23 Ekim 2012

[Dexter S7 E3-4.]

efendiiiim, bir dexter bölümünün sonrasında da beraberiz. öncelikle şunu söylemeliyim ki ilginç bir pattern izlemeye başladım, iki bölüm iki bölüm yazıyorum. aslında bazı şeyleri unutsam da sonradan hatırladağım -aklımda kalan- havadisleri vermekten daha çok haz alıyorum desem yalan olmaz. neyse efendim bodoslama dalıyorum üçüncü bölümden. valla bu bölümle ilgili hiiç öyle çılgın şeyler hatırlamıyorum. bayık rus mafyası geyiklerinden devam etmemiz, striptizci caja'nın mal quinn'e yavşamaları, mal quinn'in kıza mal gibi aşık filan olması çok maldı çok afedersin. allah aşkına biri bu ezik quinn'i durdursun. aaa ama şunu da eklemek lazım, deb'e iyi oldu. yani sen vıy vıy da vıy vıy dexter'ın başının etini yedin, bak nooldu, işte speltzer bir başka kızı öldürdü işte! reca ederim kill spree'lerimize karışma, iki keyfimiz var, onu da bozma. hani o dediğin beni benden aldı mesela deb! yok efendim neden blood slide alıyormuş. orda durup bunları alman senin için kötü, sonuçta hepsi kanıt diyeceğine, you're taking trophies diyorsun! be supportive lan! dexter'la aramızdaki ilişkinin 7. yılında ben bile o kutuyu seviyorum, dokunma lan slide'larımıza! neyse efenim geliyorum en haz aldığım dakikalara. Louis'in diziden çıkışından bahsediyorum. kendisine o kadar gıcığım ki bu noktadan sonra lu demeye başliycam diye yazmak üzereydim ki aklıma lumen geldi. louis'ye lu demek lumen'a hakaret olur. kız esaslı kızdı baya. neyse kendisine ezik/mal demekle yetineyim. çok sevgili mal sürekli dexter'la uğraştı, yok eli aldı, biriktirdi bilmemneler yaptı, dexter'ın baby sitter kızıyla işi pişirdi, ay ben geek'leri oldum olası severim ama he was such a perv çocuklar! ama nooldu mal, nooldu? dexter sana şeyin şeyini gösterdi işte! önce işinden etti, genius bi şekilde o elden kurtuldu, sonra da sevgilinden etti, ki çok yi oldu, ben o kızı pek bi severim, dexter'a pek yardımcı oluyor kendisi, üstelik de harrison'cığım kıza bayılıyor, dahası angel'ın akrabası yani, kızı sevmek için on yüz bin milyon sebebim var gördüğün gibi! senin o mıymışık kokuşmuş -ki gerçekten ezik, hadi hooker çağırıyorsun, daha çirkin birşey seç desem ne seçerdin çok merak ediyorum doğrusu. mal mısın? oh iyi oldu, sizin ezikler ötesi videonuzu gördü, şampiyon bi şekilde senden kurtuldu. geliyorum seni izmir marşıyla nasıl yolladığıma. sen dexter'a el kaldırmaya kalkarsan o el döner bi yerine kaçar işte! resmen teknede bok yoluna öldürüldün, ellerine sağlık rus mafyası bey amca. haaa dipnot koymam şart: victor'la ilişkin olduğunu anlamamak için kör olmak lazım, dördüncü bölümde bir revelationmış gibi gösterdiniz, kınıyorum.

neyse efendim dördüncü bölüme gelirsek. valla bu bölümde o speltzer götünün çok afedersin sonunu gördüm ya, artık gam yemem doğrusu. cayır cayır yandı pezevenk! acacyip mutluyum! üstelik bu yüzsüz katil dexter'ın peşine düşmelere kalktı ya o labirentte, orda heyecandan öldüm yemin ederim. dexter'cığım maşşallah çok zeki olduğu içün kendini çatı katına doğru atıp çok şükür kendini kurtardı accayip mutluyum ulen! zheheheh diye gülmek istiyorum! ve tabii ki bir aranağme geçmek lazım: dexter slide'larından kurtuldu! allah seni kahretsin deb! bir rahat bırakmadın adam, iki keyfi vardı, ona da sıçtın. ama neyse efendim, o kazığı speltzer'ın kalbine soktuğunda yine mutlu olup buffy günlerimizi yad ettik. faith'çiğimin kulakları çınlasın. neyse efenim, bir de sonunu bağliyim bölümün, çünkü russian mafya geyiklerine hiç sarmiycam. sadece yazık oldu barmene diyorum. adamlardaki kudrete bak arkadaşım, ailen için kendini çekip vurucan dedi ve adam cidden çekip vurdu. aile bağları apayrı bi denklem, ama bir de rus aile bağları yok mu, beni benden aldığıdır! the killing'den dexter'a kurtulamadık bu muhabbetlerden. neyse. geliyorum sonuna. bölümün sonu uzun süredir izlediğim en dark sahneydi dexter'da. en son rita'nın ölümünden sonra bir benzincinin tuvaletinde adamın birinen saldırdığında ürpermiştim. bu sefer deb'in I felt happy demesi ve dexter'ın you're human demesi çok iyiydi. müziğe de bayıldım, arabanın içinde sıkışmışlık duygusuna da. artık geriye haftaya russian amcanın sevgilisi victor için ne şekilde intikamları dexter üzerinde denemesine tanık oluciiz. ama şunu söylemeli: deb, lütfen o rüyalardan kurtul. kan dolu küvet konseptine hala zayıfım. rita'yı sürekli sorgulaman hiç hoşuma gitmiyor. hatta dexter'ı kızdırmakla birlikte onun kalbini kırdığını bile düşünüyorum. o alyans mevzusuna hiç girmiyorum. ama lütfen romanlarda olduğunu duyduğum şekilde rita'yı aslında dexter öldürmüş nananananananananana pozisyonu almayın. gerçekten gelip sizi parçalara ayırır, kıyma yapar, kasap köfte olarak yerim çocuklar. behave yourselves.

21 Ekim 2012

[The Skin I Live In.]


bambaşka bir filmden daha bahsedeceğim şimdi. saatleri ayarlayıp denk getirilen filmlerden bir diğeri bu. diğerinden bambaşka, ama bir o kadar çarpıcı. öncelikle preliminary comments gelsin efendim.


sadece adı bile bir şiir gibi okunan bir adamın filmlerinin güzel olacağına inanmıştım Almodovar'ın ilk filmini izlemeden önce. yoo, onun ilk filmi değil, benim ilk almodovar filmim. volver'i izlemeye başladığım dakikalarda penelope cruz'dan hiç haz etmeyen, almodovar'ı sevmeye meyilli biriydim. film devam ettikçe hem ürperdim, hem duygulandım, an geldi ağladım, hatta yalnız değilsiniz biz buradayız diye sarılmak istedim tüm karakterlere. film bittiğinde, penelope cruz'a şapka çıkarmış, almodovar'ın her filmini sorgusuz sualsiz izleyecek kadar kendisine hayran olmuştum. üstelik bu hayranlık daha penelope volver'i söylerken başladı, filmin sonunu dahi bekleyemedi. annesi arabanın arkasında yatıp ağlarken, ben kahroldum ki ne kahroldum. neyse efendim, filme başlarken aklımdan geçen düşünceler bu şekildeydi. gelelim diğer önemli yoruma.

antonio banderas: allahım ben bu adamın hastasıyım yarabbim! böyle bir adam daha dünyaya gelmedi bence. tamam, gerard butler'ı seven, ya da başka başka oyunculara hayranlık besleyen biriyim. ama hiiç kimse bir antonio değil yahu! hatta hepsini çarpıp üssünü alsan yok mümkün değil. hani ikonalarda isa'nın başının etrafında bir hale olur ya, maşallah antonio'cuğumda tüm vücut haleler içerisinde o derece. ha tabi bunu buraya yazarken de hiç utanmam tabii ki. adam desperado'dan, zorro'ya, original sin'den, evita'ya, take the lead'den frida'ya shrek'ten phantom of the opera'ya muhteşem! hatta muh-te-şem! o yüzden, bu filmde psikopat doktoru oynayacağını duyduğumda resmen kendimden geçtim. bu gerçekten çok yummy bir casting olmuş dedim. ve nitekim, haksız çıkmadım ooh.


gelelim filmle ilgili yorumlaraaaaaa.


ilk yorumum şu olmalı: biutiful'dan sonra öyle sarsılmıştım ki, çok şükür o kadar dağılmadım bu filmden sonra.  ama bu film de bambaşka vurdu o ayrı. film başladığında bir süre "nasıl yaa?" "nasıl yani?" "hoop nooluyor orada?" tadında yorumlarla geçti. izlerken kendini yerleştiremediğin, ipin ucunu kaçırmışsın gibi bir his veren hikayenin ortasında buluyorsun. sanki içki masasında bir sohbet geçmiş de, sen o sırada tuvaletteymişsin ve artık senin için çok geçmiş gibi. sonra bu nasıl yani'ler yerini "neden ya?" "kimsin ya sen?" "ne yapıyor bu be?" tadında yorumlara bırakıyor. işte tam bu noktada almodovar sazı alıyor eline. yıllar öncesine gidiyoruz. tüm hikayelere tanık oluyoruz. üstelik bu tanık olmalar evin dışından pencerelerin buğusu arasından izleyerek bir tanık olma da değil. tam tersi, olay mahallinde buluyorsunuz kendinizi. mesela...


