30 Eylül 2012

[Doctor Who S7E5: The Angels Take Manhattan. **Spoiler Alert**]

allah sizin belanızı versin! alın o kalemlerinizi, götünüze sokun lan. allah belanızı versin, bir kere değil, 5 kere versin, 10 kere versin! o eliniz kalem tutamasın inşallah! beyniniz kulağınızdan aksın, tek kelime konuşamayın bir daha! laaaaaaan! iki buçuk sezon kurduğunuz bütün o muhteşem hikayeler boğazınıza dizilsin.boğulun lan. geberin istiyorum şu an inşallah karşıma çıkın da ben sizi kendi ellerimle öldüreyim. böööyle parçalara ayırıp kızartıp yemek istiyorum. her gün parça parça yiyip kadeh kadeh kırmızı şaraplarla keyif yapmak istiyorum. geberin lan. ölün. drop dead. right now.

evet bu öfke nöbetime aralıksız bir saat daha devam edebileceğimi hissediyorum o yüzden yazmayı kesip bölüm hakkında yorumlarımı patlatacağım. belki biraz sakinleşirim. ama hiç umudum yok. 


beşinci sezonun başında minik bir kıza tanıştık önce. sonra yıllaaaaar sonrasında aynı yere geldiğimizde bu kızın büyümüş halini görüp vaaay diye şaşırdık. kendisini doktroa yakıştırdık. rory'i bir süre sevmedik. ama rory de bizde yer edindi. van gogh'la konuştuk misal, angel dolu bir ormana girdik, angelları atlatıp bilmemneler şehrinden kurtulduk, neredeyse angel'a dönüyordu pond ama dönmedi, kurtuldu. üstelik gözleri kapalı koca ormanı geçti. zamanda geride kaldı. rory karısının o yaşlanmış halini, şimdiki pond'u kurtarmak için geride bıraktı. ya bu adam 2000 yıl ve yazıyla yazıyorum iki bin yıl bir kutunun etrafında onu bekledi. last senturion oldu. yangınlardan çıkardı. ya adam plastik adam oldu, pond'u vurdu da çileler çektik. pond'un hayali rory'i geri getirdi, big bang'i yarattı, annesini babasını getirdi, bu kız doğum yaptı bir daha çocuğunun olmayacağını öğrendi. tek çocuğu melody pond river song olarak geldi kendisinden 20 yaş büyük olarak, kızının büyüdüğü yılları kaçırdı. kızı sezonlar boyu onu tanımıyormuş gibi yaptı. doctor'un ölümüne tanık oldu. silence'ları saydı, işaretledi, zamanın durmasını kurtardı, doctor'uyla kızını evlendirdi.


BU MUYDU POND'LARIN VEDASI?!


soruyorum sana moffat, bunu mu reva gördün bize bu kadar yaşadıktan sonra? çok mu düşündün bu kadar götü boklu bir bölüm yazmayı! 


ya biz burda heyecan yapalım mendillerimizi hazırlayalım,  angels var diye korkudan sıçalım, geri sayım yapalım, kerime nadir pozisyonu alalım, sen tut böyle bir son yap olacak şey midir moffat?


bölüm son derece dehşetli başladı. detektif adamın binaya gidip, kendi kendine açılan kapılardan asansörlerden kendi ölümüne gitmesi son derece dehşetliydi. hele de o yalnız olmadığı hissiyatını süper vermişlerdi. hele de özgürlük anıtı esprisi harikaydı, hem güldüm, hem dehşetlendim doğrusu. gerçi bile bile o binaya gitmesi bence saçmalıktı da, geçiyorum neyse. hadi dedim bizim doctor ne zaman gelecek filan derken bir baktım ki bunları parkta yan gelmiş yatarken gördüm. orası da güzeldi. sonra kahveye gitti rory. orada korkudan çok net sıçtım. yani sonuçta saat 5.10 olmuş, gece sessiz. çocuk kahkaları ayak sesleri filan geliyor. rory de maşşallah scully gibi tek başına tekin olmayan yollarda yani. bu noktada kabul ediyorum kitap nüansı güzel bir nüanstı. haydi buyrun river'la da karşılaştık en sonunda bu sezon, şükür kavuşturana. sonra işler iyice bok bir hal almaya başladı. efendim rory'ciğimi çocukların odasına koydular. o kibritleri düşündükçe hala korkudan titriyorum. yani zaten çocuklu korku filmi hiiç sevmem, bu minnoş heykeller resmen yüreğime indirdi. burdan sonra yok vardındı varmadındı, newyork patlar, dünya yokolur tadında teknik incelemelerin hiç de umrumda olmadı. önemli olan rory'e ulaşmak sonunda. neyse efendim chapter isimleri derken hadi ona da ulaştınız. çatıya da çıktınız, kabul. buraya kadar herşey okey. aranağme olarak river bileğini kırıp o vahşi angel'ın elinden kurtuldu ve bunu doctor'a söylemedi. ta ki doctor river'ın elinden tutup onu hadi gel bağlamında çekinceye kadar. işte o an river canının acısından ufak bir çığlık attı. sonra oturdular yanyana. doctor regeneration enerjisinin bir kısmını kullandı ve river'ın bileğini iyileştirdi. river çok sinirlendi, böyle duygusal olup enerjini harcama diye. ama doctor bu, sonuçta river nasıl söyleyip onu üzmek istemiyorda, doctor da onu öyle görmeye dayanamaz. harika bir sahneydi. pure love tanımıydı resmen. birbirini seven iki insan diğerini düşünerek acıya katlandı, literally hayatının bir kısmını feda etti. o sahnede eridim a dostlar. çok güzeldi. yani eğer en başına gidersek river'ın ilk geldiği nazi almanyası bölümüne. river tüm regeneration haklarını doctor için kullanıp kendini feda emişti.ağla ağla ölmüştüm. ah bebeğim doctor, senin bu nazik hareketin muhteşemdi. neyse devam ediyorum çatıdaki sahneye. kabul, orada öylece atlasanız herşeyi sineye çekecektim. zamanda varolmamanız, doctor'un tüm maceralarını unutması bile kabul edebileceğim şeylerdi. hele de i would do anything dediği an, amy'nin gözünden bir damla yaş süzülüp together or not at all demesi beni benden aldı. ama yarabbim tardis'in sürekli kendini bulduğu mezarlıkta ne bok yemeye geziniyorsun rory!?! yani hep salaktın ama seni buna rağmen seni çok seviyorduk ama bu kadar olmaz yani. ne dedik sana bir saat boyunca, you create fixed points in time! nooldu? al işte bir tane angel geldi. peh!!! 


geliyorum amy pond'a. gözlerini angel'a dikip bakarken, river'ı yanına çağırıp doctor'u ona emanet etmesi müthiş duygusaldı. ama yukarıda saydığım tüm olayları yaşayan amy, goodbye raggedy man diyip yokolmamalıydı! olmadı bu kabul etmiyorum. doctor yalvardı geri dön diye, kabul ediyorum öyle bir durumda kim olsa amy'nin yaptığını yapar. ama soruyorum sana moffat: sen bunu bu şekilde bitirmek zorunda mıydın? doctor bu kadar ayrılığı hakedecek ne yaptı? rose'u başka boyutta bıraktık, amy pond ve rory williams'ı eski zamanda ölmüş ilan ettik. iki kelam da bir goodbye patlattın. doctor klasik yapayalnızlığına geri döndü. sonra artık kırk yılda bir river song görürüz artık. 


başlarda kustuğum nefretim geçmedi. oysa en bu yazıyı ağlaya ağlaya yazmayı hayal etmiştim. eve döner dönmez izledikten sonra yazacaktım. ama siz bunu çok gördünüz. bad wolf'tan sonra en iyi kurgusu olan companion'ı 2 kelimede çıkardınız diziden. -donna, aklımdasın, ama üçüncü sıraya düştü senin hikayen özür dilerim.ama söylemek gerekir ki senin gidişin en acıklı ikinci gidiş, gidişinin üzüntüsü de darlig körfezinden sonra en acıklı ikinci üzüntüydü. ama üzüntümüzü yaşayamadan bitirdiniz. 


hep siz dedim, çünkü steven moffat'la aramıda artık sizli bizli bir seviye olacak. zira şimdilik tahammülüm yok.  kendine iyi bakma moffat. değil doctor who, sherlock'ta yazdığın öyküler de seni haunt etsin inşallah, huzurlu uyku uyuyama. peh. you'll cry your eyes out'muş! sen aç da önce comic relief nedir onu bir oku. bir plotting ne demek onu bir öğren. çöt diye sonlandırılmayacağını hisset. 


