diler, selam ederim.

    [Defiance: Post Season 2.]

    defiance. defiance defiance defiance. inanamıyorum sana defiance!

    ikinci sezonun başlangıcında zaten beni fethetmiştin beni çok sevgili defiance. ilk sezonda bir noktada bıraktığımız karakterlerimiz kendilerini bambaşka yerlerde bulmuşlardı. tabii ki bu durum benim çok hoşuma gitti çünkü aynı karakterler ile hiç tahmin edemeyeceğimiz sonuçlar yazmak öyle kolay değildir a dostlar. işte senaristler bunu başarmış. bravo doğrusu. şimdi gelelim en son kaldığım yerden -gerçi o noktayı da hatırlayamıyorum ama- sezon finaline kadar yaşadığımız highlight'lara.

    öncelikle tabii ki amanda ile başlayacağım. yahu amanda sen benim yüreğime indiriyordun! sana bi zımbırtı takıp yavaş yavaş seni delirttikleri bölüm beni benden aldı! biz seni bağımlı olarak düşünürken vay anam neler gelmiş başına! tebrik ediyorum seni sevdili julie benz. harika bir performanstı doğrusu! amanda'dan devam edersek, bir de tabii kız kardeşiyle kavuştuğu sahnelere değinmek lazım. o güçlü, herşeyi başarabileceğini bize hissettiran amanda, kenya'nın ölümünden şüphelenirken nasıl da küçük bir kız çocuğu oluverdi? ah öyle hüzünlü bir andı ki, doğrusu kenya'nın yaşadığını görünce bir ufak sevinç ççığlığı da ben patlattım sayın seyirciler! daha sonrasında kenya'nın kenya olmadığı gerçeği ile yüzyüze kaldıktan sonra ise o çaresiz hal, o öfke, herkesi derinden yaraladı zannımca. bravo bravo.

    tabii ki bu noktada tarr'lardan bahsetmek gerekli. datak'a zaten doctor who'da vincent'ı oynadığında beri hastayım. o muhteşem adam, nasıl da bu acımasız patrona dönüşmüş hayret doğrusu! kendisinin stahma ile olan love/hate ilişkisi incelenmeye değer. stahma'dan bahsetmek gerekirse daha önce de bahsettiğim üzere tv'de gördüğüm en manipulative bitch'lerden biri. tebrik etmek lazım. hem o sakin sakin konuşmasıyla savunmasız izlenimi veriyor, hem de bildiğini okuyor yahu bravo! doğrusu bu ana babadan o ezik alak'ın çıkmış olması bence dizinin en büyük sürprizi. kendisinin christie ile olan evliliğinden hiiiiç bahsetmeyeceğim zira bayık bir çiftsiniz çocuklar. sonradan entrikalı bir çifte dönüşmeniz christie sayesinde oldu, go girl diyorum. alak'ın bu ezikliğini adını anımsayamadığım kızla gidermeye çalışması filan oldukça sıradandı. ama christie işin rengini değiştirdi ve ebeveyn tarr'ları kazandı ya, doğrusu orda ben bile gevrek gevrek güldüm. yanlış anlaşılmasın kıza üzüldüm amma yine de kurulan entrika zinciri takdire şayandı. bazen korkunç şeyler yapmak zorunda kalabiliriz. önemli olan uğruna kötü şeyler yaptığımız şeyin, tüm kötülüklere değmesi. daha güzel anlatılamazdı bu durum. tebrik ediyorum. şimdi tarr'ların genel bağlamından çıkıp castithan geleneklerinden bahsedeceğim. ben bu castithan geleneklerine hayranım. yok tabii ki ikinci plandaki sessiz, hizmetkar ve herşeyi kabul etmek zorunda olan kadın konseptini benimsemiyorum. ama evindeki hizmetkarlardan birinin ölümü ile yaptıkları cenaze merasimi oldukça etkileyiciydi. ayrıca af dilemek için yaptıkları o diz çökme seremonisi ve bilimum şey için bilimum başka söz öbekleri accayip hayranlığımı kazanmış vaziyette. bir de tabii enteresan barda çalan castithan dilindeki şarkılardan anladığım kadarıyla, dillerini de çok beğendim. go castithans!