arabadaki yangını biraz olsun canlandırmıştım hafızamda. kadının ne hale geldiğini de kestirmiştim yıllar yılı izlediğim tüm dizilerim sağolsun. ama pencereyi açıp kızının çığlık atmasını beklerken elim yüreğimde, camda kendi yansımasını görmesi çok ağır oldu be pedrocum. kendini camdan aşağı atmasını bekliyorduk, biliyorduk, ama kızının buna tanık olması daha da ağır oldu be pedrocum. olmadı yani. kalp kırdın... üstelik o şarkının muhteşemliği, bende ikinci bir remedios etkisi yaptı. o kadar güzel bir şarkı, böyle acı bir sahneye nasıl müzik olur? işte böyle oldu. çok güzel, ama çok acı oldu be.


devam ediyorum minik kızımızdan hikayeye. ay allahım bu kadar çile bir çocuğa yeter diye yakamı parçalayasım geldi. zaten o akşamki düğündeki diğer insanların kıyafetleri ile kızımızın o pembiş kazağını aynı karede görünce bir terslik sezdim. ama o hikayeyi doktorların açısından bir kere daha ikinci yarıda gösterip cuk diye döngüyü tamamlamak genius olmakla birlikte tüyler ürperticiydi. bana super nova'da tanık olduğum o korkunç sahneyi hatırlattı. ışıklara, evrenin gizemlerine boş gözlerle bakan kayıp gitmiş o boksör çocuk bir kere daha geldi omzuma oturdu, çöreklendi içime. antonio'nun kızını yine o pencerenin altında bulduğu anki çığlıklar kulağımdan silinmeyecek. o çığlıklar hafızamda yer edindiği gibi, kızımız kendini dolaba kapatırken antonio'nun ama ben onun babasıyım dediği anki kalbimin kırıklığı bir süre daha geçmez herhalde. bir insanın sevdiği birini korumak için ondan uzak kalmaya çalışması, en kült korku filmlerinden de korkutucu gelmiştir hep bana.


geliyorum filmin bambaşka chapter'ına. vera...


vera'yı ekranda gördüğüm ilk an, kendisini ecstatic beauty itself olarak tanımladım. yıllar önce gittiğim bir cem boyner sergisi geldi derhal aklıma. o fotoğraflar arasında büyülenmiş gibi gezerken anlamıştım ki, deklanşöre basmakla yaratamıyorsun fotoğrafı. benimsemedikçe, sevmedikçe yaptığın işi, fotoğrafların eğreti çerçevelerden başka bir anlam ifade etmiyor. ama eğer gönül verdiysen bu işe, çerçevelerinden sana bakan gözlerden kaçmaya çalışırken buluyorsun kendini, ya da denk getirip göz göze gelmeye çalışırken. işte filmi izlerken bunu düşündüm. pedro almodovar kadın ve erkek çıplaklığını özümsemiş ve nasıl yansıtacağını çözmüş bir yönetmen. üstelik sadece film yönetmeni değil, görüntü yönetmeni yanı da var, aksi halde an gelip böylesine huzurlu, an gelip gergin, an gelip gerginliğin ötesinde bir diken üstündelik hissiyatı sırtımdan soğuk terler olarak süzülmezdi. on üzerinden on bir yüz bir ve bin bir puanım kendisine gidiyor şu an sayın seyirciler. neyse efendim geliyorum vera'ya. kendisini filmin başında yaşadığım nasıl yani, hoop, neden sorularıyla tartarken, filmin ikinci yarısında o sazı eline aldı, beni sallayıp geçti! önceleri vicente'nin karanlık bir mağarada yaşaması haz verdi bana kelimenin tam anlamıyla. hele ki antonio ama ben onun babasıyım derken baktığı gibi bakınca, içimdeki tüm hüzün zerreleri aynı anda öfkeyle patlayıp beni kontrolü altına aldı. kelebeğin kanat çırpışı gibi, herkesin ufak hareketlerinin devasal etkilerinin olduğu bu çılgın dünyada, onun bir yerde çilesini çekiyor olması mutlu etti beni. açık açık söylüyorum. ama ne zaman ki o ameliyat masasına yattı, her jeton düşüşümden önce olduğu gibi, filmi durdurdum aman tanrım diye çığlık attım ve 3 saniye sonrasından onu nelerin beklediğini izlemeye başladım. allak bullak oldum sayın seyirciler. antonio'ya olan daimi sevgim ve hayranlığım, robert'e acıyarak bakan yüreğim, beni en zayıf noktalarımdan biriyle vuran kızın kulağımda çınlayan çığlıkları bir yanda, kendi bedenini kontrol etme hakkı elinden alınan bir adam için hissettiğim tüm üzüntü, umutsuzluk, çaresizlik bir yanda kalakaldı. taraf değiştirdim. ve aynı anda taraf değiştiremedim. zavallı vicente... hatta zavallı izleyici demek istiyorum şu an. tıpkı hillary swank'i boys don't cry'da izlerken salona giren arkadaşımın aa ne hoş oğlan demesi gibi, vera'nın ecstatic beauty'sinin karşısında şoklardan şoka giren bir zavallı ben. chanel fondotenler aşağıya inerken ürperen ben. duvardan duvara gün be gün herşeyi hatırlamak için yazı yazılırken fenalıklar geçiren ben. kaplan'ın dan diye evi basıp vera'nın üstüne atlamasıyla çaresizlikle bekleyen ben. başımdan aşağı kaynar sular halinde dökülen, filmin başından sonuna her repliğin birbirine bağlandığına tanık olan ben. başım çok ağrıyor, hoşuma gidiyor, ama bir yandan da duvarlara vurmak istiyorum. hatta bu çılgın kafaları yaşarken kendime soruyorum: bu filmin teması neydi diye.ama bu soruya cevap vermem için biraz daha yazmam gerekli vera'yı. filmin en kilit sahnesi neydi? tabii ki olayların akışını değiştiren sahnelere yapmıyorum bu referansı. öyle bir çok sahne vardı elbet. ama bence en kilit sahne vera'nın vicente'yi gazetede görmesiydi. yıllar önce okuduğum hikayede beni dakikalarca ağlatan bir cümle geldi o an aklıma. one tiny piece of metal diyordu öykü, one tiny piece of metal destroy everything. o minicik kurşun alternatif bir dünyada bambaşka bir insanın canını aldığında, acısından dünyanın sonunu getirmek isteyen willow, kendisini durdurmak isteyenlere, seni seviyoruz yapma diyenlere "it's not enough" diyerek ripped my insides out. işte tam da bu sahnede bu cümleyi düşündüm. düşününce one tiny piece of paper, destroyed everything. daha doğrusu bu biraz böyle yansıtılmaya çalışılmıştı. ama bence vicente asla ve asla intikam planından vazgeçmedi. söz verse de, vermese de, sevse de, sevmese de, intikam geri planda hep bakiydi onun için. o yüzden sorumun cevabına gelirsek, intikamdı bu filmin ana teması. ama dosdoğru bir intikam değil. bu yorumlar arasında bilimum greek komplekslerine değinmedim, hepsinden birer kuple vardı kabul, ama eşe duyulan hastalıklı bir aşkla (vera'nın yüzünün kime benzediğini unutmuyoruz öyle değil mi?) karşılıksız ebeveyn sevgisinin (vicente'yi bu yüzden hapsetmedik mi?) moulin rouge'da müthiş bir şekilde  "First, there is desire. Then passion! Then, suspicion. Jealousy! Anger! Betrayal! When love is for the highest bidder, there can be no trust. Without trust, there is no love. Jealousy! Yes, jealousy...will drive you, mad!" olarak belirtildiği üzere, muhteşem bir karmaşaya dönüşen garip bir aşk halini alması çok ama çok güzeldi! hele de bu aşk hastalıklı  bir aşksa değmeyin keyfimize gitsin efendim, işte bambaşka film çekmek böyle olur çocuklar! aaa bu arada neden hastalıklı dediğime gelince, yani, en başında ailenin felaketi olan bu adama tapınmak, indeed hastalıklıydı, hiç itiraz istemiyorum!


şimdi gelelim ağzım sulanarak sonra bıraktığım o muhteşem son sahneye. benim için bu filmin sonu harikaydı yahu! kimisi yarım kalmış hissedebilir mesela filmin sonu geldiğinde, ama benim için öyle bir bütün oluşturdu ki... tıpkı mükemmel bir günün sonundaki gibi bir histi bende uyanan. elinde dondurmasıyla ağır aksak yürüyerek, yer yer durup gülümseyerek evdeki çocuklarına dönen annenin karşılaşacağı manzarayı düşünüp öyle çok ağlamıştım ki... o günü, o anı, o keskin sızıyı hiç unutamayacağım galiba. her düşündüğümde gözlerim dolu dolu kirpiklerimle kovuşturacağım gözyaşlarımı. işte o filmin sonu gibi, bu filmde de bu müthiş duyguyla sarsıldım. vicente'nin kendini tanıtmasıyla birlikte annesinin onu kabul edeceğini biliyorum. bin bir zorluğu da tahmin ediyorum. ama ona rağmen sarıldıkları an gözlerimin önünde canlanıyor da gözyaşlarıma engel olamıyorum.