o kitabın sonundaki  afterword'e de iki çift lafım var tabi. bunu koymanın, oraya eklemenin öncelikli sebebin doktorun kitabın son sayfasını yırtması öncelikle. biliyorduk ki o sayfa önemli olacak. hatta diyordum ki kesin kaybolucak ve biz göt gibi kalıcaz çok afedersin. ama diğer sebep ne? çünkü biliyosun eşşek gibi, bir closure yapmadan bitiremezsin! yine rose tyler krizi yaşatamazsın bize! şimdi review'ları okudum, herkes demiş ki aman bu amy'nin seçimi, she chose her marriage da bilmemne bıdıbıdı. burdan tek cümle söylüyorum: even enemies can show some respect steven! rose'un 30 yıllık bir efsane olan doctor'a ilanı aşk etmesinden sonra doctor'un ona aşkını itiraf etmesi ayrı bir ucunu açık bırakmadır, bu apayrı. yani ne bok yediğini biliyorsun da bilmezden gelir gibi yapıp bu sonu yazıyorsun, gözümden kaçmadı. hay o lanet kitabı seçtiğin ana sıçayim doctor. yemin ederim dün geceden beri hırsım hala geçmedi, tüm gün sayıkladım! mutluyuz da bilmemneyiz de şöyleyiz de böyleyiz. git amelia'ya şunları anlat bunları anlat. ay yani doctor en başından biliyor muydu? her olasılığı görüyor da bilmem ne diyecekler için yorum yapmak istemiyorum. burad doctor who evrenini tartışmak için yazmıyorum sonuçta. ama yani hikayeyi en başına bağlamak da neyin nesiydi sorarım sana? daha doğrusu bu nasıl bir terbiyesizlikti? journey's end'in sonundaki evrendeki en önemli kadının donna noble olması ve neden onu ilk görüşümüzde çöt diye tardiste göründüğünü anladık. rose tyler'ın bad wolf hikayesini çözdük. tüm river song konusunu altıncı sezonun ortasına bağladık, silence'ı hala tam kapatamadık ve sonucunu bekliyoruz, bir yandan da sürekli doctor who diye soruyoruz. neydi bizim dizimizin olayı? herşey, sona bağlanır. en sonunda izlerken hep başı sonu bağlanır ve sen o bağlanmışlık hissinin zevki içerisinde kendinden geçer, en baştan bir kere daha izlersin o sezonları, bu sefer bilerek ve ipuçları arayıp kendi kendine deli deli gülümseyerek. ama bu sefer ne oldu? başıyla kıçı hikayenin olabilecek en bok şekilde bağlandı. nasıl? afterword ile! kitabın arkasında! doctor ağlarken! aşk için doctor'u terk eden bir kadının hikayesinin bayıklığı ve sıradanlığıyla. allah aşkına mal martha jones'un bayıklığından kurtulduk derken sen nasıl bu bayık konuyu, bir de çılgın kızımı amy pond için kullanırsın? büyük konuşmuşum anacım, martha'nın sinsi etkisi tüm diziyi sarmış da benim haberim yokmuş. peh! cidden bu afterword'ü alıp buruşturup tutuşturup senin burnundan sokmak istiyorum moffat.

öfkemin geçeceğini tahmin etmiyorum. ancak bildiğim birşey var ki ben bu bölümü birkaç kere daha, bu sefer korkudan yüreğime ihtimali olmadan izlerim. belki zamanla affederim. ama kayda geçsin. river'ın bileğini kırıp angel'dan kurtulduğu sahnenin sonrasında söylediği şu cümleleri asla unutmayacağım:

"When one's in love with an ageless god who insists on the face of a 12-year-old, one does one's best to hide the damage." "It must hurt." "Yes, the wrist is pretty bad too."


neyse efendim, doctor who sezon 7 bölüm 5: Angels take Manhattan bölümünden bu kadar. dilerim seni affedebilirim bir gün moffat.

28 Eylül 2012

[ilk aşk acısı.]

çok sevdiğim bir babetim var. giymekten vazgeçmeyecek kadar seviyorum. kusuruna rağmen üstelik. sol ayağımın arkasını vuruyor akşam dörtten sonra. öğlen birden itibaren de sağ ayağımda, aynı parmağımın, hep aynı yerini yaralıyor. hep aynı ama. hep. aynı. yer.

bugün düşündüm de, ilk aşk acısına benziyor bu durum. ilk. aşk acısı. veya ilk aşk. acısı.

27 Eylül 2012

[Words.]

harman'ı nasıl fikret kızılok'tan dinlemek gerekiyorsa, to make you feel my love'ı da adele'den dinlemek lazım. işte bazı şarkılar var, bazı seslerden duymak zorundasınız.  sezen aksu şarkıları gibi mesela, erkeklere yakışmıyor söylemek. ya da özdemir erdoğan'ı ele alalım, pervane'yi daha güzel söyleyen var mı ki şu dünyada? işte dediğim gibi, bu şarkılar söz konusu olunca ilk kez o şarkının sahibinden duysanız da şarkıyı, değişmiyor o eksik nota hissiyatı. ya da ilk kez bir başkasından duysanız da içten içe biliyorsunuz, o şarkı ilk kez tamamlanmış gibi geliyor size, yüzlerce dinleyişten sonra ilk kez keyifli.

 in the end, it isn't about who wrote the song, but about who you rather want to hear those words from.

26 Eylül 2012

[Note to myself about Biutiful]

"kalbin gözlerine sıkışıp kalmış. bırak artık gitsin huzura kavuşsun."

bu sözleri duyduğumdan beri kalbim sıkışıyor nedense. yazmak için her dokunma teşebbüsümde klavyemin harflerine ellerim geri çekiliyor. sınav sorusunu ilk gören öğrencinin, eline kalemi alıp ne yazacağını bilmeden kompozisyon kısmına başlaması gibi.

söylemek istediklerin mi sıkıştı bakışlarında?

özledin mi onu?

vazgeçmeye karar verdin de halin mi yok?

ey senarist, ne düşündün bunları yazarken? biutiful'u izlemek lazım. ben buna karar verdim a dostlar.


[39523252.]

*Burayı seven dostlar, ne olur kızmayın kırılmayın. Bu kişisel bir algı şehre doğru yol alırken yazdığım. ve hatta kişisel bir mesele.*

**büyük sözüme büyük töve diyorum ama içimdeki bu hisleri paylaşmazsam içimden atamiyciim galiba. o yüzden once and for all yazıyorum. daha da yazmam artıkın.**

Suyu gormeyen yolda icinden gecilen kasabalardan, cim sahalari devasal binalara yerlesmis otelleri ve gozunun alabildigine 6-7 katli aparmanlarin bulundugu mersini andiran bir yere geciyorum. Gunesten midir bilinmez, tum sehrin uzeri sapsari bir tozla kaplanmis gibi. Keske elimden gelse butun sehri yikayip bu kasvetin akip gitmesini saglayabilsem. Oyle duzenli ki... It makes me sick. Kocaman bir salonu kiyafet dolabi yapmis doymak bilmeyen bir kadin gibi. Heryerde kocaman, yayvan, bold harflerle adlandirilmis resmi binalar. Belki de kimisi elli yasinda, kimisi on.  Ama hep ayni. Minik penceleri, ufak beton bloklariyla bolunmus bir islemler silsilesi adeta. Birini gormeden, yapmadan digerine gecmen imkansiz ne kelime, unspeakable. Oyle bir mikrop ki bu mimari, otellere, gokdelenlere ve hatta alisveris merkezlerine bile sicramis, basini nereye cevirsen fbi headquarters'in cirkin bir imitasyonu. Agizlardaki trafik olabilir soylemi ise saclarimi darmadaginik edecek kadar kizdiriyor beni. Yayila yayila yasiyorsaniz deal with it diye bir tokat atmak istiyorum galiba. Oyle bir his ki bu ne madonna, ne aerosmith dinlemekle geciyor, ne madonna ne aerosmith bu sehri renklendirebiliyor. Hep diyorum ya, giderken reklam tabelasi bile olmayan, varolan tabelalarin ruzgardan devrildigi, duzlugun ortasinda yavan bir kent burasi. Dusman isgalinden uzak, ulkenin tam ortasinda diye secilmis bir baskent.

Bu sehrin tek sevdigim yeri onun kabri. Aidiyet hissimin doruk noktasi. Utmost respect'le gozlerinden yas akitan bir sembol. Gururun vucuda gelmis hali. Ulkenin tam da kalbinde, milyonlarca insanin kalbine kazinmis bir isim. Sapka cikarilan lider. Buraya boylece gelip gidebilmemin sebebi. Arasira kimilerinin unutmaya calistigi, ama unutulmaya calisilmasi bile kendisini yucelten biri burada.


Bir de arasira karsima cikan demiryollari var. Iste onlardan tum varligimla, hep nefret edecegim.

[Post Newsroom.]

Efendiiiim, tüm yourmlarımın tek bir blog post'u olarak bir arada durması konseptine şu an gevrek gevrek gülümsüyorum. uzun süredir ilk kez bir dizi maratonu yapmanın keyfine vardığımdır. tabii yazdan beri ha başladım ha başlayacağım derken sürekli sarkan dizimden bahsediyorum. yaani resmen şükür kavuşturana! öncelikle preliminary yorumlarıma bir atıfta bulunursak, böyle mıymışık karakterlerin olmadığı bir diziye kavuşmanın heyecan dalgası bitmek tükenmek bilmiyor diyeyim. şimdi devamını getiriyorum.

112th Congress:
Tamam, will baya yüklendi ve ben onun bu çataçat tarzından etkilendim. ama yine de 112th congress, ilgi dışı bir alan çıktı itiraf edeyim. tamam, amerikan iç politikasını merak ediyoruz efendim, ama bir noktada it is way too specific even for an american. yalnız sonundaki dakikalarda on numara bir plotting etkisi hissettik, çok mesudum. harikasın jane fonda.