    tommy ve berlin'den uzun uzun bahsetmeye gerek yok. ama tommy'nin ölümüne sevindim. zaten beni sıkan bir karakterdi, hiç de aramayacağım kendisinni diyebilirim. ama tabii bu ölümün berlin ve özellikle irisa üzerindeki etkisi ne olur bilinmez. inşallah maşallah üçüncü sezon onayını alırsak görebileceğiz. berlin'e gelirsek, ben şahsen bu kızın ekibe katılmasına çok sevindim. hem enteresan bir hikayesi var, hem tough bir insan, hem de dobra olduğu için konuyu uzatmadan çat çat mevzuyu özetlemesiyle seyirciyi baymaktan kurtaran biri. tebrik ediyorum yazarları.

    niles pottinger. senin gibi bir sürüngene ne denir bilemiyorum şu noktada. go get a life bebeyim ya. ne amanda'ymış yauv, ne amanda'ymış. anılarını çaldın bilmemneler yaptın, yemek hazırladın, güller verdin, madenlerde şövalyelik tasladın filan. ay valla pes yani niles! go get laid. başka kadın mı yok. ama tabii amanda'nın bu mıymışın çabalarına boşa çıkarmayacağı belliydi. nolan gibi havalı bir adamdan sonra bu ezikle olduğuna inanamıyorum amanda. beni kaybettiğin tek nokta bu oldu doğrusu. bak hızımı alamadım. yine söylüyorum. get a life niles.

    doc yewll. sen ne komiksin ya! gerçekten çok başkasın doğrusu, seni seviyoruz. şu çiplerle ilgili bölümde sevdiğin insandan vazgeçemeyip, çipi çıkarmayarak onunla konuşmaya devam etmen beni benden aldı. çok hüzünlendirdin çok, alacağın olsun! ondan sonraki bölümler hakkında uzun uzun yazmayacağım ama ağzı sıkı olan karakter sorarlarsa senin ismini vermekte tereddüt etmeyeceğim bir karaktersin doğrusu. son bölümde tüm entrikayı senin keşfetmen bir yana, çipi etkisiz hale getirmen kalbimi yeniden kırdı. oyh. dilerim senin çılgın esprilerinle dolu bir sezon daha görebiliriz.

    rafe'ten çok bahsedemeyeceğim, ama oğlu için hapse girmeyi göze alması ve karısının bu gerçeği gerizekalı oğluna anlattığı sahneyi unutamayacağım. bravo teyze! çılgınsın mılgınsın ama lafı gediğine oturttun doğrusu! tabii bir de son sahnelerden bahsetmek lazım. ezik alak bir bok yapamadığı için kaçırılmaları hakkında, tarr'lar ve rafe kızlarının oğullarının peşine düştüler. orda hapishane basıp adamı çıkarmaları -ve berlin'i kurtarmaları- accayip zor ölüm sahnesi gibiydi. bu arada berlin'i öyle çaresiz görmek canımızı sıkmadı değil. bravo, yine iyi bir twist olmuş sevgili senaristler.

