24 Ağustos 2012

[Ode to Kanık.]

Deli sacmasi mi bilmiyorum. Ama denize baktigim zaman, tum varligim birdenbire eriyip o dalgalara karissin istiyorum. Oyle ki, dunyanin herhangi bir yerindeki balik benim parcamdan oturu yuzsun serin sularda, ates cemberinin icindeki yanardaglar benim zerrelerimle sogusun. Dalivereyim bir bogazdan, digerinden basimi cikarayim. Ailemin evindeki cesmeden bardak bardak akayim, selaleler kahkahalarimla cinlasin. Bir balinanin tepesinden fiskirayim tum gucumle, bir kopekbaligina oksijen tasiyayim. Bir balikci kayiginin burnundaki ismine carpsin yuzum, bir translatlantik benim kollarimin arasindan gecsin. Ne gunluk dertlerim olsun, ne de kolumda saat izi, calisma masam gokyuzu ve lodos. Oradan oraya, kopuk kopuk kosturayim. Ruzgar esmedigi zaman cok icim sikilsin, ruzgar cok oldu mu bana eglence ciksin. Kopruler boydan boya gozlerimden aksin da, motorlar vapurlar ellerimden tutsun. Yakamoz isik tutsun kacamaklarima, marti sesleri bastirsin kalbimin gumburtusunu. Fenerler goz kirpsin bana, dokuz cakar sonunce yuregim carpmasin isiklari yanincaya kadar, o donen fenerler benden yuzunu kacirinca aman sende diye gulumsemek nasip olsun.Yazin esintisi ruhumun ferahligiyla insanlari serinletsin. Kisin firtinasi ofkemle kavursunn balikcilari da kalbim onlarla carpsin, ellerim onlarin teknelerinin ucundan tutup salime cikarsin. Cok mu? Karisivereyim sulara. Ne gunluk dertlerim olsun, ne de kolumda saat izi, calisma masam gokyuzu ve lodos. Oradan oraya, kopuk kopuk kosturayim.

23 Ağustos 2012

[Şehir kokusu.]

Uzun suredir aklimda olan bir yaziya ufacik bir dizi referansiyla baslayacagim. Yoo hayir, dizi ufacik degil, icinde herseyi barindirip minik minik detaylarla dunyasini aydinlatiyor ve izlemelisiniz ama bu ayri bir konu, referans ufacik. Cunku tum hikayeye girmeden ufak bir tanimi ele alacagim. Doctor who'nun besinci ve altinci sezonunun bas kotusunden bahsediyorum evet: the silence. Heryerde her sarkida ve hemen her bolumde silence referansi var bu iki sezon boyunca. Peki silence tam olarak nedir? Silence buffy'deki gentlemen tadinda takim elbiseli, uzayli kafali, agizlarinin oldugu yerde ag gibi deri orulmus (suni degil, dogal goruntuleri bu) bir irk. Varsayimlara gore insan irkinin varolusundan da once dunyaya hukmediyorlardi. Peki nasil? Yani bir irk iki sezon boyunca konusu boylesine zengin ve genis bir dizinin nasil bas kotusu olabilir? Neden izleyince urperiyorum? Silence'i gordugunuzde dehsete kapiliyorsunuz. Sonra birisine soylemek icin gozlerinizi baska yere cevirince, onu unutuyorsunuz. Tekrar gorunce ayni dehset. Gozunuzu kacirinca hafizadan kayboluyor. Boyle boyle manipule edebiliyor davranislarinizi. Bu noktada referans sona eriyor sayin seyirciler. Iste silence'i dusununce aklima su geldi: gozun gordugunu hafiza kaydediyorsa, oradan silmek nasil mumkun olur? Bu soruyu sorduktan sonra iki hafta once iskelede yururken aklima dolan kelimeleri tipki o an aklimdan gectikleri gibi kaleme almak istiyorum asagida. Simdiki zamanla yani. O zamanla.

Zamaninda yazmistim, kokulari hatirlamak benim hediyem oldugu kadar, bir yandan da lanetim. Nasil besiktas deniz muzesinin onundeki iskelenin yosun kokusunu hatirliyorsam, temizlik bezi yapip cope attirdigim esyalara sinen koku da burnumda, elimde degil. Cocuklugumun cilekleri nasil agzimi sulandiriyorsa, kestane kokusu da o derece midemi kaldiriyor hala! O halde gozun gordugunu nasil hafiza kaydediyorsa, kokulara iliskin de bir hafiza var ortada. Belki kafamin icinde ayri bir cekmecede ama olsun, orada, bir yerde iste. Peki yolculuk mumkun mu bu kokularla acaba? Gozlerimi kapatinca cekmecelerde saklanmis kartlari veya ilk ucurtmami, bisikletimin bakir rengi jantlarini, vapurun kopugunu goruyorum da, acaba deniz kokusu istanbula tasir mi beni? Ananas kokusuyla (neden oldugunu yazmiyciim catlayin efendim) floransa sokaklarina donulebilir mi? Yoksa camin kirilma sesi ile birlesen nem ve bira kokusu beni ispanyol merdivenlerine mi goturecek? Havaya karismis serinlik ve tuten et kokusu Granada'da bir masaya mi ucurdu? Ya da ekmek kokusuyla harmanli erimis peynir ve cilgin sos kokusuyla Krakow caddelerinde mi gezerim tekrar? Kalamar, Madrid'de mi yenir hep? Yoksa levrek en iyi Assos'ta pistiginden mi barcelona'yi anmaya baslamam? Dosdogru soyleyin bana, paris sirke mi kokuyor uzaktan? Ya da metrodaki kesif koku mudur cirkin yuzu cirkin kilan? Croissant mi sadece fransa? Yoksa botanik bahcesinde karismis parfumlerin tango festivali mi kokuyor bordeaux sarabi? Sormali insan kendine. Bursa mi havlu kokuyor, havlu yumusatici mi, yumusatici ev mi, ev anne mi? Ankara'nin havasi kuru mu, sicak mi, gunes mi, sahaf mi, ask mi, eski mi, kasvet mi, kis mi, tren koltugu mu? Afyon sucuk mu, sucuk ikbal mi, ikbal temizlik mi, temizlik guven mi kokuyor yani nedir? Izmir tatil mi kokuyor? Kayseri kil ve seramik mi acaba, ates mi, alev mi, sir mi, kehribar mi? Antep urfa yemek mi? Hatay tatli mi, ince ince mozaik mi, toprak mi, asi mi, ters mi, duz mu? Adana portakal cicegi mi, ev mi, yastik mi yorgan mi, tertemiz havlu mu? Peki ya canakkale? Memleket mi kokuyor burasi, cigborek mi, yoksa yumurtali ekmek mi, sobada demlenen cay mi, soganli pide mi, limon kolonyasi mi, parfum esansi mi, deniz mi, igde mi, zeytin mi, aile mi, eski mi, yeni mi, olum mu, yasam mi? Ne kokuyor burasi soruyorum kendime. Gittigim, gordugum, kokladigim kentler ne kokuyor? Sevdiklerimi yolladigim kentler hangi kokulari caliyor benden? Uzak, dunyadan da uzak boyutlar tarifi sadece oraya gidenler tarafindan bilinen visne surubu mu kokuyor artik? Ben, gittigim yerlerin meydanlarinda yururken yeni kokular alacak miyim acaba? Deneyim, hafizayla mi canlanacak, hafizaya mi katacak soruyorum su an kendime. Cebimden cikardigim kokular mi saracak sadece etrafimi, yeni kokularin gecmesini engelleyerek? Yoksa cebimdeki anilar, yepyenileriyle harmanlanip, mutlu bir sona mi surukleyecek beni? Surukleyecek mi? Onune katip goturecek mi? Ben kalkip kosuyor muyum? Hep sorular beliriyor aklimda. Ama ben, kokular ki benim hediyem, kokular ki benim lanetim, silence'i cok korkunc diye tanimladim bu yaziya baslamadan. Gordugunu unutuyor, her gorusunde bir daha korkuyor, bir daha sasiriyorsun diye bahsettim. Ben unutmuyorum kokulari dostlar. Sasirmiyorum da gulumsuyorum. Duvarlarim yok benim diye eski sarki sozlerini yadediyorum su an bunlari yazarken, tipki o gun iskelede yururken dusundugum gibi. Gulumsuyorum. Cunku--


[evet. bu yazının tam olarak böyle bitmesi planlandı.]

[Ege Hatırası.]

