16 Nisan 2012

[Iris Murdoch: Self-reflection on memories.]

herşeyden önce bir oyuna özellikle yer vermek istiyorum burada. geçen haftasonu gittim, çok ama çok etkilendim. adı sonbahar'ı beklerken. hani bazı oyunlar vardır, oyuncular için gidersiniz, bazıları vardır, o kadar meşhurdur ki bin kere de okumuş olsanız, sadece o oyun için gidersiniz. işte bu oyun benim için iki kategoriye bile en üst sıradan girdi. şöyle ki oyun iris murdoch'ı anlatıyordu. iris çok meşhur bir yazar, alzheimer oluyor. yavaş yavaş kelimeler siliniyor hafızasından. bir deha, eriyip gidiyor. daha da acısı deha erirken vücut öyle sağlıklı ki...işte ben bu hikayeyi film olarak izlemiştim. genç iris'i kate winslet oynuyordu. tabi benim en ilgimi çeken şey bu olmuştu, çünkü kate winslet'ın her filmine bayılırım. ama şimdi baktım da, yaşlı halini judi dench oynuyormuş! john'u da jim broadbent oynuyormuş, ben size zidler diyim siz anlayın, ah satine, kulakların çınlasın. hiç unutamamıştım postacı gelince "elinde mektuplar ve omzunda çantası olan bir adam geldi, sanıyorum ki...postacı bu john" deyişini iris'in. işte efendim bu filmin oyunu çıkınca, daha doğrusu bu hayatın bir de tiyatroda sergilendiğini duyunca sevinçten delirdim. üstelik iris'i çolpan ilhanın oynadığını okuduğumda tavan yaptı o heyecan. annemin dediğine göre aman çolpan zaten hep bir deli kadınları oynardı sinemada. ama ben kendisini pek tanımadığımdan bir gazla gittim oyuna. çok ama çok iyiydi. o boşluğa bakıp çay demesi beni benden aldı. hele de oyunun sonlarına doğru unutmayacağım demesi yıktı geçti. tıpkı bir zamanlar çemberimde gül oya izlerken, sema'nın feriha'yı kucağına alıp "herşyi unutsam da seni unutmayacağım yavrum" demesi gibi. tüketti o sahne beni. öyle bir ürperti geçti ki üstümden, tarifi mümkün değil. görsel hafızam güçlüdür mesela benim, oyuncuları unutmam, bazı replikleri unutmam, afişleri unutmam, gözüm nereden ısırıyorsa bulurum, minik ayrıntıları öğrenip hatırlayarak mutlu olurum. bunlardan birini unutunca ise çok ama çok sinir olurum. kimdi o, neydi o, nerden hatırlıyorum diye. ama bunları unutmayı bir kenara bırakalım, insanın kendi hayatını unutmaya başlaması, temel kelimelerini unutması, aşık olduğu adamı unutması...beni öyle korkuttu ki, tahytaya bile vurdum. öyle zor geldi ki. kabullenemedim. çok zor çok diyerek iç çektim. unutmayacağım sözlerine ağladım ağladım.
oyunun kurgusuna gelince, bence şık bir şekilde oturtmuşlar düzeni. yağmur ve gökgürültüsü sesleriyle birlikte geçmişle günümüz (günümüz dediğime bakmayın, o günü kastediyorum, 96 yılını yani) arasında gidip gelmeler keyifliydi. hele de aynı repliklerin geçmesi, geçmişteki sandıkların içinden dökülen bir çeyiz gibiydi, hem duygulandırdı, hem de garip bir mutluluk verdi açıkçası. bir de şunu söylemek gerekli. genç iris'i begüm birgören oynuyordu. kendisini çeşitli dizilrde çok büyük bir keyifle izlemişliğim vardır açıkçası. güçlü olup, naif duruşuyla gizlemiş karakterleri hep bende şu merakı uyandırmıştı açıkçası: bu kız acaba nasıl bir oyuncu sahnede? en sonunda öğrendim efendim. izlemesi gayet keyifliydi. dönem kıyafetleri kendisine yakışmıi, su gibi sahnede akıp giden bir presence hissedildi. hele de iki iris yanyana oturduğunda, boşluğa bakıp konuşurlarken neredeyse aynı kişiler olup aralarında 40 yıl olduklarına inandım. onun da oyunculuğuna sağlık.
izleyin, izlettirin efendim.

13 Nisan 2012

[Game of Thrones + The Borgias s2e1.]

bu noktada uzun süredir yapamadığım dizi yorumlarıma çılgıncasına bir dönüş yapıciim. öncelikle dün big bang izledim, hayallerimde nimoy'u görmeyi kurarak. sadece sesiyle konuk olduğunu duymuştum ama yine de istiyor insan. onun dışında sheldon her zamanki gibi süperdi, kendisi için izlediğim için yani bi yorumum yok. aaa raj'a gelince, ya bu çocuk da mutlu olsun istiyorum, duygusalım, üstüme gelmeyin diyorum sadece =)

