30 Temmuz 2012

[27 Temmuz 2012, Barcelona.]

Bugun nihai hedefimize dogru yola ciktik, barcelona yollarindayiz. An itibariyle bulundugumuz bolge ile ilgi bazi yorumlarimi paylasmak isterim. Uniter devlet yapisina alismis, paris'te birkac hafta gecirmis minnos kita avrupasi egitimli turk gozuyle buralar cok garip! Sevilla madrid ve bilimum yerlerden valencia ve barcelona'ya geldigimizde dil degisiyor yahu! Aqua bile agua oluyor. Buones dias, bona dia tadinda birsey oluyor filan. Tabii rehber surekli anlatiyor su kadar bolge su kadar ozerk sehir var filan diye, bir yandan da anayasa hocamin kulagini cinlatip hatirliyorum bu olaylari, ama yine de tanik olmasi cok garip. Baska sifat bulamadim resmen, cok garip. Ama sevdim bu ulkeyi o ayri. Simdi geliyorum ispanya'dan havadislere. Heryerde gosteri var burada. Surekli birseylere denk geliyoruz. Misal madrid'de once parklarda oturuyorlar iciyorlar muhabbet ediyorlar, sonra da yuruyuse basliyorlar. Dun valencia'da vodafone iscileri cikarilmis galiba, onlar sokaktaydi bu sefer. Aksamlari otelde tv'yi acinca (malum tum kanallar except bbc ispanyol kanali) surekli konusan bir devlet baskani ve ekonomik durum alt metinleri geciyor. Saniyorum ki artik saatlerce siesta yapan bir halki kaldirmiyor ekonomileri. Heryer satilik kiralik ev ilaniyla dolu, sanki ispanyollar kacarcasina gidiyor sehirlerden.

Neyse efendim donuyorum barcelona yolculuguna. Birazdan ogle yemegi icin duracagiz, gun icinde sehirde tur atip aksam ivir zivirlarimizi otele birakarak alemlere akacagiz. Otelimizi de dun geceki otel fiyaskosundan (otel temizdi, sadece coook uzakti) sonra internetten inceledik. Yakiniz yakin, ooh. Acikcasi eger birkac gun once titanic ilanini gormeseydim sagrada familia'yi, gaudi'nin eserlerini, diger tum kilise meydan ve bilimum yerleri merak edecektim. (Ac parantez biraz once sunu ogrendim) burada dunyanin bilmem kacinci buyuk akvaryumu varmis, pek severim boyle seyleri mutlaka oraya da ugrayacagim. Muhtemelen benim serginin yakininda o akvaryum. (Kapa parantez)

Ama birkac gun once Titanic: The Exhibiton ilanini gordum. O an barcelona, titanic oldu. Gaudi'yi kaldirip attim camdan. Kiliseleri yaktim gitti. Meydanlari da yiktim gecti. O kadar gozumde degil ki! Biliyorum, bu saydigim yerlede bin bir foto cekip oralara bayilacagim. Ama titanic baska, bambaska benim icin. Soylediklerimin deli sacmasi olmadigini anlamaniz icin beni tanimaniz gerekli, hepsi bu. Yoksa anlayamazsiniz. Anlamayin da zaten. (Oo trip atarim cok pis hihohoho)

Titanic'i yillar once sinemada izledigimde ne kadar heyecanlandigimi hatirliyorum. Dogumgunu hediyesi olan sinema biletlerim elimde en arka loca koltuklarina babamla kuruldugumuzda heyecandan kavruluyordum. Film basladiktan sonra ise kendimi olucek olucek, ciksin artik oradan diye babami cekistirirken bulduydum Rose soguk sularda baltayla ilerlerken. Ben boyle sevince annem albumu hediye etmisti bana bir de. Celine dion'a olan sevgim o yillarda basladi, hala da tam gaz surmektedir. Albumu o kadar cok dinledim ki (celine dion) albumun filmi ters sardi tornavidayla duzeltmem gerek dinlemek icin. James horner'la da iliskimiz boyle basladi. Oyle cok oyle cok dinledim izledim ki filmi, kemanlar calinca Rose arabadan iniyor, duduk calarken Jack'in sulara gomuldugunu gorebiliyordum. Simdi ise izledigim herhangi bir filmin muziklerinin ona ait oldugunu anlayabiliyorum, tipki Monet, Degas, Picasso, Dali'yi taniyan sanat tarihi ogrencileri gibi. Sonralari birkac kere daha izledim filmi (ve diger titanic filmlerinin hemen hepsini) ve ikinci ucuncu izleyisimde bu hikayenin gercek olusu beni carpti, titanic bambaska bir boyuta tasindi. Insanoglunun ihmali, hicligin ortasinda hem kudretli hem de imkani olmayan insanlarin canini almisti. Titreye titreye, birbirlerini bogmaya calisarak, uzaktakileri duymamak icin sarki soylerek kabusu yasayan bu insanlar hakkinda daha fazla bilgi almak istedim. 1912 yilinin "calisirsak herseyi yapabiliriz" mantigina daaan diye vurulan bu baltanin tarihini ana britanika'dan okudum en once. Titanic, orada bir bucuk sutundur. Sonra internet girdi hayatimiza. Oradan baktim birkac siteye. Makaleler okumaya calistim, kitaplar arastirdim. Liseye girdigim yil, okulumun genis kutuphanesinden en once titanic kitaplarini aldim, hatmettim. Sonra bir sunum yaptim turkce dersinde hic unutmam. Titanic'in mimari planini cizip parcalara ayirarak yapboz yaptim, onu birlestirterek sunumumun konusunu buldurdum insanlara. Biliyorlardi elbet daha ben baslamadan ama olsun. Tutsu bile yaktim, arkada james horner muzikleri. Sonralari da gittigidiyor'la tanistim, okumayi hic birakmadim. Dava tutanaklarina kadar herseyi takip etmeye basladim, e-bay'den titanic parcalarini gorup agladim biliyor musunuz? Onlara ulasamayisim canimi yakti. Oysa elimden gelse herseyi toplar, insanlara muze acardim benim gozumden gorebilmeleri icin. Dedim ya, sonralari gittigidiyor'la tanistim. Titanic'in kesfedildigi aya ait national geographic dergisi aldim! (86 yilinin dergisidir bu) altin bir levha uzerinde titanic tanitimini aldim. Ani kitaplarini, orkestranin albumunu buldum d&r'lardan mesela. Ikinci albumunu topladim. Metal maketleri topladim, magnet'lar buldum, pipet ve cevirerek yapilmis kagit rulolarindan kendi maketimi kendim yaptim! Deniz hukuku ogrendim hatta, otesi yok, staj yaptim, tasimaciligi cozdum. Artik titanic'le aramizda bir baginn olduguna inaniyorum. Tum kalbimle hem de. Mesela bir gun film afislerinin muzik esliginde arka planda dondugu bir restoranda yemek yerken, hadi diger film benim olsun dedim cot diye titanic cikti, millet soklara girdi. Sevilla merkeze giden otobuste ispanyolca titanic sergisi haberini gormem bir tesaduf olabilir mi? Hic sanmam. Biraz once ise ihtiyac molasi verildi hicligin ortasinda bir benzin istasyonunda, orada titanic maketi kitabi satiyorlardi! Karsima cikiyor, kismetim heralde daha ne diyeyim! Bu kismet oyle bir bag yaratmis ki, bende bu farkindaligi yaratan filmin yaraticisi olan James Cameron'a muthis bir sevgi saygi ve hatta bagliligim var. Sevgili jim dunyanin en derin noktasi olan mariana cukuruna inerken, internette sayfayi acip surekli yenileyerek takip etmistim. Sanki benim abim, babam, kocam, oglum gibi elim yuregimde, dudaklarimda noolur birsey olmasin kelimeleri. Iste dostlar, kisaca ozet gectigim titanic hikayem bu sekildedir. Dolayisiyla barcelona, benim icin titanic oldu birkac gun oncesinde. En once oraya gidip defalarca icinde dolasmak, herseyi dinlemek, herseyi en ince detayina kadar hafizama almak istiyorum. Gidip gordukten sonra herseyi yazacagim zaten. Until then, bugun bitmis gibi gorunuyor. Ekstra birsey olursa ayrinti girerim.