Bu yaziyi omzumda rutbe misali tasidigim yer yer soyulma izleri ve ayrilmadan son kez icime cektigim ege havasi burnumda tuterek yaziyorum marmara kiyisindan. Gecenin tek sesinin catal bicak tikirtilari oldugu, arka planda tam da hafif muzik denilen turden bir melodi eslik ediyordu bana gecen hafta. Yanimdakilerin korktugu, yanimizdan uzaklastirmmaya calistiklari o kediler bile guzeldi gozume inanir misiniz? Sanki onlar da ortama uyum saglayivermis, onlar da miskin, onlar da dinlenmekten bitkin ama onlar da huzurla kavrulup tum yilin yorgunlugundan tekrar doguyorlardi. Sezlongda kendime serdigim havlumun ben denizdeyken ucmamasi tek dilegimdi gecen hafta. Aman her yanim esit yansin demek ise bir baska umut. O tahta iskelede ayagima kiymik batmasi bile nesemi bozamadi, tek derdim bu olsun, yeter ki tavlada yenilmeyelim oyle degil mi? Iste simdi, onumuzdeki haftalarda egenin tuzundan, marmaranin ruzgarindan uzaklara dusup bir odanin icine girecegimi dusundukce buyuk bir pismanlik yasiyorum. Yok. Bu pismanlik yanlis yaptigima dair bir pismanlik degil. Mazallah muck tak tak tak [yazar burada tahtaya vuruyor] oyle bir durum cok fundamental bir pismanlik olurdu ve derhal bir plan gerektirirdi. bu son iki ayla ilgili de hic bir pismanligim yok dogrusu. Daha fazla gezmeyi herkes ister ama tanidik simalarla dolu bu kasabada olmak beni tum gezilerden daha mutlu etti. Dayi dedemin kihkih gulusleri arasinda aman yine geliyorlar kahkahalari, unutur o be yaa cumleleri her yabanci ickiden daha sarhos etti beni mutlulukla. O yuzden dedim ya, pismanligim yok bu iki aya dair. Benim buyuk pismanligim denizden cikar cikmaz soluk aldigim o dus. Keske egenin tuzunun tenimde biraz daha gezmesine izin verseydim. Daha cok icime cekseydim. Daha cok sinmesine izin verseydim o kokunun icime. Kalsaydi tutuklu bende. Atlamasaydim birden bire soguk sulara. Merdivenden tek tek inip, an be an usuyerek, her adimin ayri anilar yaratmasina izin verseydim. Ayy soyle usudum, boyle usudum cigliklari atsaydim. Birdenbire suya atladiktan sonra dakikalar sonra oh isindim demek yerine, soguklugu sirtimda hissetseydim. Guzel dakikalar saatler gunler gecirdim gecirmesine de, daha cok surunup daha cok ansaydim diye dusunmeden edemiyorum kis kis gulerek. Overall, kalbim Ege'de kaldi dostlar. Tekrar gitmek lazim almaya...

17 Ağustos 2012

[Kaboom and poof! They are gone.]

geçenlerde twitter'da filmvereplikler hesabı casablanca'dan bir cümle vermiş.okur okumaz soluğum kesildi. hani bazı cümleleri okursun da devamının ve öncesinin olduğunu bilirsin. işte aynen öyle. derhal açıp baktım, neymiş bu cümlenin başı ve sonu diye. [casablanca'yı hala izlemediğim için kendimi kınıyorum şu an.] aşağıdaki diyaloğu buldum. anladığım kadarıyla bu sözü geçen türkçe cümle türkçe dublajımızın azizliği sayılmakla birlikte, güzel bir tesadüf olmuş, paraphrase de etmiş olayı. aşağıya okuduğum cümleyi, onun aşağısına da orjinalini yazıyorum öncelikle.


"Öp beni, bu bütün soruların cevabı olur."

Rick: I'm sorry for asking. I forgot we said "no questions".
Ilsa
: Well, only one answer can take care of all our questions.
[She approaches his lips for a kiss] 


dedim ya, paraphrase ve türkçe dublaj azizliği yukarıda apaçık. cümle şöyle geliyormuş:

Rick: I'm sorry for asking. I forgot we said "no questions". 
Ilsa: Well, öp beni [only one answer] [it] can take care of all our questions. 

bu yazıyı yukarıdakileri yazmak için kaleme almıyorum elbet. çok şey yazmak için yazıyorum aslında. ama yine aynı hastalıktan muzdaribim. kelimelerin, anıların aklımda kalmasını, yok, sadece benim aklımda kalmasını, benim olmasını, kimseye ulaşmasını istemiyor içimdeki kıskançlık virüsü. anıların kıskançlığı bambaşka. gerçekten de bir virüs gibi, hafızaya, bünyeye girmeye görsün ölmüyor. donduğu yerde kalıp her aklına getirdiğinde bir kere daha canlanıveriyor.

galata'da oturuyorduk bir gün diye başlamak istesem bir zamana ilişkin aslında aklımda bambaşka bir zamanın mahmurluğu var, yüzümde ışıl ışıl bir gülümseme.

Sokaklarda kulağım uğuldayarak yürüyorum. yok, bu bir baygınlık alameti değil. hayır, hasta da değilim. hatta o zamanlar aşk da yok içimde. ama ilk kalp çarpıntısı hiç birine benzemiyor ki zaten. o bambaşka. kulaklarım uğultudan duymuyor. kalbim çarpmaktan nefesim daralıyor. dizlerim titriyor ama yürümeye azimliyim. çünkü ona gidiyorum, onu görmeden bayılmamaya da kararlıyım. aradaki hikaye önemli değil. ama bizim hikayemizde aramızda değil ama elephant in the room misali ortamızda sorularımız vardı, hatırlıyorum. cevap bulamamıştık belki ama, abrakadabra casablanca casablanca.

[CQD.]


Öncelikle titanic’le ilgili öğrendiğim çılgın bir bilgiyi paylaşmak istiyorum. Geçenlerde bir sohbet esnasında da yazmıştım hatta. Efendim şimdi sizi alıp titanic filmine götürmek istiyorum. Gemi buzdağına çarpmış, tüm water tight kapılar kapatılmıştır. Sevgilifirst officer murdoch derin bir nefes alsa da işler hiç de yolunda gitmemektedir. Gemideki sarsıntıyı hisseden çok sevgili Thomas andrews (kendisi geminin baş mimarı oluyor) geminin planlarını (blueprint denilir bunlara) alıp kaptan köşkünde soluğu alır. Konuşurlar, çirkef Bruce ismay “but this ship can’t sink!” nidasını atar, ama thomas’ın yüzündeki kederli ve endişeli ifade bir an için öfkeye döner. “i assure you she can sir. And she will. It’s a mathmetical certainty. İn 2 hours, all this will be at the bottom of the Atlantic. Titanic will founder.” Kaptan pompaları çalıştırıp zaman kazanmak ister. Ama pompalar sadece birkaç dakika kazandırabilir. Çünkü gemide 10 metrelik bir yarık vardır. Velhasıl, kaptan önce kadınlar ve çocuklar demeye 10 dakika kala, telsiz operatörlerinin odasına girer. Bu odaya barcelona’da tanık olup, gözlerim dolu dolu izlemişliğim var dostlar. Harold phillips galiba bir officer’ın adı, diğierini tam hatırlayamadım. Bu iki adam, o zamanın genius hacker’ları desek abartmış olmayız. Marconi (telsiz) operatörü olmak için dakikada 24 kelime geçebilmek gerekliyken (mors alfabesiyle bien sur) asistan 28, şef 37 kelime geçme kapasitesinde olağanüstü insanlardır. İşte kaptan bu ikilinin odasına girdiğinde geminin burnunda battığını, yardım beklediğini, gelebilecek olanların gelmesi gerektiğini söyler. İkili birbirine bakıp CQD göndermemizi mi istiyorsunuz sir derler. Evet diye onaylar kaptan. Marconi odasından çıkar. O ana kadar anakaradan günlük haberlerin alınıp, baskı odalarına aktarıldığı (birinci sınıflara dağıtılmak üzere gazetelerin derlenmesi amacıyla), yolcuların mesajlarının gönderildiği ve 14 nisan’da gemi son kez gün ışığını gördüğünde 7 adet buzdağı uyarısı almış olan bu oda  titanic’in ölümünün belki de ilk kez dış dünyaya ilan edileceği oda oluvermiştir. İşte bu iki adam telsiz sinyalinin ulaşabildiği heryere mesaj yollarlar dakikalarca. gemiler uzaktır, gemiler karanlıkta, gemiler sessiz. sonra bir cevap gelir, "geliyoruz" der carpathia. sıcak su, oda ısıtması ve bilimum sistemlerini kapatıp tüm gücünü motora veren ve buzdağlarının arasından geçen carpathia -titanic'in şirketi white star line'ın en büyük rakibi cunard line'a ait bir gemidir kendisi- saat sabaha karşı dörtte vardığında artık olan olmuştur. işte size CQD'nin öyküsünü anlatacağım dostlar.

KRakow havaalanında bulduğum -bulduğum demek istemiyorum, çünkü çat diye karşıma çıktı aslında, titanic'le bir bağım olduğunnu boşu boşuna söylemiyorum ki...- kitapta titanic'in yapım aşamasıyla birlikte bilmediğim ayrıntıları, öyküleri okuyorum. bunlardan biri de CQD'nin denizcilikteki anlamı.

sanıyorum almanya'da bir konferans yapılıp SOS uluslararası yardım sinyali olarak belirlenmeden önce bu sinyal kullanılıyormuş. SQ kısmı "Seek You" dan gelip, ne işle uğraşıyorsanız bırakın ve beni dinleyin demekmiş. D ise distress'i simgeliyormuş. geçen günkü sohbet esnasında da dediğim gibi, bu nasıl romantik birşey farkında mısınız? 