çok teşekkürler almodovar. you made my day.

16 Ekim 2012

[metro.]

kendime faydam olmasaydı...

ölmek isteseydim...

en azından başka insanlara zarar vermemeye çalışırdım.

bugün taksim metrosunu kilitleyen kadıncağız, ne yaptın sen?

bunları düşünmeye halin kaldığını varsayarsak tabi..

her satır aralığında derin derin nefes almak lazım.

alabilirsek o da.

14 Ekim 2012

[James Horner.]

biraz önce karar verdim ki james horner'la tanışmalıyım. yani her zaman için onun müziklerine hayran olmuşumdur kabul, ama bu sefer kavruldum bu istekle yahu. televizyonda titanic'i gördüm. d-smartta verdiklerinden ötürü izleyemedim. hemen açıp başladım izlemeye. allahım yarebbim filmi o kadar çok izledim ve asla izlemeye doymayacağım ve blurayini aldığım dakikalar hayatımın en tatmin olmuş anlarından biri olarak tarihe geçecek. ama bu sefer resmen filmi bırakıp şarkılarını açtım. it is official now çocuklar. titanic aşermesinin ötesinde bir de james horner aşerdiğimin farkına vardım. öyle ki the sinking'den başladım, şimdi hızımı almaayıp death of titanic'e sardım. resmen geminin dimdik durup tahtalarının kalktığını, soğuk suların dolduğunu, filikanın iplerinin kesildiğini, jack'le rose'un yukarı doğru güç bela tırmandığını ve hatta medeniyetin bittiğini görür gibiyim. üstelik tüm bunları dinlerken avatar'dan sahneler gözümün önünde canlanıyor. füzeler uçuşuyor, ağaş devrilioyr, navi'lerin ne ağladığını duyuyorum, bir yandan da achilleus'un tüm güzelliğiyle yere düştüğünü görüyorum. city of troy yanıyor alev alev. andromeche'in gizli geçitlerden kaçtığını hissediyorum. allahım yarebbim o fikirsiz briseis'in hayır hayır çığlıklarını da duyuyorum ama lanet ediyorum bir yandan. peh! neyse efendim gördüğünüz gibi james horner'ın beni benden alan tüm müziklerini her şarkısında duyuyorum. her şarkısı hem sadece o filmi hatırlatmakla kalmıyor, hem de diğer filmlerini anarım. böyle bir büyü kendisi. titnaic batarken na'vilerin ikran'larının uçarken görürüm de, bir yandan alev alev topların kumsala düştüğünü hatırlarım. gerçekten ben bu adamla tanışmalıyım dostlar.

üstelik bizimkilerin yeter artık bu müzikler baydı bizi demelerine rağmen. oooh, i defy you stars! :)

12 Ekim 2012

[Geçmiş zaman olur ki: Fransa hatırası.]

hani hep burada yazıyorum ya doctor who ile ilgili bölüm yorumlarımı, tahminlerimi, heyecanlarımı ve hatta başka birşey anlatırken o olaya cuk oturan referanslarımı, hiç neden yazıyor diye düşünen var mı acaba?

daha doğrusu, şimdi ben düşünmeye başladım ve bu diziye olan tutkumun iki soruda odaklandığını fark ettim. zaman algısının bambaşka kapılar açmasından dolayı mı seviyorum doctor who'yu? yoksa doctor who'yu sevdiğim için mi algıda seçicilik ile zaman algısını düşünür oldum?

2 gün önce çok çok sevdiğim bir insandan bir yazı geldi bana. yazı dediğim de facebook'tan yazmış aslında. kim derseniz eğer, uzuuuun zaman öncesine gitmek lazım. c'ciğim ve çok sevgili eşi x (şaka değil, adı x ile başlıyor)'nin harika evinde kalmıştım bir ay boyunca yıllar önce. lise ondan sonra bir aylık fransa maceram süresince evlerinde yaşamıştım. zannımca daha nazik, daha harika bir ev arkadaşı olamazdı. la rochelle'in harika hayatı ile birlikte  uzun ve bol kahkahalı sohbetlerimiz, onların çocukları, her birinin çocukları, torunları ve bilimum anılarıyla birlikte kocaman bir aileyi de tecrübe etme fırsatı harikaydı. işte çok sevdiğim, ama sonrasında malesef koptuğum bu güzel aileden c beni facebook'ta buldu geçen gün! hemen kendi hayatımı, bu kadar yılda neler değiştiğini, şimdi nerelerde olduğumu yazdım. öyle güzel bir his ki, o zaman onunla konuştuğum hayatı yaşıyorum şu an. harika bir his ey dostlar.

işte dün c'ye yazarken (okuyorum anlıyorum da zannımca bir ara fransa çıkarması yapmak lazım, yazmak vaktimi aldı doğrusu. resmen akşam eve gidince notlarımı çıkarıp çılgınlarcasına fiil çekimi yapmak istedim. ay yarabbim gerçekten sabahlara kadar bununla uğraştığım lise yıllarını hiç unutamayacağım. çok sevgili madam t bizi dönem içerisinde çok zorlasa da, sayesinde final dönemindeki rahatlığımız ve yine sabahlara kadar uyanık kalıp bu sefer sex and the city geceleri düzenlememiz paha biçilemez anılardan hala. kayıtlara geçsin efendim. une casserole: tencereden küçük tavadan büyük kapaksız süz ısıtma tenceresi. ay madam t, ne çılgın bir insandın sen yahu.) o zamanları düşündüm. öğlene kadar derse girip, akşama kadar kumsalda yattığımı, sabaha kadar gezdiğimi, öğlene kadar derse gittiğimi düşünüyorum da, çok güzel günlerdi gerçekten. alkolün hayatıma bu kadar etkili girişi o günlerdir. daha sonrada  türkiye piyasasında yerini alan mariachi, orada desperado diye satılırdı beheeey. resmen yaşlandığımdır. bir de şunun pişmanlığını hala yaşıyorum: o meyveli şaraplar. birkaç yaz önce paristeyken la rochelle çıkarması yapıp bu sefer onlardan kasa kasa alacaktım ama yine kısmet olmadı, herkesin gidesi tuttu da bilet bulamadık, peh! aa bir de şunu söylemek lazım. la rochelle'in benim için bir başka anlamı daha var yahu. yani aslında anlam sayılmaz da, güzel telaşlar diyelim. önce güney fransa macerası, ama güney doğu değil, daha doğrusu bir hocamın deyimiyle nice cannes monte carlo suları değil de daha ziyade, ispanyaya doğru olan haftasonu macerama çıkış bu evdendir. biarritz'i herkes görsün diyorum başka birşey demiyorum. ne tatlıydı o kumsallar. ve la dune du pyla diyorum. 45 dakika boyunca tırmanıp gözünün alabildiğine okyanusu ve paraşütleri izlediğin bu muhteşem tepeden iniş toplam 2 dakika sürüyor. öyle dik ama öyle yumuşak ki o çöl kumları. muhteşem muhteşem muhteşem. gelelim diğer maceraya. en özeline tabii ki. la rochelle'in yeri bende ayrıdır. çünkü herşeylerimi ayarlayıp la rochelle'deki evimden paris'e çıkıp gidişim hala aklımda. paris'te bıraktığım ilk parçam, işte bu yaz bırakılmıştır dostlar. biletlerimi filan ayarladıydım ama c sağolsun bir de motel rezervasyonu patlatmıştık ki, sonrasında her ne kadar yetmese de 3 gün muhteşem bir la vie parisienne yaşama imkanı olmuştu. yetmemişti, ama güzel bir içki gibi, tadı damağımda kalmıştı. sornasında zaten o parçayı almaya tekrar gittim. o başka bir hikaye. neyse efendim, ne diyordum, işte c'den bu mesaj gelince o zamanı düşünmeye başladım. bambaşka bir ben, bambaşka bir zaman. yaşadığımı bilsem de düşünmesi çok garip. çok uzak. çok.

o zamanlar lisede olmam, şimdi üniversiteden çıkışıma değinmeyeceğim. çünkü it would be stating the obvious. ama yukarıda da değindiğim gibi, o zamanlar c ile mutfak masasında konuştuğumuz, ulaşmayı umut ettiğim noktaya şu an varmış olmak beni mutlu ediyor. hem de tarifsiz bir mutluluk. ama o zamanı düşündüren şey başka. o zaman aşıktım ben yahu. hem de sırılsıklam. ilk aşk.

zaman ne çabuk geçiyor düşününce. ve aslında zaman ne kadar zor geçmiş şöyle bir düşününce. 




