15 Eylül 2012

[Midnight in Paris: Untimely Epiphany)

bu yazıyı okuyanlar, birazdan en mutlu olduğumu sandığım anlardan birinin nasıl en hüzünlü anlardan birine dönüştüğüne tanık olacaklar. ne hazin... midnight in paris'ten bahsediyorum.

preliminary üzüntü:
ben bu filmi neden daha önce izlemedim hüznü, daha ilk karede paris sokaklarını görür görmez kanıma karıştı. öyle bir hüzün ki, ağlayıp ağlayıp kendini suyun altına bıraktığında üstünden akıp geçen bir şey değil, etkisi geçen bir ağrı kesici misali, an be an artan bir teslim olma hali.

arka plandaki melankoli: bunca zamandır zaman bulamamış olmam çok acıklı. güzel filmleri uykusuzluktan bayılıncaya kadar izleyip kenara koyan kişi elden gidiyor mu diye sorguladım. hiç hoşuma gitmedi. düşündükçe yeni şeyler çıktı karşıma. mesela imagine, geçen haftanın penguenini alamadım. önemli olan sayıyı kaçırmış olmam değil hayır. elbet bulunur ya da boşveer denir kaldığım yerden haftaya devam ederim. bunun önüne geçmek için üye olmak gibi bir çözüm yok. senin kapına gelse ne yazar, sen vaktini ona ayırabilmenin lüks hissini yaşayamadıktan sonra. 

filmin başladığı an saplanan acı: bu filmi rue saint honoré'deki evimizde, penceler açık, elimizde şaraplarla izlemek vardı, sonra kapatıp kendini sokağa atmak. ama artık yok. o özgürlük yok. vurulmuşum da sonradan acısını hissediyor gibi, sıcak bir duygu. then, a shot of pain.

film sonundaki melankoli: bu filmi dostlarla izlemeliydim ben pişmanlığı. hani durdurup paris anılarını anlata anlata, sevdiğimiz yazarlardan bahsederek, batmayan molly brown diye sayıklayarak, adrian'ın oscar kabulünün dedikodusunu yaparak. ama denk gelmiyor böylesi artık. yani en azından bir süredir gelmedi. herkes bütün gün kapalı bir yerde oturmaktan o kadar daralmış ki, eve giresi gelmiyor kimsenin. ya benim gibi bir insan dün gece kanyonda otururken nolur sinemaya gitmeyelim daralıyorum dedi ya, bence bunun ötesi ancak bir sonraki paragrafımda saklı olabilir. ciddi bir melankoli.

film boyunca süre gelen esaslı üzüntü: o filmi izlediğimden beri hep söylüyorum kendi kendime gülümseyerek, it's not what you see. it's what you believe. evet, ondine'den bahsediyorum. spoiler yok. ama geçen hafta midnight in paris izlerken şunu fark ettim. what I saw  wasn't what I always wanted to believe in. öyle acı ki, bunu film hakkında düşünürken sonradan fark ettim. hep bir açıklama bekledi aklım. dedektif gelen arabayı gördüğünde, onun gözlerinden herşeyi makul açıklamasını bekledim. beklemedim. istedim. belki geceler boyu paris sokaklarında yürümeme rağmen benim karşıma böyle bir araba çıkmayışının kıskançlığıydı bu. kızgınlığı bile olabilirdi. hani hadi ordan bee dermiş gibi. degas ile konuşurken bile filmin sonunu bekledim biliyor musunuz? ben. inanmadım. ben. yıllarca doğaüstü diziler filmler izlemiş ben. ilk gençliğini latince sözcükler arayıp hikayelerine büyüler yazan ben. kızınca avcunun içinde alevler çıkmasını dileyen ben. bir zaman gezgininin yalnızlığına ağlayan ben. her köşede gözleri tardis'i arayan ben. sarımsağın vampirleri uzak tutamayacağını bilen, dracula'yla tanışmak isteyen ben. ters zamanlarda karşılaşan iki gezginin timeline'ını çıkaran ben. this is my resolve face diye atıf yapan ben. cordelia chase hastanede yatarken yas ilan eden ben. jean grey'in tarafını tutan ben, phoenix'i bile seven ben. ejderhaların uçuşundan keyif alan ben. gözlerimi kapatıp rüzgara döndüğümde titanic'te olduğunu hayal eden, edebilen, orada olduğunu hisseden ben. ben... ben woody allen'ın filminde gerçeğe dair bir açıklama bekledim. aradım. filmin güzelliği açıklanmadan bitişiyle ilgili belki ama, ben açıklama istedim. mantıksal bir düzlemin bize oynadığı oyuna tanık olmuşum da, sonunda herşeyi anlıyorum gibi bir hayale kapıldım. ama benim hayallerim bu değildi. ben buna inanmak istememiştim hiç bir zaman. ben, daha ilk bakışta çıkıp gelen zaman gezgini arabanın gerçekliğine inanmayı seçenlerdim. ve ne olduysa oldu, hayalimi kaybettim. geride kuru bir görüntü kaldı açıklama talep ettiğim. üstelik bunu da düşününce buldum, düşünmesem herşey son derece doğal diye düşünecektim. noel babaya inanmaya bırakan çocukların övünerek bunu anlatması gibi. eğer düşünmeseydim üzerinde, o çan seslerini duymamak büyüdüm bakın mesajı verir gibi saçma bir işaret olacaktı. oysa büyümek, duyup duymamış gibi yapmayı öğrenmek olmalıydı. işte böyle düşündüm düşündüm düşündüm. hayallerimi kaybetmiş olabileceğimi düşündüm. mutsuz oldum. korktum. korkmak ne kelime, dehşete kapıldım! gerçeği unutmaktan vahimi bu çünkü. olabileceklere dair umudu kaybolunca insan yaşamaya nasıl devam eder? devam eder elbet farkında olmadan. peki ya fark ederse? nereye başvurmalı hayallerini kaybedince? bulabilirler mi geri? şeytan satamadan getirir mi mesela? --

yok... böyle bir ihtimalin varlığını düşünmek bile nefesimi tıkıyor, uykumu kaçırıyor, uzaklara dalmama sebep oluyor. yazıp kurtulmalı, üstüne toprak atmalı ve bir daha asla bahsetmemeli.