27 Mart 2014

[Firefly, The Message.]

When you can't run, you crawl, and when you can't crawl -- when you can't do that... You find someone to carry you. 

The Message, Firefly. 

Izledigim en guzel Firefly bolumu. Uzun suredir izledigim en guzel sey. 

Bana gozyasi borclusun Joss Whedon. Buyuksun. 

26 Mart 2014

[Firefly: Son 5 Bölüme Doğru.]

daha yeni başladım aslında ama birkaç satır birşeyler karalamazsam çatlayacağım. evet efenim, firefly'dan bahsediyorum.

henüz 9 bölüm izleyebildim, geriye kalan bölüm sayısı 5. hüzünlü aslında, her bölümü keyifle izlerken sona yaklaştığını bilmek.

herhangi bir televizyon kanalının bir joss whedon dizisini kaldırması gerçeği gerçekten günah sayılmalı. karakterlerini bu kadar güzel oturtan bir yazar televizyon için zor bulunan birşey. hele de out of gas bölümüyle beni fethetti. herkesin geçmişini öğrenmek harikaydı! 

düşünüyorum da, river ile ilgili daha çok bölüm, daha çok bilgi ve hatta bir de spin-off görmek isterdim. açıkçası efsane olduğu kadar beni etkilemedi kaptan reynolds. ama river'ın her bölüm geliştirilen hikayesi accayip ilgimi çelmiş vaziyette. zaten uzun süre önce izleyip pek de bende iz bırakmayan serenity filmi kendisi ile ilgili yanlış hatırlamıyorsam. adı river olduğu için bile ayrıca dikkatimi çekti. aah doctor who, nerelerdesin özledik.

dediğim gibi her karakterle ilgili ufak tefek bilgiler veriliyor bize her bölüm. ama river'ın hikayesi daha derinden ilerliyor gördüğüm kadarıyla. geleceği görebiliyor olması artık malumum oldu. o çukur kazma gıdısı ile ilgili sahnede kanım dondu, çok üzüldüm. buffy ve willow'u da yakmaya çalışmışlardı tanrım. ne kadar büyük bir öfke ve çaresizlik anıydı o an.

neyse efenim sözüm o ki, bir karakterin nereden başlayıp nerelere gittiğini görmek çok güzel. keyifle izliyorum. gerçi bana öyle geliyor ki, hüzünlü ve hatta çaresiz sahneler daha yolda. işte sevdiğin ve alıştığın bir karakterin etrafında kontrolü dışında olan olaylar karşısında değişimine tanık olmak yok mu, buna nasıl katlanılır bilmiyorum. çünkü joss'tan böyle bir beklentim var ve gerçekleşmeyebilir bu sayılı beş bölüm içinde. tabii fan fiction bu tip değişimleri gerçekleştirmek için önemli bir platform ama yine de, o sahneleri görsek fena mı olurdu yani. ya da mesela tüm bunlar gerçekleşebilir, yine whedon'ın dehasına şapka çıkarabilirim ama bu sefer de devamı gelmez, çünkü beş bölüm kaldı. 

anlayacağınız dostlar, çaresiz anlar of firefly beni bekler. dizi bittikten sonra uzun soluklu birşeyler ayrıca yazacağım sanki. şimdilik, esen kalın, firefly'a başlayın göze alabiliyorsanız bu çaresizliği.

25 Mart 2014

[Bad wolf of some sort.]

Bazen yataga uzanip gozlerimi kapattigimda basim donuyor, kulaklarim ugulduyor. Gozlerimi acmasam sanki uyurken bayilacakmisim gibi bir his, midem bulanmiyor ama sanki bir yandan da kalbim midemde gibi. Cok cok seyrek oluyor, belki birkac ayda bir. Sanki cok yemek yemisim de, uyku tutmayacak gibi. Sanki cok guzel bir film izlemisim de, acikli bitmis gibi. Durduramadigim, beni korkutan birkac dakika. Iste o anlarda nedense kendimi cenin pozisyonunda buluyorum. Sanki kollarimi kavusturup yana cevirdigimde, bir omzum yataktayken guc alabilecekmisim. Sanki uzerimdeki o kotu enerjiyi odaklayip tek bir yanimdan atmak daha kolaymis.