çocukken gemilere neden "she" dendiğini düşünmüşümdür hep. maiden voyage'dan bahsedilir mesela. hatta öle bir karmaşaya sebep olmuştur ki bu durum bende, ortaokulda bir kompozisyon (o zaman essay demezdik evet) yazmıştım da hocam düzeltmişti "it" diye. neden olduğunu teknik açıdan bilmesem de gemilerin dişi olmasını kabul ediyor ve hatta anlıyorum artık. bambaşka sularda yolculuk yapan bu mekanik insanlar, karanlığa fırtınaya bilinmeyen rotalara adım atmış tarih boyu üzerinde onlarca mürettebat ile. yıllarca mürettebat arasında kadının olması uğursuzluk sayılmış hatta. şimdi düşününce, bu kadar erkek arasındaki tek dişinin tahtını kaptırmamak istemesi diye düşünebiliriz mesela. ama bence daha da temel bir noktada şuna inanıyor gibi gibiyim: erkeklerin böyle maceralara atılması çok şaşkınlık yaratmıyor bende. bir kadının bilinmeyene, dalgalara, özgürlüğe yolculuğu takdir edilesi esas. hayır yüzyıllar süren kadının inferior olması algısı da değil bendeki. sadece, insan kendi hemcinsini her zaman daha cesur buluyor sanırım. işte böyle bir "dişi"nin okyanusun ortasında herşeyi bırakın, beni dinleyin diye bağırması, ısrarla aynı kelimeleri söylemesi "ingiliz hastadaki macar ninni" hüznü, almasy'nin "I'll be back" umudu ve "ownership" öfkesi arasında bir çığlık gibi geldi bana. sorrow in romantizm tadında. 

bir de ufak o zamanın genius hacker'larına özgü bilgi vereyim. iki adam birbirlerine bakıp SOS mesajı mı versek acaba diyorlar. çünkü SOS daha yeni kabul edilmiş. ve "bu mesajı vermek için tek şansımız bu olabilir" SOS mesajı da geçiyorlar belki de denizcilik tarihinde ilk kez, bu konuda kaynaklar biraz çelişkili. işte barcelona'daki telsiz operatörü odasına baktığımda ayaklarını bastıkları zemin sulara gömülürken  bu iki adamın birbirine muzipçe baktığını, ellerindeki muhteşem makinadan son kez faydalandıklarını ve sonra o muzip bakışın yerini hüzne bıraktığını gördüm. senior officer o gece sulara karıştı. sadece asistanı kurtuldu ve titanic'in batışıyla ilgili tanık ifadesine başvuruldu. bir daha gemiye bindi mi bilinmez. ama bir kere denize çıkan, bir daha denizden geri dönemez derler. inanıyorum.

10 Ağustos 2012

[Krakow twitleri düşsün ortamlara efendim.]

Efendim aşağıdaki "twitler" internet yokluğunda not aldığım cümleler. bazılarında türkçe karakter var, neden? çünkü kağıtlara yazdım. bazılarında yok. neden? telefonda not aldım. buyrun, kayıtlara geçsin.

Almancayı sevmem, Almanları çok katı bulurum. ama alman doğup lufthansa bizim demek istiyorum. tortellini yiyerek geldim ötesi yok. ay lav lufthansa.

Ay özel şöförüm de çok tatlıymış, tüh!

Dil olmayinca cok zor yalniz insanlara hayat, bunu bir kere daha anladim

Krakow tour golf araciyla sehri boydan boya gectigimdir: turk kizi cenem accayip is gordu, aferin ceneme.

Krakow haritasinin sag alt kosesinden otelime toplu tasimayla donmeyi basardim ya, su hayatta hic birsey beni yildiramaz.

Post office 11de aciliyor kafalara geel!

Bebisi yerlerde yatip kalkan, bacaklarinin arasindan gecen elinde pis bi hirka tasiyan kadini simdi kakicam az kaldi lan!

Wedding reception fikri guzel de benim annem klostrofobik abii

Kampti madendi gezicem diye acliktan olmesem bari.

Rehber yanina semsiye almis, dilerim havaya kaldirip isaret icindir, yoksa kampin ortasinda acikliktayiz cok net sicariz!

Yan masamda bildigin aidan oturuyor ohanneeees!

Yaz bahcesinde yemek yiyorum, ustume yagmur yagiyor. Saka misin laaan?

noterlerin yerini de ogrendim, isim is evet

[9 Ağustos 2012, Krakow - İstanbul.]

Schindler'in fabrikasinin onundeyim, 5 dakika icerisinde tur baslayacak, ne kadar mutlu oldugum hayal edilemez. Karsimdaki yer buranin kafesi saniyorum, cam duvarlarinda filmden kareler var, spielberg'le liam neeson konusuyor mesela bir tanesinde. Digerinde schindler alman askerleriyle beraber. Bir digerinnde ise isci kadinlarla schindler fabrikanin onunde fotograf cektiriyor. Hayalle gercek arasinda, gercege daha yakin bir yer burasi. Onumdeki kocaman el arabasinda paslanmis metaller duruyor, levhalardan amaci bilinmez halkalara kadar, kap kacak hersey var. Iceri giriyorum su an. [...]

Efendim fabrikanin icinde cok gorulmesi gereken vaaaauv dedirten bir sey yok. Daha dogrusu fabrikaya dair birsey yok, kutularda, cam fanuslarda emaye kap kacak goruyorsunuz. Peki bu muzede ne var derseniz olay soyle: isgal altinda krakow muzesi yapilmis burasi. Iceri girdiginiz andan itibaren bir mizansenin icine dusuyorsunuz. Tren peronlari, ghetto'nun duvarlari, ucak sesleri, sinagoglardan yukselen dualar, tel orgulerle cevrilmis alanlar ve cigliklarin yukseldigi hapishane kapisini bir guzel yerlestirmisler. En etkileyici kisim ise insanlarin yazdigi anilari okumak. Bu kisiler arasinda 8 yasindaki Roman Polanski de var ustelik. Bu kismi hizlica gecmek istiyor, gecemiyor, bogazdaki dugumu yutmaya calisiyorsunuz ama nafile. Schindler'le ilgili ayri bir bolum var tabii. Onun esyalari, masasi, o isimlerin yazildigi meshur daktilo hep burada. Duvardaki yazilari okurken su dikkatimi cekti mesela: oscar buraya bir kahraman olmak icin gelmedi, o da herhangi bir girisimciydi. Sonrasinda polonya'da olanlari gorunce isin boyutunu anlayip olabildigince yardim etmeye karar verdi. Bu kisim oyle insan, oyle guzel yazilmisti ki, innsan etkilenmeden edemiyor. Emayeden bardagimi magnet'imi aldim ciktim sayin seyirciler.


Gezinin bu noktasinda bir kampa daha gittim. Ama kamp dedigime bakmayin, ortada hic bir kalinti yok. Bir heykel var kocaman, iki tane ufak mozole gibi yapilmis yapi, hepsi bu. Nazilerin geri cekilirken tum kanitlari ortadan kaldirmak adina herseyi yok ettigine bir kere daha inandim. Oyle garip ki, baba ogul arazi bisikletine binmeye gelen aileler var burada, ucurtma ucuran bir kiz cocugu, bebek arabasiyla gezmeye cikmis bir anne. Doga geri kalan son beton izlerini silerken, sessizligin ortasinda ayri bir cagda bambaska yasamlar suruluyor iste. Anliyorsunuz. Bir zamanlarin yokluk sefalet ve aclik simgesinin yerlerinde, biraz kapaklari, kirik camlar var geceden kalma, aileler var gun isidiginda...


Simdi gunun macerasini anlatiyorum gencler. Allahim bu kamptan cikip basladim yurumeye, hedefim otobus yolculugu. Ama bendeki haritanin otesindeyim. Duragim haritada gorunmuyor, imagine! Neyse efendim, duraktaki kizlarin soyledigi otobuse bindim,n otobus kendini daga bayira banliyolere vurdu. Tren yolunu gorur gormez indim, bir baska duraga gecmeliymisim, ikinci otobus turu! Indim, arkadas kimse ingilizce bilmiyor bu ezik yerde. Cidden, bilmiyor! Mal mal bakiyor suratima (ofkelendim evet) ezik! Neyse, oto tamirciden cikan bey abiyle konustuk tarif etti. Tramvaya bindim, otobus aktarmasi yaptim ve istedigim meydana geldiiim!


Bu meydanda 50 tane sandalye var. Neden? Cunku burasi yahudilerin kamplara yollandigi yer ve yolcu edilen binlerce kisinin varligini bu sekilde hatirlamaya karar vermisler. bir tane de kosede eczane var, yola cikanlar son kez burada tibbi yardim alabilirlemis, hep gizli gizli yurutulurmus bu yardim, onun da binasini gordum. Evet, hepsi bu. Sadece bunu gormek icin geldim buraya. Pisman miyim? Hayir asla! Toplumun hatirlamaya adeta yemin etmis olmasi harika! Auschwitz'i gezerken rehberimiz hep polonya diye bir devletin o zaman varolmadigindan bahsetti. Bizim isimiz degil der gibi, biz izin vermedik, biden kaynakli der gibi. Ne olursa olsun, hatirlamak sart, hatirlamaya karar vermek bile takdir edilesi.