10 Ekim 2012

[Tadım: Eve Gitmek.]

sabah duyduğum bu reklamı çok sevdim, bir dakika içerisinde sıcaklığıyla ısındım.

yola çıkarken eve gidiyoruz demişti babam.
e zaten evdeydik, anlamadım.
önce büyük bir kapıdan geçtik
mola verdiğimiz yerde hoşgeldin abi deyip babamın elini sıktılar,
babam burada ünlü biri galiba
küçücük bir televizyona bakıp gülen kocaman amcalar gördük
sonra arabamız bozuldu bir amca gelip bize yardım etti
bir teyze de bana fındık verdi
burda herkes birbirini tanıyor gibiydi
kocaman bir aile gibi
o an babamın ne dediğini anladım
işte o an evimize geldiğimizi anladım.

[Dexter: Season 7 Ep:1-2.]

Dexter yedinci sezon, tam olarak  beklediğim dizi!! hiç lafı uzatmadan konuya giriyorum:

soluk soluğa bıraktığım dizimde yepyeni bir chapter başlıyor ey dostlar sevinçten öleceğim!
hep görüyordum yeni bölümün geldiğini de hem yoğunluktan hem de dışarı çıkıp gezmelere doyamamaktan izleyemiyordum. ama en sonunda geçen pazar yani ikinci bölümden saatler önce oturdum ilk bölümü izledim. doğrusu diznini ilk bölümünü çok merak ettiğim için çoktaaaan forumlara girip tüm bölüm özetini okuduydum. ama izlemesi bambaşkaymış ey dostlar demek istiyorum tekrardan. tam da kaldığımız yerde bulmak bir kere beni çok sevindirdi. o dexter'ın bölük pörçük söylediği yalanların eğreti duruşu 6 sezondur kendisini soluksuz izleyen bendenizi bile rahatsız etti. tabi bir yandan deb'in tüm olayları çakmasına sebep olacak soruları sorması da göz doldurdu. merak etme debciğim sen iyi bir detektifsin, sdece dexter hiç bir ipucunu geride bırakmadığı için tüm bu olaylardan yırttı. üstelik sen bir bilsen ki trinity killer'ı, brian'ı filan dexter öldürdü, doğrusu accayip huzuara ererdin bence. aranağme olarak da şunu söylemeliyim ki o adını unuttuğum ezikler eziği geek rollerinde mal çocuğuna ağzını burnunu dağıtasım geliyor. sen kimsin lan göt! dexter'ın kartlarını iptal ettirmeler de bilmemneler de, yok kolu göndermeler de filan. git bi çay demle diyorum! zaten uyduruklar ötesi bir oyun yapmışsın, git onla uğraş filan ne bileyim. senin hesabını göreceğiz bekle bebeğim. geliyorum dizinin son anına. tabi burada mike'ın vurulmasını filan geçiyorum. tamam, kabul, doomsday killer muhabbetinde biblical yorumlarınla bizi pek bir aydınlattıydın ama yeani, zaten bizim için pek önem teşkil etmediğinden ötürü allah rahmet eylesin, çok da fifi diyorum çok afedersin. neyes geliyorum the son sahneye. allahım yarebbim bu anın geleceğini asla öngöremezdim! izledikten sonra bile öngöremiyorum yemin ederim! ortada çılmış bıçak seti, kan örnekli lam lameller, eldivenler, darmadağın bir ev! ay deb'in yüzündeki ifade neydi o öyle yarebbim. bu kızı cidden takdir ettim, cidden iyi oyuncuymuş azizim helal olsun. hele de o dexter'ın yüzündeki soğuk ifade muhteşemdi. ya dile kolay 6 sezondur ilk kez adam taklit etmek zorunda kalmaksızın gerçek yüzüyle bakabildi hele şükür! oooooh be diyorum. geliyorum sıcağı sıcağına ikinci bölüme.

yine tam da kaldığımız yerden devam eden bu bölüm zannımca iki bölümün arasında en güzel bölümdü. evet bölümleri izlemeye devam ettikçe yardırıp yazmaya devam edeceğim anlmına geliyor bu cümle efendim. bu ikinci bölüm şöyle güzeldi öncelikle: la guerta ile bir plotline kurmaya başladılar bi kere. allahım yarebbim dexter'ın burnu boktan kurtulmuyor yeminlen. ikinci güzel yanı, dexter'ın öldürme içgüdüsünün yanı sıra atarlar yapan sert erkek yanını da gördük çok mesudum. o ezik geek çocuğu parçaliycam o olucak. ben bile boğazını sıkıp öldürmek istedim ki kim bilir dexter bu sosyopat haliyle neler düşünmüştür beheeey. son olarak bir de şuna değinmek lazım: ya deb ne muhteşem bir insansın sen canım ya? demesin mi senin ömrün oyunca parmaklıklar ardında kalmana veya daha kötüsüne içim elvermez diye. bebişim yaaa. kız hala dexter'ı bir yerlere kapatıp onu durdurabileceğine inanıyor ama hiiiç sanmam a dostlar. üstelik dexter onu telaş içinde aradığında çoktaaan o ezik çocuğu öldürdüğünü düşünmüştüm ben, bu derece kabul etmişim içindeki dark passenger'ı, düşünün yani. bir de adam bu işleri biliyor yani debcim, bak bonfilene bastı ilaçları sen sızdın kaldın. a tabi burad kötü polis olduğunu -as in ezik, fikirsiz polis- söylemeden edemiyciim. kafalar bir milyon uyandın, hala da ne kadar yorgunum diyorsun. cıks cıks cıks. bölümün başına gelirsek, deb'in tepkisi son derece insaniydi. yani what the fuck dexter hakkaten. sen bunca yıl laylalaylalay trilaylay rolünle kızı fethet abi duruşunla filan, şimdi ortaya 2075893748965 tane kan slaytı çıksın hepsini paralayıp parçalamış ol. bu da bir bünye yani. yine kız iyi koştu evvden çıktı filan. ben şahsen şakkadanak orda düşüp bayılmasını beklemiştim. what the fuck dexter diye sırıtmaya devam edicem. deb'in yaşadığı şok çok iyi ve aynı anda çok komikti yahu! geliyorum diğer konuya. allahım quinn sen nesin ya?! pervert'sün. açlığını bastıramadık senin bir türlü pes yani pes. yine davanın tanıklarından olabilecek fikirsiz rus striptizcinin içine düştün, sürekli de bakışlar attın bilmemneler. kız çaktı sana arabasının faturasını iyi oldu. mal herif. aklını başka biyerlerinden alıp polislik yapsan biraz fena olmiycek hani. neyse efenim geliyorum şimdi sezonun rus mafya geyiğine. valla ben bu işi hiç beğenmedim. böyle beyaz takım elbiseli, elalemi gözüne tornavida saplayıp öldüren maço yakışıklımsı sarışın rus mafya lideri konularını çoktaaaan kapatmış olmalı dizilerim. yani c'mon! şimdi hiç heyecan yapmıyorum, dilerim daha heyecanlı bölümler gelir ey dostlar. misal fragmanda gördüm, kızımızın bilekliğinde zamazingo takip aleti varmış filan, galiba dexter'ın ceset torbalarından birine ulaşıciiz. ama yine de, c'mon, imagine çocuklar. bütün yıl kıçınızın üstünde oturup sadece 10 bölüm çekiyorsunuz, bari güzel ve yaratıcı olsun öyle değil mi? hele de geçen sezonun epic biblical cinayetlerinden sonra, bunlar anaokulu çocuğu gibi kaldı yani. değinmek istediğim son konu: sevgili inmate, deb'e ufak bir ders verdiğin için seni sarılıp öpücem görürsem. hatta vazgeçtim, gelip bilhassa seni görücem. deb, bütün sezon dexter'ın başının etini vıy vıy da vıy vıy diye yemeye kalkarsa kendimi asıcam yani. lütfen. kendinize gelin. biz sizin aile dramınız için burada değiliz sonuçta. hepimizin blood lust'ı var. tamam, kan görmeye filan dayanamıyoruz vesair vesair ama lütfen on-screen tatmin duygularımızdan bizi mahrum bırakmayın. aferim inmate bey, atıverdin kendini tırın önüne, hepimize müthiş bir ders verdin. öyle kapalı yaşanmaz dedin. güneş için. dondurma için çıkacağım dedin. helal valla. senin robin'ini merak etmiyorum. kendini kabullenmediğni de gördüm ve bu mesajlarını da görüyorum. ama özgürlük üzerine verdiğin o ders, muhteşemdi. örnek aldığımdan değil ama, yine de, bambaşka bir bakış açısıydı.

şimdi efendim fragmanın bir kısmını yukarıda çıtlattım zaten. heyecanla bekliyoruz dexter'ın devamını. dexter'cım, öperim seni burdan, haftaya görüşüciiz zati.


[Mevsimler.]