[...] Biraz once titanic sergisinden ciktim, heyecandan hala kulaklarim uguldayarak, ellerim titreyerek yaziyorum bu satirlari. Birinci sinif koridorlarinda yurudum, orjinal yolcu listesine baktim, yemek koltuklarini gordum, ufak bir buzdagina bile dokundum! White star line porselen takimlari vardi sergide. Gemi hizini kazan ve motor dairesine bbildiren cilgin alet vardi, ondan ring ring sesini bile cikardim. Boyle bir heyecan olamaz. Muzenin audio guide'I james horner muzikleriyle bezenmis. Buzdagini gordukleri anda calan gong sesini duyuyorsun. An be an ocean of memories caliyor, sonlarda nearer my god to thee dinleyip gozlerin doluyor. Oyle guzel bir yer ki, kelimelerim anlatamaz. Humbly deneyecegim sadece. Birinci sinif odalari harika! O fircalari, o aynalari, cesmeleri gordukce rose'un kulaklarini cinlatmamak, molly brown'u anmamak mumkun degil. Halen cikarilip bileklikler yapilan bir komur kulcesine baktim hayretler icerisinde. Ucuncu sinif odalarindaki battaniyelere dokundum, ince yun kumasi hissettim, ust ranzada yatinca sabah kalktigimda basimi carpa riskini hissettim. Filmde kestanelerin kapladigi isiltili lambalari gordum. Nice hikaye ogrendim, bir suru hikaye anlattim. Grand staircase'de poz verdim! Saatin 2.20'de durduguna tanik oldum. Thomas andrews'in gozlerinin icine baktim... Ben bu sergiye bayildim... En sonunda white star line'in reproduksiyon vazosundan anahtarliga, herseyi herseyi aldim. Fotograflarimizi cantama attim. Ustelik tum bu surec esnasinda sevincten delirme dakikalarini dostlarla yasadim. Daha mutlu olamam diyecegim ama dost meclisinde hersey mumkun.

Simdi otelden cikip alemlere akmaya giriyoruz, devami birkac saat sonra.

[...] Efendim kaldigim yerden devam ediyorum. Dun gece alemlerimize aktik tabii ki. Once bir balikkciya gittik. Bir deniz urunu paella (cok guzeldi uleeyn) ve iki tur tapas soyledik. Tapas olarak kalamar, minnos balik tava (sardalya gibimsi) ve ne oldugunu bilmedigimiz minik gozlu tombis sey (cuttlefish'mis kendisi) tabagi ile grilled scallopp yedik. Istiridye olduguna inaniyorum bunun, hell's kitchen'da cok yaparlar bunu gordon rramsey'nin kulagi cinlasiiin :) sonra efendim basladik marinada yurumeye. Yeni marinadaydik bu arada, buna olimpicc marina diyorlar, 92 olimppiyatlari icin sporculara insa edilen lojmannlar burada oldugunda bu ismi almis. Neyse efendim bize tavsiye edilen ilk adres Shôko'ya gittiiiik. Allahim yarebbiiim, bu nasil bir kalabalik nasil bir cilgin eglencedir daha boylesini gormedim. Gozun gozu gormedigi bir yerde herkes yardiriyor ey dosttlar! Eglendik dans etttik, ama gece bir sularinda hareketinin dorugunda olan mekan saat dortte bile doruk noktasindaydi. Bir nokta sonra tirsiyor insan. Cocugumuz oluncca gecenin belli bir saatinden sonra kalmasin burda diyerek son noktayi koyduk bence. Evet efendim, bir sure daha yeni mekanlarin onunden sahil boyunca yuruyup goz kesfi yaptiktan sonra (opium da iyiymis, oraya mi gitmeli, yeni yerler ve sokaklar mi kesfetmeli acaba bu son ggecede?) Otelin yolunu tuttuk. Banyo fasli sac kurutmama gevsekliginden sonra en son saate baktigimda saat bes sulariydi. Iste bu yazilari yazdigim ertesi gun (bugunn) gec uyanip gaudi yardirmaya basladik. Son gunun devami yarina.

[26 Temmuz 2012, Alicante - Valencia.]

An itibariyle hala otobusteyiz. [...] Boyle deyip telefonu elimden biraktim, biraz daha uykuya verdim. Tekrar uyandigimda (arada verdigimiz ihtiyac molasini saymazsak) alicante'deydik. Burasi bir sahil kenti. Limani ve marinasi da cabasi. Ama gezmek uzerine degil de dinlenmek uzerine kurulmus bir molaydi. Planet hollywood tadinda bir yere oturduk ve temek yedik. Karsimizda marina, su sesi, gunes isigi guzeldi tabii. Sonra yollara dusup gunun duragi olan Valencia'ya vardik. Once Santiago Calatrava'nin tasarladigi binalari gorduk. Tabii ben arada ilerde bulunan alisveris merkezine yardirip bir tuvalet kacamagi yaptim ama donunce gordum bu binalari. Goz kirpmak uzerine yapilmis bir bina mesela. Konsepti o yani. Binaya bakinca kirpiklerini kismis bir goz goruyorsun. Kartpostallarda gordugum kadariyla da gece aydinlatmasiyla acik gibi gorunuyor bir yani. Neyse efendim iste bu komplekse bakip sehre girdik, kisaca bir tur attik uc kisilik ekibimizle. Sonra da otele yerlestik. Otel guzel ama dunyanin yorungesinin disinda. Cidden. Su an bir diner'da oturuyoruz. Ben karnimi doyurduydum sehir merkezinde kilise kule ve kaleyi gezdikten sonra ama ekibimizin geri kalani menuyu once bir suzdu. Sonra salatada karar kildi (tuna fish forever) ben krem karamele sardim ama bir kasiktan yumurta silsilesi tadinda oldugunu fark edip biraktim gitti. Yan masamizdaki adammin goruntusunu yazmayacagim ama nezih ortamlardan son derecce uzagiz. Simdi resepsiyondakilerin 10-15 dakika olarak ilan ettigi yoldan geri donucez. Tirlar mirlar sanayi sitesini gecip odamiza varacagiz. Hatta odacigimiz diyelim b kizmasin ama. Hihihihi. [...] Efendim otele donduk, grup hanimlariryla muhabbetten sonra diger duragimizdaki oteli, donus biletinin daha uygun olabilecek ihtimallerini kontrol ettik ve muhabbet cevirdik. Simdi bu bircok taslagi da kaydettikten sonra yataga serilecegim. Artik yarinin havadisleri yarina.

[25 Temmuz 2012, Granada.]

