29 Temmuz 2011

[listeye tick koymanın dayanılmaz hafifliği.]

şu an bildiğin mutluyum. demek ki aklımda öyle çok biriken şey varmış ki, durmadan 2 saattir yazıyorum. ve daha da güzeli ellerim aklımın gerisinde kalmıyor. neredeyse otomatik tamamlama özelliği istesem de, harflere üşenmiyorum. yazdıkça da düşünmüyor değilim hani, sanki evrene bir mesaj gönderiyorum. evrende ses hiç kaybolmazmış, başka başka yerlere gider diye birşey duymuşltum birgün. ne garip, internet de ayrı bir evren. sanki biz harflere dokundukça bir ses yankılanıyor ve hep orada olacak, kayıtlı, çınlayan... kimbilir belki benim mesajlarımın anlamını birileri çözer. gerçi mesaj verme düşüncem yok. sadece aklımdakileri dökmek istiyorum. en son öss telaşınad böyle olmuştu. kafamda yapmam gereken o kadar çok şey vardı ki, uyuyamıyordum.sonra bir hocam dedi ki, liste yap. o günden itibaren ehrşeyin listesini yaparım. herşeyi not etmeye çalışırım. teferruat aklımda kalmasın, yormasın beni. yanına bir tick koyayım bitsin. işte aklım da böyle bir kaos ortamına bürünüyor. yazmayı sevmeyen, bilemez bu duyguyu. bazen öyle bir an gelir ki, yazmalısındır. uyuyamazsın zaten yazmassan ki. bir simyacının buldugu formülü hemen not etmeye çalışması gibi. hatta etmemesi gibi. çünkü hala arıyorlar değil mi altına dönüştürmeyi? belki herşeyi yazmalılar. ya da belki umutsuz bir konu ve soru onların ki bilemeyeceğim o kadarını. birbirine zincirler halinde eklenen şeyleri bir yere yazıyorum işte işin özeti. ne güzel oluyor. insan geri dönüp baktığında aklının nası çalıştığını görebiliyor. öyle ki, beynimde tıkırtıları hsisediyorum. ben şu an bunu yazarken bir sonraki yazımı biliyorum. kafamda kuruyorum. ama bugün cuma, onu yazmaya henüz vakit yok. çünkü hemen sonuçlanabilecek bir yazı değil. çok çeşitli "dimension"lara gidecek galiba. neyse, belki de bir taslak bırakmak iyidir. her ne kadar ben nefret etsem de. taslak ne ya? yazarsın, işini bitirirsin. nokta. nokta koyarsın cümle sonuna. üç nokta koyup biraz da yarın devame deyim demezsin bana göre. çat çat çat listene check koymak açısından. tabi sizin için de bu bir keyifse. bazıları yayar da yayar. ama itiraf ediyorum, ben birşeye başladım mı derhal bitirmek isterim. vicdanım içim elvermez oyalamaya. o yüzden akademik hayatım başarılıdır. check konulmak zorunda. yoksa, eksik, beynini kemiren birşey olur o boşlukta. uzayda. evrendeki sesin ahenginin içinde bir kopuk tel.

[müzikle tanışma: yaş 7 suları.]

çok küçüktüm. televizyonda bir adam vardı, elini kulgına götürdü ve artık ne olduğunu bildiğim bir uzun hava söylemeye başladı. anneme sordum, adam neden kulagını kapatıyor? herkesin ayrı bir tarzı vardır demişti. o gün ne kadar geniş olabileceğini anladım sanırım.sonra yedi yaşımda olduğumu hatırlıyorum. babamla masanın başına geçmişiz, babam pıt pıt pıt pıt diye elini masaya vurarak ritim tutuyor. bak, bu temel ritmimiz diyor. adı üstünde dört dörtlük. o gün hayatıma girdi müzik. o günden beridir herşeyi 4 kere yapmaya çalışıyorum bilinç altından. ama 4 kere basmıyorum bir düğmeye. sağ el iki sol el iki. ya da iki düğme varsa, ikisini aynı anda kapatmam gerek. sanki 2*2=4 eder gibi. hep aklıma yer etmiş bir anı bu. sonrasında piyano dersleri geldi. hiç sevmezdim hocamı, tanrım kadın hapşırırken bile bir şiddet bir korku salardı üstüme sanki. birşey yaptığı da yoktu aslında, disiplinliydi, hepsi bu. sehpada dik oturup sağ ayağı pedalda, uzun tırnaklarının piyanonun üstünde çıkardığı parçanın sesi, hala kulaklarımdadır. ciddi ciddi beni ilerleten kişidir. sonra ortaokuldu sınavdı liseydi derken basit pratiklerde kaldı piyano. [aylar sonra gelen edit: 4 deyince aklıma doctor who'daki drums geldi. çılgın çılgın bir gönderme yazmışım haberim yok.]