efendim borgias: bence en heyecanlı başlayan dizi buydu. yani bir yarıştır, bir cinayettir, işkencedir herşeyi gördük. hele de lucrezia'nın (aman spartacus'teki lucretia'nın kulakları çınlasın) kaş göz devirip yeni evlilik hakkında yorumları filan baya iyiydi. ayrıca da kendisini pek bi olgunlaşmış gördüm, annelik yakışmış. peki o farnese'ye ne demeli? aman allah ne entrikaymışsın yahu sen? resmen kıza göz koydun, kıskançlıktan onunla işi pişirdin pes. zaten papa cenaplarının dangır dungur kadınlarla sürekli bir ilişki yatak banyo küveti muhabbeti içerisinde olması beni dehşete düşüyor. vaay nasıl oluyor diye değil de benim gözümde daha farklı bir yeri var galiba. bi de o adamdan beklemiyordum demek ki o performansı. aaaa bu noktada cesare'ciğim için şu yorumu yapıciim: özlemişim ben seni yahu! her taşın altından çıkan, mükemmel sesiyle etrafını kontrol altında tutan bünyen, once upon a time ile sıkıntılanan bünyeme iyi geldi valla. bi de şu fransız kralının konuşmasına hastayım. oh iyi oldu o napolili sümüklüye! zaten sesine de gıcıktım onun. şimdi efendim bir de hakkını yememek lazım, cesare'nin sağ kolu var. yani adamın adını şimdi hatırlayamadım ama o nasıl bir insandır? zaten sadakatini ispat etti -gerçi ondan birşey çıkacak gibi bir beklenti içerisine girdim nedense- ama bu kadarı fazla. anam sen herşeyi bu kadar ince nasıl düşünüyorsun? o genç rahibimsi çocuğu öldürdün, korodaki çocuk ya neyse. orasının çekimleri harikaydı. sonra cesare'ciğimi kavgadan çıkardın. valla kaş göz bakış ben seni pek bir tuttum. bu kadar oynak dengeli bir dizide bir sağlam kaya olarak seni seçtim. bakalım sforzalar filan nasıl papalığın önünde diz çökücek, cesareyle lucrezia napıcak ne zaman yapıcak, lucrezia ne zaman bi daha evlenicek ve bilimum sorularla doluyum. haydi hayırlısı. aaa bi dakka şimdi bölüm özetine bakmak isterken öteki bölümün adını gördüm: paolo. bu lucrezia'nınkinin adı değil miydi yahu? dur bakalım ona ne oldu, neler yapıcak, çok minnoş sevdiğim bir karakterdi, geçen sezonda öldüyse de hatırlayamadığımdan haydi hayırlısı diyorum tekrardan.

game of thrones: valla o kadar da ahım şahım şeyler olmadı afedersin. beklediğime değmedi desem yeridir. tamam ilk part'ta dizimag kafayı yedi (bu apayrı bir dert. kendiliğinden öteki bölüme geçiyor, sonra yüklüyorsun aynı şeyi bir daha yapıyor. ağız tadıyla izleyemedim, başka siteye geçtim. üzgünüm dizimag. bana bunlarla gelme.) ve o kısmın 10 dksını izleyemedim. ama devamı tam bir eziklikler gösterisiydi. yani tamam anlıyoruz savaşı kurmanız lazım filan bla bla ama çok bayıktı ya. hele o stark'ın gerizekalı beyinsiz mal büyük kızını gördüm ya iyice tepeme çıktı sinirlerim! jeoffrey (adını yanlış yazdıysam da oh iyi olmuş) senden nefret ediyorum. nefret! NEFRET! aaaaaaaaaaaaaaaa!!!! o kılıçlardan örme tahtındaki her kılıcın kıçına kaçmasını bekliyorum. başka birşey diyemiyciim. şimdi burdan sevdiğim bi karaktere geçeyim. tyrion. ya bu adam olmasa çekilmez hayat. kraliçeyle muhabbetleri filan da çok iyiydi pek güldüm. çok zeki tabi bi yandan, o bağlamda keyifle entrikalarını izliyoruz. aaa bir de sibel kekilli'ye iki çift lafım var: kızım ben senin kadar ballı bir insan görmedim. daha başka şekilde söyleyecektim bu cümleyi ama hadi daha seni görmedim sakin adımlar atmaya karar kıldım. tüm dünyada tüm oyuncular bitti de sen girdin ya şu diziye inanamıyorum yani. gerçekten. anbilivibil.senin karakterinin altından birşeyler çıkıcak da yani nedir bu. resmen jeneriğe girmiş kadın başkası olsa da gurur duymazdım kimse kusura bakmasın. efendim esas geleyim muhabbetin aslına: daenerys targaryen. valla ben bu kızı destekliyorum kime kusura bakmasın. bu kız tahta çıksın. starkmış bilmemneymiş hiiiç gözümde değil! kız ilk sezonun başında olduğu insandan sezon sonunda bambaşka birine dönüştü. resmen genç bir çocuktan, kızdan, bir kadına dönüşüne tanık olmak muhteşemdi. neden peki? aşk. aşk aşk aşk aşk. herkeslere haykırmak istiyorum. bu kadar çok adamın askerin olduğu hikayeye de bu olay çok yakıştı, bu olay olmasa bayık birşey olup çıkardı. neyse efendim, 2. bölümü izleyince yorumlara devam.