Bir onceki gun granada panaromik turumuzu yaptigimiz icin sabahki tura katilmayip misler gibi uyuduk bugun. Uyandiktann sonra gorulmesi gereken son yere gittik: el bañuelo. Efendim burasi buranin en eski ve hatta yanlis anlamadiysam ilk hamamlarindan. Tabii icinde mermer filan yok, binanin icine girip kubbelerdeki arap motiflerini goruyorsunuz ancak. Gezmesi toplam 5 dakikayi almiyor. Bu fasli da bitirdikten sonra granada'nin nisantasi'siymis burasi dedigimiz bir meydanda yemek yedik.  Ogleden sonra ise granada'ya gelme sebebimiz olan el hambra sarayina gittik. Sunu en bastan soylemek lazim: boyle bir guzellik olamaz. Oryantal mimarinin gordugum en guzel ornegi bu saray. Duvarlardaki yazilardan kubbelerdeki ahsap yildizlara, ince ince duvar isciliginden binbir cesme ve havuzuna, bahcesinin bir ucundan digerine o kadar guzel ki insan kendini ben de sultan olsam burada yasardim derken buluveriyor. Yalniz sunu da soylemek lazim, ispanyollarin isabella ve ferdinand'in gelisiyle tum islami ogeleri yok etmeleri ve yerine yeni seyler koymalari apacik. Egreti durmus bariz sekilde. Tamam havuzlar guzel, ama fark ediyorsun ki o tas isciliginin mimariyla o havuzun mimari ayni olamaz. Aaa bir de kendime ve belki ilgili olanlara not duseyim, el hambra kizil saray demekmis. Neyse efendim bu muhtesem yapiyi gezip, dun yemek yedigimiz yerin karsidan fotografini da cekince geldik oteleee. Sarayi gezerken bize eslik eden ispanyol rehberimizden ogrendigimiz restorana aksam yemegine gittik. Ama nerdeee, adam dukkani kapatip tatile cikmis! Yok boyle birsey! Keske ispanyol dogup siestalara doymayaydim diye icimden gecirmedim degil. Neyse efendim biz de rota degistirip bir baska meydandan ingilizce de konusabilen bir garsondan sangria siparis verirken bulduk kendimizi.

Simdi gunun diger yarisina geciyorum. Biraz once bahsettigim garson kizimizdan bir gece kulubu ogrendik. Sehrin bittigi yerdeydi desem yalan olmaz, bildigin cevre yolu tabelalari etrafimizi sarmisti artik. Adi mae west. Gittigimiz saatte bombostu tabi, biz de arada ilk tur ickileri icip sohbete devam ettik. Derken derken icerideki konsere daldik. Once konsepti anlatayim. Icerisini oda oda, hatta oda demek yanlis olur, hall hall yapmislar. Her odanin muzigi farkli. Her birinde bir sahne. Granada universitesinin 60000 ogrencisinin nereye gittigi resmen belli oldu a dostlar. Girdik efendim konsere. Apache diye bir gruptu calan. Orta yas ispanyol amcalar demiyecegim, abiler, yardiriyor bir gorseniz! Solist de dunya tatlisi mimik hareket ve sesiyle herkesi tavladi. Sultans of swing, stairway to heaven, the wall, we will rock you gibi sarkilar soylediler. Arada da albumlerinden veya bilinen ispanyol sarkilarindan oldugunu tahmin ettigim -cunku oradaki herkes ezbere eslik ediyordu- sarkilarini seslendirip verdiler coskuyu! Sonra biz pop hall'a gittik bir sure orada koptuk ve derken tekrar rock kismina donup delicesine dans ettik. Sabah 8.30 otobusun hareket edecegini bile bile saat 4.10'a kadar oradan cikamadigimizi soylersem sanirim orayi ne kadar sevdigimi anlarsiniz! Derken derken eve -ay bak elim ev yaziyor artik nasil alistiysam berduslar gibi otel otel gezmeye- donup yattik. Su an ertesi gunun otobus yolculugundan bunlari yaziyorum. Bugunun haberleri diger yazida sizi bekler.

[24 Temmuz 2012, Malaga - Mijas - Granada.]

Bugun yine yolculuk gunu, erkenden otobuse dolustuk efendim. Uzun uzadiya anlatilacak bir sey yoktu malesef. Malaga'ya gittik once, picasso'nun evini sooyle bir gezdik, arada muhtesem bir noodle yedik (noodle go adamsin ya!).  Ardindan kisa bir yol yapip mijas'a gittik. Ay burasi cok meshur bir sayfiye yeriymis. Popom afedersin. Sikintidan patladik patladik yarebbiiim! Fotograf, fayton, souvenir shop bitti bu bir bucuk saat bitmedi ayol. Neyse yola ciktik, uzattik ayaklari uykuya vurdum. Granada'da attik kendimizi otele ve en sonunda sehir merkezine indik. Oyle bir sehir dusunun ki yolda taksi yok, telefonla cagiriyorsun behey! Ama sonra buyuleyici bir sey oldu ve bir restorana geldik. Su an karsimiz al hambra sarayi, sag tarafta granada'nin gece isiklari. [...] Dun gece sohbet o kadar guzeldi ki yazmadim simdi tamamliyorum. Dun gittigimiz yer buyuleyiciydi. Hem manzarasi hem de havasi diyeyim. Sangria'lar, et yemekleri, o turuncu tondaki isiklar, aksam esintisi, sarayin gece isiklari ve arka fonda catal bicak tikirtilari, cesitli dillerde muhabbetlerle saatlerce orada oturduk. Donuste buyulenmis gibi taksiye bindim, uyku bastirdi tekrar ve otele donduk. Maillerime baktim, yazilarimi yazip tamamladim ve uykuya daldim.

Yazimi Picasso'nun soyledigi bir sozle bitirmek istiyorum, sanirim bu sozler hakkinda birseyler yazacagim ilerde.


"Although I come from far I am a child and I want to eat and swim in salt water on the picture painted on a transparent canvas"

[23 Temmuz 2012, Sevilla.]

Bugun gozlerimi saat on birde actim. Bir onceki gunden sehir merkezini kesfetmenin, yok yok, odevini yapmak diyecegim hatta, keyfini surduk resmen. Kahvaltiyi kacirdim ama olsun, sehir merkezinde birkac oreo, bir iki ufak starbucks sandvici filan, arayi kapattim. Ilk hedef katedraldi tabii. Cathedral y giraldo. Burasi dunyanin en buyuk ucuncu katedraliymis. Ilki vatikan suphesiz, ikincisi de st.paul'mus. Oldukca ferah, sutunlari as islemeli bir katedral burasi. Icerisi oldukca genis, tum odaciklar ve sergi alani olarak kullanilan kutsal malzemeler kenarlarda, dolayisiyla alanin buyuklugunu hissedebiliyorsun. Ikinci duragimiz real alcatraz oldu. Efendimm burasi saraymis eskiden. Simdi de cesitli odalari gorup (back lighting'li fotolar cekip) bahcesinin keyfine variyorsunuz. Arap etkisinin yadsinamazligini bir kere daha kabul ediyor insan. Kapi ve duvar isciliginin fotografini cekmekten helak oldum desem yeridir.

Burayi da gezdikten sonra arena'ya gittik, adini uygun olunca yazarim unutmazsam. Bildigin matadorlarin oldugu arenaymis burasi, hemen mevcut tura katildik. Aman allahim bu olay bir vahsetmis ben bunu anladim. Kadin anlatiyor, once bir grup bogayi alana getirirmis, boga sakinlesirmis ve o esnada matador boganin karakterini cozermis. Bogalar bir yerde ozel yetistiriliyormus bir de. Sonra ikinci grup mizraklarla (ozel bi ismi var da bilemiyciim tabiy) bogayi kizdirir, oyle matador alana girermis. Once islemeli kaftanimsi ortuyu, sonra pembeyi en son da kirmiziyi kullanirmis. 'Perfect kill' omuzlarinin arasindaki noktaya tek kilic hamlesiymis. Zaten boyle olmassa genelde ona odul verilmezmis. Behey! Yuzsuzluge bak sen! Bi de kadin 3 yuzyil boyunca tek kisi oldu dedi. Kazalari saymiyoru heralde, bu bogaciklarin ahi en sonunda bi yerden cikacak tabi, oh cok iyi olmus. Sonra bogalar (olunce tabii) okuzlerle ceklir goturulurmus. O esnada halk eger matadorun odul hakettigini dusunuyorsa beyaz mendil sallar ve sonra hakem (ozel adi var yine) bu duruma karar verirmis. Odul alan matadorun ozel bir cikisi varmis. Tipki revir, bogalarin girisi, matadorun girisi icin ayri bir kapi oldugu gibi. Dedigim gibi, tum bunlari ogrenmek guzel olmakla birlikte cidden cok vahsi, cok gereksiz buldum ben bu boga guresini. Artik ispanyollar kusura bakmasin.