I'll try to fix you
You devil! diyesim geliyor tüm magazin yazarlarına evet. bu noktada self-reflection: magazin dergileri hakkında ne düşünüyorum? valla kimse kusura bakmasın, hatta bunun aksini söyleyenler de henüz itiraf edemediğini kabul etsin: I love tabloid magazine! şu an her hafta düzenli okuduğum söylenemez kabul, dergilerin gereksiz pahalı olduğu da bir gerçek kabul, ama bir kere okumaya başladığımda içimdeki tatmin olmuş meraklı okur potansiyelinin varlığını hissediyorum. tamam, greater good ve hatta public benefit tadında hizmet ettiği gerçekler yok, ama kuşkusuz bazı şeylere hizmet ediyor. öyle will'in atıp tuttuğu gibi değil bence. yok sana ne, yok ne yaparsa yapar, yok bilmemne. kabul ediyorum, "take down piece" konsepti hiç hoş değil. hatta özellikle örnek vermek gerekirse, britney spears'ın mutsuz, depresyonda, yolunu bulmaya çalışırken yaşadığı olayları görmek, bana gösterilmesi, onun peşine bu kadar düşülmesi beni çok rahatsız etmiş, midemi bulandırmıştı. ya bir rahat bırakın kadını lalh belanızı versin tadında çığlık atsam yeriydi hatta. ama yine de bu şekilde kötü örnekler magazin basınının bence hizmet ettiği amacı kötülemek için bir sebep değil. daha öncesinde yazmıştım hayran olmak olgusunu. bir insanı, bir diziyi, bir karakteri sevmek, takip etmek, öğrenmek, ezberlemek bambaşka birşeydir. herkes yapamaz kuşkusuz. ama gördüğümüz, tanık olduğumuz insanları merak etmek genel kural olup, merak etmemek garip kaçıyor bence. dolayısıyla onların hayatından bir kesime tanık olmak bence büyüleyici. hatta ortak paydanın ikimizin de insan olması, insana özgü haller yaşaması çok daha büyüleyici. tabii ki ben angelina jolie'nin hasta olmadığını, acıkmadığını, ne bileyim susamadığını düşünmüyorum. ama yine de onu elinde kahveyle gezerken görmek çok insani geliyor. neyse efendim çok uzatmak istemiyorum, ama tüm bunları aklıma getirdi bu bölüm. büyük konuşma will'cim. ama sözüm herkese. bir de bu dünyada diana gerçeği var. aah ah. neyse. bu bölüme tüm bunları düşündürdüğü için sonsuz teşekkürler. insan oturup sorgulamalı bazen kendini. tabi en baştaki you devil yorumuna dönersek, süper kurgulanmaya başlayan will'i işten çıkarmanın devilish yöntemleri vol.1 baya iyiydi, takipteyiz anacım.

amen
ay bu bölümde beni benden aldı yarebbiiiim! öncelikle tahrir meydanındaki olayları dizinin konusu içerisine almanız douze points! ben bir an için amen'in öleceğini düşündüm ve onu öldürmemeniz de dozue points. ama en son sahnedeki rudy göndermesi, o bölüm boyunca kurulan rudy hikayesine gelince, burada söyleyecek bir söz bırakmadınız bana azizim. resmen yastık altından bileziklerini çıkarıp verecek  teyze pozisyonuna girdim. alacağın olsun will. hihihihi :)

bullies
ay doktor ben seni yerim yaaaa diye söze başlamak istiyorum. er'da lucy'i öldürüp carter'ı bıçaklayıp, onu vicodine bağımlısı hale getirip haftalar boyu hayatımın içine sıçmıştın çok afedersin. sonraları ise numbers ile kalbimi kazandın evet. senin böyle sorgulayıcı hallerini sevdiğimdir. aferim aferim, böyle sıkıştır will'i daha çok şey öğrenmek istiyoruz. üstelik senin gibi akıllı fikirli karakterlere dizide her zaman ihtiyaç var. bence bu bölümün esas adamı sloan'dı. yani esas adam ne kelime, bu bölüm ne kelime, dizinin esas karakteri bu valla! to the point insanların hastasıyım gerçekten. misal don, maggie'yle ilgili bir soru soruyor hani ben onu kaybediyor muyum diye. sloan hayır diyor. don diyor ki bu konularda iyi misindir? sloan hayır diye cevap veriyor. yok arkadaş, net insanların bizatihi hayranıyım. kendilerinin heykelini dikicem salonuma. aferim sloan. ayrıca da bu bölümde değildi sanki ama yine de şu yorumu yapmak istiyorum ki, senin gibi bir insan sümsük don'a hiç olmaz. senin ille de bir ilişkide olman gerekiyorsa lütfen yeni bir karakter alsınlar ya da will'e filan yapsınlar. 

5/1
bu bölüm beni öyle çok etkiledi ki... nerden başlasam ki en önce?
sen kaybettiğini toprağa koyduktan sonra, hatta böyle bir durumda toprağa bile koyamadıktan sonra, onu yokedenin ölmesi neyi değiştiriyor, neyi hafifletiyor ki? hafifleyeceğine inandığın eksiklik, dolup kapanacak olsa, adı eksiklik olur muydu, başka bir ölümle kapatmayı hayal ettiğin? babası wtc'de ölen neal'ın kız arkadaşı, bana bambaşka şeyler düşündürdün. cansın. 
don'u sevmesem de ayağa kalkıp tam bu neyin paranoyası derken nasıl bir durumda olduğunu anlaması, o close up pin, şapka, omuzdaki rütbe çizgileri çekimi muhteşemdi. yani daha güzeli olamazdı bence. bir de söylediğinde o müthiş rahatlama anı... not a dry eye in the house, eh? diyorum başka birşey demiyorum. 
ikincil planda will'in kafasının milyarlar olmasına rağmen programı sunması pek inandırıcı gelmemekle birlikte, önüne kağıt koyup obama-good osama-bad yazmasına yemin ederim kıçımla güldüm. nicely put guys.
hatta son bir dipnot: bu bölümden sonraki bölümde previously tadında bir yorum yapmadınız, bölümü de cidden o açıklamanın bir kısmıyla bitirdiniz. son derece etkileyici olmuş. tekrar tebrikler.

blackout part 1 ve 2
inside info veren amcanın anlattığı düzen son derece çılgındı, accayip etkilendim. tabii bir medya dizisi olarak malum olaya gönderme yapmadan duramazdı bu dizi. dursaydı garip olurdu. o reese'in anasının önünde busted olduğu dakikada yemin ederim kendimden geçtim zevkten! sodalimonları içmekle bunları sindiremezsin reese. eziksin ezik! oh! will'in kontratı da elinizde patlasın inşallah oooh! şimdi bir de bu amcayı anmalı. ya üzüldüm çocuklarının gelmemesine misal. bana bunlarla gelmeyin, duygusallaşıyorum. soğuk savaş göndermeleri çok yerindeydi. herkesin duruşunu iç politikasını biliyoruz sonuçta, saklamanın manası olmazdı. hele de amcanın intihar etmesi, kalbimi kırdı. allahım bu paragraftan bir alttakine naıl geçilir ki?


allahım mac'in konuşması the tarihin en bomba anıydı! 
Mac: I say the power going out is what is gonna save this-- SON OF A BITCH!!!! 
ahahahahahahahhahahahahhahaha diyerek yorumumu yapmış olayim, yeminlen muhteşemdi. bekledim o anı, hani elektriklerin gerigeleceği. ama ne yalan söyliyim, mac'ten bu outburst'ü beklemiyordum, holy moly, muhteşemdi!


the greater fool

ay will allah belanı vermesin yüreğime indirdin oğlum! bi kan damlaları filan, ödüm patladı sana birşeyler oldu diye. tamam yine oldu da, yani, yine de you know what i mean. sloan'ın en sondaki greater fool açıklamasına değinmeyeceğim. zaten anlatılamayacak, tüm sezon izlenmeden anlaşılamayacak bir açıklamaydı o. o minnoş college girl'ün ben de greater fool olmak istiyorum diye gelmesi hoş bir nüans olmakla birlikte benim en favori sahneme dönmek zorundayım.
sex and the city turu diyorum başka birşey demiyorum! maggie senin bu mıymıyış hallerini sevmesem de o çılgın outburst'üne kurban olduğumsun! bağırdın çağırdın dağıttın kopardın ya kayışı, kokteyller içilirken sana baktılar ya, allahım daha en başında otobüs tam bir SatC jeneriği gibi üzerine su sıçrattı ya (tabii biraz daha fazla zhehehe) inanılmazdı yani. o an çok çok çok özlediğimi hissettim the en sevdiğim diziyi. her bölümünü binyediyüzondört kez filan izledim ama yine başliyciim galiba, film gelinceye kadar idare ederiz, bir de film gecesi yapar, big'in kafasında çiçekleri parçalar rahatlarız belki ne dersiniz a dostlar!


yorumlarım biterken birkaç şeye değinmek isterim:
mac'le will'i on-screen bir öpüşürken göremedik ya, yuh diyorum size! allah belanızı versin lan. üstelik mac'in o iki sayfayı göstermesinin üstüne olacaktı bu, piç ettiniz. pes!
maggie don jim lisa (hatta sloan?) olayının ne kadar bokunu çıkardığınızı da aşk üçgenimize dikkat çekerek vurguluyorum. aaa siz de fark ettiniz galiba. bu bir üçgen değil! dörtgen beşgen hatta!waht the fuck! silkinin ve kendinize gelin. sizin inferior hikayenizdeki olayları merak etmiyoruz. baydınız.
ya sorarım size bu dizinin jeneriği neden bu kadar uzun? gerek yok yani, iki spiker göster, üç online yaz filan bitir, maşşallah 10 dakka jenerik, olmuyor ama. suyunu çıkarmayın. this is not er yani.

neyse efendim yorumların sonuna gelirken overall bahsetmek gerekirse, bu diziye bayıldım, heryerde propagandasını yapıyorum. izle izle izle laaan diye yalvardıklarım da oouuuğvv süpermiş yaaa diye telefon açıp mesaj yazıyorlar. kaçırmayın derim. seneye binbir entrika ve seçim olaylarıyla görüşmek dileğiyle newsroom. dilerim trajediler yerine politika haberleri yaşanır sadece.