Sonrasindaki yardirmacayi size soyle anlatayim: bu meydanda taksi duraginin oldugu yerde taksi maksi yok. Gecen taksi zaaten yok. 25 dakika sonra sehir merkezinde olmaliyim, post office'den pul alip kartlarimi atmaliyim ki ucagi kacirsam da aticam orasi kesin, sonra da otele yardirmaliyim. Yarebbim arac yok! Derken city tour golf arabalarindan biri koseyi dondu. El kol hareketi filan, durdu cilgin amca. Pazarlik mazarlik yapildi ve once bir post office'e sonra da otele goturmeye anlastik. Post office'de isimi hallettim hemen, cunku kartlarimi teee dun geceden hazirladiydim, ama araca dondum, adam sizin otelin sokagi nerde dedi! Ulen sehir merkezine git sen, ordan tarif edicem diyorum, hop!, yanlis yola girdik. Ama tabii ki de sehrin eskiden krallarin girdigi girisine kadar yuruyup gezdigim yurudugum icin buldum yolu ve kendimi otele cikarttim. Adam yavaslayinca filan atarlandim, hadi ama soforum geliyor diye, ay bir gorseydiniz tam monserligin doruklarindaydim! Indim arabadan, cok tesekkur ettim, adam the boss happy I am happy dedi, gulustuk ve lobiye girdim. The cok tatli sarisin ingilizceyi az cok bilen soforum beni bekliyordu. Muhabbet saka espriler yapildi, krakow'a tekrar gelmem gerektigi konusunda baskilar hissedildi, gulumsenildi ve alana vardim. Simdi valizimi coktan vermis sekilde yanimda bos karton ccay bardagimn cantamda titanic'in yapim asamasiyla ilgili bir kitap (kitapcida buldum havaalanindaki, harika degil miii? Resmen beni buluyor bu gemi, daha ne diyim!) gunceleri tamamliyorum.

Krakow, ben golf arabasinda son turlari yaptigimdan beri yagmur ciseler halde. Bana veda ediyor diyecegim ama veda da sayilmaz bence. Merhabalasiyoruz hepsi o. Bu sehir kalbimi ve hafizami fethetti, vedalasamayiz artik kolay kolay. Ucaga binip donecegim ama bir kismim burada kalacak biliyorum. Kim bilir, belki onu almak icin geri donerim...

[8 Ağustos 2012, Krakow.]

Bugun o gun, birazdan auschwitz birkenau kamplari icin yola cikacagiz.

[...] Striptiz club, oto tamirci, hostel ve malikane gibi 4 bambaska konsepti ayni yol uzerinde yan yana gormek mumkun burada yahu! Bir tek bana garipp gelmis olamaz degil mi? Auschwitz'e dogru yola koyulduk.


Yolda rus bir askerin filme aldigi goruntulerle karisik olan bir belgesel izledik, bittiginde kampin kapisindaydik. Simdi tam hatirlayamasam da adi liberation of auschwitz'di. Belgesele ilgi duyanlar mutlaka edinmeli, cok cok etkileyici testimony'ler var. Gozlerim dolu dolu geldim, kulagimda john williams cinliyor dostlar. Yarin da schindler'cigimin muzesini gormek istiyorum artik..


Kampin kapisindayiz, birazdan tur rehberimizle yola koyulacagiz. Ondan oncce genel krakow bilgisi vereyim. Sabah otelimin wifi'i sagolsun kontrol ettigim hava durumunu iyi ki kontrol etmisim! Dun usuyerek dondugum otelde kafam votkali birali herseyli odada sizdiktan sonra (polish vodka,benim kalbimi kazandin aferim) (bi de icki icmeseydim heralde donardim) simdi gunesli aydinlik herkesin kisa kollu gezdigi, yerlilerin beyaz gomlek sortlariyla arzi endam eyledigi 17 derecelik bir havayla beraberiz! Burayi cidden cok sevdim, sooyle ferah feza gezip aksam saatlerine kadar usumeden ates basmadan yurumek gibisi yok cidden. Ultimate turist yorumumu da patlattiktan sonra, artik beklemeye geciyorum. Yazimin devami kamplar hakkinda olacak ruhum kaldirirsa. [...]


Soylennecek hicbir sey yok... Hayir, daha dogrusu, soyleyecek cok sey var bogazimda dugumlenmis, aralarindan kelime secmem neredeyse imkansiz. Bugun, insanligin oldugu gunlere taniklik ettim. Rehberimiz cok iyi bir rehberdi, kelimelerini ozenle sectigi her halinden belliydi. O yuzden bazen onun kelimelerini kullanacagim size. Auschwitz'e vardigimiz ilk dakikalarda oncelikle polonyalilarin tutuklandigini anlatti. Sonrasinda dalga dalga tutuklanmalarin basladigini, en buyuk dalganin yahudiler oldugunu soyledi. Soylediginne gore bu tutuklamalarin sebebi "for something or nothing" Televizyon programlarinda, belgesellerde, filmlerde gormenin ayri bir etki biraktigi dogrudur. Ama odalara girip 2 ton sac gormek, kirik gozluklere, bebek esyalarina, onlarca dis fircasi tras fircasi ve sac fircasina tanik olmak bambaska... Rehberimiz o binaya girmeden once, burada anlatilacak birsey yok dedi, sadece tanik olabiliriz. Kiyafetleri alinan, asagilanan, oldurulen bu insanlarin doldurdugu kampta gunesin eslik ettigi sessizlikte yurumek oyle garip ki. Omzunun ustunden bakmak istiyor, heryeri cift kat sarmis dikenli ve o zaman elektrik verilen dikenlerin arasinda 70 yil sonrasinda bile gozetlendigini hissediyorsun. Krematoryuuma girdiginde, tepedeki su cikacagi beklenilen deliklere bakip, odanin gaz doldugu anda yasanilan dehseti dusunmek bir yana, bugun, insanlarin bu kadar acidan kurtulmak icin kendilerini elektrikli dikenli tellerin uzerine attigini ogrendim. Kampa getirildiginde 70 kilo olan bir kadinin, 25 kilo halini gordum. Bugun, standing cells dedikleri hucrelerde, dort kisinin ayni anda kaldigini, genelde boguldugunu dinlerken bir yandan gozlerim pencere aradi. On bes dakikalik hapishane bodrum kati turunda nefesim daraldi, kendimi disariya zor attim. Anladim ki iceriye girdigimizde duvardaki alevin uzerindeki carpi isareti, anma mumlarini anlatmaya calisiyormus. Oyle cok yer var ki anma duzenlenebilecek, sadece guvenlik acisindan sakincali olanlar isaretlenmis. Tur bittiginde mutsuz, umutsuzdum dogrusu. Derken, Birkenau'ya geldik...