önceleri hiç bir önemi yoktu mevsimlerin. hatırlamazdım bile nasıl giyindiğimi, şemsiye aldığımı, eldivenlerimi bir yerde unuttuğumu. önceleri mevsimleri bilmeme gerek yoktu. annem giydirirdi ya, onun bilmesi yeterliydi. 

sonraları mevsimleri anlamaya, öğrenmeye başladım. sonbahar sabah erken kalkmaya başladığım mevsim oldu. ilkbaharsa dedemlerin bize geldiği mevsim. halılarımızın kalktığı mevsim. kısa kollu giyindiğimde annemin endişelendiği mevsim. hala terliklere devam ettiğimiz mevsim. pencere açıkken odaya girme kızım mevsimi. ve sonra çocukluğumun özgürlüğünü yaz mevsimiyle tanıdım. yıldızların göründüğü mevsim. erken uyanmak zorunda olmadığım, ama uyandığım mevsim. kızarmış ekmek kokulu sabah kahvaltısı mevsimi. yumurtalı ekmek mevsimi. karpuz mevsimi. buzdolabında soyulmuş beni bekleyen şeftali mevsimi. iki ucundan tutulup müthiş bir dikkatle katlanan çarşafların mevsimi. akşama doğru mis gibi kokan hırkaların mevsimi. büyük ayı takım yıldızını öğrendiğim ve aradığım mevsim. süheyla mevsimi. zeki mevsimi. hemen ardından eve dönüş mevsimi gelir oldu. sonbahar mevsimi. sıcağın devam ettiği, bunalttığı ama yavaş yavaş yerini sabah ayazına bırakan mevsim. banyo penceresi açıkken kaynar suyun altında bile üşümeye başladığım mevsim. pencere açıkken uyumaya korktuğum. geceleri gözlerimi açtığımda annemi üstümü örterken bulduğum mevsim. haftasonu kahvaltılı, sonlarına doğru dershane koşuşturmalı mevsim. derken evden ayrılış mevsimi. bavul bavul kazak, iççamaşırı, çay bardağı, kitap, yatak yorgan mevsimi kış. anneannem ve babaannemin elinde iğne iplikle baş harfler yazarak beni gülmekten çatlattığı mevsim. özlem mevsimi. toplanan bavul, yerleştirilen bavul, tekrar toplanan bavul mevsimi. alana yetişme, içeri koşturma, koridorda oturma, valiz bekleme mevsimi. kış, o zamandan beri arka planda hep hüküm sürüyor.

derken ilk bahar geldi yine. yeni dostluklarla festival mevsimi. aşk mevsimi hatta. heyecan mevsimi. şapşallık mevsimi. şimdi yazarken aklıma geldi diye sinirlendiğim tatlı mevsimi. partiler mevsimi. damat halayıyla coşmacalar mevsimi. sarhoşluklar mevsimi. black-out mevsimi hatta mazallah! vize mevsimi. sıçtın mavi mevsimi. işte bu mevsim hüküm sürerken bir sabah sıcakla uyandığınızda anlarsınız ki mevsim yerini yaza bırakır. öğle uykularıyla günü harcama mevsimi gelir çatar. televizyon programları ile saati bulma mevsimine ulaşırsınız.guguklu saat tiktaklayarak uykunuzu böler. gecenin sessizliğindeki motor sesi yıldızları daha da berraklaştırır. iğdelerin altında güneşlenme mevsimidir artık o mevsim. gün batımında dilek tutmak değil ama, gün batımında tuttuğun dilekleri hatırlama mevsimidir yaz. derken sonbahar, bir akşamüstü geçip giden yolcu gemisinin ardından dönmeyelim diye ağlayınca bulur beni. bir gün ertelense de, yolculuklar her zaman son baharın simgesi olmuştur. sonbahar, finalleriyle, vizeleriyle yerini kışa bırakırken, kar topu savaşı mevsimini karşılarız bir kere daha. uzun muhabbetler, şarap şişelerine dönüşür, doğumgünü baskınları, yerini karaokeye bırakır da, bebek'te yemekler ilkbaharı getirir yeniden.

ama bu ilkbaharda hep erken kalkarsınız. akşam kaçta döneceksiniz söz vermeseniz iyi olur. dışarı çıktığınızda havanın aydınlığı mevsimin güzelliğini müjdelerken, çıkışta içtiğiniz son içki ve tatlı sohbetiyle yenilen yemekler, mevsimi gülümseyerek hatırlamanız için birebirdir. sonrasında ise kendinizi endülüs sıcağında bulduğunuzda, artık bilirsini ki kaynayan kanınız değil, yaz mevsimidir. kanınızda dolaşan alkol, havanın sıcağının yansıması gibi görünse de, aslında yaz, alkolün bir yanılsamasıdır ellerinizle yarattığınız. sonrasında ise bir eylül sabahı başlayan sonbahar, yerini gelen acı bir telefonla kışın soğuk rüzgarlarına bıraksa da, dostlarla sohbet, ortak yorgunluklar, havanın hala aydınlık olması, içilen bir kadeh şarap ve haftasonu kısa kollularla doyasıya dağıtmak, sonbaharın en güzel özelliklerindendir. ve daha sonra mevsim yerini kışa bırakır. giydiğiniz ayakkabı ile üşür, triko kazakların eksik kaldığını hissedersiniz. bir sabah uyandığınızda havanın karanlıklığına bakıp of çekerken anlarsınız ki kış gelip çatmış.

yazarken hayatımın mevsimlerine bakıyorum da, keşke mevsimleri öğrenmeseydim diyorum. ama sonra, ben mevsimleri bilmeyen kızımı nasıl giydiririm diye düşünüp, gülümsüyorum kendi kendimin hayaline...

07 Ekim 2012

[Biutiful.]

nereden başlasam bilemiyorum. ama öncelikle şunu söylemek gerekli galiba: bu kadar çok duyguyu aynı anda hissetmeyeli çok olmuştu.

müthiş bir çaresizlikle mücadele ettim önceleri mesela. seni alacağını bildiğin bir hastalığın pençesinde, senden sonrakilerin hayatını garanti alma çabası ile geçen günler. kendine saklayıp kendi kendine atlatmaya çalıştığın her sabah, her tuvalet, her mide bulantısı, insanlar üşümesin diye ısıtıcı alırken koşarak dışarı çıktığını unutamayacağım javier. hayatının her halkası birbirine geçiverdi orada sanki. beni en zayıf olduğum noktadan vurdun.

korkuyla sarsıldım diye kayda geçmek gerekli bir de. hayır, javier o küçük çocukla konuşurken korkmadım. sadece yüzüme bir kere daha çarptı fanilik. çocuklar... çocukları hiç bir filmde görmek istemiyorum sanırım. bulundukları her filmi daha da güçlendiriyorlar. "korkuysa dehşet, hüzünse dram" oluyor. o yanyana yatan iki çocuk, korktum sizin gerçekliğinizden. korktum o ufacık yaşlarınızdan. korktum yarım kalmışlıktan. çok korktum. öyle ki javier oradan kovulurken, maillerimin, üyeliklerimin şifrelerini düşündüm. benden sonra elektronik ortamdaki ben'in izlerini düşündüm. başımı iki yana sallayıp dağıtmaya çalıştım bu düşünceleri. yoksa delirecektim sanıyorum. çünkü çok zor. çok ama çok zor giden birilerinin arkasından ortalığı toplamak. bulduğun her eşyadaki yaşanmışlığı bilmek, koklamak, okumak, dokunmak. çok zor. istemezdim herşeyin ortadan kaybolmasını, ama bu kadar zor olmasaydı iyiydi. işte, böyle şeyler düşündüm hep korkarken. sonra ufak bir çığlık attım "aman allaaaah!" diyerek. hikayeleri yarım kalmış, sebebi olduğun insanları gör javier, ama kurban olayim tepeden sana bakarlarken görme. hadi görüyorsun, rica ederim bu insanlar japon ırkı -böyle bir tanım var mı bilemeyeceğim ama kısaca çekik gözlü insanlar diyebileceğim ırk bu insanlar efendim- olmasın! ol-ma-sın! dünyadaki en creepy bakışlar, en korkunç ifadeler bu insanlarda bu nedir? halka ve grudge'dan sonra beni böyle yaptınız yeminlen, şimdi lütfen kendinize gelin ve ortamı terkedip gidin. gözleri tek noktaya bakarak kayıp giden kız ve bebeği, sizi hiç unutamayacağım galiba. benim bile vicdanımda yer ettiniz, üstelik tek suçum bu filmi izlemekti...

öfke. öfke-- öfke!!! baş kaldıramayan insanlar adına duyduğum öfke. ige'ye duyduğum öfke. o minik oğlanın kaşının kenarındaki minicik yarabandı yüzünden marambra'ya duyduğum öfke.polis memuruna duyduğum öfke. hiç bir güvencesi olmadan ailesiyle ispanya'daki o korkunç komün evine gelen ige'nin kocasına duyduğum öfke. tito'nun yatağındaki marambra'ya duyduğum öfke. düzene duyduğum öfke. düzensizliğe duyduğum öfke.javier'in babasına gittiği için duyduğum öfke. öldüğü için duyduğum öfke. geride saece birkaç fotoğraf bıraktığı için duyduğum öfke. herşeyi içine atan, paylaşmayan javier'e duyduğum öfke. nesini paylaşsın, ne işe yarar ki başkalarını üzülmekten başka deyip kendime duyduğum öfke. sessizlik. mutsuzluk. öyle yoruldum ki...