Bu noktada turistik turumuz sona erdi, sehir mimarisi kismisini bitirip kendimizi alisverise vermeye karar kildik. Zaten on calismamiz mevcut oldugundan, haritacibasi ben one dustum yardirip bu magazalara gittik. Ilk sok: ulen ciddi ciddi siesta yapiyo bunlar! 4 saat dukkan kapata kapata iflasla patlayacaklar ya, heyecanla bekliyore. Yerel bisiy de degil yani magaza, bildigin turistlere satiyor. Behey, umrunda mi dunya! Neyse efendim arada bir ogle yemegi yedik deniz urunu kizartmali filan, sonra yine donduk dukkanlaraaaa. Bir tane yelpaze begendim, dakka bir gol bir cook pahali cikti. Biraz daha uygun fiyatlisini bulurum diye begenip sormaya devam ettim ama en son 500 euro deyince adam, pes ettim ey dostlar! Biraz daha uygun koldan yelpaze aldim, sallari sormami saymiyorum. Begendigim dalli gullu flamenko usulu tum sallar onyuzbinmilyon euroydu! Cidden icime oturdugudur. Dukkan sahiplerinden izin alip fotograflarini cektik, annecigime gostereyim neler var yelpaze piyasasinda da gorsun bari. ay babami da unutmadim tabii ki. Ona da kastalyet aldim. Hani flamenkocular ellerinde tikir tikir caliyor ya, o enstruman iste. Bildigimiz kasik sesi ama bambaskaymis keyfi, birazdan anlatacagim. Tum bu hediye fasli da bittikten sonra (yine kardesim ve anneme tokalar filan) gectik ayuntamiento the bulusma yerine. Burasi belediye binasi oluyor. Evet ispanyolcam madridden beri gelisti baya hihihi :) atladik taksilere ve su ana kadar gordugum en buyuleyici sovu izlemeye basladik.


Flemenko bambaskaymis ben bunu anladim. Insan gidip yerinde gormeden kesinlikle anlayamaz. Sehir merkezinde gezerken bir suru flemenko bar vardi ufak ufak, biraz aramizda dedikodu yapip "hmm bu kadar da pahali degil ama neiyse" tadinda yorumlarla gunahini almisiz deniz hanim the rehberin. Tapas'li sangria'li krem karamelli yemek fasli surerken sahne bir saniye bos kalmadi. Genclerin gosterileri de guzel ve hatta guzel ne demek, nefes kesici olmakla birlikte biraz daha orta yasa yakin hanimlar beyler beni benden aldi esas! Allahim o mavili siyahli kadin kendinden gecti, beni de oldurdu. Onun zevcesi ( zevceden kastim onun dans partneri oluyor bu noktada) yeleginin onunu tutarak, ceketlerini savurarak, hizini alamayip dizlerine vura vura dans ederek beni bayiltti cidden. Yemek yiyemedim, ancak ickiye verdim kendimi yeminlen. Bu nasil tutkudur, bu nasil ihtisamdir, bu nasil bir bu nasil bir?!? Sonra bir baska kadin cikti, soyle anlatayim kadini, gece sonlarina dogru carmen'i bu kadin oynadi! Cok cok cok guzel kadinlar olmamasina ragmen, danslariyla bir tanrica olan bu kadinlari izlerken ruhumda endulus'un insanin icine dolan muthis enerjisini hissettim. Beylere gelince... Bir onceki gun barda yari ciplak dans eden manken cocugun seksapelitesi bu 30lu 40li yaslardaki adamlar tarafindan yerle yeksan oldu.


Simdi bu beylerden bahsetmek icin ayri bir paragraf acacagim. Once bayanlar dans ediyor. Onlarin kostumleri, eteklerini savurmalari, yelpazeleri, sallari goz ziyafeti cekiyor. O esnada beyler (genelde ciftler cikiyor, arkada tempo tutan tipler oluyor) oturarak tempoya eslik ediyor. Sonra kadin adamin onunden tum isvesiyle goz suzerek gecerken adam ayaga kalkiyor, kadin oturuyor. Adam dansa yavas basliyor, eli yeleginin ustunde, sanki bakin sadece ayaklarim oynuyor, vucudumun ustunun kontrolu bende dermis gibi. Sonra hizlaniyor ve hizini alamayip tum bedenini enstruman olarak kullaniyor. Omzuna vuruyor ayri ses, dizlerine vuruyor, bacagina vuruyor apayri sesler. Sonra donmeye basliyor kendi etrafinda. Boynundaki fular donuyor, gomlegi gittikce ter icinde kaliyor, saclari dalgalaniyor ve o anda tum muzik durup isiklar yaniyor. Soluk. Alamiyorsun. Ardindan ciftler karsilikli dans ediyor. Ayri ayri hareketleri ortak adimlar takip ediyor. Bakisiyorlar, sariliyorlar ve sahneyi terk ediyorlar. Biliyorsun o an. Eminsin. Tango bahane, flemenko sahane!! Efendim uzun lafin kisasi benim carpintim filan oldu bu gosteride, kendimden gecti, catalimi yerinden kaldiramadim desem yeridir. Mutlaka gorulmeli mutlaka, MUTLAKA!!


Simdi gecenin sonunu bagliyoruuuum. Sevilla'da bir festival varmis. Ama taksicinin dedigine gore bu sevilla festivali degil, ufagiymis. Bana gore triana belediyesi toplamis mekanlari panayirda, her dukkan gelirini bir kuruma birseye veriyor. Artik ekonomik cokuntunun bu kadari! 4 saat uyumaya benzemiyor tabi bu dear comrades español. Ama boyle dedigime bakmayin, cok eglendik. Piña colada'lar alindi, daiquiri de melon tadildi. Oy valla cok guzeldi! Ressmen yerel halka karistik azizim. Hatta sunu da cok kiskandim, canli muzik yapiyorlar mesela, aman tum kadinlar erkekler flamenco yapiyor! Bu ne lan! Ben de yapicam, ben de ogrenicem kapak olucek! Valla cok guzeldi ortam yahu. Endulus gokkubesinin altinda elimizde ickiler, uzaktan gitar sesleri, ole naralari ve nehrin aksam esintisi. Daha guzel olamaz.


Ara dipnotlari geciyorum bu noktada. Bir ara kalkip "ku de ta" denilen bara gittik. Kapaliydi ezik yer. #epic fail. Yelpaze ve salci dukkani da zengin olduktan sonra gelmeye karar verdik a ile. Kapaticaz dukkani, alicaz sedeflileri alicaz el islemesi resimlileri alicaz dantellileri alicaz uyduruk cerceveleri bile! Peh!


Efendim gece sonunda nehir kenarinda otururken yorgunlugumuz coktu ve donmeye karar verdik. Yollara cikacagiz yarin diye valizimi bi duzenledim, dusumu aldim ve saat dort sularinda yastiga basimi koydum. Mutlu ve huzurluyum.