23 Eylül 2012

[Eskiden.]

çocukluğumun en hezimet dolu anları, power rangers'ın cine5'e geçmesinden sonra yaşandı. çok seviyordum o diziyi. izlerken dünya durup başıma yıkılsa fark edecek durumda olmazdım. sonraları her gün çok sevdiğim bu dizinin bambaşka bir kanalda olup benim izleyemeyecek olmamı kabullenmeye çalışmakla geçti. ne acıydı yarabbim, dilerim hiç bir çocuk tanık olmaz.

[Kirpik tanesinin anatomisi.]

geçenlerde gözüme şampuan sıçradı. önce korktum gözlerimin yanmasından. ama fark ettim ki, kirpiklerim gözlerimi korumuş, gözüme denk gelmemiş. bambaşka bir zamanı hatırladım. lisedeki bir ingilizce dersini. hoca sormuştu: "demir parmaklıklar neden var? yani demek istediğim şu çocuklar: sizi içeride tutmak için mi yapılmışlar, dışarıdakileri dışarda bırakmak için mi?" o ana kadar bunun farkına varmadığıma inanamamıştım. sadece dışarıdakileri dışarıda değil, bizi de içeride tutuyor bunlar demiştim. çok garip bir andı. kirpiklerimin gözlerimin parmaklığı olduğu o anda, işte bunları düşündüm.

biraz daha düşününce bu konunun üzerinde, kendimi aynanın karşısında buldum. bizim kirpiklerimiz parmaklık olarak dizayn edilmemişti işte, tam karşımda duruyordu. dışarıya açılan pencereler gibi, dışa doğru, şiirlerde dedikleri gibi ok ok uzanıyorlardı. öyle pencereler ki, zehirli gözyaşlarını oradan dışarı atıp kurtarıyorduk kalplerimizi. öyle pencereler ki, ışık ışık. 

sonra başka bir şey geldi aklıma. hani kirpik bazen batar içe doğru kıvrılıp. siz kendinizi güç bela aynanın karşısına attığınızda, bir tek kirpik tanesinin içeri doğru dönüp, ok gibi gözünüze saplandığına tanık olursunuz. işte o an, hapishane görevini yapar içeri kapatıp sizi. sohbetlerinizden kopar, kendi dünyanızın derdine düşüverirsiniz. ama göz bir kere bu, ister istemez gözyaşı akıtır da o kirpiği yoluna sokar. kapılar açılır.

17 Eylül 2012

[Olmasın dileklerinin yetersiz geldiği günler.]

dün resmen yorgunluk ve miskinlik sebebiyle iptal ettiğim programımın yerine kendime haftalık kıyaklar silsilesi içerisinde kuaföre gittim dostlar. oradan mutlu mesut çıkıp uça uça eve doğru yola koyuldum. cennet gibi bir hava. dostla kahvaltı. kendine treat ve en son miskinliğin doruklarında eve dönmenin heyecanı esnasında aklımda newsroom'dan bir bölüm daha izlemek, kitabıma başlamak, çiçeklerimi sulamak gibi düşünceler vardı. ama ne olduysa oldu, takside taksici radyoyu açtı.

cnn radyoda türkiyeden haberleri dinleyerek geldim tüm yolu. dinlerken aklımdan geçenleri paylaşmak istedim burada. bir arkadaşım hep şöyle der, yahu dizilere filmlere çok atar yapıyorsun, ya da senin sayende ben de başlıyorum, keşke biraz da siyaseten anlatsan bazı şeyleri. kulağı çınlasın. ama benim söyleyeceklerim politika üstü. en azından olmalı. bilemiyorum...

sıcak çatışma. temas. operasyon. roket atar. ağır silahlar. pusu. mayın. uzaktan kumanda. başsağlığı. devlet erkanı. şehit yakınları. öksüz. yetim. eşi. nişanlısı. abisi. oğlu. vatan sağolsun. sınır ötesi. kara harekatı. memleketlerine getirildiler. kalabalık. acı. gözyaşı. ayakta zor duruyordu. baygınlık geçirenler oldu. bayrağa sarılı. kortej. cenaze arabası. saygı duruşu. askerler. militanlar. acı haber. ateş düştü. ocak.korkulan oldu. lanetliyoruz. sonunu getireceğiz.

ben küçüktüm, bunları duyardım. şimdi benden küçükler can veriyor. hala duymaya devam ediyorum.

görev odaklı çalışır benim aklım. çözüm sunulamayan dallar, uzun vadede binlerce bilinmeyene endeksli planlar, çözümü aktif olarak elimden geçmeyen sorunlar rahatsız etmiştir oldum olası beni. bu yüzden siyaseten aktif olamam mesela. bu kadar uzun vadeli ve başkalarına dayalı bir iş güç silsilesi ruhumu tüketir. ya da sosyoloji bilimi beni gerer hep. çünkü gözleme analize dayalı, kısa vadede az input'lu bir iş olmadığı gibi, uzun vadede kıymeti bilinmeyen bir bilim, yapamam. duvarlara anlatırım derdimi, suya içimi dökerim, kağıtlara kendi kendime yazarım da, gözünde ışık görmediğim insanla çabalayamam mesela. çabalayanı takdir ederim. ama ben yapamam. yapsam da sevemem. biliyorum, birileri yapıyor, seviyor, çabalıyor. olmuyor.

ama böyle olmaz. böyle toprak soğuk. kalp serin. eller buz. olmaz. olmaz... abim, kardeşim, babam, nişanlım, kocam, dayım, amcam, kuzenim, arkadaşlarım, dostlarım, tüm saydıklarımın tüm saydıklarımı. olmaz böyle. bu kadar da olmaz yani. olmasın artık.

[The Newsroom: velkam hoğm yepyeni dizim!]

öncelikle söze şöyle başlayayim efendim: insanın fragmanını sevdiği filme gitmesi ayrı bir olay, kıymet verdiği insanların ya bu filmi izlemelisin demesi apayrı bir olay tartışmasız ki. hele de bu bir film değil, diziyse baya baya önem kazanıyor bu öneriler! yani sırf beğendim diye oturup dizilere başladım, çok keyif de aldım da, ille bir boka bağladı dizilerim çok afedersin. ya iptal oldu, ya sezon finali saçmaladı. ya ilk bölümleri muhteşem oldu devamında sıçtı batırdı, ya da başta baydı, tam ben baydım bıraktım, olaylar olaylar üstüne patlatıp beni ezik gibi ortada bıraktı. bu sefer azizim, on numara bir şekilde bir diziye başladım ki çok mesudum. buradan m'ye selam ederim, you rock beybi!

şimdi geliyorum esas mevzuularaaaaa. ben bu diziye bayıldım dostlar! çata çata çata olaylar ardarda geliyor, tıkır tıkır takip ediyorsun, üstelik de vıy vıy karakterler içimi baymıyor! burada bir çekince koyaraktan daha 2 bölüm izlediğimi belirtiyorum ama yine de çok mesudum bu baymayan karakterler silsilesinde. maggie'nin mıymıyımsı halleri bile dokunmuyor. herkes oturmuş konseptine. üstelik konu da çok ilgi çekici. açıkçası vay efenim haberler nasıl hazırlanır filan diye meraklarımdan izlemiyorum ben bu diziyi. sadece bir haberi ilk alanın nasıl hissettiğini düşünürdüm hep, burada birşeyler hissedildiğini değil düşünüldüğünü görüyorum, çok farklı oluyor, bu yüzden izliyorum. tabii bu dünyayı hiç merak etmiyorum dersem koccaman bir yalan olur. neyse efendim, dün de şunu hatırladım ki sevgili will, meğersem pleasantville'deki ressam amcaymış. araya dipnot: bu filmi heeerkes izlemeli. hayatın duygulardan arındırıldığı bir siyah beyaz filmde, hissetmeye başladıkça film renkleniyor. çok çok keyifli. biz sanıyorum lisede giver'ı okurken ardından da bunu izlemiştik. çok keyiflidir bir kere daha vurgulayıp kendime geçiyorum.

bir de tabii şunu vurgulamalıyım: dizinin konusu, süper bir amerikan havadisleri tadında. yani oradaki haberleri 2 yıl sonrasından alıyor olmak çok keyifli. hele de tüm bu gelişmeleri takip eden bir insansanız. oil spill'i amaaan bişiy değil patlama olmuş deyip sallamayan dan'in göt olacağını bilmek paha biçilemiyır. o derece.

karakterler hakkında yorum yapmam gerekirse şimdilik favorim charlie. adam süper süper süper. aradığım atarlı marine amca profili bu yemin ederim! kendisinin bağırığ çağırıp yes please diyerek bir kere daha içki istemesi çok tatlıydı. 

geliyorum dizinin romantik merkezine. efendim şimdi tam neler olacak bilemiyorum ama şimdi gördüğümüz kadarıyal mac (üzgünüm beybi, adın çok uzun bu şekilde kısaltıciim adını) ve will'in ilişkisine inanamıyorum dostlar. will değil mac aldatmış da bilmem ne ayrıntılarını geçiyorum, orada bir e-mail epic fail'i yaşanacağı belliydi, böyle yersiz ve bariz bir şekilde yapmaları böyle kurgusu olan bir diziye yakışmadı. 