Birkac gundur surekli boyle hissediyorum. Ama bu sefer kalp, mide, omuz ve bas dortgeninde degil de, zihnimin arka bahceleri, kalp ve goz cevremde kendini hissettiriyor. Zihnim mesgul kaldikca, kalbime bir agirlik cokuyor. O agirligi da gozlerim tasimaya calisiyor. Neredeyse bir bucuk aydir son derece duzenli olan uyku duzenim biraz sarsilmis gibi, gec saatlere kaliyorum. Dizi film izliyor, kitap makale okuyorum ama ne fayda. Zihnimde bir yerde takilip kalan o his twit atarken, gundemi okurken bile arka fonda.

Korkmuyorum degil.

Hayirlara yazsin.

[Cross-cut: Tr v. Ch.]

Bu hafta ulkemde neler olacak diye endise icinde bekliyorum. Onumuzdeki yillarda bizi neler bekliyor diye elim yuregimde, haberleri izleyecek gucu bile bulamiyorum pazar gunu. Arkadasima screen shot yolluyorum, uzun suredir aldigim vpn logosuz ilk fotograf diyor. Internet kesilecekmis, elektrik komple gitmis yazilari donuyor sosyal mecralarda.

Tum bunlar olurken, bugun ev sahibim eve geldi. Elinde kocaman bir musamba ve bant vardi. Iceri girmek icin izin istedi. Rahatsizlik vermedim umarim dedi. Megersem bu gece cok soguk olacakmis, dallarindaki cicekleriyle terasta duran agac donmasin diye onu sarip sarmalamaya gelmis.

Bizler mi yanlis ulkede dogduk?

Ulkemiz mi yanlis yerde?

Ya da hep mi bizi buluyor yanlis ulkeye yonetici olan yanlis insanlar?

Oyle huzunluyum ki. Oyle korkuyorum ki. Oyle endiseliyim ki.

Keske bant ve musamba ile korumaya alabilsem gelecegimizi...

19 Mart 2014

[The Walking Dead: S4E10-14.]

efendim walking dead ile ilgili çok fazla yazmak istemiyorum. sezon arasından sonra olan olaylarla ilgili kısaca bir özet geçmek gerekirse notlarım şu şekilde:

rick ve michonne. olacak gibi değilsiniz. senaristler sakın bu ikili arasında bir hamle yapmayın gerçekten size noterden ihtarname filan çekerim.

beth ve daryl. senaristler kendinize gelin demek istiyorum aslında ama bir yandan da bu ikiliyi beraber görmek istiyorum. varan bir daryl mutlu olmayı hak ediyor ve bu kızceğiz ona genel bağlamda hayata ilişkin umut verdiği için why not coconut? ama kız da ota boka bir nevrozlar yaparak cümleten hayatı tehlikeye atan mallıklar yaptı mıydı deliriyorum. içki içecekmiş de bilmem ne. beth'i canlandıran kız kaç yaşında bilmiyorum ama geeeerçekten çok küçük görünüyor. bilemiyciim ne olacak bu ikili arasında. tabiy beth siktir olup gittiği için daryl'i geride bırakıp, asla bilemeyeceğiz.

glenn ve maggie. ölün geberin de kurtulalım. sikimizde değilsiniz. yok kanla iz bırakıyorum. yok efenim sizi bekliyorum. karıcım karıcım. kocacım kocacım. valla kavuşun ya da ölün filan, çok baydım. dizide illa bir romantik konsept olacak diye düşünmüş bunlar heralde ama yaaani. bu mudur?

carol ve zenci abi. tek kelime: hayır! bu carol'a ben bi gıcığım. daryl'e yavşadığı için zamanında hiiç tatmin yüzü görmesin istiyorum adeta. böyle de bir çirkefliğim var evet. ama kendisini bu son bölüm (14) takdir ettim, onu ayrıca aşağıya yazacağım.

çocuklar ve judith: her renk bitti bir siz kaldınız. neyse. 

carl: öl geber de kurtulalım. yok ayakkabındı, yok reçelindi pudingindi derken içimiz baydınız baba oğul. yeteri bilirseni yeterin artık. 

terminus: burda artık bir bomba mı patlar kıyamet mi kopar bilinmez. ama artık anladık ki tüm karakterler oraya gidiyor ve bir şekilde karşılaşacaklar. artık o kısma gelsek olmaz mı ya? ben sıkıldım böyle ortalarda gezinmekten nevrozdan krizden zombi böğürtüsünden.