ama hayatımda hiç geride kalmadı müzik. adı soyadıyla hatırlarım, lale sabancı. ilkokulun müzik öğretmeni. koroya girmiştim. şimdi düşünüyorum da ne sabırmış hepimideki, güneşin altında saatlerce beklemece. yakamıza da sol anahtarının olduğu bir yakalık takardık, doğru kelime bu değil biliyorum ama yakalıktı bir tür. dondurma diye bir şarkı vardı, ne gülerdik söylerken. flütler hazır beklenirdi, arasıra müzik derslerinde birşeyler çalardım. meşhur kitabım beyer'den. az bağırıp çağırmadım evde, ben bunu neden çalamıyorum diye. yarım saat içinde çözülürdü tüm sorunlar.
sonra ortakokula geldik. özgür hoca vardı yanılmıyorsam. bağırdı mı sınıf sallanırdı. saz çalardı. ay ama sesi çok güzeldi. ama onun etkisi çok değildir bende. bir hocamız vardı, geçenlerde facebook'ta haberleştim. sopranoydu yanlış hatırlamıyorsam. inanmamıştı yiğit. kadın sessizliği sağladı ve bir söylemeye başladı. büyülenmiştik. rahat bırakırdı bizi, erken bitirirdi dersi, ama o anlatırken onu dinlememizi isterdi. bir gün kemanları ağlarken duydunuz mu hiç diye sordu. hadi canım kemanlar da ağlarmıymış hiç! haftaya kargonun cd'sini getirdi, renklerin içinde'yi çaldı. ağlarmış. o gün öğrendim.
lise yılları dışarı çıkmak için piyano kulübünü ekmeye çalışarak geçti, kaldığım zamanlar çalışırdım ama. moonlight sonata'yı çalmak istiyordum, uğraşır dururdum. arada bir royal academy sınavı patlattığım bile olmuştur. geçtim. ama sonrası gelmedi. sonrasında müzik hep dolaylı yoldan gitti.
soundtrack'ler, depresif şarkılar, ilk gençlik, aşklar. ne zaman hatırlamıyorum, kim dedi malesef hatırlayamıyorum. ama bir gün birisi bana şöyle dedi. bir dakika, deniz abiydi bunu söyleyen. sınıftaydık, müzik dersinde. majörler dedi, neşelidir. ama eğer bir parçaya hüzün katmak isterseniz, minöre dönersiniz. ne doğruymuş. şimdi kulagımda notre dame dinlerken, minörler canımı yakıyor resmen. minörler öfkelendiriyor beni. minörler gözlerimi yaşartıyor. minörler... ama minörlerin verdiği etkiyi seviyorum heyhat. hep majör gitse kanal değiştirirdim.

[beğenme olgusu nasıl işliyor? quasimodo et al.]