[Spartacus: Vengeance sezon finali.]

uzuuuun bir süre sonra gelen dizi yorumlarımı bu yazıda paylaşmak istiyorum. malesef teknik arızalardan dolayı bir haftadır diziler aleminden uzaktayım ama dün spartacus'ün son bölümünü izlemem şerefine en azından  onunla ilgili yorum yapmaya karar kıldım. zaten bir yerlere birşeyler yazmassam hissediyorum ki çatlayacağım. 
spartacus bebeğim sen nesin öyle yahu? yani bütün bir sezon içime fenalıkalr getirdn bunu açıkça söyliyim. naevia 2nın çirkinliği filan bunları anlatmak istemiyorum çünkü anlattıkça sinirlerim tepeme çıkıyor açıkçası. her zaman dediğim gibi, tama bu dizi sonuçta bir köle ayaklanmasını anlatacak. ama yani bu akdar çirkin ve pis adamı da görmeye tahammülümüz kalmadı diyorum. ama bütün bu sayıp sövdüklerimin yarattığı depresyonu tek kişi sarstı o da lucy'miz, zeynamız sefgili lucretia. allahım bu kadın olamsa bu diziyi bırakıcaktım ben! ne güzel entrikalar çevirdi, ne olaylar yaptı, ortalığı ne kadar güzel birbirine kattı yahu! kadın üzülürken resmen helva filan kavurucaktım! ama gel gör kiiii herşey son bölümde belli oldu. çirkin spartacusbebişim gannicus ve yavrum crixus ve ezik öteki dam dövüştüler mövüştüler bunlar pek önemkli ayrıntılar de3ğil açıkçası. arada mira mıdır nedir o ezik tripçi kadın da öldü açıkçası mesudum. onun vıyvıyları artık beni baymıştı. zaten sura ondan 23574790659702349450645768 kat güzel olduğu için sevmiyorum kendisini. ama sahne dramatikti tabi. neyse buraları kısa geçeyim. glaber'ın ölüm sahnesi beni kesmedi. yani bebişim gannicusçuğum arenada milletin çenesini parçaladı hiç yoktan, spartacus ezikella bir isyancının yüzünün önünü kesti (ki anatomik olarak mümkün değilmiş neyse). ama karısının öldüren, herşeye sebep olan adama kılıcı sapladı bitirdi işini. lan spartacus mal mısın? peygamber misin nesin? parçala lan, bi kan görelim bi vahşet, olsun, ekşi sözlük seni tartışsın. yooook. agzına sapladı kılıcı. ay çok da şeyimdeydin. neyse geliyorum en heyecanlı yerine hikayenin. ama dur önce şu çirkefler çirkefi ashur'u da yazayim. yani kendisine sayacak on yüz bin milyon tane kadar küfürüm var. ama saymiyciim. naevia'nın hililililili diyerek kendisine saldırması klişe olmakla birlikte, yavrum crixus'un tutumu harikaydı. yani bir insan bu kadar mı karizmatik, bu kadar mı iyi olur. crixus sana büyü mü yaptılar kuzum bu çirkine aşık oldun? gerçi şöyle birşey var, ben ilk sezonu bööyle takip etmediğim için ashur benim için pek önemli değil. yani naevia'ya çok çektirmiş de bilmemne deniliyor tabii. ama valla ben oraları bilemiyorum. üstelik ikinci sezonu dahi hatırlayamıyorum o kadar. neyse orada zaten bakireydi de yine de naevia benim için karizmatik bir hikaye değil. crixus'un aşkı baya karizmatik. ashur'un ölüp gitmesi haz vermedi desem yalan olur. ama çötö çöt 3 kere vurup kesmesi filan mallıktı açıkçası. ayrıca da en sonunda ben de sana öğretirim o zaman bebişim temalı true romance sahnesi de gerizekalılıktan başka birşey değildi. eğer o sahnede crixus olmasaydı götümle gülerdim. neyse bu sefer geliyorum en bomba olaya. tabii ki de lucretia lucretia lucretia! aman allah bu kadın beni benden aldı yahu! meğersem bebişin doğumunu bekliyormuş kadın ya! bi de tanrıların işareti, yok blessing filan derken kadını çöt çöt kesti. kadın illythia oluyor bu arada. (kendisine ily diyciim bu noktadan sonra) ily'nin doğuma başlaması, o çaresizliği güzeldi. ama lucy (hem gerçek adı hem de lucretia olması bağlamında lucy demeye karar kıldım) milleti bıçaklayıp geldikten sonra ilynin yüzündeki ifadeyi unutamiyciim. aman allahım ben bile dehşete kapıldım. onun dehşeti bana bulaştı resmen. aferim ily. yani 3 sezondur sadece seks alemlerinde boy gösterip sürekli çıplak karşımıza çıkan ezik kadın değilmişsin, bir yeteneğin varmış. çok şükür bunu da gördük. hele sürünerek avluya çıktığın an gözlerindeki o üzüntü ifadesini hiç unutamayacğım bu arada. yalnız lucy hakkında şunu söylemeyi es geçmemek lazım. kadına tanrının hediyesi bir güzellik var. aman çok güzel çok seksi bıdbıdı gibi triplere girerek söylemiyorum. ama kadının gözleri gerçekten çok güzel. ve es geçilmemesi gereken nokta kostümcüler! yani o mavileri yeşilleri giydirdiniz, kadının gözlerini iyice ön plana çıkardınız, her yeri kana buladınız, o bebişin kundağımsı şeyini kıcağına verdiniz. aman allah görsel bir şölen oldu öyle!! itiraf ediyorum peruğu aşağıya bırakırken aklımdan geçti intihar edecek olması. üstelik bişiylerin kıyısındayım dedi (valla hatırlayamıyorum ama hani yaşamın kıyısı gibi birşeydi) orada da bir jeton düşüşü yaşadım. ama kadının yüzünü ily'e dönüp artık bebeğimiz de oldu diyerek, ve üstüne gülümseyerek aşağıya atlaması MUHTEŞEM MUHTEŞEM MUHTEŞEMDİ!!!!!!! biz bu şokları (aslında şok olmayan ama heyecan yaratan sahneyi) izledikten sonra ise aklımda gerçekten tek cümle belirdi: YOK ARKADAŞ BEN ÖTEKİ SEZON BUNU İZLEMEM. ily gitti, glaber yok, lucy zaten iptal. çirkin spartcus, pis köleler ve şehir şehir ayaklanmaları izleyemiyciim. yanlış anlaşılmasın, kötü bir insan olduğumdan değil. sadece bu hikayeyi tarihten biliyorum, cezbedici bir entrika unsuru olmadan izlemeye gerek yok. (bkz: roma'daki atia gibi) ama overall yaklaşmak gerekirse, tıpkı yemeklerle ilgili yaptığım yorumları patlatacağım: yemek kötü olabilir, ama tatlı güzel olunca puanım on: baştaki savaş sahneleri eh seviyesinde olabilir (gerçi vahşet isteğimi tatmin etti, hele de walking dead ve üstüne hunger games'den sonra eksik kalmıştı. artık kısmet dexter'a. demek insan bir kere öyle vahşi şeyler izledi mi kesmiyor devamı. gerçi gerçek hayatta kan görsem bayılırım ama yine de yani, dizilerde istiyoruz bu tip şeyler) ama sonundaki olaylar o kadar muhteşemdi ki, spartacus'ün sezon finaline puanım tam. ama ekstrem birşey olmadıkça öteki sezonu izlemem.