öfkeden daha çok yoran bir his varsa o da güvensizlik hissi heralde. tüm bunlar aklımı, kalbimi sıkıştırıp zorlayıp yorarken, bir de bu hisse saplandım kaldım bu filmi izlerken. marambra'ya güvenmiyorum mesela. gıcığım. gıcık! öfkeyle de karışık bir gıcıklık, bir soğukluk var içimde. tito'yla gördüğümden değil hayır, ama o mavi ışığa bakıp uyurkenki halinden nefret ediyorum. ışığın yanıp sönmesinden nefret ediyorum. her an minik çocuklarını unutacak olman beni kavuruyor, uykularımdan da edecek biliyorum mesela. o yatağı taşıtmanın öfkesi, içime yanan bir evin hazin sonunu düşündükçe doğan güvensizlik hissinin içinde kayboluyor. bu needy halin, beni deli ediyor! ige'ye gelince... herkesin ailesi kendine. o yüzden biliyorum ki sen çoktan geri döndün. sana olan güvensizliğim beni endişelendiren bir olgu değildi tüm film boyunca, üstelik marambra'ya benzediğini düşünmeme rağmen. it was just a simple fact. gördüğüm, algıladığım basit bir gerçek. aynen böyle. ailesiyle kendini tanımlayan, acıdığım, yarıdm etmek istediğim, ama aynı zamanda javier için, javier yüzünden nefret ettiğim bir kadın işte. hatta daha da ileri gideyim: nankör! ama dedim ya, herkesin ailesi kendine. ben bunu yapmazdım demek o kadar da kolay değil.

bir de hiçbir duyuya yerleştirmek istemediğim anlar var mesela. sen bizi bırakmazsın değil mi baba deyişini unutamayacağım o miniğin kanepede javier kızıyla yatarken. kızıyla sarılıp beni unutma deyişini asla atlatamayacağım. korkuyla babasına dokunduğu anı gerinlikle hatırlayacağım. javier'in kendisini tavanda gördüğüm an gözlerimi nasıl da kapattığımı görmenizi dileyeceğim. ve aynı anda da o sahneyi hiç görmemenizi... sonra ige'nin ayak seslerini duyduğumu, gölgesini gördüğümü düşüneceğim bir süre, kıvrılıp uyurken geri döndüğünü düşüneceğim. umut yeşerecek içimde de, aklım izin vermeyecek açıkça bildiğim gerçeği kendimden saklamama.kapıdan kovacağım umudu...

karların arasında bir yerde deniz ve rüzgarın uğultusunu dinlerken filmin en sonunda, tam da en başında bıraktığım yerde, anladım ki birbirine müthiş bir tanıdıklık edasıyla sırıtan bu iki adamın hayatları arasında yaşanan hikayeler şüphe, korku, öfke, çaresizlikle beni sararken, hüzünle, dramla bağlamış da, filmin sonunda yazılar çıkıncaya kadar fark etmemişim. 

fark ettiğimde ise, çok geçti dostlar. izlemesi acı, kendisi harika bir film için: Biutiful.






[aranağme 5.]

dünyadaki insan sayısının ne kadar çok olduğunu oturup düşündüğümde yaşadığım şaşkınlığı dilerim hiç kaybetmem. o kadar çok insan ki, doğum günümüzü bile bir buçuk milyon insanla paylaştığımız söyleniyor. o kadar çok ki, sanki ne yaparsak yapalım, mutlaka birileriyle beraber yapıyoruz, ne yaparsak yapalım, kesişen minik venn şemaları gibi birbirimizin yörüngesine çarpıyoruz. tüm bunları düşündüğümde, bu ortaklığın kendiliğinden yaşandığını görmek yüzümde bir gülümseme bırakıyor ister istemez.

bir de bilerek isteyerek, planlayarak, konuşarak kurduğumuz ortaklıklar var. filmlerdeki gibi hani, saatleri ayarlayalım gibilerinden. işte dünyadaki insan sayısını düşünüp, o özel ana bölerseniz, ne kadar mutlu olduğumu belki biraz olsun sezinleyebilirsiniz böyle anlarda. bu anlar, öyle anlar ki aslında, hüzünlü bir filme de tanıklık etseniz, kahkahalarla güldüğünüz birşeyi de paylaşsanız keyfi aynı.

işte tüm bu düşünceler aklımda canlanırken yazıyorum bundan sonraki yazıyı. hüzünlü bir film hakkında hüzünlü bir yazı ama güzel saatlerin anısına.


04 Ekim 2012

[Baktığını görmek konsepti: Analysis through DW S7E5.]

dün akşam b ile yemek yerken bambaşka birşeyi fark ettim. öyle birşey ki, neredeyse doctor who'nun son bölümü olan angels take manhattan'da cinlerimi tepeme çıkaran steven moffat'ı affedeceğim! 

hani amy son sahnede gözlerini kırpmadan angel'a bakarken, üstelik tam o bakış anında gözlerinden yaşlar akarken, doctor onu bırakmak istemediğinde, river öne atılıp bırak bırak diye üsteledi ya hani...

ya amy'nin gitmesi gerekiyorsa? yani oraya gittiğinde rory'le yaşarken o minik kızın kızları olduğunu anlıyorlarsa? ya onu büyütüyorlarsa? hani o yok ettikleri korkunç otelde değilse, 1930'larda yaşıyorlarsa? ya onlar öldükten sonra river'ın çocukluğu regenerate oluyorsa? sonra bir kere daha olup, çocukluk arkadaşları oluyorsa? 

şimdi bölüm özetini tekrar okurken 1930'luların dedektif romanından bahsedilmiş. o halde bu senaryomuzun imkanı yok galiba. çünkü yıl 2012, amy 26 yaşında. bir decade geçtiğini varsaysak, 36 yaşında 1930'a gidiyor. 1969'a geldiğimizde daha 11 yıl daha ömrü olacak gibi. hiç sanmam ki bu kızımız onları ömürlerinin son 10 yılında bulsun. ama yine de düşünmesi bile güzeldi. eğer böyle bir gönderme yaparlarsa, bir çıtlatırlarsa bize, mutluluktan deliririm.

b'ciğim söyleyinceye kadar nasıl görmediğime inanamıyorum. yani c'mon! statue of liberty as an angel çocuklar! o kasvetli sokak araları filan, tam da yılllaaaar öncesinde river'ın regenerate olduğu sokak yarebbim. çok farklı kafalar yaşıyorum dünden beri. yani sonuçta moffat, of all places and times, New York'u seçmiş dedik dün. böyle düşününce, bir de moffat'ın nasıl bir eşşoooğleşşek olduğunu düşünürsek, eğer bu bölüme bir referans daha yapıp ters köşe yaparsa ben zevkten ölürüm yemin ederim. bir daha bu bölümden bahsedilmese bile güzel. çünkü dün beni böyle bir aydınlatma içerisine sokan bir dostla yemekteydim. iyi ki varsın b.

overall, şunu sormayı bir borç bilirim: hiç gözünüzün önünde olan birşeyi görmediğiniz oldu mu? apaçık orada, daha ne istiyorum yani, arkada böööö diyen bir statue of liberty vardı bölümde, daha ne yapmaları lazım burası regeneration mahali demeleri için?! yani pes! gözümü açıp bakmama gerek yoktu, görmem lazımdı ama görememişim. kınadığımdır kendimi. ama sonra b şöyle dedi, sence de new york'ta olmaları çok garip değil mi? işte o anda, tıpkı river song'un kimliğini öğrenmeden önceki 6. saniyede yaptığım gibi duuuur diye bağırıp düşünmeye başladım ve ne demek istediğini anladım. process evresi uzun sürdü ama anladım yahu. yine sorarım size sayın seyirciler: jetonun düşmesi için ne duymak gerekli? yani arkadaşım river bas bas bağırdı bırak gitsin diye doctora! beheeey bir düşün di mi, bir algıla neden bu kadın böyle diyor diye. yook, hiç düşünmemiştim dün akşama kadar. 

ama dün en sonunda çok şükür jetonum indi. şimdi beklediğim şey şu, kapı çalsın, elinde kameralar bilmemnelerle adamlar eve gelsin, steven moffat salonuma girsin ve "you've been doctor who'ed!" diye suratıma bağırsın. hatta moffat-ed dese bile kabulüm. kendisinden de bu çirkefliği beklerim şahsen. çünkü hayranlık boyutunda puanlar yine yükselişe geçse de, öfkem hele de bu bölümün sezon arası öncesi son bölüm olduğunu düşündükçe geçmek ne kelime, katlanarak büyüyor dostlar. ama daha önce de dediğim gibi, even enemies can show some respect. o yüzden susuciim moffat'çım bundan sonra.

bak hangi cümle canlandı aklımda: otur! sıfır! hehehehe, daha gevşeğe bağlamadan kaydedip çıkıyore.