bir filmi, bir kitabı neden beğenir insan? daha doğrusu nasıl beğenir? acaba aklınındakli hangi anıya işler de, o konu bizi sarıp sarmalar. acaba romantik olmayan biri, kendi anılarında yer eden iki satır gördüğünde romantizmin öncüsü bir kitabı beğenir mi? beğenebilir mi? bence film dediğin kitap dediğin insanın uykusunu kaçırmalı. ama öyle bir kaçırmalı ki, kendine sormalısın, kendine anlatır halde bulmalısın o filmi. şimdi o zaman komedi filmleri nasıl yer ediyor bizde? evet, hiç sevmem komedi filmi. bana hep çok basit gelir. sanki dramatik, gerçek hikayeler ilahi bir kurguyla sarıp sarmalanmış, komedi ise tuvalette otururken aklına gelen şeyleri yazmışsın gibi. biliyorum, böyle değil. aşağılamıyorum. ama aklımda hep böyle bir sahne var. komedi olacaksa ya gerçekten durum komedisi olacak-meet the fockers'ın kulakları çınlasın- ya da kara mizah. işte ordaki iki cümle, bir sahne, kulagına kadar kızardıgın sahneyi düşünmek seni uyutmaz o gece. saçma salak bir gülümseme yerleşir dudağına. o zaman o film iyidir. peki diğer filmlerde nasıl bir kıstas var? o sahne yer etmeli aklında. gulp diye yutkunmalısın aklına gelince. tanrım, ya ben ne yapardım? hangi çocuğumu seçerdim? ya kocamı babam ihbar etseydi? ya boşu boşuna asılsaydım, nasıl karşılardım? ya aşkımı ipte bulsaydım? ya onu elimdeki silahla öldürmüş olsaydım? ya kızım kaybolsaydı? ya o enkazda ben olsaydım? ya hayatımın aşkını sulara kaptırsaydım? içini kemirmeli. bir yandan da sinirlerini oynatmalı. hani sinema çıkışında kitapçıya girdiğinde yanına biri gelip kitaplara bakarken sıçramalısın. öyle bir delilik, öyle bir tik gelmeli üstüne. yoksa darren kim ki? işte o, bunu yapabilen. dahası müziklerini duymak seni ağlatmalı. güldürmeli. işte filmin kitabın konusuna bağlı olarak. kitabın müziği mi olur? siz hep sessiz mi okursunuz kitabınızı? hiç müzik dinlemez misiniz? yeni aldığınız bir albüm kitabınızla birleşmedi mi hiç? ya da tam o sahnede kulağınızdan en sevdiginiz şarkı geçmedi mi? geçemedi mi? hayırsa eksiksiniz. edebiyatı anlamıyorsunuz bence. hayatta kolay gelsin. hissetmeden okuyorsanız, size siz bile yardım edemezsiniz bence. işte o duydugunuz sarkı, açıp dinlemek istediğiniz şarkı, kıyıp da aldığınız soundtrack, ya da internetten kaçak indirdiğiniz o sahne gözlerinizi bulutlandırmalı. hep acıklı film izlemiyorum hayır. ama güzel bir sahne gözlerinizi yaşartmıyor mu ki sizin? hani en sevdiginiz grubun konserindesiniz, en sevdiginiz şarkıyı çalıyorlar, solisti gitaristi görüyorsunuz belki o bile sizi görüyor. mutluluktan gözlerinizden yaş akmadı mı? insan öyle etkilenmeli ki, titanic izleyince kaptanlara gıcık olmalı. notre dame izleyince erkeklerin hepsine. dancer in the dark olunca hayata kızmalı. monster'ı görünce christina ricci'yi parçalamak istemeli.
bundan daha da bir vahim durum ne? tabiki kitaptan yapılan filmler, müzikaller. eğer benim gibi müzikal seven, onları el üstünde tutan, aman kötü olsa bile müzikaldir candır diyen, zaten bir müzikalse iyidir diyen biriyseniz şarkılara, sözlere aşık olursunuz. phantom of the opera okurken yalnızlığını hissedersiniz de, music of the night duyunca kendinizden geçersiniz. ya daha da kötüsü benim son birkaç gün yaptığım gibi notre dame de paris'in müzikalini izlersiniz. filmini izlemiştim, ya penelope ya salma oynuyordu, hatırlayamıyorum. güzeldi. aslında en başından alayım ben hikayeyi. yıllaaaaaar önce çizgi filmini izledim onun. son sahne hala gözlerimin önündedir. quasimodo phoebus ve esmeraldanın ellerini birleştirir, başını mağrur bir şekilde eğer ve gülümseyerek biter film. sonra yıllaaaar sonra kitabını aldım. okuyamadım, çeviriden mi, baskıdan mı bilemiyorum. sonra bir kere daha aldım kitabı, yeni baskı, düzgün yazı