ay daha da önemli bir yere geliyorum: gannicus. yavrum o nasıl gülüştür? o nasıl çapkın bakıştır? içimizin yağlarını erittin yahu. (doctore'nin ölümüne gelince...ya artık ölsün zaten diyorum. adamın üstüne arena çöktü bi bok olmadı, enough is enough already yani. gözü çıktı filan. artık karıcığıyla -aman melitta'nın kulakları çınlasın- mutlu olsun afterlife'ta.  gannicus'u da afettin adam bi kendine geldi. aferim doctore. adamsın valla ne diyim.) hep öyle kahkahalarla gül, canımı ye. 

[Not special, extraordinary: KW]

benim için çok özel bir oyuncudan bahsetmek istiyorum bu yazıda. her role bürünen demek yanlış onun için. sanki her rol onun için yazılmış çünkü. sanki içinde binlerce kadın varmış da onu inceleyen birileri, her seferinde bir başka kadın için yazıyor öykülerini. onun kadar doğal, sempatik, kendisiyle barışık ve aynı zamanda yetenekli bir oyuncu yıllardır görmedim. eskiden julia roberts, meg ryan, sandra bullock üçlüm vardı mesela benim. onların hangi filmi olsa gözüm kapalı gider izlerdim. ama şimdi onların izi yavaş yavaş sinemadan silindikçe, yükselen bir yıldız seçmem gerekseydi, kesinlikle onun ismini verirdim. 
ingiliz aristokrasi ailesinin kızı olarak tanıdım kendisini. o dönemde kendi zincirlerini kırıp ailesi pahasına özgürlüğüne koşmasını, sözünün ardında durmak için yıllarca özlem çekmesini, pes etmemesini, inadını takdir ettim. bir kere izledikten sonra diğer filmlerini de takip altına aldım hemen. bir baktım ki ophelia olmuş karşımda. bu karakter daha kitabın kendisini okurken bile beni çok etkilemişti. yapayalnız, çiçeklerin arasında ölüme giden ophelia. aşık ophelia. karşılık göremeyen ophelia. hamlet'ten pek haz etmeyen bünyem için ophelia'yı bu insanın oynaması ölümcül darbeydi benim için. sonrasında ise şifre kırmaya çalışırken gördük kendisini. güzelliğin arka planda bırakıldığı bir film olmakla birlikte bence oldukça enteresan bir dönem filmiydi. sonra bir gece uyku tutmamışken bir baktım ki yine karşımda bu kadın. bu sefer üstünde sariler, alnında kırmızı bir nokta, hindu olmuş çıkmış karşıma. bütün ailesi onu "geri dönmeye" ikna etmeye çalışıyor. ama o asi, kolay kolay ikna olmuyor. arada bir filmini izledim ama malesef 20. dakikasında bozulduğu için tamamlayamadım, ama güzel ve farklı bir film olduğunu hep duymuşumdur. sonrasında bir yazarın gençliği olarak çıktı karşıma. yaşlılık dönemine girerken yaşlı halini oynayan kadınla mimiklerinin benzediğini fark edip bir kere daha takdir ettim. sonra herkes tarafından yavaş yavaş tanınma dönemi başladı bence. o ünlü filminde çılgın saç renklerine sahip, karda koşan, çılgın kahkahalar atan bir kadın oldu. silmek istemedik aklımızdan. sonrasında bir baktım ki bir masala ilham veren kadın olmuş. hasta. hepimizi ağlatıyor, sevgiyle bakıyor, umut veriyor insana. uçup gidivermek dedikleri büyüyü gerçekleştiriyor. tam bir köşeye oturtturacakken yine bir ters darbeyle metresi oynuyor bu kadın. sigara içişi, kıyafetleri herşeyi herşeyi ucuz ama sen sempati duyuyorsun. aman ne fettan kadın derken sıkıcı ev hanımı hayatında kocasını aldatan kadın oluyor. yolun ortasında bırakılan kadına dönüşüyor. gözlerinde hep bir acı, içinde bir cesaret kırıntısı, seni sonsuza dek esir alıyor bu esaretiyle. ve onun son rolünü hatırlayıp hüzünle geçmişe bakarken, bir bakıyorsun ki maceraperest bir kadın, sanıyorsam los angeles'a