aaa dur hemen aranağme yapayim: mac sen ne çılgın bir kadınsın anacım! cesaret etmek değil, aklımdan geçirmeyeceğim yerlere gidip maceralara atılman karşısında şapka çıkarıyorum. siz de çıkarsanız iyi olur a dostlar. 3 kez vurulmuş da, yıllardır uyumuyormuş da filan, keşke bir bölüm kendi kabuslarına da tanık olsak, ne güzel olur. şööyle post bilmemne stress order tadında hareketler bekliyorum entrika olay muamma hastası dizici benliğimle.

geri dönüyorum will ve mac'e. allahım yarebbim iki tane uymayan insan seçin dünyadan deseniz ben heralde bunları seçerdim! kadın fişekli haberci, adam atarlı sunucu. tabii bu kısımları biraz geçiyorum, olabiler. ama şööyle bir bakınca hiç hiç yakıştıramadım yani. misal borgias'da cesare'yi beğeniyoruz. lucretia'ya bayılıyoruz. ikisinin kardeş olduğunu da biliyoruz elbet. ama artık bir arada görmek istiyoruz! ama will ve mac arasında hiiiç oluru yok yani. biraz çekim kuvveti, biraz gerginlik havalarda uçuşsun desem o da olmuyor. neden? will, bebişim seni sevsem de, she is way out of your league! désolée. tabii bu noktada ben bu kadar kafamda kurduğumu ilk kez fark ediyorum. iki dawson's creek izliyim de kendime geleyim demem mümkün. ama yine de. göz var nizam var azizim.

sonuna bağlarsak: bu gece bir bölüm daha patlatıciim. meraktan da ölüyorum bakalım sırada ne var diye. dün gece bilmemne güzellik üçüncüsü kız beni gülmekten öldürdü ama bu sefer hardcore bir canlı yayın tartışmasına hazır ve nazırım. haydi hayırlısıııııı.







[Eski tadı kalmadı artık şeftalilerimin.]

biraz önce mutfağımı toplarken buzdolabının arkasında kalmış bir poşette bir sürü şeftali buldum. benim kadar şeftali seven bir insanın dışarıda yağmur toplarken evinde şeftali bulmasının nasıl bir sevinç dalgası yarattığını bilemezsiniz. ya da let's re-form that sentence, çok az insan bilir o halimi. bir iki tanesi bozulmuş ama diğerleri sağlam sağlam bakıyorlardı bana. ben de koyuldum işe, başladım soymaya koccaman bir tabağa. dedim ki buzdolabına koyayim, hem orada soğusunlar, hem de canım istedikçe yerim.

hem ağladım, hem soydum.

tadlarına bakmak gelmedi içimden. insan alışık olduğu tadı alamayacağını bildikten sonra tatmak istemiyor. ne hazin...

[To hobby or not to hobby.]

sevdiğim şeyleri, hatta direk tanımlamak gerekirse hobilerimi öyle bir ibadetle yapıyorum yürütüyorum ki severek yaptığım bu işler hafızamdaki to do list'te bir vicdan azabı gibi duruyorlar. rahatsız ediyorlar o listeden bakıp bakıp. içimi tırtıklıyorlar. aklımı kemiriyorlar. mesela şu an:

yeni dizimi ---

kapı çaldı ve yemeğim geldi. evin işini gücünü toplamasını hallettim ve şimdi severek yaptığım şeye geri döndüm.

ne diyordum? mesela şu an:

-yeni dizimi izlemek
-yeni dizim hakkında yazmak
-yeni dizim hakkında düşünürken aklıma gelen şey hakkında yazmak
-severek başladığım kitabı okumak
-film izlemek
-televizyonda yayınlanan dizimi izlemek

şeklinde bir sürü fikir var aklımda. sanıyorum ki bunları bir kenara yazıp en azından yapmam gerekenleri aklımda çıkarma yoluna gitmeyi seçtim en önce. bakalım, one by one, hepsini bu akşam hallediciim inşallah.

hay hobilerimin gözü kör olmasın tabi ama aklımda bu kadar takıntı olmasalar daha çok seviniciim.

16 Eylül 2012

[Benim neyim var anlayan beri gelsin!]

perşembeden beri kendimi kötü hissediyorum. neden olduğuna dair bir fikrim de yok üstelik. ama neyseki hep kötü değil, bazen kötü şeklinde ilerliyor bu halim. üşüyorum mesela. çok üşüyorum. ellerimin titremesinden kitapçıda elimdeki kitabı düşürdüm. oturunca gayet iyi oluyorum. ama kalkma anı geldiğinde gözlerimde öyle büyüyor ki, bir sonsuzluk boyunca oturmak geliyor içimden. uyanıyorum mesela, saat öğleden sonra üç. tamam, geç yatmışım ama yine de dingin kalkmış olmam lazım normalde, yok, olmuyor. halsiz kalkıyorum yataktan. öyle yorgun hissediyorum ki kahvaltı için demlediğim çayı almak için kalkmıyorum mesela. takside elimi alnıma koyup uyumak geliyor içimden. sonra eve geliyorum, uykum gelmiyor, yazı yazıyorum. yatıyorum yatağa, bir iki saat sonra uyanıyorum. uyuyorum, tekrar uyanıyorum. uykumun gelmemesi gibi bir insomnia değil bu seferki, yatıp uyanmakla geçen bir huzursuzluk. sabah uyanıyorum, sevdiklerimi arama ihtiyacı duyuyorum. sanki bilmediğim birşeyler oluyor da bana yansıyor gibi. midem ağrıyor. 2 gece öncenin alkolünden,  bol limonlu midyesinden de değil üstelik. dizlerim titriyor evin içinde dolaşıp ortalığı toplarken. kulaklarım uğulduyor. düşünüyorum, heralde tansiyonum yükseliyor diye. kendimi dinliyorum oturup. ama yok, tansiyonum çıkmadığına da eminim. hiç yükselmez ki oldum olası. acıkıyorum mesela. yemek söylüyorum, ama şu an yemeğin gelmesini beklerken yemeği düşündüğümde, içimden yemek gelmiyor. ama kendime zorla yedireceğim biliyorum. çok garip. bu aralar birşeyler mi oluyor? yoksa ben hasta mı olacağım? hasta mıyım yoksa mesela? çözemediğim bir silsile. hayırlara yazsın.

bak yemek geldi şimdi. dizilerim titreyerek kalktım yerimden. düşündüm bir an, bayılsam şamataya bak şimdi diye. neyse, yemeğim ve doctor who yeni bölüme dönüyorum. dediğim gibi, hayırlara yazsın.

15 Eylül 2012

[Midnight in Paris: Untimely Epiphany)

bu yazıyı okuyanlar, birazdan en mutlu olduğumu sandığım anlardan birinin nasıl en hüzünlü anlardan birine dönüştüğüne tanık olacaklar. ne hazin... midnight in paris'ten bahsediyorum.

preliminary üzüntü:
ben bu filmi neden daha önce izlemedim hüznü, daha ilk karede paris sokaklarını görür görmez kanıma karıştı. öyle bir hüzün ki, ağlayıp ağlayıp kendini suyun altına bıraktığında üstünden akıp geçen bir şey değil, etkisi geçen bir ağrı kesici misali, an be an artan bir teslim olma hali.

arka plandaki melankoli: bunca zamandır zaman bulamamış olmam çok acıklı. güzel filmleri uykusuzluktan bayılıncaya kadar izleyip kenara koyan kişi elden gidiyor mu diye sorguladım. hiç hoşuma gitmedi. düşündükçe yeni şeyler çıktı karşıma. mesela imagine, geçen haftanın penguenini alamadım. önemli olan sayıyı kaçırmış olmam değil hayır. elbet bulunur ya da boşveer denir kaldığım yerden haftaya devam ederim. bunun önüne geçmek için üye olmak gibi bir çözüm yok. senin kapına gelse ne yazar, sen vaktini ona ayırabilmenin lüks hissini yaşayamadıktan sonra. 

filmin başladığı an saplanan acı: bu filmi rue saint honoré'deki evimizde, penceler açık, elimizde şaraplarla izlemek vardı, sonra kapatıp kendini sokağa atmak. ama artık yok. o özgürlük yok. vurulmuşum da sonradan acısını hissediyor gibi, sıcak bir duygu. then, a shot of pain.

film sonundaki melankoli: bu filmi dostlarla izlemeliydim ben pişmanlığı. hani durdurup paris anılarını anlata anlata, sevdiğimiz yazarlardan bahsederek, batmayan molly brown diye sayıklayarak, adrian'ın oscar kabulünün dedikodusunu yaparak. ama denk gelmiyor böylesi artık. yani en azından bir süredir gelmedi. herkes bütün gün kapalı bir yerde oturmaktan o kadar daralmış ki, eve giresi gelmiyor kimsenin. ya benim gibi bir insan dün gece kanyonda otururken nolur sinemaya gitmeyelim daralıyorum dedi ya, bence bunun ötesi ancak bir sonraki paragrafımda saklı olabilir. ciddi bir melankoli.