puntosu, akıcı bir dil. bir solukta okudum. tanrım neden kötüler bu kadar? bir rahip, bir asker, bir kambur. hepsini çarpsan bir adam eder mi? hepsi bir erkeğin bölünmüş kısımları mı? yoksa üç erkeğin libidosu mudur? quasimodo'yu biraz ayrı tutmakla birlikte -malum yardım eder karşılıksız- hep bir göz süzmeler neyin. daralıyorum okudukça. hele o phoebus yok mu, adı batsın! müzikale de güzel yansıtmışlar ama çok çok çok gıcık oluyorum şu duruma: o kadar hoş, o kadar karizmatik ki phoebus, kızların dibi düşüyor. oysa o, esmeralda'nın kendisini ilk kez sunacağı şövalyesi. üstelik bunu yapması annesine mal olacağını biliyor esmeralda. tılsım bozulur diyor, onu asla göremem. keşke buraya biraz daha önem verseler. keşke o beni öldürüyordu ölsün kaltaktan öteye geçse de bir erkeğin kolayı, asaleti seçtiğini, mutsuzluğumuzu biraz daha yazabilselerdi. esmeralda anlatsaydı hikayeyi. olmadı. ama yine de seviyorum, çünkü sözler kitaptan, hele de en sonunda bulunan o iki iskelet. takdir ediyorum, keşke görebilseydim o yapımı. işte birkaç gündür dinledikçe içleniyorum, müzikali tek kelimeyle özetlesem: minör derdim heralde. minörün hikayesi başka bir bloga. ama çok çok güzel bir minör bu. pederin acı çekmesini görmek isterken, o beklentiyi en büyük açıyla destekleyen bir roman düşünün. onun arkasındaki deha, victor...keşke senin gözlerinden değil, senin yanında olarak görebilseydim paris'i. ya da daha da iyisi, keşke sen benim gözlerimden görseydin paris'i. ne zaman notre dame'ın önünden geçsem bir gölge gördüm. ne zaman o meydanda yürüsem ürperdim, esmeralda burada bir yerde mi asıldı diye. bahse girerim sen notre dame'ın arkasına dolaşıp o ağaçların arasından bir de sırtını izliyordun kilisenin. sadece önü değil, karanlık tarafı mı itti acaba bunları yazmaya? ağaçların yeşili mi yumuşattı quasimodo'yu? bilemiyorum. ama bence öyle. hayallerimde öyle.
bak yine esmeraldayı suçlama başladı kulağımda. biraz sonra assasins! assasin! diye bağıracak, şimdiden mutsuzum. bir yarım saate kırmızı ışıklar dolacak sahneye. ah quasimodo, sen var mısın acaba?
işte böyle önünü arkasını düşünüyorsanız bir filmi bir öyküyü, tamam, siz de bir hayran olmayı başardınız demektir. tebrik edemeyeceğim. sadece, kolay gelsin!

[back to basics: neden yazıyorum?]

kompozisyon yazarak başladı herşey. hatta yazmayarak. annemle konuşurduk. birşeyelr karalardım. o düzeltirdi. temize çekerdim. sonra sonra baktım ki ben de yazmayı seviyorum. hep bir twist yazardım sonuna. hep. bir de hep ölürdü benim karakterlerim. mutlu sonlar sıkıcı mı gelirdi bilinmez, sanki onlar yokolunca hikaye tam olarak sonlanıyor gibime gelirdi. ortaokuldaki sınav telaşı bitince bütüm odadaki kağıtları ortaya döktüğümü hatırlıyorum. notlaşmalar, hikoşlar, kompozisyonlar çıktı ortaya onlarca! hepsini ayrı ayrı dosyaladım sıraya dizdim. tbai esasen hikoşlardan bahsediyorum. buffy hikayeleri, detektif öyküleri-çınarın kulagı cınlasın, hala katilimizi çözemedim, ne yazık ki olay örgüsü şemamız kayıp, he seferinde başka bir sonuca varıyorum- kısa soluklu saray öyküleri, kara kaplı. hepsini tek tek ayıkladım. sonra kompozisyonları bir dosyaya koydum. liseye gelince işler değişti tabi. yılarca teknikten ödün vermedim. önce bütün bir yazıyı yazardım, müsvedde üzerinde düzeltir, en son temize çekerdim. 