gidiyor. tabi böyle basit değil. bir başka kadınla ev değiştiriyorlar filan ama teferruata girmek istemiyorum. anlayacağınız tipik bir romantik komedi. yalnız güzel olanı şu: bu kadın hep sizi şaşırtıyor. en uçlarda geziniyor, üzüyor, gülümsetiyor, ağlatıyor, kahkaha attırıyor, nefret ettiriyor (ben etmiyorum, ama edenler var tabi rolünden etkilenip) ve sevdiriyor kendisini. sonrasındaki filmleri ise bence gerçekten şaheser niteliğinde.hala kim olduğunu tahmin edemiyorsanız sizler için yapabileceğim birşey yok. ama tahmin etme ihtimaliniz bu noktadan sonra daha yüksek. bahsettiğim şaheserlerden ilkinde bir naziyi canlandıyor bu kadın. yargılanırken, suratındaki duygusuzluk öfke uyandırsa da ona acırken buluyorsunuz kendinizi. yaptıklarını beğendiğizden değil hayır. sadece bu oyuncuyu öyle benimsemişsiniz ki engel olamadan bu ufak kadının dramına tanık oluyorsunuz. kasetler gelip giderken, onun yalnızlığını paylaşıyorsunuz. ölüm haberi. canınızı yakmıyor, kavuruyor. yalnızlık tüm hücrelerinize işliyor. derken bir sonraki filminde daha da derine saplıyor o kanlı bıçağı. kendi dar hayatında sıkışıp kalmış bir kadın oluveriyor önce. ihanet sularında yüzüyor. monotonlukta boğuluyor. hayallerini kovalamak istiyor ama gerçeklik bırakmıyor peşini. ben çok etkilendiğim için filmden çok bahsetmek istemiyorum, dilerim ki bu filmi izlersiniz. çünkü sonu geldiğinizde yine karmakarışık, mutluyla hüzünlü, rahatlamışla kabus görmeye meyilli ama her halükarda tahtaya vururken buluyorsunuz kendinizi. derken bi başka dala atlayıp sizi televizyonda şaşırtmaya devam ediyor. genç bir kadından orta yaşın sonlarına doğru ilerleyen, kızıyla başı dertte olan, aşktan korkmayan ama canı yanan bir kadını, 50li yıllarda kocası olmadan da hayatta kalmayı başaran bir kadını, bir iş kadınını anlatıyor. yüzünde çaresizlik, yüzünde her gün belki de çoğu annenin yaşadığı o ne yapacağını bilememe ile sizi yerinize kilitliyor. bölümleri ardarda izlerken pencereyi açıp soluk almak istiyorsunuz ama yerinizden kalkıp ara vermek imkansız görünüyor meraktan. son iki filmini henüz izlemedim. ama şu aralar yine göreceğiz kendisini ekranda. çünkü onu tanıdığımız filmi tekrar vizyona giriyor. galada tüm zarafeti, güzelliği, dişiliği, kendinden emin duruşu ve gülümseyen gözleriyle bakıyor etrafa. öyle bir his ki bu his, sanki yıllar sonra hemen her filmini izledikten sonra tanıyorsun onu. arkadaşın olmuş artık. tıpkı yıllar önce ağladığım gibi, tekrardan onun kaybına, onun acısına ağlayacağını biliyorsun. iple çekiyorsun o günü. benim, bizim, kimsenin takdirine ihtiyacı yok onun bence. çünkü insan onun filmlerini izleyince gözlerinin dolmasına engel olamıyor. ya hüzünlü bitiyor, ya gülmekten öldürüyor sizi. ama hep takdirle karşılıyorsunuz.öyle ki yıllar sonra en sonunda akademi de onu tanıdı. ona ödülü verdi. o ödülü aldığı an benim neden oscar törenlerini baştan sona izlediğimin tanımıydı. o an filmlerde izlediğimiz, ulaşamadığımız bir kadın yoktu karşımızda. o an, çocukluğundan beri şampuan şişesini eline alıp oscar konuşması yaptığını söyleyen, benim yıllardır tanıdığım, ayrılıklarına üzüldüğüm, sevinçleriyle kahkahalar attığım bir dost vardı ekranda. o kadın.hiç şüphesiz en sevdiğim oyuncu. geleceği için binbir dileğim, binbir hayalim var inanın. herkes tanısın, herkes kabul etsin istiyorum. oscar'lı bir dost. kate winslet.