geçen haftaki bölümlere ilişkin söyleyecek çok şeyim yok. sadece son 14. bölümden bahsetmek ve yazarları kutlamak istiyorum.

hastalık yayılmasın diye iki yetişkin insanı hasta yatağından sürükleyip çatı katına çıkaran, onları cayır cayır yakan bir karakter, kendisine zombilerin iyi olduğunu göstermek için kardeşini öldürüp silah doğrultan lizzie'yi öldürmeseydi birşeyler çok yanlış olacaktı. doğru oldu. 

carol'ın sen çiçeklere bak deyişini unutamayacağım. 

duman beyaz deyişini de. 

o minnoş kızın lizzie'den daha akıllı olup aslında ölmekten değil de genel olarak korktuğunu söylediği sahneler çok sertti. çok. 

en nihayetinde bir bebeğin ağlamasını kontrol edemezsiniz. ben her zaman o bebişin daha tehlike yarattığını savundum ama, görüyorsunuz ya, kontrol edilemeyen bir tehlike, itaat etmeyen bir tehlikeden daha az zararlı. ne beklendik ama aynı zamanda alışılmadık bir bakış açısı.

lizzie'nin zombileri öldürmemek için krizler geçirmesi filan hep gelen kötü olayın habercisi niteliğindeydi ama insanoğlu esas işaretleri her zaman göremiyor öyle değil mi? bazen ancak bazı şeyler gerçekleştikten sonra dank ediveriyor kafamıza! işte zavallı çocukcağza da böyle oldu. 

lizzie'nin farelerle zombileri beslemesi, tavşanı mavşanı kesip incelemesi normal değildi elbet ama o zaman dikkat edilseydi belki bu işlerin önü alınırdı, kimbilir. 

ama overall, senaristlere kocaman bir alkış gidiyor. karakter tutarlılığı açısından harika bir iş çıkardılar.

sert bir böüm yaptılar evet ama aslında tam da aradığım ruh buydu işte. insanlığımızın sınırlarını sorguladığımız, öldür öldür diyerek izlediğimiz ama yine de içimizde biraz olsun da merhamet aradığımız bu bölüm, haftalar sonra ayrı karakterlerin hikayeleri işlenirken yazılan en güzel bölüm olmuş.

son iki bölüme yaklaşırken inşallah daha da iyi iki bölüm bizi beklemektedir.

[Once Upon a Time: S3E12-13.]

hızımı alamadan yazmak istiyorum a dostlar! once upon a time'ın son iki bölümünü izlediniz mi acep?

her zaman dediğim gibi bu dizi beklediğimden çok başka yerlere bizi getirerek beni şaşkınlıklara sürükledi. ne kadar güzel de oldu böyle! 

en son bıraktığımız yerde tüm herkesi masal dünyasına almış, henry ve emma'yı ny semalarına mutlu mesut olmak üzere uğurlamıştık. tabii ki masal dünyasının en kötüsü olarak kaderini çeken regina yine mutsuz olmuş, beni de mutsuzluklara sürüklemişti. her kötü karakter gibi belirli fedakarlıkları yaptıktan sonra mutlu olmayı hak etmesi gerekn regina, henry'i emma'nın yanında göndermek zorunda kalarak yeniden yapayalnız kaldı! kabul etmem mümkün dahi görülmemekteydi! herkes muhtemelen onun tekrar kötü olmasını bekledi ilk bölümü izlerken! hatta ben tüm bu uzun ara boyunca verilen wicked is coming hashtag'lerini yalan olmasın, regina için yazılıyor sanıyordum! amanın meğersem wicked witch of the east/west artık hangisiyse o geliyormuş! dizi yeniden harika bir dönüş yaparak hem yeni bir kötü karakter getirdi, hem de regina'yı resmi olarak kötülükten çıkardı! 

zaten soruyorum sana ey seyirci, evine dönmek için yürürken üzüntüden kalbini çıkarıp toprağa gömen bir kadın nasıl kötü olabilir? işte regina'cığım bu noktada beni hüzünlendirip kendi hanesine bir destekçi daha ekledi! o an düşündüm. keşke kalbimiz acıyınca onu söküp başka bir yere gömebilsek. orada acımaya devam etse. sonra o acı sızı halini alınca çıkarıp yeniden göğsümüze takıversek. en azından nefes alabilsek. ne güzel olurdu. işte regina tüm bu hislerime tercüman olurcasına o çukuru kazdı ya, ah canııım, seni destekliyorum emma snow charming filan hikaye yani.