40 dakikada bunları nasıl yetiştirdiğimi düşünüyorum da, sistematikmişim galiba! sonraları hikoşlar kesildi tabi. ama diziler bitmedi. senaryoyu okur öyle izlerdim. gözlerimin önünde görürdüm. karakterleri bu kadar iyi tanımak beni mutlu ederdi. sonra minik yazılar gedli. sıkıldıkça hikoşlar, tek kişilik. tek olaylık. ardından fanfiction dünyasını keşfettim. okudukça hayal ettim yazdım. o olayı kendine yazmak gibisi yoktur bilir misiniz? sen ki başrol, sen ki güçlü kişi, sen ki zayıf olsan da hep gelip birinin kurtardığı kişi. severim yazmayı. eğlencelidir. garip bir ego tatmini değildir. biraz uçup gitmenin yönetimidir. sayfalarca fanfic okudum, onlarca film izledim. yeni dizilere de geçtim. doctor who'dan etkilendim. bir insanın kendini önce büyü ve doğaüstü olayların dünyasına açması, sonra galaksiye, tüm evrene açması ne demektir bilen var mı? sınır koyamazsınız. cameron gibi yeni türler yazmakla uğraşmazsınız. isteseniz yazacağınızı bilirsiniz ama direk sonuca bağlanırsınız. sıkıldıkça büyü yapar, sıkıldıkça ırkları kurtarırsınız. doctor'un adını hayal edersiniz. bulamazsınız. william deyip geçersiniz. acaba onu dünyada tutabilen bir kişi var mı? yok, ama o siz oluverirsiniz. sweet joy! e tabi bir yandan da bu dünyaya yönelik hayalleriniz vardır. çocukken kurduğunuz -kendinize kurduğunuz- hayaller yerini sizin isimlerinizi taşıyan roman kahramanlarına bırakır. buffy'nin bir bölümünde buffy gözlerini akıl hastanesinde açar. yıllardır yaşadığı herşey bir hayal, bir sanrıdır. bazen düşünüyorum da, öyle birşey olsaydı bana, o dünyaya kapılsaydım ne olurdu? çıkamazdım içinden kesin. galaksiler evrenler zaman mekan gerçek hayal dolanıp dururdum kafamın içinde. sıkılmadan. yorulmadan. keyifle. ama bu demek değil ki ben böyle birşey isteyeyim. hayali bir iş, hayali dostlar, yanında gerçek dostlar, çalkantılar, büyük kavgalar büyük ayrılık büyük barışmalar. o aralar hangi ünlü insan seni etkiledi? amy winehouse'u kurtarıverirsin londra'da. bir parkta oturur dertleşirsin. kalemin gücü, herkesi korkutmalı. o kalem ki dava açıyor, o kalem ki el koyuyor malalra, o kalem ki seni başka yerlere götürüyor. güç. saf. güç. hatta will'in dediği gibi, no mortal had this much power. peki benim gibi müsveddeler çıkarna bir insan ne oldu da bilgisayara geçti. neden kalemi bıraktı? kurşun kalemi çoktan bıraktım gerçi. nefret ederim hışırtısından. tükenmezin akıcılığı gibisi yoktur derim hep. hem de en ucuz kalem en rahatıdır. ama cross'umu da ayırmamaya çalışırım yanımda önemli bir yere gideceksem. ilk izlenim önemlidir öyle değil mi? çünkü. artık kalemim bana yetişemiyor. aklımdan geçenler keşke kağıda dökülüverse diyorum. diyalog uçup gidiyor. yetişemiyorum. yazmadıkça o hikaye kesinleşmiyor. her seferinde başka olasılıklar, sırf yavaşım diye. hem yavaş kalıyor hem de kağıtlara geçirmek isteiyorum artık. hani bana ait bir defter olmasın. onu sakınmak istemiyorum. yazayim. birisi okumasın. ama okusa mı acaba? herşey bir yerde kayıtlı olsun, kelime kelime arayabileyim. yazı düzgün olsun. üstüne de bir yazma anı gelince, tak diye yük olmadan dünyanın heryerinde yazayim. kalem yetişemez. ama 10 parmak yetişir. o halde kalem değil güçlü olan, kelam. işte bu yüzden buradayım aslında ben. kulagımda müzik. aklımda nota. klavye piyano. bir fotografı yazıyorum burada. tardis'in ne olduğunu uzuun süre sonra ilk kez geçenlerde öğrendim. hayran oldum o olay örgüsüne. face of boe'nun ilk sezonda dahi olması, her müziğin her notanın birbirine bağlanması...tam bir time lord işi. tardis de time lord'un kalbi gibi değil midir? yaşayan enfes alan ruhu, aracı değil, eli kolu. işte ben de zamanda, mekanda, aklımda, kalbimde, parmaklarımın ucunda olan bu geziye böyle çıkmaya karar verdim. taa  10 gün önceden beri hazır ne isim koyacagım. time and relative dimensions in space. bir zaman lordu değilim. zamanda gezemem. zamanı ancak geri getirebilir, ileri götürdüğümü hayal edebilirim. o zaman tüm bu yazdıklarım aklımdaki farklı mekanların konuları. relative dimensions in mind. in my mind. noktasıyla, virgülüyle, harf eksiğiyle, aklımdan parmaklarımın ucundan geçtiği gibi. hayırlı ola...