[Titanic 3D!]

efendim uzun bir aradan sonra aklımdaki zibilyon tane şeyi yazmayı bir borç bilirim. tabii bunların en önemlisi titanic'in vizyona 3d olarak tekrar girmesi. bu konuda ne akdar çok yazacak şeyim olduğunu aklıma girip okuyabilseydiniz, bence delirirdiniz. daha dün ilk kez gördüğüm fragmandan sonra şunu çok net bir şekilde söyleyebilirim ki jim sadece yüzyılın en çok konuşulan filmini çekmemiş 15 yıl önce. o filmi, 15 yıl sonrasında 3 boyutlu hale soktuğunda da muhteşem olacak şekilde çekmiş. yani hepimizin itiraf etmesi gereken birşey var bazı üç boyutlu filmlere gittiğinizde, çıkış anında yaşadığınız tek his korkunç bir baş ağrısı ve burun ağrısı. baş ağrısı çünkü 2 boyutlu olsa da aynı tatta olan filmi bir başka derinlikle izlemey çalışmak, kendini bu derece zorlamak bende müthiş bir baş ağrısı yapıyor. açıkçası bu açıdan avatar'a da tam puan veremem. hele de sanctum da gerçekten kör oluyordum. burun ağrısı çünkü o iğrenç eski model kazulet gözlükler adamı öldürüyor, resmen solunum yollarını tıkıyordu. neyse. gelelim titanic'in fragmanıyla ilgili yorumlarıma. fragmanın başı muhteşem. rose'un o şapkasıyla kadraja girdiği sahne ölümsüzdü, artık ölümsüz ötesi, devine diyebilirim. ama arkada celine dion çalmaları hoşuma gitmedi. yani kabul, filmin en ünlü şarkısı herkes flütten davula kadar bu şarkıyı çaldı o yıl, ama filmin sözlere ihtiyacı yok, bence james horner'ın dehasının izleri tekrar kullanılabilirdi. ama tahmin ediyorum ki eski fragmandan farklı kılmak istemişler. bu arada geminin dik durumdayken arkaya doğru geri düşmesi sahnesinde eğer o sular üzerimize doğru sıçrarsa zevkten ölürüm oracıkta. tabii bir yandan da i'm the king of the world sahnesi var! million dollar shot diyerek bir açıklama yapmak istiyorum. işte o gördüğünüz kuş bakışı çekim (35 saniye kadar sürüyordu sanırsam uydurmuş olmayayım) bir milyon dolara mal olmuş. çünkü o zamanlar bilgisayar teknolojisi bu kadar çılgın olmadığı için Jack'in çekimde durduğu platformun arkasına tek tek tüm gemi, okyanus, gökyüzü ve bilimum öğeyi eklemişler. a bir de şu var taii, akşam yemeğinde herkesin yanımızdan geçmesi hayalim. ne kadar güzel olur molly brown'a karşı izlemek bu filmi yarabbim. fragman yorumlarıma dönersek, i'll never let go bence ölümcül darbe. bayıldım. o kadar güzel bitiyor ki o fragman. zevkten öldüm yani. resmen kalkıp sinemayı terk edecektim. sanki şu hayatta o anki tek beklentim oymuş, o beklentiyi karşılamışım, mutlu olmuşum ve başka hiçbirşeyin önemi kalmamış gibi. evet yorumlarımı kısa geçiyorum. çünkü daha öncekli yazılarımda da belirttiğim gibi çok çok çok fazla şey var titanic'le ilgili yazmak istediğim. ve onları buraya yazmak istemiyorum. sanki aklımda tutarsam daha canlı, daha hayalvari, bana özel kalacaklarmış gibi. ama şunu söyleyeyim bak: bu ay artık 100. yıldönümü olduğu için titanic'in iki dergi aldım dün. national geo'nun kapağında titanic ve daha önce görülmemiş fotoğrafları vardı. bir de bir dergi daha var adını hatırlayamıyorum. ama özel sayı yapmış, bilet ve gazete küpürlerinin resmini gördüm. ben bu hızla gerçi yacht show tarzı tüm dergilerde aradım ama yoktu başka sayı. ilerde çıkarsa alırım efendim. 

[Some of the best tv series ever: ER, X-Files, Sex and the City.]