01 Ekim 2012

[Levent Yüksel - Medcezir.]



insan nefesini tutarak kendini öldüremezmiş çünkü yaşama içgüdüsü ağır basarmış vücudun. aklını düşman belleyip sıfırlarmış da, sen gözlerini baygınlıktan dünyaya açarken, ne oldu bana böyle diye soru sorarken bulurmuşsun kendini. çok sevdiğim bir dizide tüm insanları hipnoz edip çatıya toplayan bir düşman klan vardı. herkes insanları öldürmesinler diye bu klana yalvarıyordu. çünkü bu klan bir düğmeye basmaya karar verirse, tüm insanlığın ölmesinden korkuyorlardı. sonra dahi adam geldi, o kocaman kırmızı düğmeye bastı. ben dahil herkes çığlık attı. ama insanlar atlamadılar. dedim ya, yaşama içgüdüsü ağır bastı. kimsenin zoruyla, hipnoz etkisi altındayken bile atlamaya razı olmadılar. işte tüm bu anlattıklarımı bir düşünün. o çılgın içgüdüyü...

geçenlerde müzik dinlerken, çok sevdiğim bir albümün her şarkısına eşlik ediyordum. o anda fark ettim ki benim her şarkı için söyleyecek kelimelerim var. üstelik birikmiş kelimeler bunlar, biriktiklerinin farkında bile olmadığım kelimeler. hani bir şarkıya eşlik edersiniz ama durup düşünmedikçe sözleri anlam ifade etmeyi bırakır ya, aynen öyle, bir an için anlamları kaybettiğimi anladım. sonra anılarımda saklanan kelimeleri ortaya çıkarmaya karar verdim. yazdım, yazdım, yazdım... gün içinde koştursam da, uykusuz olsam da, yorulsam da yazdım. çünkü bazı içgüdüler vardır. önlerine geçemezsiniz. yorgunlukla teste tabii tutulursunuz mesela, o kırmızı büyük düğme uykusuzluk oluverir bazı geceler. ama düğmeye basılsa dahi, o çatıdan atlamazsınız. 

içgüdünüzü dinleyip, yazmaya oturursunuz....


[01]

hep derler hani, sen plan yaparken tanrı gülerek seni izlermiş.

bu cümleyi hatırladım düşünürken. gülümsemedim ama genelde böyle minik minik cümle ayrıntıları beni gülümsetir, bu sefer gülümsetmedi itiraf edeyim. düşündükçe karardı içim. ama öyle dünyanın sonu kararması da değil. daha ziyade çok büyük söz söyledin dilini ısır tadında bir karaltı büründü içime. dreamsworks pictures gibi, bir köşeye oturdu da olta attı içimdeki denize. onursuz olmasın. boyun eğmem. eğilmem. yenilmem.

sen plan yaparken kalbin ne yapıyor diye soracağım ama, sanırım hepimiz biliyoruz.


[02]


tıpkı perfect storm'daki gibi bir sahne anlatacağım şimdi.

iki tane fırtınanın birleştiği hattın tam ortasına yelkenlerini savura savura ilerleyen muhteşem bir gemideyim. yoo, kimseyi geride bırakmadım. yalnız da kalmadım. bunu bir fizik deneyi gibi düşünmeli. bu sahnede dünyaya geldim. sevdiğim şeylerle, okuduğum kitaplarla, korkularımla tam bu an dünyaya geldim. öncesi yok, sonrası da olmayacak gibi görünüyor yaklaşan fırtınaya bakılırsa. ileriye bakıyorum. müthiş bir dalga büyümeye başladı. gemim o dalgayı aşamayacak. onu aşsa, diğerinde boğulacak. sonum burada olacak, çok öncesinde anlamışım artık. o müthiş su duvarına bakıyorum tam karşımda büyüyen. rüzgar uğulduyor kulağımda. tıpkı filmlerde izlediğim sahnelerden biri gibi, karşımda poseidon himself duruyor adeta. hortumlar birbirine karışıyor. doğa, tüm oyunlarını, tüm vahşetiyle sergiliyor gözlerimin önünde.


böyle bir sahneye tanık olsam o müthiş görüntüye hayran olur muydum?


yoksa korkar mıydım son dakikalarımda?


insan, katilinin en korkunç yüzüne böyle sevgiyle bakabilir mi?


vazgeçilir gibi değil dedikleri...



[03]


bir filmi bin kere izleyip, bin birinci seferde bambaşka bir özelliğini fark ettiğiniz oldu mu? bu rhetoric bir soruydu bu arada. umarım fark etmişsinizdir. yoksa fark etmediğiniz için ayrı, bir filmi bin kere izlemek kadar keyifli bir mertebeye varamadığınız için ayrı kızarım.

yukarıda sorduğum sorunun bir benzerini yaşadım biraz önce. her zaman ilk melodisiyle beni gülümseten bir şarkının sözleri arasında gizli anılarım varmış da fark etmemişim resmen.


sıcak bir yaz günü, yeditepelerden birinde, saçlarımı savurarak yürüyorum. aklımda minik hediyeler var. yüreğimde hasretin başlamadan kanıma karışmasından mütevellit bir tekleme mevcut ama Scarlet gibiyim, bunu o an düşünmüyorum.


Düşünüyorum ki mesela, minareler seslerin gökyüzüne yükselmesi için mi? bağırsam bağırsam bağırsam yeterince anlatabilir miyim aklımdakileri? yoksa aynı minareler gökyüzünün gözyaşları da bir avluya mı akıyorlar usul usul? o avluda otursam, fırtınanın gözünde huzur bulur muyum? yoksa ölümüm gökyüzünün gözyaşlarından mı olur? 


tüm bunları düşünmüyordum o an. scarlet gibi değil üstelik. aklıma bile gelmiyordu.



[04]


efendiiiiim, yüzyıllardır karşı cinslerin birbirine atmaktan vazgeçemediği çamurun notaya büründüğü yerdeyiz! tabii garip bir third person anlatımı olacak şimdi.

y: hiç mi üzülmedin, sızlamadı mı için, halimi düşünmedin mi?


x: [burada tabii üzüldüm, kırıldım, sen beni düşündün mü hıaa, bıdı bıdı, gıygıy, vıyvıy yorumları girmek isterdim ama böyle boooş boş boş boş yazışmaları yazıp da tatlı canımı yoramiyciim. sayın okur bu noktada x ve y'nin aynı şeyin laciverti argümanlara imza attığını anladı diye ümit ediyorum.]


STFU diye vurasım geliyor ikisine de. troy'dan gelsin: even enemies can show some respect.



[05]


bir şehirde yaşamış olmanın kıstası nedir? belli bir süre var mıdır mesela? 1 aydan az yaşadıysan, orada yaşadım deme hakkına sahip misin? yoksa altı ay evden çıkmadan yaşamak, orada yaşamak mıdır? minik pub'ları bilmek midir orada yaşamak? yoksa barmenin seni tanıması mı? her sokağı bilmek midir mesela? yoksa her sokağın adımlarını tanımış olması mı? sevgilinin seni beklediği yere gitmek nasip olmazsa, sen orada yaşamamış mı sayılıyorsun? yoksa sokağın kenarına oturup gözlerin dolu dolu boşluğa bakıp ağlaman mı lazım? dostların koluna girmiş yürürken, kahkahalar savurmadığın bir hava, solunmuş sayılır mı? nedir kıstas, belirli mi?

yıllar önce okuduğum o şiirdeki beni gülümseten kuytu sokak hikayesi midir o şehirde yaşamanın özeti? yoksa o hikayeyi unuttuğunu defalarca tekrarlamak mı kendi kendine?


seni değil ama, yaşadığım şehri seviyorum.



[06]


gidince dönüşü yokmuş. ateş sönünce, bir daha tutuşmazmış. ışık söndüğünde kalbin yanar kavrulurmuş. ve baharlar geldiğinde, bir daha asla eskisi gibi olmazmış.

üşüdüklerini sanmıyorum. tam tersi, sonsuz bir ısı yayıyorlardır orada. öyle bir ısı ki, buradan bile hissediliyor.



[07]


çocuktum. ama çok net hatırlıyorum. yemek yemeye gittiğimiz o yerde mahşeri bir kalabalık vardı. öyle bir kalabalık ki, kalabalığın neden toplandığını anlayamıyordum. sonra herkes çil yavrusu gibi dağıldı, hemen arkasında kalabalık gökyüzüne çıktı. 

arabanın bagajından çıkardığım özgürlüğümü rüzgara açıp tüm hızımla koştum. ipler ellerimi kesse de koşmayı bir an bile bırakmadım. ipleri saldıkça, özgürlük göklere çıktı. ışıklara karıştı. tıpkı pers ordusunun karşısındaki spartalılar gibi, gökyüzü öyle doluydu ki ışığı göremedim önceleri. ama sonra gözlerimin kamaştığını hatırlıyorum. 


etrafımdakilere baktım. iplerim onlara dolansın istemedim. tıpkı onların da beni ve diğerlerini süzüp ürkek hareketlerle ipi çekip bıraktığını gördüm. kendi aramızda, tanımadığımız insanları korumak üzere yaptığımız o sessiz anlaşma yıllar sonra düşündüğümde ne başka, ne özel bir anlaşmaymış şimdi anlıyorum. 


o bir avuç sevgi için bin bir kelimem var aslında. ama annemin elinden aldığım sevgiyi anlatmaya kalkarsam gözyaşlarıma hakim olamayacağım kesin. bu yıl yaşadığım şeyler esnasında en çok duyduğum söz de bu, boş yere ağlama, ağlanacak şeyin olur sonra ciddi ciddi. o yüzden yazmayacağım.