Hayatimda boyle birsey gorecegimi asla dusunmemistim. Dusunememisim. Hafsalam almadi desem ancak anlatir hissettiklerimi, o da belki. Burasi bir hayalet kent. Kulaginizda binlerce binlerce kisinin ayak sesleri cinliyor. 300 tane binadan geriye 65 tanesi kalmis. Yok olan binalarda bulunan ikiser baca, binalarin yerini isaretliyor adeta bir haritaya igneler saplar gibi. Bu yemyesil, hasmetli agaclarin oldugu yer, ttur rehberleri ve binbir dilin sesiyle cinliyor ama, hicbir ses olum sessizligini bozamiyor. Kamplara geldigimden beri kulagimda cinlayan john williams beni terk etti. Cigliklar desem abarti olur, ama agir agir yuruyen derin derin soluyan insanlari duyuyorum sanki. Platformda inen insanlar iki gruba (kadinlar ve cocuklar ile erkekler) ayrilir, fit to work olanlar bir kenara ayrilirmis. Fit to work insanlarin kaydi tutulmus bir tek. Genelde yuzde 25 30 gibi bir kesim fit to work olurmus. Bu yuzden estimation vverebiliyor, kesin rakamlari soyleyemiyoruz diyor rehber. Bunu okumak, izlemek bu bilgiyi kavramaniza yetecek gibi degil dostlar. Orada gorunce anliyorsunuz. Sayim esnasinda sayim gorevlsiine ozel kulube yapilmasi gibi, gaz odalarinda ne kadar kutu kimyasal kullanilacagini belirlemek icin 700 kisiyi secip oldurmek gibi, insanlari soyunma odasinda soydurup tum esyalarindan, altin dislerinden bile faydalanmak gibi binlerce minik minik minik plandan dogan bu cilgin organizasyon dehset verici. Kampa ilk girisimizde 4 tane krematoryum var diyen, birkac burning pit'ten (ormanda kurulmus yanilmiyorsam) bahseden, gozleri bulutlanip sesi titreyen rehberimizin "can you imagine the smell, not smell but the stench in here?" demesi bosuna degil... Yerlerde, tahtalarin uzerinde, kimi zaman tugladan kimi zaman ahsapp binalar icinde insanlarin yasadigi korkunc zulmun sabrimin sinirina damlattigi son damla tuvaletler oldu. Dedim ya, filmlerde izlemeniz yetmiyormus. Rehberimiz "No privacy no dignity" derken dehumanization process boyle yapildi iste diye cumlesini bitirdi. Size hep imagine diye anlattim, ama hayal etmek mumkun degil, ancak tanik olabiliriz, cok degil 67 yil oldu dedi. O devasal alandan ciktigimizda, yapilan anit mezarda dilimiz olmadigi icin sevindim. Kamplara insan gonderen yerler arasinda topraklarimizin olmamasi yersiz bir gurur verdi bana. Yersiz, cunku bu planli yok etmeye karisip karismamak onemli degil artik gozumde. Gaz odalarinin arka binasinda esi ve cocuklariyla yasayan generaller tarih hocamin bir zamanlar dedigi gibi belki de benim komsum gibi insanlar. Dehsete dustum. Son sozum ise soyle olacak: bazi tanidiklarim var. Hitler ve nazi almanyasini asla tasvip etmiyorlar. Ama hitler'in bu derece organize bir mekanizma kurmasina hayranlar. Hayran derken yanlis anlasilmasin, yapilan buyuk katliamin yillarca surmesi, insanlara kendi mezarlarini kazdiracak kadar buyuk yapilan plandan bahsediyorum. Bu planin yapilmasindan degil, yapilabilmis olmasindan. Su kadarini soyleyeyim. Burada, hayran olunacak hiccbir sey yok. Yok. Yok. Yok... Insanligin sonu burasi. Bilinen dunyanin tipki bir tepsi gibi sona erdigi, oluk oluk selaleden bosluga aktigi bir yer. Doganin yavas yavas ele gecirdigi, yenilmis gibi gorunen, ama sinsice insanin icine isleyen bir korku diyari. Burada, hic birsey takdir edilemez. Hayran olunamaz. Sadece unutulmaya calisilir. Unutulamaz. Unutulmamali cunku. Burasi, Auschwitz ve Birkenau. Avrupa medeniyetinin ortasinda, insanligin sona erdigi yer.


Gun bitmedi, daha bir gezi daha var katildigim. Ama bir onceki paragraftan nasil ayirayim bilmiyorum. Gecis yapmak imkansiz gozumde. O yuzden birkac satir araligina katlanacak bu yaziyi okuyan gozler.














Gunun geri kalanina bir tur daha sigdirdim evet. Otele gelip esyalari odama birakip, ayagimin tozuyla bir de tuz madenine gittim. Ay yarebbim 380 basamak indik ilk seviye icin. Evet bodoslama daldim mevzuya ama burasi cok guzel olmakla birlikte uzun uzadiya anlatilacak biryer degil kamplar gibi. Efendim bilimum tuz cikarmaydi, tuzu aktarmaydi yonetmlerini gorduk. Madende atlar bile calisir, geceleri madende yatarlarmis. Ilginc olan yer gok heryerin tuz olmasi! Duvarlar gri tuzla kapli, bazen yerini kristal beyaz tuza birakiyor. Ahsap destekler kalsiyum beyazina boyanmis ki aleve dayanikli olsun. Hava bence mentol kokuyordu, rehberimizin dedigine gore hava tum madende ventile ediliyormus, dolayisiyla farkli odalara giren hava herkese farkli kokarmis. Nasil kokarsa koksun, hava cok faydali bu madende. 100 saat cekersen, bogaz ve cigerdeki tum bakteriyi temizlermis o derece! 3. Seviyede hala senatoryum barindiracak kadar temiz! Aa hersey bir kenara esas bisiyler katedralinden bahsetmeli. Ay yarebbim hersey bembeyaz burda! Avizelerden yerlere, duvardaki kabartmalara zaten hersey tuz tuz tuz! Burasi oyle guzel ki fotograf cekmek icin para karsiligi bir sticker aliyorsun! Tabii bir suru heykel var amator madenciler tarafindan yapilmis, ama kilise bir sahane! Neyse efendim, 138 metreden 50 saniyede yukari ciktik asansorle, bu turun da sonuna geldik. Overall, ilk seviyeye 27 kat, her kat 14 basamak olarak  380, ikinci seviyeye 180 ve totalde 800 basamak yuruduk. 9 seviye varmis ve maden isliyormus (hala, yuhh!) ama oralara inmiyor tabii turist yolu. Magnet'lar bilmemneleri aldim dondum valla. Otele inip biraz yorgun bacaklari dinlendirdikten sonra, su an oturdugum yere geldim: hard rock krakow. Yemegimi yedim, icckimi ictim, istikamet dun gece sizip kacirdigim barlar sokagi. Devami sonra gelecek bu yazinin. Yarin ise schindler'in fabrikasi maceramiz var, haydi hayirlisi.


[...] Barlar sokagina gittim elbet. (yazar bu noktada eksik kısımları bilgisayarda istanbul semalarında tamamlamaya başlar) bible'ımda yazan iki hot spot'ı gördüm. ilki malesef eski çekiciliğinde değildi, adı mı değişti işletmecisi mi bilinmez, hiiiç güvenmedim mekana ortamları terk ettim. ikinci minnoş yer ise ciddi ciddi barlar sokağındaydı. ama öyle bir barlar sokağı hayal edin ki, kafeler sokağı aslında. ama gelen kitle yemeği çoktan halletmiş sadece içki içiyor, masalarda menüler boşu boşuna bekliyor kihkih. tram bar'a girdim. karşısı daha doluydu ne yalan söyliyim. ama bu bar tramway haritalarından mı, kuytudaki arka bahçesinden mi yok sa bana singer kafey, hatırlatan koltuklardan mı bilinmez daha güzel geldi gözlerime. bir süre burada içkimi yudumladıktan sonra turistik alışverişlere devam edip (kart magnet anahtarlık gibi bilimm şeyler) otele döndüm. lobby'de uzunca bir süre oturup kart yazdım aklımda hiçbir plan olmaksızın. odamın iki yan komşusu olan odadaki fikirsiz kızlar resepsiyoniste arkadaşlarını sordular. kız odadan çıkmış, kaybolmuş filan. çıplak ayak garbanska sokağında (otelimizin sokağı evet) kızı aradılar. sonra vazgeçip odaya döndüler. sonra aradıkları kız geldi. onları arıyormuş. benim anladığım şudur ki aranılan kız ayık olan, arayan gevşek kızlar esas bir milyon. lobby'de gülüştük, resepsiyonist çocuk gençlik işte ehi ehi tadında bir espri yaptı, köşede oturan Luis (ya da ispanyolcada nasıl yazılıyorsa artıkın) de ortaya bir laf attı, sohbet başladı. havadan sudan derken şu kadarını söyliyeyim, böyle güzel insanlarla dolu bu şehirden dönerken kalbimi burda bırakıyorum. kıps kıps diye hüzünlendiğimdir. neyse efendim, odaya döndüğümde saat kaçtı bilmiyorum. ama yorgunluk ve mutlulukla kendimi bıraktığım yatağımda sabah altıda gözlerimi açıp pijamalarıma geçtim ve ertesi güne doğru olan 3 saatte de uykuyu seçtim.

[7 Ağustos 2012, İstanbul - Krakow.]

Bir onceki gunu (pazartesi oluyor kendisi) dost muhabbbetiyle kapattiktan sonra, eve gelip son hazirliklar telasi basladi. Iste krakow hikayeme tam bu noktadan baslamak dogru olacak, ccunku it's been one hell of a quick run all day. Gece yattigimda saat biri geciyordu ve ben o esnada her ne kadar uyanabilecegimi bilsem de, uykusuzlugumun huysuzlugu ve sicak havanin etkisiyle huzursuz bir uykuya daldim. Sabah ucte alarm calmaya basladi ve uc yirmide kalktiktan ssonra cantalarimi alip yola koyuldum. Havaalanina dogru yardirirken sahil yolu koprulerinin kapatilmis olmasi gercegi ve joyturk'un sabah sacmalamalarina ragmen havaalanina icim kipir kipir vardim. Kontroller pasaport duty free'de bakinarak zaman oldurme cabalarindan sonra en sonunda mutfaklar acildi ve kahvaltiya oturdum. Hayat bana guzel be yaa derken daha da guzellestiren birsey oldu, ayri paragraf acmak sart.

