29 Temmuz 2011

[müzikle tanışma: yaş 7 suları.]

çok küçüktüm. televizyonda bir adam vardı, elini kulgına götürdü ve artık ne olduğunu bildiğim bir uzun hava söylemeye başladı. anneme sordum, adam neden kulagını kapatıyor? herkesin ayrı bir tarzı vardır demişti. o gün ne kadar geniş olabileceğini anladım sanırım.sonra yedi yaşımda olduğumu hatırlıyorum. babamla masanın başına geçmişiz, babam pıt pıt pıt pıt diye elini masaya vurarak ritim tutuyor. bak, bu temel ritmimiz diyor. adı üstünde dört dörtlük. o gün hayatıma girdi müzik. o günden beridir herşeyi 4 kere yapmaya çalışıyorum bilinç altından. ama 4 kere basmıyorum bir düğmeye. sağ el iki sol el iki. ya da iki düğme varsa, ikisini aynı anda kapatmam gerek. sanki 2*2=4 eder gibi. hep aklıma yer etmiş bir anı bu. sonrasında piyano dersleri geldi. hiç sevmezdim hocamı, tanrım kadın hapşırırken bile bir şiddet bir korku salardı üstüme sanki. birşey yaptığı da yoktu aslında, disiplinliydi, hepsi bu. sehpada dik oturup sağ ayağı pedalda, uzun tırnaklarının piyanonun üstünde çıkardığı parçanın sesi, hala kulaklarımdadır. ciddi ciddi beni ilerleten kişidir. sonra ortaokuldu sınavdı liseydi derken basit pratiklerde kaldı piyano. [aylar sonra gelen edit: 4 deyince aklıma doctor who'daki drums geldi. çılgın çılgın bir gönderme yazmışım haberim yok.]
ama hayatımda hiç geride kalmadı müzik. adı soyadıyla hatırlarım, lale sabancı. ilkokulun müzik öğretmeni. koroya girmiştim. şimdi düşünüyorum da ne sabırmış hepimideki, güneşin altında saatlerce beklemece. yakamıza da sol anahtarının olduğu bir yakalık takardık, doğru kelime bu değil biliyorum ama yakalıktı bir tür. dondurma diye bir şarkı vardı, ne gülerdik söylerken. flütler hazır beklenirdi, arasıra müzik derslerinde birşeyler çalardım. meşhur kitabım beyer'den. az bağırıp çağırmadım evde, ben bunu neden çalamıyorum diye. yarım saat içinde çözülürdü tüm sorunlar.
sonra ortakokula geldik. özgür hoca vardı yanılmıyorsam. bağırdı mı sınıf sallanırdı. saz çalardı. ay ama sesi çok güzeldi. ama onun etkisi çok değildir bende. bir hocamız vardı, geçenlerde facebook'ta haberleştim. sopranoydu yanlış hatırlamıyorsam. inanmamıştı yiğit. kadın sessizliği sağladı ve bir söylemeye başladı. büyülenmiştik. rahat bırakırdı bizi, erken bitirirdi dersi, ama o anlatırken onu dinlememizi isterdi. bir gün kemanları ağlarken duydunuz mu hiç diye sordu. hadi canım kemanlar da ağlarmıymış hiç! haftaya kargonun cd'sini getirdi, renklerin içinde'yi çaldı. ağlarmış. o gün öğrendim.
lise yılları dışarı çıkmak için piyano kulübünü ekmeye çalışarak geçti, kaldığım zamanlar çalışırdım ama. moonlight sonata'yı çalmak istiyordum, uğraşır dururdum. arada bir royal academy sınavı patlattığım bile olmuştur. geçtim. ama sonrası gelmedi. sonrasında müzik hep dolaylı yoldan gitti.
soundtrack'ler, depresif şarkılar, ilk gençlik, aşklar. ne zaman hatırlamıyorum, kim dedi malesef hatırlayamıyorum. ama bir gün birisi bana şöyle dedi. bir dakika, deniz abiydi bunu söyleyen. sınıftaydık, müzik dersinde. majörler dedi, neşelidir. ama eğer bir parçaya hüzün katmak isterseniz, minöre dönersiniz. ne doğruymuş. şimdi kulagımda notre dame dinlerken, minörler canımı yakıyor resmen. minörler öfkelendiriyor beni. minörler gözlerimi yaşartıyor. minörler... ama minörlerin verdiği etkiyi seviyorum heyhat. hep majör gitse kanal değiştirirdim.