sonrasında ikinci bölümde bit de kendisine uyku büyüsü hazırlamasın mı! allahım kadın üzüntüden uyanık kalmak, yaşamak istemiyor! sadece gerçek aşkının öpücüğüyle uyanmak istiyor, onun da henry olduğuna inanıyor! olayların akışına bakın ki teeee geçmiş zamanlarda karşılaşıp gerçek aşkı olacak kişi robin hood da ekibin arasında. yareppim wicked, regina eline batırmak üzereyken elinden aldığı iğneyi kesinlikle kullanacak! kesin yani eminim! ama sonra robin'ciğim uyandıracak regina'yı inşallah! ay o sahneyi zihnimde öyle güzel canlandırabiliyorum ki! regina önce henry geldi sanacak sonra karşısında robin'i görecek sinirlenecek filan! ama sonra kolundaki dövmeyi görmesin mi yıllaaaar önce the one kişisinin kolunda gördüğü gibi! ay allahım düşündükçe heyecan dalgası yaşıyorum burda, çok mesudum. 

tabi bu noktada bir duruma daha vurgu yapmak lazım. allaaasen wicked rumpel'la cora'nın kızı mı çıkacak nedir? yani sonuçta o adam yeşil ki adama timsah diyordu hook filan, wicked da yeşil, hesabı yapın yani. valla cora'cığım sana da pes, ne olay entrika çevirmişsin haberimiz olmamış! peki ya wicked'ın derdi ne? ne yaptı ki regina? haberi bile yoktu! gördüğümüz üzere yeniden cora'nın bir boku löppedenk regina'nın üstüne kaldı. diren regina. hele de henry'nin seni tanımaması gerçeğine! en çok buna dayan regina! bir insanın kalbinin kırıldığına an be an tanık olmak ne kötüdür allahım. bize bunları gösteriyorsunuz ya, bu kadının çok mutlu olması lazım sevgili senaristler! sakın sezon sonunda robin regina'yı kurtarmak için wicked'ın önüne filan atlamasın gerçekten diziyi bırakırım yani!

şimdi diğer karakterlerin havadislerine gelirseeeek! snow, biraz daha zorlarsan kafana sıçıcam! yani koskoca tatil yaptın hala gerizekalısın hala fikirsizsin! herkese de güvenilmez ki böyle! resmen wicked'a çocuğunu doğurtturucan! yareppim biraz sır tut, biraz kapalı kutu ol her bokunu herkese anlatmak zorunda değilsin seni gidi tipitoş! bu arada ek olarak şunu da söyliyim. efenim snow biraz kilo almış. çünkü gerçekten hamile! çok tatlı değil mi? çocuğunun babası da charming'i oynayan genç! ay yareppim kadın resmen prince charming'ini buldu. sanıyorum ki sen kız doğuracaksın snow, pek eskisi kadar güzel görünmüyorsun amma tabiy hayırlısı. aman sağlıklı olsun da kız erkek önemli değil, benim tahminim de tamamen popomdan aslında.

neyse efendim görüdğünüz üzere bir solukta hemen bunları yazacak kadar heyecan dalgası yaşadığımdır! gelecek bölümlerde daha da çok heyecanlanacağımı biliyorum. bir an önce o bölümler gelsin istemekle, bu güzel dizimin bitmemesini dilemek arasında bir noktadayım. bu noktada yazıyı kesiyor ve haftaya görüşmek üzere dileklerimle bu yazıyı kapatıyorum a dostlar.

[Ölüm ve Yaşam Arasındaki Göreceli Yakınlık.]

ölüm ve yaşamın bu kadar yakın durması birbirine korkutucu bir şekilde büyüleyici.

bir gün doğum günümü kutluyorum, çok mutluyum. üzerimden akıp giden sevgi karşısında tarif edilemez bir minnet duygusu ile huzur içinde gözlerimi uykuya kapatmak için eve doğru yürümeye başlıyorum.

gün değişiyor. bir sonraki gün, bir kaç dakika sonra hüzünlenmekten alıkoyamıyorum kendimi. bir başka aleme gidenleri gittikleri günle anımsamak ne acı. en güzeli, onların bizim alemimize ne zaman geldiklerini kutlamak oysa ki.

bir gün ben kutlanıyorum. bir sonraki gün anneannemi kutluyorum. çok değil, hemen hemen bir ay sonra onun gidişine -sanki hiç hüzünlenmiyormuşum gibi- yeniden hüzünleneceğim sene-i devriyesinde.

no more memories, no more silent tears.

demekle olmuyor işte.