[22 Temmuz 2012, Cordoba - Sevilla.]

Bugun erkenden yola koyulma gunu, onumuzde saatler suren bir yol var resmen. Saat 8.30'da yola koyulan bunyeler tabii ki de dun gecenin mutlulugu ve yorgunlugu uzerine bir guzel uyudu. Yolda mola verme zorunlulugu (ki cidden zorunluymus ab kurallarina gore) ve grup teyze amcalarinin surekli bir entrika cikarmasi cercevesinde gergin anlara kulaklik takip uyumaya giristik biz. Ama arada tabii ki turistik turlarimiza ara vermedik. Bugnku duragimiz cordoba'ydi. Cordoba andaluci'nin baskentiymis. Pek birsey olmadigini gonul rahatligiyla soyleyebilirim aslinda. Oglen bir tapas cafe'de durup karnimizi doyurduk. Esas gidilmesi gereken -yok yok, tek gidilmesi gereken yere girdik- cordoba camii'sine girdik. Boyle bir sey olamaz sayin seyirciler! Cok cok guzel anlatmam mumkun degil. Icinde yuzlerce sutun (1500 kusurdu galiba) ve bir o kadar sutunun tuttugu arc'larla kendimizden gectik resmen. Sonrasinda otobuse yetisip gunun nihai hedefine dogru yola koyulduk: Sevilla.

Bir yaz okulunda hocamiz soyle demisti paris'te: "bu dersten hic bir sey ogrenmeyecekseniz sunu bilin, sevilla cok guzel!" Otele vardiktan sonra oturduk haritanin basina, ince ince calistik ey dostlar! Otelden cikipp panaromik tura bugunden baslamaya karar verdik, boylece ertesi gun sabah dokuzda yollara dusmeyip uyku araligini dolduracaktik oooh. Velhasil otobuse binip indikten sonra basladik yurumeyeeee.

Buraya cilgin yorumlarimi girdim biraz once ama mal gibi sildim. Ama tekrar yazarim hic usenmem. Merkeze giden otobusteyken soyle ulvi birsey oldu. Gercekten oldu evet. Bir tane ekran koymuslar otobuse, sehirden haberler veriyor. Biz de baktik acaba hava kac derece olucak filan diye. Ama o an, ekranda Titanic: The Exhibition yazisi belirdi, ciglik attim!!! Daha birkac saat once amerika ve ingiltere'ye gitmeliyim cunku tum muzeleri orada demistim. Allahim kalbim temizmis yarebbim. Tum mal varligimi orada vermek istiyorum, herseyi almak istiyorum. Her. Seyi. O ilani gorunce ne kadar mutlu oldugumu anlatamam, beni bilen bilir. Ama su kadarini soyliyim tanimayanlar icin ve hatta for the record, sagrada familia'ya gitmem, buraya giderim arkadas! Oyle bir sevgi besliyorum ki ilan cikinca sakir sakir anlamaya basladim ispanyolcayi daha ne diyim! Barcelona maritime muzesi, bekle beni geliyorum anacim. Oooh.


Plaza de espana'ya vardigimizda resmen buyulendim yahu. Cok cok cok guzel bir yer anlatmakla bitmez bence. Rengarenk bina, etrafinda kanallar ve icinde kayikla gezenler, arka fonda faytonlarin tikirtisi ve gun isiginin vurdugu binada turuncu kizil bir parlaklik. Mekandan ciktiginizda ( ziplayan fotograflardan sonra tabii ki!) Central park vari bir parkin icinde alabildigine yuruyorsunuz, tevekkeli degil sevilla'lilar huzuru bulmus anacim! Neyse basladik sehir merkezine yurumeye, santa cruz'a vardiiik. Sokak sokak gezdik efendim. En son bi cafeye oturduk, yerel baldir eti yemegini (valla adini bilemedim su an) ve sangria'lari guplettik. Bulgaristan gocmeni turk asilli garsonumuzdan tum gece haberlerini aldik, ogrendigimiz barlari teyit ettik. Velhasil bizi yonlendirdigi bar on numaraydi! Ickisi mickisi uyduruk olmakla birlikte (en populer ickisi cin kola breh breh breh, ellerde siseler hosgeldin lise partisi stayla) ortam iyiydi. Yalniz ispanyollar dedikoduyu seviyorlar buna kanaat getirdim cunku muhabbetten massallah dansi bile unutuyorlar, except the cocuk at the top of the loca. Dios mio. Ayri paragraf acayim the loca danscisini otele getirdigim sanilmasin, o tanri gibi suzulmek icin yaratilmisti valla, not suitable for us, the mortals.


Burdan da cikip keyifli geceyi taksiyle yollara dusup otelimize donerek sonlandirdik. Temizligin suyun muthis huzuru ve kana karisan sangria uykuya yatirdi beni. Sabah bambaska bir gune uyanip basladik gezmeye. Arkasi yarin.

[21 Temmuz 2012, Madrid - Toledo.]

Gune erkenden baslamanin dayanilmaz hafifligi diyerek soze baslamak istiyorum ey dostlar. Kahvalti faslindan sonra toledo'ya yola cikisimi yaptigimdir. Toledo, eski baskent efendim fyi. Eski kilisesi, sokaklari, sarayi ve hatta papa olmasi beklenen cardinal bey amcanin evcegzinin onunden gece gece turu sonlandirdik. Oyle tutucu bir yer ki kelimeler yetmez diyecegim ama kinadigim bir durum degil, it is in their blood. Ogle yemeginde de sectigimiz yerel lokantaya girdiiik. Kirmizi ekoseli ortuleri gorunce dedim burasi harikadir zaten ooh. Yanilmamisim. Cok keyifli bir yemek, ickiler, serin serin muhabbet ve turistlerden uzak bir sehir merkezinin kuytu kosesi. Sweet joy diyeyim siz anlayin. Neyse efendim donduk geldik kurkcu dukkanina.

Iki tane yer vardi gormek istedigim, ikisini de gordugumdur. Ilki prado muzesi. (Bana dexter'daki cirkef ve mal savci prado'yu hatirlatiyor ve pis pis siritiyorum) annunciation'i gordum fra angelico'dan. Vay anasini diyorum sayin seyirciler. Suna da tanik oldum ya, sanat tarihi dersimin sevincli anlarinin kulagi cinlasin. Bi de saturn devouring his son'i gordum. Ismi yanlis yazmis olabilirim ama goya'nin dehsetli resmidir. Ay allahim goya'nin resimlerindeki dehset, karanlik, mutsuzluk beni benden aldi btw. Efendim cok uzun ve yorucu dakikalar olan bu muze (ki dunyanin en uyduruk planina sahip heralde diyecegim artik surcu lisan ettiysek affola) bitti ve yardirdik ikinci mekana. Reina sofia muzesi. Buranin icinde diego rivera'dan, miro'ya, kandisky'den dali'ye herkes vardi. Ama bir eser var ki, (hayir woman in blue degil, o da guzeldi ama o degil, o kadar carpici olamaz cunku hicbirsey) onu gormek icin gittik desem yalan olmaz.


Guernica... Uc nokta koymanin bir anlami var burada, bilincli bir tercih esasen. Soylenecek bir sey yok bu resim icin. Savasin vahsetini en guzel anlatan, en meshur, en carpici, en orjinal hikayeli resim. Picasso'nun fasizan rejim bitmeden ispanya'ya donmesini istemedigi resmi. Resim diyorsam yanilmayin, eskizleri de sergileniyor bir gorseniz! Insan hayran oluyor picasso'ya, ki ben kubizm hayrani degilim, ama sapkami cikarip dakikalarca ayrilamadim guernica'nin karsisindan. Oyle garip ki, muze dukkanina girip guernica'yla ilgili birsey secerken mutsuz hissedip, secememe noktasina geliyor insan. Duvara asmak icin cok acikli, kenarda tutmak icin cok vahsi. Herkes herkes gorsun diyorum. Cunku kitaplarda goremediginiz ayrintilari (arka plandaki silik guvercin gibi mesela) gormek paha bicilemez ve tum yorgunluklara deger.