Soz ucar, yazi kalirmis diyorlar. En guzeli ses galiba. Otelerden gelip bir kere seni buldu mu cinladikca cinliyor kulaklarinda. Insannoglu seslerin muziklerin onemini pek kavrayamiyor onlari kaybetmeden ama, tamamen kaybetmek korkunc olsa da, eksik kalmasi daha da korkunc. Hayal edebildiginiz tum korku, ask, macera filmlerinden muzigi cikarin bir... Neler oldu? Nasil bir his? Eksik kaldi mi atamadiginiz ciglik, dokemediginiz gozyasi? Garip bir huzursuzluk kapladi mi bunyeyi? Iste insan izledigi filmlerin basina bunlarin geldigini dusununce, sevdigi kisilerin seslerini ozlemenin ne menem birsey oldugunu tanimlayabiliyor aklinda. Bu sefer icinizi kaplayan eksiklik duygusu yok, hayir, ama ses size ulastiginda muthis bir tamamlanmislik hissi geliyor sanki. Yazilari okurken kulakta cinlayan ses hop diye oturuveriyor bas kosedeki koltuguna. Hele de o sesin keyfi yerindeyse, o la la diyecegim, zira cumlelerden cok nidalar anlatir hissedilen sevinci en guzel! Iste bu sabah tam da bes bucuk sularinda cook uzaklardan bir ses geldi beni buldu dostlar. Dilerim sizi de bulur ozlediginiz sesler.


Devam ediyorum krakow gunluklerine. Efendim aktarmali geliyorum ben buraya biraz daha erken varmak icin. Ama bu aktarma beni cok baydi itiraf edeyim. Havaalaninin yabanciligi (yabancci ulke olmasindan degil hayir, yasanabilen bir alan olmayisi beni yabanci demeye iten, terminal'deki very dear tom hanks nasil yasamis pes dogrusu) istanbulda yerlerde sersefil yatan insanlarin goruntuleriyle kaynasti hiic haz etmedim. Ustelik bu sefer cidden dil bilgim yoktu. Tamam, herkes ingilizce biliyor ama, karsindaki tabelaya baktiginda gordugun harfler silsilesi cok yabanci! Isppanyadan da yabanci! En azindan orda hemen cozduk dili, burada yok, imkansiz. Neyse efendim ucak yolculuklari da bitti, indim krakowa. Tum yolculuk uyudugumdan bilgi agaclarin gecemiyorum hic. Krakowda cok sevgili tur sirketimin ayarladigi ozel soforum beni aldi ve biz yola koyulduk. Agaclarin, ormanlarin arasindan banliyo mahallelerine bakarak ilerledi yol. Ne guzel bir hayat o. Oyle yarebbim, cok ozendim ne yalan soyliyim. Evlerin uzerinden huzur akiyor sapir sapir. Ufak ayrinti: yola ciktigimiz an sofor bey radyoyu acti, chris isaak, wicked game ile gozlerimi actim krakow'a, haydi hayirlisi. Motelime vardim, gayet guzel hersey, esyalarimi ayarladim toparladim, cantami aldim ciktim. Bu yaziyi su an, saat basinda calmasini bekledigim hejnal esliginde yaziyorum. Efsaneye gore sehre gelen mogollar icin uyari amaciyla calinan bu ezgi yarim kalmis ccalan adamcagiz oldurulunce. Burda hala herr saat basi 4 kere caliyorlar, dort ana yon icin. An itibariyle kalkiyorum, devamini aksama tamamlar, yarin icin ayarladigim cilgin iki turun heyecanini da yazarim hem. [...] Biraktigim yerden aynen devam ediyorum. Butun gun tabana kuvvet temali yuruyusler gerceklestirdim efendim. Old town dedikleri bolgedeki tum binalarin onunden gectim icine girdim. Uzun boylu bir muze atraksiyonuna girmesem de bana yetti bu kadari dogrusu. Hizimi alamayip wawel'e bile ciktim. Burasi kale, katedral, bahce ne arasan buldugun seylerin oldugu bir tepe aslinda. Ciktigin zaman gercekten krakow ayaginin altinda oluyor ve ustelik monarsiler hukum surerken insanin ne kadar kuccuk hissettigi yuzune carpiyor srak diye. En eglenceli kisim Dragon's Den kismiydi. Efsaneye gore buralarda bir ejderha yasarmis, kral da onu oldurene kizini vaat etmis. Bissuru gencler olmus bu yolda ama biri akilli cikip, ejderhaya sulfur dolu bisiyler yutturmus. Ejderha susayinca icince sulari icindeki sulfure bisiyler olmus, gaz sismis sismis ve en sonunda patlamis, and they lived happily ever after diyor krakow kitabim. Iste bu meshur ejderhanin tutuldugu rivayet edilen ine girdim bugun. Baya bir merdiven iniyorsun once. Hava soguyor, usuyorsun o derece. Indigim mekanin fotograflarini cektim cekmesine, ama tek kelimeyle de anlatmayi bir borc bilirim: merlin. Bildigin john hurt'cugumun seslendirdigi ejderhanin ini. Tabi oyle yuksek zincirli mincirli degil de doku ayni inanamadim! Cikisinda bi heykel yapmislar arasira agzindan alev puskurtuyor, onu da fotografladim turistligime doymiyim. Sonrasinda nature taxi konseptinde bir bisikletli cocukla anlastim (daha yeni liseyi bitirmismis, bos durmamak icin yapiyorum bi sure de devam edicem dedi haydi hayirlisi) beni kazimierz'e goturdu. Burasi krakow'un yahudi district'i oluyormus efendim. Bilimum sinagoglar ve eski yeni mezarliklarda durduk durmasina, naziler diger heryeri yiktigi icin geride kalan en buyuk sinagogu gordum, sasiriyor insan, ufakti malesef, uzuldum yeniden. Neyse, yarin nereye gidecegimi anlatacagim, o yuzden bu bolgeyi kisaca gectigimi, gelmeye pek niyetim de olmadigini ama tek bir cafe icin geldigimi soylemem ayipp sayilmaz. Ben buraya krakow kitabimda (ispanya gezisinde adini koydugumuz sekliyle bible'da) okudugum bir cafede oturup birseyler icmek icin geldim, su an bu yazilari tam da bu kafeden yaziyorum. Barmen ozel bir ickimiz yok ama klasik polish beer bu var dedigi soguk biram masada, ayaklarimi uzattim, yanimda haritalar. Burasi, Singer Cafe. Her masanin ustunde bir dikis makinasi duruyor, her masa dikis masasi. Altinda pedal, demirlerin dize gelen hizasinda singer yaziyor. Anneannemin dikis masasini kiyamayip antika bir masa olarak kullanan annemin bir ileri boyutu burasi. Ayagimi bastigim yer Singer'le dolu. Anneannem dolu... Gorse delirirdi, aaa bunlar deli olmus diye, ben de kihkih gulerdim ama iyi olmus diye. Iste, garip bir duygu bu. Paris'ten ve Italya'nin bilimum sehirlerinden ona getirdigim yuksukler simdi gift shop'larda ignelerin bana batmasini engelleyemiyor malesef. Elim almak icin gidiyor da, annemin toplayipp eve getirdigi o yuksukler artik anlamini yitirdi gibi. Ispanya'da, krakow'da canim aciyor dusununce. Neyse, uzulmemeli simdi. Anlayacaginiz, Singer'de hem mutlu hem buruk ama accayip ozgurum. Aksama dogru sehir merkezinde yemek yiyip belki bir gece kacamagi yapma pplanim var ama cark edecegimi dusunuyorum. Cunku yarin sabah erkenden, auschwitz-birkenau kamplarina gidecegim, kacirmam soz konusu olmadigi gibi, gune yorgun baslamak da istemiyorum. Oyle heyecanliyim ki diye cumleye baslamak istesem de elim ayagim titriyor dusundukce. Izledigim, okudugum onca hikayenin korkunc basrolleriyle tanisacagim yarin, kanim donuyor. Sonrasinda bir tuz madeni gezisi de var ama, dogrusunu soylemek gerekirse hic gozumde degil, ne kadar etkileyici olsa da solda sifira mahkum gibi bir his var icimde, hayirlisi. Persembe gunune schindler'in fabrikasini planladim ama yazamayacak kadar heyecanliyim cidden. Biraz once spielberg'in filmi cekerken kaldigi oteli bile ogrendim, bakalim o kismi persembeye yazarim. Simdi vakit hareket vaktidir. Eski ve geleneksel jewish food court'u gorup, old town'a donecegim. Aksamin havadisleri yatmadan once veya yarinki otobus yolculuguna. [...]

Efendim dun odaya donarak donup, biraz dinlenip disari cikmak dusuncesi ile dondum. Ama valla sizmisim yea! Gece ucte uyanip, maillerime kavusup, cevaplarimi yazdim ve beklenen turumu kacirmadigimi gormenin mutluluguyla yattim yeniden saat dort gibi. Sabah 8.15te uyanip, bucukta kahvaltiya indim. Devami oteki yazida artik.

06 Ağustos 2012

[The Constant Gardener: Love. At any cost.]

bu sonuncu olsun deyip kayıtlardan birini yayınlıyorum ama hemen ardından bir başka yazı hafızamda canlanıveriyor. [Bu taslağı uzun süre önce kaydetmiştim. Tamamlama vakti geldi zannımca. Şaka şaka, ancak denk getiriyorum, o yüzden böyle geciktirdim.]