film boyunca süre gelen esaslı üzüntü: o filmi izlediğimden beri hep söylüyorum kendi kendime gülümseyerek, it's not what you see. it's what you believe. evet, ondine'den bahsediyorum. spoiler yok. ama geçen hafta midnight in paris izlerken şunu fark ettim. what I saw  wasn't what I always wanted to believe in. öyle acı ki, bunu film hakkında düşünürken sonradan fark ettim. hep bir açıklama bekledi aklım. dedektif gelen arabayı gördüğünde, onun gözlerinden herşeyi makul açıklamasını bekledim. beklemedim. istedim. belki geceler boyu paris sokaklarında yürümeme rağmen benim karşıma böyle bir araba çıkmayışının kıskançlığıydı bu. kızgınlığı bile olabilirdi. hani hadi ordan bee dermiş gibi. degas ile konuşurken bile filmin sonunu bekledim biliyor musunuz? ben. inanmadım. ben. yıllarca doğaüstü diziler filmler izlemiş ben. ilk gençliğini latince sözcükler arayıp hikayelerine büyüler yazan ben. kızınca avcunun içinde alevler çıkmasını dileyen ben. bir zaman gezgininin yalnızlığına ağlayan ben. her köşede gözleri tardis'i arayan ben. sarımsağın vampirleri uzak tutamayacağını bilen, dracula'yla tanışmak isteyen ben. ters zamanlarda karşılaşan iki gezginin timeline'ını çıkaran ben. this is my resolve face diye atıf yapan ben. cordelia chase hastanede yatarken yas ilan eden ben. jean grey'in tarafını tutan ben, phoenix'i bile seven ben. ejderhaların uçuşundan keyif alan ben. gözlerimi kapatıp rüzgara döndüğümde titanic'te olduğunu hayal eden, edebilen, orada olduğunu hisseden ben. ben... ben woody allen'ın filminde gerçeğe dair bir açıklama bekledim. aradım. filmin güzelliği açıklanmadan bitişiyle ilgili belki ama, ben açıklama istedim. mantıksal bir düzlemin bize oynadığı oyuna tanık olmuşum da, sonunda herşeyi anlıyorum gibi bir hayale kapıldım. ama benim hayallerim bu değildi. ben buna inanmak istememiştim hiç bir zaman. ben, daha ilk bakışta çıkıp gelen zaman gezgini arabanın gerçekliğine inanmayı seçenlerdim. ve ne olduysa oldu, hayalimi kaybettim. geride kuru bir görüntü kaldı açıklama talep ettiğim. üstelik bunu da düşününce buldum, düşünmesem herşey son derece doğal diye düşünecektim. noel babaya inanmaya bırakan çocukların övünerek bunu anlatması gibi. eğer düşünmeseydim üzerinde, o çan seslerini duymamak büyüdüm bakın mesajı verir gibi saçma bir işaret olacaktı. oysa büyümek, duyup duymamış gibi yapmayı öğrenmek olmalıydı. işte böyle düşündüm düşündüm düşündüm. hayallerimi kaybetmiş olabileceğimi düşündüm. mutsuz oldum. korktum. korkmak ne kelime, dehşete kapıldım! gerçeği unutmaktan vahimi bu çünkü. olabileceklere dair umudu kaybolunca insan yaşamaya nasıl devam eder? devam eder elbet farkında olmadan. peki ya fark ederse? nereye başvurmalı hayallerini kaybedince? bulabilirler mi geri? şeytan satamadan getirir mi mesela? --

yok... böyle bir ihtimalin varlığını düşünmek bile nefesimi tıkıyor, uykumu kaçırıyor, uzaklara dalmama sebep oluyor. yazıp kurtulmalı, üstüne toprak atmalı ve bir daha asla bahsetmemeli.

13 Eylül 2012

[Doctor Who: S7E2.]

doctor who'nun bu haftaki bölümüyle ilgili vay anasını sayın seyirciler dedirtecek birşey olmadı açıkçası. ama şunu söylemek şart: doctor'un o katı yüzüyle uzun süredir karşılaşmıyorduk, ne mutlu kavuşturana. eğer o cani adama ikinci şans verseydi, artık genius olduğunu değil, aptal olduğunu düşünecektim. bir de şunu söylemek lazım: doctor'un bir gemi dolusu dinozoru gördüğü an, bir çocuğun en kıymetli oyuncaklarına baktığını gördüm. eski bir adamdan, o genç bakış gafil avladı beni, hayran bıraktı. tüm karakterlere yorum yapmak mümkün ama bu noktada bırakacağım. artık lütfen river song'u görelim olur mu? kızmaya başlıyorum çünkü. gerçi şu an pamuk gibiyim ama yani, bilirsiniz, bir hikayeyi delice merak ettiğinizde geride kalan herşey önemsizleşir. ve işte böyle odaklanıp hikayelerin sonlarını beklerken, geride kalan masalları kaçırmamaya çalışmak lazım. kendime not olsun bu da buradan.

12 Eylül 2012

[That silence sense of content.]

hayatı seviyorum. hayatımı çok seviyorum. minikminikminik mutlulukları, çığ gibi üzerime yıkılan  hüzünleriyle birlikte, hayat sevmeye değer.

aylar önce oturup gün batımını takip eden muhteşem kızıllığa bakıp ağladığımı hatırlıyorum. uzaklara dalıp, karşıdaki evlerin ışıklarının açılmasıyla kat be kat daha çok gözyaşı akıttığımı. şimdi aynı koltukta, aynı manzaraya bakıyorum. aklım öyle rahat ki.

kendimi durduramayıp kurduğum hikayeler, yollar, ihtimaller artık aklımda yok. istesem de çağıramıyorum onları. gitmişler. yenilmişler zamana sanki. olan olurken, olabilecek, oldu deyip rahat bırakmış beni.

evde oturuyorum. aylar önce ağladığım koltuğun üstünde. çok değil geçen daha geçen hafta gözlerimden yaşlar süzürken, öylece yığılıp kalmamak için kendimi üzerine attığım kanepenin iki adım ilerisindeyim. mutlu yemekler yediğim, üzerine çiçekler koyduğum, sabahladığım gecelerin emektar masasının yanındayım. laciverte dönen gökyüzüne bakıyorum. yıldızları görmüyorum ama, oradalar biliyorum.

içimdeki huzur, yorgunluğumla kaybolmuyor. sonsuz bir müteşekkir olma hali bünyemi sarıyor. iyiyim. sevdiklerim iyi. dostlarım iyi. belki belim ağrıyor, ayakkabının kestiği yerden sızım sızım kan akıyor, uykusuzum çünkü gece uyuyamadım pek, gözlerim ekrana bakmaktan yanıyor. ama ben iyiyim. çok şükür. iyiyim. herkes iyi. uzaktalar. ama iyi olduklarını bilmenin derin huzuru bana yetiyor. özlemim, huzurla kontrol altına alınıyor ancak.

aslında taa geçen hafta yazmayı düşündüğüm bir yazı vardı, yazı dediğime de bakmayın, aslında geçen pazartesi boyunca kulağımda çınlayan tek bir cümlenin üzerine geliştirilecek bir şeydi o kadar. geç kaldım mesela şu an ama yine de buraya dahil etmeden yapamayacağım birşey o. geçen haftanın hüznü, yorgunluğu bir kenara, ortalama neşeli bir yazı olacaktı, pinch of çalışma hayatı nevrozu eklenebilirdi içine, bilemiyorum. ama yüksek ihtimal öyleydi, malum, her anlamda çok yoğundu. o yüzden bu zamana sarktı yazmak o cümleyi, yazısı bu şekilde bağlandı. ama şimdi, herşey öyle dingin ki aklımda. ben bile inanamıyorum. nasıl bulunduğum dakikanın dinginliğine ulaştım? takside mi? merdivenlerden çıkarken mi? yoksa eve gelip kızıla çalan gökyüzünü görünce mi? bilmiyorum. ama charlotte'un dediği gibi. her an mutlu değilim. ama hep mutluyum. ve it is the first day of the rest of my life. so be it.


[8 Eylül 2012 Red Hot Chilli Peppers İstanbul Konseri.]