televizyon tarihinin en unutulmaz yapımları seçilmiş bugün gördüğüm kadarıyla. onların arasındaki çoğu yapımı izlediğimi söylemeyi bir borç bilirim. ama özellikle üç tanesine özellikle değinmek istiyorum. ama tekrar vurguluyorum aralarında çok çok sevdiğim dizilerim var angel, buffy gibi. neyse efendim gelelim bahsetmek istediğim bu ünlü bir kaç diziye.
öncelikle ER. bu dizi televizyon tarihinin görüp görebileceği en gerçekçi, en insancıl dizisidir. benim kadar hastane ortamından, yok efendim kusan insanlar, zehirli iğneler, kol bacak kırılması, fışkıran kanlar filandan haz etmeyen bir insan yoktur heralde. ama ben bu diziyi utanmadan sıkılmadan (aman ne utanıcam yahu?) üşenmeden iğrenmeden gözümü kapamadan izledim. bu öyle bir dizi ki başrol ölmez diye bir kural yok. bu öyle bir dizi ki 5 sezonluk oyuncu çıkıverir diziden. bu öyle bir dizi ki tepeden helikoptere kaptırırsınız kolu. yani öyle böyle değil. ağrı kesici bağımlısı olan doktor izledim. bipolar annesi olan hemşirelere tanık oldum. kaçırılmalar gördüm, tecavüzler, nefsi müdafaalar. yani yazmaya başlasam ucu bucağı yok bu karakterlerin başına gelen olayların. bir de şunu eklemek gerekli: bu diziye konuk olarak gelen oyuncular da bir derya deniz dostlar. sally field filan vardı örneğin en dikkatimi çeken. kadın beni benden aldı rolüyle öyle söyleyeyim. dahası, sadece amerika'ya sıkışıp kalmış bir dizi değil mi. doctors without borders çerçevesinde afrika'ya kadar uzandılar birkaç kez. aman ne maceralar, ne gerillalarla mücadeleler yaşadık size anlatamam. ay beni benden alan birkaç bölüm silsilesini de şu şekilde özetliyeyim: doğum bölümleri. aman abby doğururken üzüntüden kahroldum, bebiş düzelsin yemeğe çıkarıcam dedim etrafta beni gören kızlara. hele o luka'nın aynanın önünde ağlaması kahretmiştir tüketmiştir beni. ve tabiki de en bombasını sona saklıyorum: carol'ın doğurması. ay kadın ikiz doğurdu ben dokuz doğurdum yemin ederim. çığlık feryat figanı geçtim, bölümün başında bayılmasın mı bu? dedim kadın ölücek bebek ölücek bunu bize yapmayııın! neyse efendim ilk çocuğu doğurduk. ikincisinde kanaması oldu filan, kadın diyor ki bıdıbıdı yapalım. carol da kabul etmiyor. mark da diyor ki carol istemiyorsa yapmayacağız, o bir hemşire risklerini biliyor. ay carol bayıldı, ekran bembeyaz oldu, reklam arası girdi mi! ay aman allah ne krizler geçirdim o gün kelimeler yetmez. tabi bir de arada corday'in doğumu oldu. hamile kalışı da maceralıydı. ay girişteki frank zehirlendi filan. ooooo valla yazamayacağım hepsini. ama son bölümden şöyle birşey anlatayim. gerçi ondan önce şu noktaya da değinmek gerekir. bu dizi zibilyon tane ünlü oyuncu doğurmuştur. meselaaaaaa george clooney. kendisini doug ross olarak izledik yıllar yılı. sonra hooop, bir baktık ki keşfedilmiş. carol var mesela, şu an good wife'ta oynuyor kendileri. misal jesse dayı burada yeniden parlamıştır. veeeee kendisinin bu şekilde doğduğunu pek kabul etmiyorum çünkü zaten ingiltere'de çok beğenilen muhteşem bir tiyatro oyuncusu olmakla birlikte sevgili elizabeth corday, yani alex kingston'ı da bu dizide izledik cerrah olarak. annesi bir bölümde chicago'ya geliyor, hastaneye kızını görmeye uğruyor. corday bir hastanın üstünde sedyeyle geçiyor koridordan hello mother diyerekten. kalp masajı yapıyor filan. aman ne maceralı ne maceralıydı o bölüüüm. a bir de şunu söylemeyi bir borç bilirim. gördükçe doctor who'yu izliyordum ama sevgili alex kingston doctor who'da kim olduğu bilinmeyen river song karakterini oynamaya başlayınca kimmiş bu river song diye araştırmaya başladım. bulamayınca iyice merak ettim. veeeee onun olduğu son 3 sezonu baştan sona, sonra da ilk üç sezonu ara vermeden izleyip yalayıp yuttum. doctor'u (artık üçünü de) seviyorum, rose tyler tabiiki de all time favourite companion. ama ben bu diziye river song sayesinde başladım arkadaş. neyse efendim hazır corday'den bahsederken beni öldüren bölümü de anlatayim tam olsun. the letter. buradan sonra ciddi spoiler. en başında dedim ya, bu dizi öyle bir dizi ki başrol bil ölebiliyor. üstelik vay ben yoruldum bu diziden çıkacağım diye değil, gerçekten dizinin konusuna katkıda bulunaraktan, acil servisteki hayatın doğal akışını anlatırcasına hayat ve ölüm bu dizinin parçası dercesine ölüyor. işte karakterlerden biri, benim en sevdiğim adam mark da diziyi terk etti bu bölümde. mark'a beyin tümörü teşhisi konup, durumunun ciddiyeti söylenilince ER'ı terk edip Corday, bebişleri ve kızıyla hawai'de yaşamaya başladı. (miami de olabiler) durumu gittikçe ağırlaştı. bir gözü bandajlı oldu. yavaş yavaş yürürken zorlanmaya başladı. elizabeth'le bir gün önemli belgeleri ve mirasını konuştu. elizabeth istemedi ama ısrar etti. sonra bir hawai sabahıda yatağında walkman'da what a wonderful world dinlerken terk etti bu dünyayı mark. işte bu bölümün başında ER'a bir mektup geldi. mark herkesi sevdiğini, onları özlediğini yazmıştı kısaca. en sonunda ise elizabeth'ten bir not vardı bu sabah şu saatte mark'ı kaybettik diye. hayatımda hiç bu kadar kırılmamıştım dizi izlerken. içime oturdu. nitekim yıllaaaaaaar sonra alex kingston son bölüm için röportaj verirken (evet konuk oyuncu olarak geldi, çoğu ekip geldi, işte bu kadar muhteşem insanlardı bu insanlar) o bölümü sordular. sormayın ikimiz için de çok zordu dedi. gözleri doldu, sesi titredi. neredeyse ağlayacakken bunu kesseniz iyi olur dedi alex. ah bebişim, bu kadını çok seviyordum ben yahu. ama o röportajla birlikte alex olarak da bayıldım. nitekim sonradan doctor who kamera arkalarını izleyince haklıymışım dedim, çok tatlı çok komik bir insan. a bir de ingiliz hasta ralph fiennes'in eski karısı. neyse. geliyorum ben en son bölümüne ER'ın. son bölümde bir kadın doğum yapıyordu. bir çocuğunu doğurdu. derken ikincisini de doğurdu sanıyorum. ikincisini hayal etmiş olabilirim. aile bebekleri kucağına aldı, çok sevindi. çünkü bebeklerin durumu çok kritikti. sonra kadından haber geldi. kadın ölmüştü. ve derken kamera ER'dan çıktı. ER, tıpkı en başından beri olduğu gibi mutlu sonları savunmadı, gerçek, yaşayan bir dizi efsanesi sundu bizlere. onu yaratan adamın Jurassic Park'ın yazarı olduğunu düşünürseniz ne kadar farklı, gerçeküstü ama hayatın içinde bir dizi olduğunu belki sezersiniz.