Iste bu ikinci duragi da gordukten sonra hiic otele gidip vakit kaybetmeden once bir iki isimizi hallettik. Is dedigim zorunluluk degil yahu, kartpostal attik tum dostlara. Bes on gunde varacakmis kartlarimiz. Ne guzeldir uzaklardan (hatta uzak olmasi da sart segil) kart mektup almak!


Neyse efendim geliyorum gece macerasina. Bu isleri halledip plaza mayor'da bakinakli masamiza gectik. Devamini dun gece tam da o masada otururken not aldigim cumle anlatsin, baska birsey yazmayacagim.


"Plaza mayor'da otururken onumda bir surahi sangria, etrafta dostlar, arka fonda angels calan bir sokak sarkicisi, papyonlu garsonlar ve resimlerle dolu bir binanin yuzu. Eger bana sorsalardi, la vie en rose bu derdim."


Bu ispanyol stayla uzuuuuun saatlere yayilmis yemekten sonra (surahi surahi sangria ve paella'lar ole!) gittik bir gece kulubune. Gece kulubu degil de pub-vari bir yerdi. Ay duvarda cizgi roman karakterleri, barin arkasinda scooby-doo minibusunun de yerlestigi onlarca televizyon kutusu filan cok tatliydi. TopperWare'di adi, mark my words cocuklar. Bi gidin gorun. Sonrasina geliyorum, hepsini yazmayacagim, hafizama kaydedildi zaten gulumseyerek kalsin diyerekten. Dun gece yatmadan karaladigim bu cumleyi yazayim sadece, gulumsemeye devam edeyim. Aaa dur bi de sunu soyliyim, dun gece ispanyolca bir cumle daha ogrendim: me gustas espagne. Mutluyum mesudum efendim. 


 "La via lactea'da love me tender dinlemis kadar oldum bu gece. Baska bir sey yazmayacagim."

"Dilerim yarin sabaha uyanabiliriz."  (Bunu da yatmadan yazmisim ama misler gibi de kalktik, bir guzel kahvaltimizi ettik ve an itibariyle cordoba'ya dogru yol almalardayim. Arkasi yarin insallah.)

[20 Temmuz 2012, Madrid.]

Bugun madrid cikarmamizin ilk gunuydu efendim. Sabahin korunde uyanip havaalanina yetisme fasli, ucak sureci, arada romeo ve juliet izleyip gozyasi akitmalari filan geciyorum. Geliyorum direk turun baslangic anina. Dolustuk otobuse, deniz hanim the rehber kadin cilgin ve an gelip atarli olmasina ragmen genc bunye ve genel kulturumuz sayesinde kendini fethettik evet. Don kisot ve guernica yorumlarinin bir insani bu kadar mest edecegini bilemezdim. Gun boyu gezdik isin ozu aslinda. Ogle yemeginde yerel bir restoranin keyfini tepeden puskurtulen soguk su buhari esliginde surdum.  Arada real madrid'cigimizin stadyumuna bile gidip tavaf ettim oralari! Fotograflar, muhabbetler gun boyu kahkaharla gecirilen bir gune tanik oldu. Sonra dus alip disari cikma heyecanina girdik. Yemege oturduk ve yorgunluktan masada uyuyakalincaya kadar yemek yiyip icki ictik. La sol'e (yoksa le sol mu) ve havadisleri bir dosttan aldigimiz cilgin kulube gitmeyi yarina biraktik. Yarin toledo'ya gidip, donusunde muzelere yardiracagim. Haydi hayirlisi.

Burada birr dipnot giriyorum. Bugun haberleri izlerken (evet anlam ifade eden bir kelimeye muhtac bugun bbc'yi ya da o denkte bir ingiliz kanalini actik. Bir cocuk (cocuk dedigime bakmayin med school ogrencisiymis) elinde silahla sinemanin birini basmis (hem de batman'in son filmini!) Ve 70 kusurat kisiden 12'sini oldurup digerlerini yaralamis! Denver, colorado'da olmus bu olay ama yine de cok sacma bir evham geldi ustume! Urperdim, dedim ne kadar sacma, ne kadar aci, komik, trajik ve benzerleri. Iste bu yuzden ipekli bluzumu giyip disari attim kendimi, guzel bir sofrada dostlarla sohbete oturdum. Bugunluk bu kadar, insallah bir sonraki (yarin olur belkilim?) yazida gorusmek uzere

[aranağme 4.]

birazdan gün gün tuttuğum ispanya gezi günlüklerini paylaşacağım ve bununla gurur duyuyorum. insanın hafızasındakileri kağıda döküp kayda geçirmesi, o hafızanın unutkan olduğunu kabul edebilmesi garip bir huzur veriyor.

FYI: bu yazıların hepsi blackberry'de yazıldı, hiç bir harfine dokunulmadan yayınlanacaklar.

19 Temmuz 2012

[18 Temmuz '12, gece: Right side of wrong.]

Insanin her zamanki rituellerinin disina cikmasinin yarattigi hissi tanimlamak cok zor aslinda. Kimisi vazgecemeyecegin aliskanliklarin varsa yaslanmaya basladin diye nitelendirir bu durumu mesela. Zaman icinde bana daha yakin gorunup aslinda uzak duran sarkilar anilar gruplar ve hatta filmlerin yasattigi o yaslilik duygusunu sevmemekle birlikte, bugun yasadigim bu degildi biliyorum. Bugun kendimi bir aynanin icinde buldum. Dogru yerdeyim, ayni yerdeyim ama farkli goruyorum hayati. Oyle garip ki... Aksam serinliginde cay iciyorum ama oteki balkondayim mesela. Ya da kapidan cikip yan kapiya yoneliyorum anneannemlerin tarafina ama uzerinde anahtar yok kapinin. Dile kolay 23 yil boyunca kapinin ustunden sadece geceleri alinan anahtarin orda olmamasi oyle anormal ki, kilide dokunurken buldum kendimi, sanki anahtar orada ama ben goremiyorum. Oturma odasinda oturdum misal, koltuk ayni, oturdugum yer ayni, ruzgar ayni, pencere ayni, ama eksik olan nefes, nefesler odanin icinden isigi alip kacmis, goremiyorum etrafi. Katlanan posetler, naftalinli esarp cekmecesi, askida giyilmeyi bekleyen elbiseler, uzerinde kemeriyle kapida asili duran pantolon... Oyle yabanci ki bana, oyle tanidik ki! Yillardir hic acmadigim cekmeceler -havlu lazim oldugunda annanisten istemek, hirkayi annanisin du bakem diyip getirmesinden mutevellit- yillar yili kullandigim esyalarla dolu. Insan ne yapsa bilemiyor, elini kolunu bir yere koyamiyor. Dolaplar acilinca naftalin, belki biraz rutubet kokusunun ardindan ruh kokusuyla doluyor heryer. Cam siselerde yarim kalmis parfumler ve tras kopugu tum evi sariyor. Adeta eter gibi, ne kadar mucadele edersen et burnundan iceri dolup nefesini tikiyor, ruhuna sokuluyor ve sen cekmeceleri actiktan sonra esyalari toplamaya bir bayginlik halinde devam ediyorsun. Oyle ki aksam oldugunda yorgunlukla balkonda otururken isiklari acmiyorsun. Hayir, gecmis yazlardaki sinek gelir diye acmamak degil bu, sadece gozlerin o bayginliga alisik. Maalesef. Aliskin. Alismak zorunda.
Aslinda biraz once izledigim isik isik yolcu gemisini yazacaktim. Cemberimde gul oya referansi yapip "icimden gemiler gecsin" istiyorum diyecektim. Ya da oyle birseyler. Sonra yine o sonsuz yildizli durgun gokyuzune bakip belki van gogh'u anacaktim. Ama aynada hapsolmanin bas dondurucu hissi agir basti saniyorum. Yazsam aynayi kirip disari cikarmisim gibi sanki. Ama o aynadan cikmak bir yana, bulundugum tarafin faniligi, ikinci anneannemin varliginin ustune golge dusurebilecek herhangi bir catlak ihtimali bile sarsti beni. Saniyorum bu tarafta kalacagim.