17 Mart 2014

[Moonlight Sonata: Op. 1703.]

Gecenin karanliginda odamda ay isigi. Ay goge yukselmis, tum parlakligiyla odama doguyor sanki. Isigi oyle bol ki, terasa ciktigimda teras aydinlik. Sanki bir yazlik kasabasindaymisim gibi havadaki o benzer koku beni kollarina alip binbir evimden birisinin balkonuna birakiveriyor. Buyuk ayi aydinlikta karanlik ama bir o kadar da razi bu guzel ay isigina. Sol gozumu kaldirinca beni selamlayan aya eslik eden, sag gozumun hizasindaki bahar dalinin minicik pembe cicekleri. Arka fonda bir motor gurultusu var, uzun suredir ilk kez hissediyorum. Ama o bile, yazligimizdaki su pompasinin ritmik calismasini animsatiyor bana duydugumdan beri. Evimizin hemen altindaki o motor odasindan gelen, geceyi delen motor sesi nasil oldu da burayi buldu diye dusunurken buluyorum kendimi. 

Bugun The Phantom of the Opera at Royal Albert Hall'u izledim. Tum o gorsellik mi beni boyle yapti ki acaba? Music of the night dinleyince mi gecenin goruntu ve sesleri boylesine guzel geldi algilarima. Yoksa oyunun sonunda tum kadroyu kucaklayan eski kadrolar, mutevaziligin doruklarindaki Andrew Lloyd Webber ve Sarah Brightman mi buyusu altina aldi beni? 

Her neyse gormemi saglayan bu lirik dansini dunyanin, bir etkisi olmali bugunun. Ben bugun dogdum dostlar. Gelen mesajlar, yazilar, tebrikler, dilekler... Yakindakiler uzaktakiler dostlar dostlar dostlar. Artik mesafelerin bir anlam ifade edemedigi bir cagda, bambaska bir yerdeyim. Yalnizim. Ama oyle kalabalik ki icim. Huzur dedikleri boyle bir his. Huzurluyum. Huzurluyuz. Ben. Biz. 

Herkese tum dileklerinin onlarca katini diliyorum bu yil yeniden. Hep beraber. Daha nice yillarca insallah. 

09 Mart 2014

[Büyük Ayı.]

bir önceki yazımda da belirttiğim gibi bulunduğum şehri seviyorum. burası için gözüm kapalı bir şekilde dünya üzerindeki evlerimden biri diyebilirim. ama bu his ilk kez geçen gece terasa çıktığımda büyük ayı takım yıldızını görünce tamamlandı. gökyüzünde, onu görmeye alışkın olduğum pozisyonun tam tersi bir şekilde (malum henüz kıştan yeni çıktık) asılı duruyordu. gecenin karanlığında ışık ışık.

[Bir Hayat Tarzı Olarak: Güzel. Huzurlu. Sessiz.]

yattığım yerden yıldızları görebildiğim bir kentteyim. huzurlu. sessiz. sakin. 

öyle güzel ki.

postanenin önünde ufak metal halkalar var burada. meğersem insanlar postaneye girerken yer aramasın, köpeklerinin tasmalarını rahatça bağlayabileceği yer olsun diye konulmuş. böyle iyi niyetli, böylesine sizden bile önce sizin hayvanınızı dahi düşünen bir mantık. sevmemek mümkün mü?

mesela şu an oturduğum yerden terasa doğru bakıyorum. terasın bir yanında dev bir ağaç var, çam ağacı sanıyorum, iğne iğne yaprakları var. şu an her dalında sayamayacağım kadar çok kozalağı var. o kozalaklardan çıtır çıtır ses geliyor sürekli. hava güneşli, ağacın üzerindeki bir sürü kuş cıvıl cıvıl ötüyorlar. hatta çıtırtılara bakılırsa kozalaklardaki çam fıstıklarını yiyorlar. öyle güzel ki. an geliyor bir tane fıstık terasa düşüyor. korkak adımlarla hop hop hop inip, pıtı pıtı pıtı arandıktan sonra yiyip kaçıyorlar. hem onlara yemek, hem benim kulağıma ziyafet. cıvıl cıvıl. ne güzel.