Justin ve Tessa'nın hikayesi bu aslında. The Constant Gardener filminin verdiği ilhamla yazacağım desem yalan olsa da, o filmin tagline'ı beni bunlara yazmaya sevk etti. İngiliz hükümet yetkilisi Justin Afrika'da eşi Tessa ile birlikte yaşamaktadır. Tessa'nın ölüm haberi Justin'e Londra'da ulaşır. Eşinin ayak izlerini takip eden Justin, Tessa'nın Afrika'daki insanlar üzerinde ilaç şirketlerinin kurduğu baskı ve deney mekanizmasını keşfettiğini anladığında artık geri dönemeyecek kadar girmiştir bu işin içine. Biz gün be gün Tessa'nın büyüyen hamile göbeğini izlerken, bir yandan da cipinin bulunduğu çorak topraklara tanık oluruz. Onun ölümünün Justin'i nasıl değiştirdiğini, nasıl dağladığını gözlerimiz dolu dolu izlerken, kendimizi herşeyden habersiz muhtaç insanlara ağlarken buluruz. İşte bu filmin konusu böyle, dilerim herkes izler. Çünkü çok başka, çok güzel, çok özel bir film. Ralph Fiennes (Hello ingiliz hasta) ve Rachel Weisz muhteşemler. Müzikler muhteşem. Çekimler rüya gibi. Görün mutlaka daha ne diyeyim. 

Benim yazmak istediğim başka. Bu filmin tagline'ı "Love. At any cost." olarak yazılmış. Gerçekten de filme uyuyor, spoiler vermek istemiyorum. ama afrika'da olanlarla ilgili bu film, beni öyle bir yerden yakaladı ki, tahmin etmezdim izlerken. Hani boğazda otururken irili ufaklı dalgalar sahile vurur da, dalga çırpıntısı sahile vurdu deriz. bu sözler, kalp çırpıntısı yaptı bende, kalbime vurdu her harfi. ne güzel vurdu öyle, anlatmak mümkün değil. ama insan üstü yarı kapalı birşey söylediğinde, karşısındaki anlarsa garip bir haz duyar ya, işte o hazzı harf harf, cümle cümle yaşattı bana.

bu film nerden geldi aklıma hatırlayamıyorum. birşey yazarken geldiydi de, tam bağlantıyı kuramadım. ama olsun. taslaklarda duracağına yazdıklarımdan olsun.

[Boğaz Kıyıları Üzerine.]

Kulagimda falling leaves'den atesle suyun askina kadar uzanan bir repertuar, gelibolu uzerinden istanbula donuyorum. [...] an itibariyle evdeyim. o an aklımdan geçenleri burada kağıda dökmek istedim tam da şu an. 

gelibolu üzerinden istanbul'a dönmek için malum, çanakkale boğazını geçmeniz gerekiyor. bunu da biz yıllardır arabalı vapurlarla yaparız. sanıyorum 2 yıl önce yenilenen bu vapurlar artık 25 dakikada karşı iskeleye varıyor, sizi sallamıyor ve kamyon bindiği zaman zangır zangır ötmüyor. yeniliklerin getirdiği bu birkaç güzel özelliğin dışında ise vapur her zamanki gibi çok güzel. boğazın rüzgarını saçlarınıza alıp sonsuz olmasa da deriiin bir maviliğe bakarak yolculuk ediyorsunuz. sağ tarafımda yıllardır her yaz geldiğim o çok sevgili belde, sol tarafımda tepesinde pervanelerin döndüğü gelibolu. gün batımı saatiyse turuncu bir gökyüzü, sabahsa aydınlık bir deniz, akşamsa ışık ışık bir gece yarısı. vapur yolculuğu her zaman güzel. çocukluğumun ordu evi gezmeleri dönüşü lodoa tutulma telaşı, üstümüzden aşağı boşalan denizin çılgın dalgaları hatıralarımda canlanıyor. üstelik korku hissiyle değil, müthiş bir mutlulukla peydahlanıyor içime. birşey olursa atlar yüzeriz güveni hala duruyor onu bıraktığım yerde. ancak bugün düşündüm de, bu vapur yolculuğunu sevmemin tek nedeni bu hatıralar olamaz. bir yandan da yaşamadıklarım güzel kılıyor bu yolculuğu.

kıyıda uzanıversem tutacağım yerde evinin olduğunu bilmenin sonsuz huzuru sarıp sarmalıyor beni. o kıyılar ki, hiç bir zaman vedalara sahne olmamış, o kıyılar ki hep "çayı koyun geldik" nidalarıyla yankılanmış. tek başına yolculuklara dahi tanık olmamış, bir kısmını geride bırakırken, diğer kısmınla beraber yola çıktığın kıyılar. an gelip de gözyaşlarıma tanık olan kıyılar evet. o acı günde, gözyaşı kalmamış gözlerim saatte cenazeye yetiştiğim kıyı karşı taraf. ama aynı zamanda bayramda sürpriz yapıp yollara düştüğümüz, karşıya geçince vardık artık dediğimiz kıyı orası. ne mutlu ki, en mutlu anılarla kaplı kıyılar, en mutlu anlara kahkahalara tanıklık eden dalgalar, hep kavuşmayı müjdelediğini hayal ettiğim vapurun düdüğü. dedim ya, gemileri sevmem boşuna değil, onlar hiç bir vedaya sahne olmadı benim hayatımda.

yalnız ayten alpman'ı dinlemek artık çok zor, orası ayrı...

[İspanya twitleri düşsün ortamlara efendim.]


Efendim olabildiğince yazıp not aldıklarım bunlar oluyor, en yenileri ilk başlarda kronolojik sırada. Şimdi okurken bile gül gül öldüm, tadından yenmez, gülün eğlenin dostlar.
 
Diana yollara dokuldu!

E'nin ustune saga sola sapka koyuyolar ondan biraktim


En iyisi anne kiz paketi


Ruj ne demek nereye suruluyor


Ingilizce guzel konusuyorsunuz, ben ingilizim ondan


Abi koymaa


Gaudi'ye benzedi


Anasi zor makarna buluyo kiz hala glutensiz makarna tukettiyo


39 tane brosur alir evin muhtelif yerlerine dagitirim


Keske balo kiyafetimi getirseydim bugun titanic'e gidicem


Baska dilde konnusurken neden bize yol soruyor


Ortadogu anadolu turkuleri, muzeyyen senar yapicez


Reina top atar


Iki oldu yeni acildi memleket hey allahim yaaa


Ekmek kuran carpsin ki kar elde etmiyoruz


Sonra yarim saatte bir cise dururuz artik.

Nerdeler

Bi seni bi ziraat bankasini


Poti kare denir


Toledo benim icin ekoseli


Yemin ederim toledo'yu hatirlamiyorum


21. Yuzyil cingenelerini yasiyoruz


Kapi kapi gezdigimiz icin bohcaci kari gibi


Ay mikrobiziiiiiim


Damardan vericiiz bir gun


Sightseeing'imiz 15 dakka yemek 3 saat


Taksilerde pavlovun kopegine dondum lan


Costa de sol'e gelicez, deniz'e de mail aticez malaga'da seni andik diye


And also credit card [eliyle hareket stayla]


Reisogluyla askimiz o zaman basladi


Scim scan yaptik


Oguzman ayagina dusmus


Aq picasso dag basinda oturuyormus


Ben neden flort yasimi buyutemiyorumm?


Pica collo icelim mi


Dond estas'I annlamadi yalniz bu taksici


Sicrar.


Ben galiba yaptim kii


Cisim var [slakkadanank] go ahead!


Tissuymus, tissue deyince neden anlamiyorlar, angut bunlar.


Yasiyor adamlar kardes


Burak'im! [Tak tak]


Ne ya benim tereyagim


Ikinci pipeti alabilir miyiiim?


Piña colada cok iyiymis yalniz


Post office var mi yakin bi yerde, hani sari olan??


Ateslendim, dondurma yalamak istiyorum su an!


Cikar telefonu cikar telefonuuu


Donis mujen ve biz!


Allah bunlara goya moya vermis ekmegini yiyolar, yoksa tembel bunlar anacim


Gaudi yaptigi esere bakmak icin geri geri yururken tramvay carpis olmus!


Ayol kadin karadul gibi geziniyor ortalarda


Bildigimiz cin bu be


Bey devesi!


Donis kim yaa


Sevilla otobusunde titanic sergisi reklami gordum lan! Barcelona, kosarak gelliyorum sana


Cis bank


Anam oguzman getireydik 15 dakkada uyuyakalirdin!


Ozgur willy olmus mu?

01 Ağustos 2012

[29 Temmuz 2012, Toulouse - İstanbul.]