yazacak çok şey birikti azizim. ama bir yerden başlamak lazım. dolayısıyla kasedi başa sarıp haftasonundan başlamam en sağlıklısı. cuma gecesi eve döndüğümde saat 11 filandı, öyle alemlerden de dönmedim hani, alemlerden saat 11 de hayatta dönmem! çalışıyordum ve kendimi eve o saatte attım. haftanın yorgunluğu tam o dakikalarda çöktü üzerime. derler ya, ruhum yorgundu, en kötüsü bu gibi gibi. derken telefonum çaldı, baktım s arıyor. canım benim, hep malum olur ona bazı şeyler, onun birkaç meselesi vardı konuştuk, sonra ben başladım konuşmaya anlatmaya. konuştukça aktı gitti içimden hüzün sinir stres hepsi. s'ciğim bana yat uyu canım dedi, sabah kendini daha da iyi hissedeceksin. yanılmadı. öğlen uyandığımda herşey çok güzeldi. öğlen miskinliği, akşamüstü kahvaltısı, evi biraz toplamaca ve wii çılgınlığı derken akşamı ettik efendim. red hot chilli peppers akşamı. b ile buluşup yola çıktık, santrale vardık. uzuuuuun içki ve yemek kuyruklarını saymiyciim. her konserde olur böyle şeyler. ama insanlar çok gergindi, öyle en öndeki bana su alır yea gevşekliğini kaldırmadı insanlar, dedikodulara göre birini dövmüşler hatta, neyse efendim biz arkadaşımızı gördük bir güzel aldık içeceklerimizi. aa alkol de değil, su ve kola. öyle plastik bardaklarda alkol pek tarzımız değil b ile. üstelik bir bardak bira alsan noooluuur, almasan noolur diyerek taksim için sözsüz işbirliği yaptık. konserin ilk bir saati sıkıcıydı. rhcp yaşlanmış da yaşlanmış. hele o basçı beni benden aldı. çok enerjikti filan ama tek sorum var: bu adama bu tulumlarla sıcak gelmiyor mu? şahsen ben üstümü başımı atmak istedim öyle bir mahşeri kalabalık ve hararet vardı havada. efendim under the bridge, by the way, can't stop, scar tissue çaldı. önce onları söyliyim. zaten onlar da çalmasaydı ben ruhumu teslim edecektim. ardından gelen californication -uuu yeeee diyorum bu noktada. rhcp'dan californication'ı canlı dinledim, çatlayabilirsiniz dostlar kehkehkeh-  suck my kiss, soul to squeeze did i let you know ve en sonda patlatılan give it away muhteşemdi. geceye renk kattı. tabi arada ekip bir coştu sololar bilmemneler yaptı bateriler çalındı bebişim. anthony'ciğim her zamanki gibi çok hoştu. yani adama yıllardır hayran olmam boşuna değilmiş ben bunu gördüm. biraz kilo almış gibi sankilim. ama hala çok fit. maşallah tişörtleri filan as usual fora etti, beğendim beğendin beğendik. o çılgın dövmesini canlı canlı gördüm düşününce hala inanamıyorum lan. neyse geliyorum flea'ya. yarebbim bu adama sıcak gelmiyorum ok. ama o nasıl enerji arkadaşım! ne içtin ne yedin sen? 50 yaşında adamın o coşmalardan sonra amuda kalktığı dakikalar, yıldız kenterin amuda kalkmasından daha epic'ti ben size diyim. tabi the baterist chad enerjikti, dangır dungur yardırdı. aa bu noktada şunu da söylemeliyim: dangır dungur filan dedim diye dalga geçtiğim, ezdiğim filan düşünülmesin! haşaa ne ezmesi lan onlar rhcp! hani lafın gelişi yazıyorum. adamlar süperdi. en son bagetlerini fırlatması da göz doldurdu doğrusu. aferim. sahneden inerken hiç öyle havalarda değildi, ama attı sağolsun. not that we could catch 'em. neyse geliyorum benim için gecenin adamına. josh. bebeğim sen ne menem birşeysin! john'u aratmadın o kadarını söyliyim. hayran hayran izledik azizim seni. sesine hayran olduk. bi sololar attın filan oralarda zevkten bayıldık. sen de kendinden geçtin itiraf et. ayağın kırılmış -hatta b'nin kızacağı şekilde yazayim: ayacığın kırılmış- ona rağmen hızını alamayıp ayaklara fırladım koptun gittin yahu. tabi türk bayrağı tişörtü giyip çıkman seyircide çılgın çığlıklara filan yol açtı da yine basic soruma dönüyorum: iki tişört üstüste seni gördüm bana ateşler bastı o sıcakta diyorum. neyse efendim. konser güzeldi anlayacağınız. ama ben bir de organizasyona burdan saydırmak isterim.

uzun kuyruklardan filan bahsetmeyeceğim. böyle milyarlarca insanın olduğu konserlerde o mikrobik portatif tuvaletlere zaten girmem, o konuya da girmiyorum. ama ben böyle bir konser için daha kötü seçilebilecek bir yer düşünemiyorum koca istanbulda. dikdörtgen şeklinde mekanın kısa kenarına koymuşsunuz sahneyi, k3 biletleri teee öteki kısa kenarda. lan k1'den [k dediğim kategori oluyor gençler, biletlerde öyle belirtmişler diye k1 k2 k3 diyorum şu an] zor gördük biz. elalem k3'ten artık anthony diye adamın saçının mikrofon mu gördü yoksa sahne sütununa mı baktı belli değil! kısıtlı görüş diye sattınız o biletleri alın da münasip bir yerinize sokun afedersin. sınırlı görüş kafanı sağa sola eğip arasıra zıplamak ve öyle görmek usulüyle olur. bu resmen sinirli görüş. saydıra saydıra ekranlardan izledik biz bile, diğerlerini düşünemiyorum. aa bir de çıkış rezaleti ve devamını anlatayim. allah belanızı versin lan. 10957384 bin kişi o göt kadar kapıdan nasıl çıksın sorarım size? ne oldu? millet telleri aşağı indirdi öyle çıktı. ne olabilirdi? rhcp konseri çıkışında bok yoluna izdihamdan ölebilir ve tüm dünyaya maskara olabilirdik. şimdi çıktıktan sonrasını anlatayim. allahım yarebbim hiç bir taksi olmaz mı bu kıçıkırık yerde diyorum sadece! heryerde sıra beklerler, burada in cin top atıyor. 206758423 kişi öööyle kaldık. kalabalığı takip etmeyip sütlüce halıcıoğlu yoluna doğru koyulduk. zaten o güruhu takip etsek hiç varamayız, o kadar adamı ancak boeing bilmemkaç uçağı taşır çünkü. neyse efenim, başladık mı yürümeye. allahım bir tüneller alt geçitler üst geçitler gidiyoruz gidiyoruz medeniyet yok, taksi yok, bi bok yok afedersin. varsa yoksa uykulukçular. ya uykuluk ne allaaasen? neyse uzatmiyim ve konserden daha çok konserin sorunlarından bahsetmiyim ama çat-la-dık! neyseki bir minibüs geçti, kendimizi şişhaneye atıp taksime çıktık.

burada özel bir paragraf açmak istiyorum sayın seyirciler. gece birde vardığımızdan mütevellit heryer dolu tabii, hiç yürüyecek hal de kalmadı malum. b ile eskiciye gitmeye karar kıldık. iki muhabbet çevirir, ucuza içkimizi içer sonra da döneriz diye. içeri girdik. ve dehşete kapıldığım an yaşandı. ben hayatımda ilk kez bu saatte eskiciye sıfır alkolle girdim. girdim girmesine ama 5 dakika etrafa bakındım ve sonra da bir çıktım. dünya ayıkken çok çirkin göründü gözümüze. üzüldük doğrusu. danstı sarhoşluktu onlardan değil de, yani genel olarak, dünya pek çirkindi azizim. sonra asmalıya gidip bir güzel shotlarımızı içtik, bir saat sonra laylalaylalaytrilaylay pozisyonunda kahkahalarla girdik içeri. ha şöyle dedim. dünya güzelleşsin. dansımızı ettik, şahsen ben yazın çılgın gezmelerinden sonra uzun süredir ilk kez içtiğim içki mahmurluğu soda limonumu içtim, sonra çıkıp eve döndük orayı kapatmaya 15 dakika filan kala. evde bilgisayarı açayim, doctor who yüklenmiştir, saçım havluyla beklerken yeni bölümü izlerim diyordum ama nerdeeee, havlularla sızmışım. gözlerimi sabah altıda açtım, uyku pozisyonu aldım, hala ıslak saçlarımı havluyla sardım -delirdiniz heralde bir de saç mı kurutacaktım- ve uykuya daldım. uyandığımda saat bir buçuk filandı.

işte rhcp heyecanı böyle başladı, ideal pazar gününe böyle bağlandı efendim.

Anthony'e selam ederim, derhal bıyığını kessin hiç yakışmamış.

[Ode to Gökhan Kırdar.]

herkesin hayatında belki bir belki de birkaç şarkı vardır ki uzaklara bakmasına, gözlerini kaçırmasına sebep olur. öyle bir şarkıdır ki o, gözlerini kaçırdığını anlar, bu şarkı onun için o şarkı demek der, birşey yokmuş gibi davranıp şarkının bitimiyle karşınızdakinin ruhunun yuvasına dönmesini beklersiniz. ya da bunu göremiyorsanız onunla konuşursunuz ama nafile, ruhu orada değildir ki cevap versin.

benim de kulaklarımda bazı melodiler çınlıyor. hatta öyle ki, requiem for a dream misali, şarkıyı duyar duymaz kanıma karışıyor, göz bebeklerim büyüyor, bütün kontrol mekanizmam sıfırlanıyor da dizlerim titriyor. işte, ruhum gidiyor benden, bilir misiniz o duyguyu?

yalnız benim kulağımda çınlayan melodiler arasında bir gökhan kırdar melodisi yok. ama öyle ilginçtir ki, ben ne zaman bu sakin, dingin, hüzünlü adamın sesini duysam, ruhum bir gezintiye çıkıyor. üstelik şarkı bitiminde dönecek gibi bir gezinti de değil bu sefer. çok, çok garip.

kayda geçmek istedim.

07 Eylül 2012

[darkest moments in life vol. bu son olsun.]

konuşsa da bir şeyler daha dinleyip öğrensem, ufkum değişse diye beklerdim çocukken. büyüdükçe sadece bilgisinden değil, muhteşem kişiliğine de hayran oldum onun. nazik, nazenin, sakin, sessiz, ama şen kahkahalı biri. 

hem içinde bulunduğu hukuk dünyasını tahlil eden, ufacık bir kasabadan dünyayı takip eden, her cümlesiyle her seferinde bu yaşımda bile acaba herşeyi biliyor mu diye sorgulatan biri.

hep dönüşümüzden bir gün önceki halini hatırlayacağım. Yanında minik bir tabak, elinde bitmek üzere un kurabiyesi, getirin bakalım be ya, bu çok güzelmiş deyişin.

ben iyi değilim be çocuklar, çok halsizim deyişini düşünmemeye de kararlıyım.