    geldik nolan ve irisa'ya. ne yazayım ki ben o sezon finalinde sonra? ne yazsam az gelir? işte bu dizi aslında bir babanın kızını korumak için neler yaptığını gösteren bir dizi oldu çıktı en sonunda. şikayetçi miyim? hayır! ba-yıl-dım! adamsın nolan! uzaylı - insan. hislerin değişmediği, evlat olmanın, aile olmanın ne demek olduğunu şu çılgın konulu dizide bile göstermeyi başaranları ayakta alkışlıyorum doğrusu. bravo! nolan hakkında uzun uzun yazmaya gerek yok, dizi başladığında neredeyse, şimdi de orada bıraktık onu: irisa'nın yanında. farklı şehirlerde, uzakta, görevde ama her zaman irisa'nın yanında. irisa'ya gelince... bacım sen neler yaptın beni benden aldın! doğrusu sezonun gidişatında neler olduğunu anlamak için kıçımı yırttım çok afedersiniz. defiance yazarları da bence steven moffat-vari bir hamle yaparak her boku bize son bölümde, hatta son bölümün birkaç dakikasında yumurtladılar. ama o ana kadar herşey o kadar güzel bir sarmal içinde yazılmıştı ki, hiç rahatsız etmedi bu durum bizi. efendim, anladığım o ki, meğersem uzay kolonisi kurulacakmış dünyada. bu koloni için seçilmiş insanlar dışında herkes ölecekmiş. hatta ölümler new york'tan başladı, tüm şehir yokoldu. doğrusu o sahneler hem görsel olarak çok güzeldi, hem de zannımca tam da hayal ettiğim -korktuğum- uzaylı kıyameti gibiydi. dondum kaldım. yeniden bravo bunu yaratan ekibe. neyse efendim, işte bizim seçilmiş kişiler neyin bir araya geldiler. ama nolan irisa'yı kurtarmak için yılllaaaaaaaaar önce irisa'nın dünyaya gelmeden önce bu planı yaptığı kişiyi buldu. uzun lafın kısası, iki kişinin her birinde bir anahtar olunca sorun yokmuş. iki anahtar bir kişideyse dünya yok olacakmış. anahtarlar ayrıldı. tüm yer gök yıkılırken, nolan irisa'yı kucakladı -daddy's lil' girl sahnesi daha ne kadar güzel olabilirdi ki sorıyorum size- ve o anda bir kapsülün içinde donakaldılar. uzun süredir gördüğüm en tatmin edici sezon finali olmakla birlikte, eğer dizi üçüncü sezon onayı almazsa, uzun süredir gördüğün en güzel dizi finali de olabilir zannımca. go team nolan and irisa!

    uzun uzun anlattıktan sonra diziyi ne kadar keyifle izlediğimi tahmin etmiş olmalısınız dostlar. dilerim bu dizi üçüncü sezon onayını alır ve biz tüm bu çılgınlığa biraz daha tanık olma şansına erişiriz. doğrusu senaristler üçüncü ve dördüncü sezon story arc'ları hazır diyorlar ama bu dizi iptal edilirse korkarım biz o arc'ları okuyamayacağız. ne olur açıklayın yea. şimdi tabii bir de bu dizinin oyunu da var, belki orada açıklarlar ama ben oyun moyun oynayamam. ne olur onay alsın, bak rica ediyorum çocuklar! haydi hayırlısı!

    [Rizzoli and Isles: Post Season 5.]

    eveeet, uzun süren bir aradan sonra yeniden yazmaya yeniden kavuştuğum dizilerden bahsederek başlayacağım a dostlar. catch up başlığında açtığım tüm diziler üzerinde haydi şööööyle bir geçelim. öncelikle rizzoli and isles'dan başlayayım.

    efendim geçen sezonun sonunda en son jane'in hamile olduğunu öğrenerekten ekrara veda etmişlerdi. şimdi tabii bunu yazmak hüzünlü aslında ama ben dizinin gidişatında jane'in anne rolüne bürünmesini henüz mümkün görmediğimden, dedim ki RDIM, sen bu diziyi ciddi ciddi takip et. bir entrika bir olay dönecek, kaçırma, sonrasında izlerken toparlayamazsın (maalesef tahminimde haklı çıktım). evet, ben bu diziyi tv'de yakaladıkça izliyorum ve o bölümden sonra ciddi ciddi izlemeye başladım. böyle ardarda takip edince baya da sardım doğrusu, cidden çok komik bir ekip rizzoli and isles ekibi.