uzaktaki bir ağaçtan gelen guguk kuşu sesleri var. bu sesleri en çok akşamüstü ufak yazlık kasabamızda duyardım çocukken. öyle güzel ki. sanki bir yazlık terası, çocukluğumun guguk kuşu sesleri ve evimin kuş cıvıltılarıyla bezenmiş gibi. üstelik yukarıda bahsettiğim kadar ince düşünen bir şehirde. 

geri dönüş zor olmayacak. sevdiklerim ve hayatım döneceğim yerde. 

ama aslında aynı zamanda geri dönüş zor olacak. sevdiğin bir yerden dönerken, ufak anlarda bir parçanı bırakmak gibi.

[Keşke.]

birinden birşey almaya gidiyorum. süt alacağım belki mahallenin sütçüsünden, belki de bir yörükten toprak alacağım toprakları değişmesi gereken saksılar için, anımsayamıyorum. bisikletimle toprak yollardan geçip o kişinin evine gidiyorum. kapıyı çalıyorum ses yok. sesleniyorum, cevap yok. nerede diye soruyorum, komşuları çıkıp kasabaya indi diyor. hangi yoldan gittiğini öğrenip bisikletimle peşine düşüyorum nasılsa daha hızlıyım ve yakalarım diye düşünerek. fakat o basit toprak yol bir sürü ufak yola ayrılıyor, nereden geçeceğimi kestiremiyorum. bir yolu tamamen içgüdüsel olarak seçip dimdik bir yokuşta tam hız inmeye başlıyorum. yoldaki taşları, girdiğim çukurları hissediyorum tam hız inerken. deniz kenarına varıyorum. orada değil kasaba, bir tane ev bile yok. hüzünleniyorum o kişiyi bulamadım diye, evdekiler benden haber bekliyor. öyle dik bir yokuştan inince tabi, yeniden yukarı çıkmak için bisikletten iniyor, yokuş ykarı yürümeye başlıyorum. artık yolun düzleştiği bir noktada tekrar bisiklete biniyor ve onca sıcak ve yorgunluğun üzerine üzerimden akıp geçen rüzgarın tadını çıkarıyorum. derken evimizin önünden geçiyorum. sanki bizim evimiz gibi değil ama aslında bizim evimiz olmalı. çünkü anneannem ve dedem balkonda. ilk geldiğimiz günlerde olduğu gibi onları yarım saat önce arayıp çayı demleyin demişiz sanki. dedem gri pantolonu ve kçizgili kısa kollu tişörtünü giymiş. anneannemse eski fotoğraflarındaki gibi saçları beline kadar upuzun, gülümseyerek duruyor balkonda. geçerken onları görüyor ve el sallıyorum. hani daha bulamadım o kişiyi, bulup geleceğim gibilerinden.

rüyaymış.

keşke orada dursaydım. keşke konuşsaydım onlarla. keşke ben o kişiyi bulamadım ya, bir tavla oynasak onun yerine deseydim dedeme. keşke sütü filan boşver annaniş, vişne şurubu var yeter bize deseydim. 

demedim.

o günün akşam saatlerine doğru anımsadım rüyamı.

iyi mi oldu, kötü mü oldu, bilemiyorum.

02 Mart 2014

[Notre Dame de Paris, Act 2 Song 7: La Torture.]

Ders calisirken ara verdikce bir sarkiyi izledim. Boylece hem muzikali yeniden izlemis oldum, hem kendime gayret verdim, hem de calisirken baymaktan kurtuldum. Yalniz bir sarki var ki, onu dinlerken aklima bambaska seyler geldi.

Esmeralda'nin "Assassins! Assasins!" diye Frollo'ya bagirdigi sahnede yeniden dehset icinde kalirken, oyunun sonundaki huznu dusundum.

Sonra bu ufacik repligin bana animsatmasiyla yeniden anladim ki duydugunuz bazi sesleri, cumleleri, ya da cigliklari unuttugunuzu, unutabileceginizi saniyorsunuz. Ama aslinda tipki Titanic'in kaptani icin Brock Lovett'in soyledigi gibi: you've never been so wrong.

Ve kabul etseniz de, etmeseniz de, bu insanlar icin bir lanet.

[sonradan gelen daha olumlu edit:] oscar torenini izlerken tekrar dusundum de, belki de unutamadiginiz sesler ve cigliklar o kadar kotu degildir, oyle degil mi?