[17 Temmuz '12, gün batımından önce.]

Agaclar hakkindaki bilgim son derece sinirlidir aslinda. Sogutu bilirim misal buffy'deki willow'dan oturu, cinar diye bir arkadasim vardi oradan cinari ogrendim 5 parmagi andiran yapraklariyla, cam zaten en favorilerimdendir yilbasi dolayisiyla, igde yillar yili denize girdigimiz kumsaldaki agactir benim icin ornegin. Ama bir tanesi var ki, yeri ayri. Kavak... Hayir basimda kavak yellerinden dolayi degil benim bu agaca sevgim. Tam tersi, ben o agaci, basimda kavak yelleri esmeden ogrendim. Iste benim bu agaci ogrenmemin sebebi evimizin onundeki kavaktir. Hisir hisir bitmeyen bir musiki onunkisi... Yolcu gemileri gecerken aman manzara kapatiyor diye icimden gecirip asla disa vuramadigim kavak. O sesi olmasa huzursuz bir bekleyise savrulacagim kavak. Hani muzik ses olmayan bir film gibi kulak tirmalayici bir sessizlik o tarif ettigim. Yildan yila, yazdan yaza geldigim bu huzurlu beldede buyuduklerine tanik oldugum o iki kavak. Seslerinizi kaydedip dinlesem bana bu goruntunun huzurunu veremeyeceksiniz biliyorum...

[...]

Bugun mezun oldugumu soylemek icin anneanneme gittim. Biliyordum oradan beni izledigini ama yine de gittim iste...

[17 Temmuz '12, gece.]

"Deli eder insani bu dunya" derken sair hakliymis... o dunyaya bu gece uzun uzun baktim balkonda. Kasabanin karanliginda yuzlerce yildizin isigini hayal ettim. Hangilerinin sondugunu dusundum, isiklarindaki hikayeleri kurmaya calistim aklimda. Oyle bir isik deniziydi ki tanik oldugum kameram yetmedi hepsini kayda almaya. Ne kadrajina sigdi o sonsuz isik kumesi, ne lensi algiladi o isik kumesinin huzmelerini. Iste bu gecenin altinda gokyuzune bakip hayal kurarken fenerleri izledim onceleri. Gecenin renkli gozlu dilberleri herkese goz kirpti. 5-6 saniyede bir isigini bize donen karsi tarafin fenerine baktim, tanidik bir yuzu gormuscesine sevindim. Sonra karsinin isiklarina gozum takildi. Isiklarin azaldigini anladim, ama gec saate, sarap sarhosluguna verdim. Artik gozlerim titrek isiklari almazken iceri girip, ruyalar alemine daldim...

[16 Temmuz '12, gece.]


Insanoglu kus misali dedikleri kadar var gercekten... Bugun gozlerimi sicak bir istanbul'a actim ama, ayni gun biterken bambaska bir sehirde serin bir geceye kapatiyorum. Cocuklugumun sehrinin bana verdigi huzuru nasil anlatsam size? Burasi gece yarisi anayoldan gecen arabalarin seslerini duydugum, hatta o yolun yapimina tanik oldugum, circir boceginin ara vermeksizin nasil ottugune sasirdigim, gokyuzu yildizlarla kapli bir sehir. Balkona oturdugumda gokyuzundeki yildizlara eslik eden tipki gokyuzu gibi dolu bir kiyi var karsimda, belki de gece yarisi gecen yolcu gemileri eslik ediyor o yildizlara. Oyle bir yer ki cocukken biriktirip dolaba yapistirdigim stickerlar hala duruyor, oyle bir yer ki cocukken okudugum masal kitaplari hala cekmecede sakli. Sabah gundogumundan once ezan sesi, denizin sut liman goruntusu, ufukta ruzgar gullerinin o agir aksak donusu ve bikmadan usanmadan yillardir cakan 9 cakar fenerinin son goz kirpmalari. Iki gunlugune geldim ama gelir gelmez iyi ki yaptim dedigim bir yer burasi. Dunyanin bir ucu da olsa giderdim diyecegim turden yani. Oyle bir yer ki tum herseyi iptal edip burada kalmaya beni ikna edebilecek. Burasi iste, samanyolunun binbir yildizi altinda, cocukken ogrendigim buyuk ayi'nin golgesinde anneanne ve dedemin keyfini surdugum baska bir diyar, baska bir dunya burasi. Gecen yaz bir turlu tadini cikaramadigim, ama bu yaz tadini cikarmaya niyetli oldugum. Evim... Deniz kokulu, dolaplarinda havuc yagi gizli, su basinci arasira dusen, hamaginda uyuyakaldigim, tavla partilerinde kriz gecirdigim, gun batiminda binbir dilek tuttugum evim. Cok, cok ozlemisim...

[aranağme 3.]

Bilgisayara erişimim yokken karaladığım bir kaç yazıyı yayınlayacağım birazdan. Başka bir zamanda bunları alıp temize çekmem gerekse amaan çok uzun der üşenirdim telefonda yazmaya. ama gönül yazmak isteyince her klavyeye sarılıyormuş, ben bunu gördüm. 


15 Temmuz 2012

[The English Patient by Michael Ondaatje.]

 For a long time now, I've been thinking about writing down these wonderful sentences. This is about it. Finally managed to do with the movie playing at the background. I imagine these sentences by themselves would tell you how much this book impressed me as a reader and a woman.

For the movie, I have many comments, every single one of them positive. No, not positive. Labeling a comment as positive would diminish the meaning of this movie to me. I'm simply left in awe everytime I watch it, everytime I listen to its soundtrack. (I prefer to drift to sleep with the music from English Patient for about a year or so. Imagine how much of an awe I should deeply be left in.) English Patient is about the most consuming love story, told in the best way possible: epic, dream-like and real.

That last scene when Almasy leaves the Cave of Swimmers holding Katherine in his arms, crying... It cannot be explained. Just. Witness that scene. You won't regret it. I promise.