bir başka bahsetmek istediğim dizi de x-files. aman yarabbim bu dizi benim cidden yüreğime indirmiştir korkudan. pazar akşamlarının vazgeçilmeziydi bi zamanlar. öyle bir dizidir ki izledikten sonra kalkıp yatağıma gidemeyecek kadar korkutmuştur beni. kanseri hissedip onu yiyen adamlar mı istersiniz, uzaylılar mı (mulder bir gün bir uçak enkazına dalıyor. tabi heryer karanlık. feneri uçağın içine bir tutuyor ki, orada bir uzaylı cesedi aaaaaaaa!) istersiniz, yok uzaylı kaçırması, yok bilmemne otopsisi, insan yiyen topraklar, içimizde gezen yaratıklar, mekanik hamamböcekleri. oyoyoyoy ne kadar korkutucuydu. ve inadına izledim yani bu derece. scully'nin mal gibi tek başına kendi başını belaya sokmaları, mulder'ın felsefik saçma sapan yorumları filan hepsine tanık oldum. sonra mulder'ın cenazesini gördüm yahu ötesi yok. derken agent dogett (böyle mi yazılıyordu) geldi (terminatördeki kötü yaratığı oynadıydı bu adam). scully doğum yaptı filan. of daraldım. bak bir de mulder'ın cesedini bulduklarında scully'nin çığlıkları efsaneydi. kadın ne üzüldüydü yahu, içim parçalanmıştı. neyse efendim burda bir de bilgisayar dahisi adamlar vardı, ve sigara içen adam. hay geberesice. bu adam ne boktur tam çakamadım hiç bir zaman. yani oturup diziyi en baştan izlemek lazım da takatim yok yeminlen. aaa bir de şu açıdan kızgınım bak. mulder'la scully'nin arasında birşey olmaması! lan bi öpüşüp sevişemediniz be 39645656 yıl boyunca. peh! finali izlerken cansuyla baygınlık geçirdik artık bu durumdan. ama truth is out there söylemleriyle yine de televizyon seyircisine bambaşka bir bakış açısı kazandırmış bir dizidir bu. an gelip bölüm bittiğinde, en sonunda chris carter yazdığında nasıl yani diye kalakalsak da, sinirlensek de, merak etsek de türünün ilk örneğidir. takdir etmeden geçmemek gerekir.

ve şimdi hakkında yazması en eğlenceli dizime geliyorum. bu diziyi lise hayatıma başlamadan önce sadece bir kez izledim aslında. hani vayy protestooo, izlemiyorum diye değil, digiturk yoktu evde, bir tatile gittiğimizde otel odasında yakalamıştım. aman tanrım durduğum yerde kahkahalarla güldüğümü hatırlıyorum. sonra ilk kez lisede izledim. en başından hem de. liseyi yatakhane ortamında yaşayan şanslı biriyim ben. ilk izlediğim zamanı hatırlamıyorum. ama bir furya ile sezon bir bölüm birden başladık biz izlemeye. artık o kadar çok izledik ki, bölümlerin adını ezbere biliyorduk. ama final döneminde, sınav döneminde, hafta sonu sabahlara kadar oturup muhabbetler ettiğimiz, film muhabbeti yaptığımız gecelerde bu dizi benim hayatımın vazgeçilmezi oldu yine de. sezon 3 ve 4 sanki biraz arada kaynamış gibi gelse de bana, sanıyorum ki her bölümünü en az birer kez izledim. kaç kez izledim bilmiyorum, cidden 20'yi bulmuştur. bu dizi ki arkadaş grubunda birkaç kişi dedikoduya oturduğumuzda ay tam bizim ekip gibi olduk deyip diziye referans yapılan dizidir. candır. sex and the city'dir :) bence sevgili dizimin bu kadar çok sevilmesi, başarılı olması, tutulması, tekrarlarının bile milyonlarca kez izlenmesinin sebebi söz konusu 4 kadının karakterlerini üstüste koyduğumuzda ideal kadın profili elde etmemiz. bir düşünün: kararsızlıklar yaşayan carrie, aşk arayan charlotte, kariyer isteyen miranda ve cinsel tatmini merkeze oturtmuş samantha. hepsi aslında bir kadının 4 farklı yanı. herkes kendisinden bir parça bulabiliyor onlarda. herkes onlarda bir parça bulabildiği için de filmleri kötü de olsa izliyoruz. 20 kere 30 kere durmaksızın izliyoruz. zevk alıyoruz, üzülüyoruz, ama bırakamıyoruz aman bi cümle daha duyalım, bir cümle daha tarihe geçsin diye.