öyle garip ki... ne şanslıyım derdim. 2 anneannem, 2 babaannem, 2 dedem var diyordum. yok... devamını yazamayacağım--

hukuk okumamın sebebidir ahmet dedem. bir nebze olsun onun gibi engin bir insan olmak için istedim. çok istedim. ve ben stajyer avukat olmak için adliyeye uyanacağım bir sabahta, yine bambaşka bir telefonla uyandım. 3 eylül sabahı, ben, biz, dünya onu kaybetti. 

gün boyu koşturdum, an geldi güldüm bile, sıkıldım, sinirlendim. ama o kimliği almadan da dönmek istemedim. inat mı demeli bilmiyorum. ama artık düşünmek de istemiyorum. korkuyorum. korkuyla sarsılıyorum. bu hastalıktan delicesine korkuyorum. kıvrılıp üşüyorum sanki. ellerim donuyor.

artık bu kabuslardan uyanmak istiyorum.

[The Closer: Epilogue.]

aklımda başka bir yazı vardı ama bu aklıma düşünce onu yazmam imkansız. yani şu an elimde çift kaşarlı bir tost var, o bile boğazıma dizildi düşününce. alacakları olsun! peh! neden bunu bize yaptınız hainler! drop dead diyorum size başka birşey demiyorum. neden bahsettiğimi soranlara da şu kadarını söyliyim: the closer'dan bahsediyorum tabii ki de. son bir kaç bölüm kalmış, leak'i bulduk bulucaz, pope göt göt davranıyor, istifayı absıp çoluk çocuğa karışıcaz, yuvamıza neşe gelicek derken what kind of sorcery is this? gabriel'in çok afedersin aklının bilmemne tarafında olmasından mütevellit lümbür lümbür heeerşeyleri dostuna anlatmasından kaynaklanan tüm sezonun entrikası bitti bitecek derken, willie ray the brenda'nın annesini siz nasıl öldürürsünüz kardeşim!

önce kanser hastalarını konu alan bir bölüm yaptınız. brenda'nın son dakikada ağladığını, kapattığı davasında şüpheli gördüğü doktora yalvarmasını izlettiniz, randevuyu koparttınız. üzüldük ama kabul. çarpıcı bir bölümdü. bambaşka bir açıydı, uyku kaçırandı. hele de doktorun siz bu hastaların neler yaşadığını hiç umursamıyorsunuz demesinden sonra brenda'nın arkasını dönüp asansöre koşar adım binmesi bin bir kelimeden daha ağır koydu bana. kıyamadım. hiç kıyamadım.

ama. 19. bölüm olmadı. hiç olmadı. ben bu diziyi 7 sezon bunun için izlemedim. brenda babasının kurtulduğuna sevinemeden, annesinin bir dakikan var mı sorusuna evet diyemeden, sabah kahvaltı saadetine varamadan willie ray'i uyandırmaya gittiğinde onun gözlerini sakince duvara dikmiş, ağzı hafif açık halini bulmamalıydı. o an, kyra sedgwick beni öldürdü. 7 yıl boyunca tanık olduğumuz o soğukkanlı kadın uçtu gitti, geride bir kabuk kaldı, yüzündeki bakışı unutacağımı, unutabileceğimi sanmıyorum. tıpkı willie ray'in son halini unutamadığım gibi. sonra fritz diye feryat figan bağırması, fritz'in onu kucakladığı gibi orada çıkarması. çok kötüydü a dostlar. brenda, kyra, ufacık bir kadın oldular o sahnede. çok çok acıydı. üstelik tüm bunların son saniyede gerçekleşmesi ve bölümün çöt diye tam oracıkta bitmesi hiç hoş olmadı açıkçası. what is this??

sonraki bölümün sonunda ise, she needed a minute but I didn't have it, now I might use a minute deyip hıçkırıklara boğulması... yeminlen kelimelerin bittiği yerdeyim. fritzy, bir dakika konuşabilir miyiz dediğinde önce hayır deyip, sonra özür dileyerek derhal onun yanına gitmen, dikkatlerden kaçmadı brenda. o stroh'un götüne koyuşumuz çok afedersin muhteşemdi. patlasın silahlar. gebersin ezik. oh çok iyi oldu. oooh. aaa seni de bundan sonra savcılık saflarında görüciiz ya pek heyecanlıyım. bu ezik kadın da bu işi kıvıramaz. bir teeğnk yie brenda değil yani. son olarak da geliyorum hediyene. çanta muhteşem, içi daha da muhteşemdi.

dear deputy chief brenda leigh johnson, thank you for seven great seasons. teeğnk yie.

[Doctor Who 7.01: Asylum of the Daleks.]

Efendiiim, beklenen an geldi. aklımda zibilyarlarca soru, içimde binbir kıpırtı beklediğim gün geldi çattı! doctor who yeni sezon başladı allahım çok şükür. günlerdir aklımda olan bu bölümle ilgili yorumlarımı yazmak ressssmen tapınmak gibi bir dine. muhteşem bir his veriyor bana. öncelikle kimselere anlatamadığım -yok, aslında anlattım da böööyle çalçene uzun uzun çatlaya patlaya anlatamadım henüz- içün heyecanımı affedin. the doctor who kardeşliği yaptığım arkadaşım b tutturdu bir hafta öncesinde yok ben izlemeyeceğim, yok ben bir sezon bekleyeceğim diye, nooldu, hiiç dayanamadı işte. ama sonuç ne oldu? beraber izleyip kriz geçiremedik, izlediğimiz yerde kalakaldık afedersin! neyse efendim, back to asylum of the daleks.

allahım yarebbim sen ne büyüksün ya demek istiyorum sayın seyirciler. dalek konsepti zaten beni korkutuyordu, şimdi bir de deli, kontrol edilemez, hiç mi hiç anlaşılamaz daleklerin olduğu bir gezegeni de gösterdin ya, valla benim hayal gücümün sırtı daha da yere gelmez. hele de o genius kılıklı kız yardıranzi bir şekilde kapıları açtı, doctor'u bile şaşırttı ya, oh çok şükür sayın seyirciler.

öncelikle rory ve amy cephesini anlatayim. "what the fuck is going on ulan! bu ne havalar amy, kendine gel! ezik misin lan sen! bu kız rory'nin kıymetini bilmedikçe ben kafayı yiyeceğim. adam seni 2000 yıl bekledi. üstelik ben uydurmuyorum. bildiğin bekledi. geber lan geber" çığlıkıları ile bizim evi sarstım bölümün başında. the girl who waited ve rory the roman'ın sonu bu mu olacaktı sayın seyirciler??? sonrasında fikirsiz amy yine bir mallığa imza atıp, kendisini dalek olmaktan koruyan saatini cesetlere kaptırdı. anam neyse ki bu durum işe yaradı ve rory ben sana benim saatimi vereyim bıdıbıdı yaparken ortaya döküldü herşey. meğersemsem amy'nin çocuğu olmuyormuş melody'nin doğumunda ona yaptıkları işlemlerden sonra. işte o anda amy ne dedi biliyor musunuz rory'e? hemmen bulup yazıyorum size bekleyin. [...] evet resmen o cümleyi bulamadım. üstelik bulamayacağım da bir yerdeyim şu an. ama kısaca yazıyorum: rory amy'e ben seni 2000 yıl bekledim bunu bize nasıl yaparsın dedi. amy de ağlayarak, ben senin için senden vazgeçiyorum dedi. ayyy yarebbim orda çok tatlılardı cidden. amy'e kustuğum tüm nefret tüm şapşallığıma bulanaraktan eridi gitti. oysa ne kadar türk filmi klişesi sözler bunlar. neyse efendim geçiyorum bu kısımları ve esas kıza geliyorum.

itiraf edeyim ki önceleri bölümün sonunu pek tahmin edemedim.yani come on! nasıl bilebilirdim ki? ama sonrasında ufak ufak jetonlar düşer gibi oldumsu. ama en sonunda kız eggs eggs eggs diye takıldığında bilgisayarı durdurduum ve hassiktir ulaaaağn çığlığını koyverdim. beheeeeey fuckers!!! doctor ona acı içinde bakıp seni alamam dediği an mahvoldum eridim bittim. dalek'in içinde, insanlığı kaybolmamış bir zihin, doctor'un kimliğini dalek database'inden sildi. dalekler doctor who doctor who diye bağırırken ben zevkten kendimden geçtim. cidden ama. bilgisayarı kucağıma aldım, sarıldım filan o derece. muhteşemdi lan! eggs-ter-mi-na-te diyen dillerine kurban olurum senin steven moffat. adamsın be.

dipnot: btw 5. bölüm özetini okudum. (6 da olabilir uydurmiyim şimdi) allah belanı da verebilir steven moffat. sana olan sevgime bu kadar güvenme. eğer duyduğum gibi rory'i öldürmeye kalkarsan diziyi bırakabilecek durumda değilim kabul, ama sararım sana acceyip. elimi belime atar bas bas bağırırım HEM DE CAPS LOCKLU OOOOH!!!! aaa bir de şunu söyliyim, neden river'ın şarkısı bu bölümde çaldı. çözemedim doğrusu. bu bir tesadüf mü mesaj mı sorarım sizlere?