Gözlerimi açtığımda sınırı geçmiştik bugün, saat dokuz sularıydı. ama kanıma sangria'yla, endülüs'le ve hola'larla karışan ruh, hala ispanya'daydı. kasada söze bon jour diye başlaıp çıkarken gracias demem uyku mahmurluğu değil, bu yüzdendir evet. ama yine de fransız sularına girmenin bende yarattığı huzur ve mutluluğun tarifi yok galiba. anlayabildiğin dil, anlayabildiğin yüz ifadeleri, dergi kapakları... yok yok, açıklama değil bu. sanıyorum koca bir ülkeye tek sebepten olayı sevgi besleyebiliyorum ben. fransa edith piaf'tır. edith piaf harikadır. fransa harikadır tadındaki aristo mantığıma biri dur demesin! çünkü ne olursa olsun durduramıyorum heyoooo. tabii edith'le de sınırlı değil, victor hugo, esmeralda, cafe de la paix, rue saint honoré, louvre rivoli gibi bilimum mantıklar kurma potansiyelim var.

neyse efendim bir süre sonra havaalanına geldik binbir şaka espriyle. gruptan son dakika bombaları patladı, b'ciğim uykusuzlukla en sonunda susun len sabah 6 tadında yorumlar yaptı, niğdeli abi oh be en sonunda biri söyledi dedi filan, çok hoştu. hele de o fransız benzincide durduğumuzda "aaaaa resmen fransa'dayız baksanıza, burada koltuk masa yok, stand usulü" deyince dizlerimin üstüne çökp güldüm itiraf ediyorum. uykusuzluk, sen ne esprilere kadirsin!

havaalanı faslını anlatmıyorum. ama şu kadarını söyliyim, tabii ki medeniyetin beşiği fransa'nın minnoş havaalanında bile ok exclusive buldum! uçağın yarısında fosur fosur uyusam da diğer yarısında tüm havadisleri aldım. newsweek elizabeth'in 60. yıl özel kutlamaları sayısını ise uçağa binmeden keyifle okudum. istanbul'a vardığımızda daha uçaltan inmeden saatler kontrol edildi ve trafik var mıdır soruları başladı. istanbul'un saçma gerginliği bünyeleri sardı. önümüzde oturan "üç bacılar" (grubumuzda insanların nickname'i var evet çok sempatiğiz youuuuv) aman rahat olun çocuklar en iyisi olur inşallah dedi. indik, son paramı daiquiris ve pina coloda'ya verdim ve taksiye binip evin yolunu tuttum.

ispanya macerası burada bitiyor dostlar. daha niceleri dileğiyle demek istiyorum ama sevgili b bambaşka bir cümle söylediydi, en güzel dileğin o olduğuna karar verdim onu yazacağım.

tatil yapacak bol zamanımızın olabilmesi dileğiyle...

[28 Temmuz 2012, Barcelona.]

Bugun oglenlere kadar uyuyup miskinlik yaptiktan sonra gozlerimizi parc guell'de actik. Gaudi'ye omru boyunca destek veren sehrin en zengini guell ailesi kendi aileleri icin bu parki tasarlattirmis gaudi bey'e. Gercekten de cok cok guzel bir yer. Sicaga ve inanilmaz kalabaliga ragmen sutunlara, tepedeki bilimum mozagiye, gozunun alabildigine barcelona manzarasina ve parkin girisinin iki yanini sarmis iki binaya surekli bakasin geliyor. Hatta o kadar ki en tepedeki dunyanin eeeen uzun kaldirimi zayif kaliyor desem yeridir. Neyse efendim burayi gordukten sonra sehir merkezine indik. la rambla diye bir caddesi var buranın [dikkat: bilgisayarda tamamlamaya başladım gezi notlarını, hemen harflerde bir düzeltme olmuştur fark edenler için.] tabiri caizse buranın şanzelize'si. evet, arnavutköy'de demirli bu tekneye de referans vermeden edemiyciim. ne diyordum, la rambla buranın champs elysées'si oluyormuş. ama bence daha güzeldi. hani paris'in o muhteşem caddesinin araç trafiğini azaltın, ortayı ful yaya yolu ve kiosque yapın, bir de ressamlar ve biblocular magnetçılar tadında onlarca minik dükkan ekleyin. işte la rambla beni benden aldı böylece. tam bir alışveriş cenneti olmasıyla değil hayır, pina colada'lı, karpuzlu dondurmasıyla, minik cafe de l'opera'sıyla (her gittiğim dünya şehrinde de bir kafe ediniyorum efendim evet.) opera binasının vitrinindeki minik dürbünlerle veeee cadde sonuna geldiğinizde sizi karşılayan "kordon boyu" ile bayıldım ben buraya. zaten bir öncek gün titanic'i ziyaret ettiğim museo maritim'e de bu caddeden inmiştim, ay amaaan, otomatikman sevdim ben burayı zorla değil ya! sonra efendim başladı benim deniz sevdam. ne mi yaptım? akvaryuma indim. indim demiyeyim, göç ettim. koça bir marinayı geçtim, köprüler bitirdim. resmen uzakmşış ama pes etmedim. fotoğraf çeke çeke, martılarla bakışa bakışa, teleferiklere bakıp hayret ede ede (ulen yükseklik korkum var galiba benim) güneşin kontur geçtiği şehrin silüetine hayran olarak ilerledim. akvaryum da ekstrem bir şey yoktu işin doğrusu. ama devasal akvaryumun camekanı altında durup, ayağımın altındaki bantın kaymasıyla balıkları izlerken karşımdan geçen devasal köpekbalığı beni tam anlamıyla benden aldı! eğer yanımdan geçerken şöyle bir kafasını çevirip bana baksaydı, cidden oracıkta bayılırdım, anladım, en derinden hissettim bunu. meğersem onların ömrü boyunca dişleri çıkar, olgunlaştıkça dışa doğru bir akordeon gibi açılır uzarmış. şu an a chill coming down my spine'ı hissedebiliyorum evet. neyse efendim bilimum vatoza köpekbalığına hayran hayran bakıp spielberg'ciğimin kulaklarını çınlattıktan sonra geldim minik timeline kısmına. bir dakika buraya gelmeden diğer yaratıkları da anlatayim: ahtapotlar. allahım siz ne çirkin şeylersiniz yeaa? gerçekten yemeyeceğim bir daha. vıcık vıcık sularda süzülmenizi görmesem iyiydi. sevgili clownfish a.k.a nemo, seni de gördüm ya digiturk dışında bir yerde, ölsem de gam yemem. hatta nemo diye çığlık attığım an yanımdaki adamın bana dönüp "I guess you've finally found it" demesi unutulmayan anlar arasında üst sıraları zorladı. keşke daha genç olsaydın bey abi. göç eder kalırdım ispanya'da bu minnoş esprinin üzerine, aah ah. aaa bir de bak not almışım,cuttlefish mevzusunu. bir önceki akşam yediğimizden bahsettiğim minnoş şey cuttlefish'miş. şimdi sözlüğe baktım, mürekkep balığı oluyormuş kendisi. valla çok pişman oldum çok tatlı yaratıklarmış güplettik valla. artık affola. neyse efendim geliyorum timeline kısmına. burada denizaltındaki eşifler tarihçesi gibi bir köşe yapmılar. titanic'i bulan alvin ve snoop dog (yanlış hatırlamıyorsam buydu adı) adlı minik robotun resmi bile vardı. beheeey, titanic heryerde karşıma çıkıyor! tabii ki de binlerce fotoğrafını çektim. neyse çıktım akvaryumdan, dostlarla haberleştim ve karnımda müthiş bir ağrıyla (metafor değil yahu, cidden ağrı) turistliğimizin doruğu olan hardrock'a geldik. madrid hard rock'ta alamadığım tadı burada sevgili joe perry'nin gitarını görünce sanıyorum bir saniyede aldım. öyle bir yemek yedik ki aman yarebbim, gece boyu yiyemedik zaten. (ben arada bir ağrı kesici yuvarladım btw oooh). sonra kalktık oradan ve elimiz kolumuz poşetlerle dolu olunca b ile otele geçtik, a'cığım bizi orada bekledi. otel dönüşü, barcelona ve ispanya'daki son gecemizin son dakikalarına girdik efendim.

önce çıılgın bir shot bar'a girdi ekip, ben de girdim ama o kadar sıcaktı ki duramadım itiraf ediyorum. zaten ağrı kesicilenmiş, güzelleşmiş kafam bir de alkol alsaydı sanıyorum ispanya'da toprak olurdum. sonra oradan çıkıp en meşhur meşhur meşhur bilmemne caddesine gittik. bildiğimiz barlar sokağı. hakikaten de güzel bir yerdi hakkını yememek lazım, ispanyollar eğlenmeyi biliyor tezim bir kere daha ispatlandı. birkaç yere uğradıktan sonra bir şarap evinde mola verdik, sahibiyle muhabbete başladık. aman ingilizmiş bu abla. ingilizce konuşan birini bulabilmenin garip sevinci muhabbete oturduk, şarap dedikodularını aldık. sonrasında ise tam şu cümleleri not almışım:

"Bir sarap evindeyim. Tam karsimda kapi, kapinin disinda iki dost, icerde bir masada kadehler, sampanya sisesi garsonun elinde, katedral meydaninda sakalasiyoruz. Arkada kapanan barlarin kepenk sesleri var, uzaktan gelen kahkahalar ve karisan onlarca dunya dili, barcelona'ya veda ediyoruz."

otele döndüğümüzde valizleri toparladık -gerçi topluydu ya, yine de son uykuya yatmak istemedik sanıyorum- ve son bir saatlik uykuya yattık. saat altıda tekerlek döndü ve barcelona'ya gün doğumunun hemen sonrasında bir otobüs penceresinden son kez bakıp uykunun kollarına attım kendimi.