    şimdi uzun uzun tüm bölümlerin üzerinden geçmeksizin, highlight anlardan bahsedeyim.

    hüzünlü bir bilgi ile başlıyorum: jane'in ortağını oynayan çocuk sanıyorum yaz aylarında intihar etmiş. dolayısıyla dizide bir boşluk oluşmuş. diziye yeniden dönmem ile birlikte bu geçiş dönemine de tanıklık ettim. öyle yumuşak bir geçiş yaptılar ki... masasının boşluğu, herkesin ayrı ayrı anlarda ağlamaya başlaması... o kadar güzel yazılmış bir bölümdü ki, doğrusu hayran oldum. velhasıl, yeni bir detektifi dahil etmemeye karar verdiler, bilgisayar başında ekibe destek veren birini dahil ettiler. kendisini de sevdik.

    bir diğer highlight'a gelirsek, maura'nın yeni sevgilisi! yahu bu çocuk bizim victor'umuz dollhouse'taki. seni çok seviyoruz victor, çok özlemişiz victor! bence maura ile harika bir çift olma yolundasınız, size desteğim tam. hatta dipnot dipnot: daha önce maura'nın aşk hayatında katillerin filan olması ve sürekli öldürülmeye çalışılmış olması bilgisini de aldım, dikkatimi çektiniz, tüm sezonlarını izlemem mümkün. bu arada maura'nın victor'un (evet o çocuğun adı benim için sonsuza dek victor kalacak) kızıyla tanıştığı bölüm çok tatlıydı. maura'nın bieber ile imtihanı görülmeye değerdi doğrusu.

    şimdi hüzünlü bir highlight, maalesef önceden tahmin ettiğim kısım. jane'e sürekli genç korunmasız çocuğa karşı zayıflığı olduğu telkininde bulunuldu, önceki sezonları izlemek isteğim arttı. neler olduğunu bilesim var. neyse efendim, bir tanığı korumak için kendisini tehlikeye attığını gördük jane'in. acı olaylar sonucu, jane bebeğini kaybetti. işte bu bölümü bir tatilde izledim, sonra da internetle bağlantım bitti. sonraki bölümü izlemek başlı başına bir macera oldu. bölüme kavuştuğumda maura'nın jane'in başında otururken bölümün açılması zaten ilk darbe oldu sayın seyirciler. onun bile söyleyecek söz bulamaması filan... üzdünüz bizi çocuklar. neyse efenim, jane iki bölüm içerisinde toparlandı, bu konuyla çok da uğraşmadılar. sevindim mi üzüldüm mü bilemiyorum.

    şimdi diğer highlight'lar için uzun uzun yazmama gerek yok. ama bence cinayet şekilleri enteresandı. buzda ölen adam, panik odasına ölen adam, kitapçı adam oldukça ilginçti. özellikle son bölümdeki neredeyse hayatı kayan savcı adamın hikayesi bir sürü twist and turns ile doluydu. yalnız son dakikası çılgınlık oldu! kabul etmiyorum yani adamın arkasından löp diye suya atlamanı jane! yuh yani yuh!

    şimdi son highlight ile maura'cığımdan bahsedeceğim. efendim zaten kendisini seviyoruz. zaten kendisi çılgın bir insan. ama belli ki ben bahsedeceğim özelliğine hiç denk gelmemişim. tanık çocukcağız yaralıyken maura onunla telefonda konuştu. onu uyanık tutmak için, destek vermek için. işte o sahnelerde hayran oldum kendisine. böyle bir soğukkanlılık, böyle bir cana yakınlık ama samimiyet. bravo doğrusu, bravo! sonrasında victor'la olan minoş sahne de çok güzeldi. canım ya, maşallah çogzel bir bir çift oldunuz.

    efenim tabii ki ilerideki sezonları da izlemeye devam edeceğim. hatta vakit buldukça önceki sezonları bile en baştan izleyebilirim, o derece. hem merak içindeyim, hem de sempati. aynen devam rizzoli and isles ekibi, desteğim tam size!