şu düşüncem de kayıtlara geçsin: şarkıyı dinlerken arka fonda bambaşka bir dostun sesini duymak ne güzel!



[08]

en sevdiğim insanların adını, en sevdiğim kalem yazmış, en sevdiğim nota çalmış. onlardan biri dağlasa da içimi, hep bana el sallıyor, kıkır kıkır gülüyor hem de utanıp, diğeriyse aaa aaa üstüme iyilik sağlık diyor. şarkılar, sözler, balkonlar, çay bardakları, kokular, sürmeler, eşarplar, pötibör bisküviler can yakıyor da, bu şarkı yakmıyor. öpüp başıma koymak ne demek, sırça köşkte saklıyor, başucuma koyup tapınıyorum. çok yaşasın.


[09]


aman tanrım kendini vuracak!

diye korkmuştum ilk kez dinlediğimde. meğersem beterin beteri varmış, yollara vurmak azabın ta kendisiymiş. 


smeagol'dan gollum'a dönüşmek mümkünse bu şarkıyla mümkün. kimse almasın onu benden. saçma sapan versiyonlar yapmasın. söylemesin bu adamdan başka. dokunmasın. okumasın. yazmasın bile.


bize dinleyip dinleyip alışmak kalsın en kötü ihtimal. parçalarımızı toplayalım mesela. yeter ki kimse dokunmasın bu şarkıya.



[10]


- Vous jouez avec votre vie !
- Et alors ?! Il faut bien jouer avec quelque chose ! 


daha nooluyor marcel'e derken edith olduğu yerde yığılıp kaldı, ben ayağa fırladım nasıl ya diyerek, sonra yukarıdaki diyalog geçti ve ben, 11 saniye içerisinde edith piaf'a hayran oldum. bu kadar acı, bu kadar hüzün, bu kadar kayıp ve bu kadar hastalık içerisinde tüm sıcaklığıyla aşkı yaşamaya karar veren bu kadın fragmanla beni salladı geçti. sonrası ise edith piaf şarkıları seansı, filmi yayma propagandası, oscara geri sayım, marion'la beraber ağlayış, her filmini takip ediş, batman'in son filminde bile batman'i değil, onu destekleme hissiyatı. müthiş bir 11 saniyeydi evet o 11 saniye!!!

neden bu kısmı tekrar kısa özetle geçtiğimi soracak olursanız, size tüm bu hislere sebep olan ve filmin sonunda çalarak beni benden alacak kadar ağlamama sebep olmuş şarkının kuzenini anlatacağım birazdan, o yüzden bir ön tanıtım geçiyorum sayılabilir.


yahu şarkının kuzeni mi olur?


var efendim. önce o şarkıyı yaşıyor insan. yavaş yavaş adımlarını atıyor miladından sonraki dünyaya. başı dönüyor, tutunuyor elinin uzandığı her yerlere. sonra dizleri titriyor sadece. sonra ise dizleri titremeden ilk adımını atıyor. barışıyor, korumaya başlıyor kendini. harap etmiyor artık. ümitle başlıyor. umutla doğuyor. öyle çocuk korosunun söylediğine bakmayın, o şarkıyı yaşayabilmek için büyüyor kendi içinde. ve en son sonra edith piaf mertebesine çıkıyor. ya da çıkamıyor. ama çıkmaya çabalamak bile güzel derler. ne diyorsunuz?









[Self-reflection: Post - Never Let Me Go.]

Dum inter homines, sumus colamus humanita

özellikle üçüncü kısıma geldiğimde kulağımda sadece bu cümle çınlıyordu. durmaksızın, tüm hüznüyle hem de. kim olduğunu, kendi kimliğini çözmeye çalışan, yüzünü dergilerde arayan, ezilecek bir böcek gözüyle kendine bakan bu çocukların hikayesini okumaya başladığımda baştan aşağı ürperdim. resimleri, şiirleri alındıkça, satışları bekledikçe, arkadaş gruplarına uyup onlara göre hareket etmeye çalışırken arka planda büyümelerine tanık olurken, aile olgusunu bilmeyen, tanımayan bu çocuklara çok üzüldüm. 

tıpkı madame gibi, kathy'i gözlerimin önünde gördüm. kendi etrafında dönüp duran minik bir kızı gördüm de, gözlerimi kaçırdım kendisinden. artık terk etme yaşları gelirken -ki bu bana çoğu filmde tanık olduğumuz çocuk esirgemeden ayrılma yaşı olan 18 yaşın acılarını çağrıştırdı- dehşetle sarsıldım. ne yapacaktı bu çocuklar? nasıl yaşayacaklar, nereye gideceklerdi? my sister's keeper'da minik kız, avukatın yanına gitmemiş miydi kendi vücudu hakkında kararları kendisinin almak istediğini söylerken? insanın kendi vücudunun sahibi olamaması kabuslarımdan çıkmadı günlerce.
üçüncü nakil, dördüncü nakil, derken, eskiden bir yazlık olan o binanın şimdi bu hasta insanlara ev sahipliği yaptığını düşünmek, o tramblen direğinin öylece orada kalması... sonbahar ve kış aylarında boş yüzme havuzu görmenin çok hüzünlü olduğunu düşünmüşümdür hep. meğer daha da hüzünlü olanı doldurulmuş bir havuzun gölgesini görmekmiş. çok çok garipti bunları düşünmesi. 

ruth'un gazetede gördüğü bir ilandan kendisine hayaller çizmesi, her insanın dergi okuyup da hayallere dalması kadar doğal bir refleks değil miydi? işte bu soruyu sordum kendime. kendi hakkında bilmediğin sorulara maruz kalmak kadar acısı var mı? misal en sevdiğin rengi bilmediğini hayal edebiliyor musun? ya da hep siyah beyaz bir hayata kapanıp kaldığını? öyle bir boğulma hissiyle okudum ki... soluk soluğa, heyecanla, ama sıkıntı içerisinde. hep bir cevap arayarak. sanki ruth, tommy, kathy ve ben bizi bekleyen kaderi atlatmak istermiş gibi, hep bir çözüm aradı aklım. bulamadı. 

bir insanın kendisini bir okulla tanımlaması ne acı. hatta bir insanın kendisini birşeyle tanımlaması ne kadar acı, ne hazin... hailsham kapanırken, kathy'nin içinde hissettiği "peki ya biz ne olacağız?" sorusuna cevap bulamadım. annesi babası olmayan bu kız, anılarından kopmak istemezken, büyüdüğü yerin kapandığını duyduğu an neler geçti aklından? hepsinin kitaba dahil edilemeyeceğini biliyorum. anlıyorum... bu dilimin ucuna getirmek bile istemediğim aileden kayıplar gibi. kendi kökeninden kimse kalmaması gibi. çok, çok korkunç-- tarifsiz. tarifi asla mümkün olmasın inşallah dediğim birşey. 

ruhunuzun olduğunu kanıtlamak için yaptırdık o resimleri...

gözlerimin önünde baloncunun elindeki tüm balonlar uçup patladılar bu cümleyle. 

önce sadece "subject" oldunuz siz, nasıl yaşadığınız umurlarında olmadı...

aşağılandım. yüzümü kızartacak hiç bir suçum olmamasına rağmen, onlardan biri olmamama rağmen yerin dibine geçtim. yok olmak istedim. üçüncü noktanın ardından gelen boşluğa akmak istedim bu cümleyi okuyunca...

ama sonra, içimdeki o korkunç yan ortaya çıktı. kazuo ishiguro, tam da bunu hedefledi. kurdu, kurdu, kurdu bütün hikayeyi. sanki bir son durak filmi gibi, tüm yaylar gerildi, ipler boşaldı, ağırlıklar düştü, tam kurtulduk derken dünya üzerime yıkıldı.

beni kitabı okuduğum iki gün boyunca düşüncelere sevk eden, uykularımı kaçıran, uçak yolculuklarımı hem heyecanlı, hem de boğucu hale getiren, günlerdir hakkında yazarım diye tuttuğum bu kitap, en zayıf yerimi hedef olarak belirledi. ateş etti. 


insaniyetim, insanlığımın zayıflığı yüzünden öldü.


söylenmesi güç, söylenmesi ayıp, söylenmesi düşünülemez şeyi söyleyeceğim şimdi. çünkü yazarlar bunu yapmalı. yapabilmeli. çünkü yazarlar, ne yazarlarsa yazsınlar, en önce insanlar. 

kansere çare bulan bu çocukları feda ettim ben. bu hastalık ve bunun gibi diğerleri için çözüm olan bu çocuklardan sadece 3 tanesinin beni sarsan hayatlarını tek hamlede gözardı ettim. 

yeter ki bir çözüm olsun, insanlar eriyip gitmesin dedim.

tüm insani duygularım, içimdeki insanlığı öldürdü.

çok üzgünüm. 

çünkü benim hayatımda, benim ailem için böyle özel çocuklar olmadı.

yetmediler, yetemediler...