Still, today it is water who is the stranger here. Water is the exile, carried back in cans and flasks, the ghost between your hands and your mouth. p.20

For echo is the soul of the voice excitin itself in hollow places. p.22

You have to protect yourself from sadness. Sadness is very close to hate. Let me tell you this. This is the thing I learned. If you take in someone else's poison -thinking you can cure them by sharing it- you will instead store it within you. p.47

To  rest was to receive all aspects of the world without judgement. A bath in the sea, a fuck with a soldier who never knew your name. Tenderness towards the unknown and anonymous, which was a tenderness to the self. p.51

She would law belladonna over his eyes [...] P.54

There are betrayals in war that are childlike compared with human betrayals during peace. The new lover enters the habits of the other. Things are smashed, revealed in new light. This is done with nervous or tender sentecnes, although the heart is an organ of fire. A love story is not about those who lose their heart but about those who find that sullen inhabitant who, when it is stumbled upon, means the body can fool no one, can fool nothing -not the wisdom of sleep or the habit of social graces. It is a consuming of oneself and the past. p.104

There's a painting by Caravaggio, done late in his life. David with the Head of Goliath. In it, the young warrior holds at the end of his outstretched arm the head of Goliath, ravaged and old. But that is not the true sadness in the picture. It is assumed that the face of David is a portrait of the youthful Caravaggio and the head of Goliath is a portrait of him as an older man, how he looked when he did the painting. Youth judging age at the en of its outstretched hand. The judging of one's own mortality. p.123

She likes to lay her face against the upper reaches of his arm, that dark brown river, and to wake submerged within it, against the pulse of an unseen vein in his flesh beside her. p.132

It is as though the surface were underlaid with steam-pipes, with thousands of orifices through which tiny jets of steam are puffing out. The sand leaps in little spurts and whirls. Inch by inch the disturbance rises as the wind increases its force. It seems as though the whole suface of the desert were rising in obedience to some upthrusting force beneath. Larger pebbles strike against the shins, the knees, the thighs. The sand-grains climb the body till it strikes the face and goes over the head. The sky is shut out, all but the nearest objects fade from view, the universe is filled. p.146

The desert could not be claimed or owned - it was a piece of cloth carried by winds, never held down by stones, and given a hundred shifting names long before Canterbury existed, long before battles and treaties quilted Europe and the East. Its caravans, those strange rambling feasts and cultures, left nothing behind, not an ember. All of us, even those with European homes and children in the distance, wished to remove the clothing of our countries. It was a place of faith. We disappeared into landscape. Fire and sand. We left the harbours of oasis. The places water came to and touched …Ain, Bir, Wadi, Foggara, Khottara, Shaduf. I didn't want my name against such beautiful names. Erase the family name! Erase Nations! I was taught such things by the desert. p.148

I don't think he loved the desert, but had an affection for it that grew out of awe at out stark order, into which he wanted to fit himself -like a joyous undergraduate who respects silent behaviour in a library. p.152

Half my days I cannot bear not to touch you. The rest of the time I feel it doesn't matter if I ever see you agin. It isn't the morality, it is how much you can bear. p.164

Sometimes when she is able to spend the night with him they are wakened by the three minarets of the city beginning their prayers before dawn. He walks with her through the indigo markets that lie between South Cairo and her home. The beautiful songs of faith enter the air like arrows, one minaret answering another, as if passing on a rumor of the two of them as they walk through the cold morning air, the smell of charcoal and hemp already making the air profound. Sinners in a holy city. p.164

There is a plant he knows of near El Taj, whose heart, if one cuts it out, is replaced with a fluid containing herbal goodness. Every morning one can drink the liquid the amount of a missing heart. The plant continues to flourish for a year before it dies from some lack or other. p.165

They are in the botanical garden, near the Cathedral of All Saints. She sees one tear and leans forward and licks it, taking it into her mouth. As she has taken the blood from his hand when he cut himself cooking for her. Blood. Tear. He feels everything is missing from his body, feels he contains smoke. All that is alive is the knowledge of future desire and want. What he would say he cannot say to this woman whose open¬ness is like a wound, whose youth is not mortal yet. He cannot alter what he loves most in her, her lack of compromise, where the romance of the poems she loves still sits with ease in the real world. Outside these qualities he knows there is no order in the world. p.167

What is the name of that hollow at the base of a woman's neck? At the front. What is it, does it have an official name? That hollow about the size of an impress of your thumb? p.172

Don't we forgive everything of a lover? We forgive selfishness, desire, guile. As long as we are the motive for it. p.182

Her husband was supposed to pick him up. The husband they had both loved until they began to love each other. p.184

Their bodies had met in perfumes, in sweat, frantic to get under that thin film with a tongue or a tooth, as if they each could grip character there and during lobe pull it right off the body of the other. p.185

At night, when she lets his hair free, he is once more an¬other constellation, the arms of a thousand equators against his pillow, waves of it between them in their embrace and in their turns of sleep. She holds an Indian goddess in her arms, she holds wheat and ribbons. As he bends over her it pours. She can tie it against her wrist. As he moves she keeps her eyes open to witness the gnats of electricity in his hair in the darkness of the tent. p.230

But if she asked him what colour her eyes are, although he has come to adore her, he will not, she thinks, be able to say. He will laugh and guess, but if she, black-eyed, says with her eyes shut that they are green, he will believe her. He may look intently at eyes but not register what colour they are, the way food already in his throat or stomach is just texture more than taste or specific object. p.231

When someone speaks he looks at a mouth, not eyes and their colours, which, it seems to him, will always alter de¬pending on the light of a room, the minute of the day. Mouths reveal insecurity or smugness or any other point on the spectrum of character. For him they are the most intricate aspect effaces. He’s never sure what an eye reveals. But he can read how mouths darken into callousness, suggest tenderness. One can often misjudge an eye from its reaction to a simple beam of sunlight. p.231

She had grown older. And he loved her more now than he loved her when he had understood her better, when she was the product of her parents. What she was now was what she herself had decided to become. p.234

In the desert to repeat something would be fling more water into the earth. Here nuance took you a hundred miles. p.245

This Candaules had become passionately in love with his own wife; and having become so, he deemed that his wife was fairer by far than all other women. p.246

I'm a man who fasts until I see what I want. p. 249

I sank to my knees in the mosaic-tiles hall, my face in the curtain of her gown, the salt taste of these fingers in her mouth. We were a strange statue, the two of us, before we began to unlock our hunger. Her fingers scratching against the sand in my thinning hair. Cairo and all deserts around us. p.251

The way a lover will always recognize the camouflage of other lovers. p. 252

She had always wanted words, she loved them, grew up on them. Words gave her clarity, brought her reasons, shape. Whereas I though words bent emotions like sticks in water. p.253

Death means you are in the third person. p. 263

I believe this. When we meet those we fall in love with, there is an aspect of our spirit that is historian, a bit of a pedant who reminisces or remembers a meeting when the other has passed by innocently…but all parts of the body must be ready for the other, all atoms must jump in one direction for desire to occur. p. 275

And all the names of the tribes, the nomads of faith who walked in the monotone of the desert and saw brightness and faith and colour. The way a stone or found metal box or bone can become loved and turn eternal in a prayer. Such glory of this country she enters now and becomes part of. We die containing a richness of lovers and tribes, tastes we have swallowed, bodies we have plunged into and swum up as if rivers of wisdom, characters we have climbed into as if trees, fears we have hidden in as if caves. I wish for all this to be marked on my body when I am dead. I believe in such cartography – to be marked by nature, not just to label ourselves on a map like the names of rich men and women on buildings. We are communal histories, communal books. We are not owned or monogamous in our taste or experience. All I desired was to walk upon such as earth that had no maps. p. 277

The Englishman once read me something, from a book: 'Love is so small it can tear itself through the eye of a needle.' p.306

11 Temmuz 2012

[Antonius ve Kleopatra: Unattainable Love Story. a.k.a Love. At Any Cost.]

Bunu daha önce yazmamış olduğuma inanamıyorum. oysa yazdığıma emindim! demek ki aklımdan geçirmiş, içime sindirmiş, hata sindirememiş, o kadar düşünmüşüm ki neredeyse üzerine yazdığıma inanacak kadar etkilenmişim. geç kalan yorumlarım geliyor, buyrun efendim Antonius ve Cleopatra.

öncelikle şöyle bir giriş yapayim. bu oyunu en önce gazetede okudum. bir etkinlik çerçevesidne shakespeare globe theatre'da sergileneceğini öğrenince önce büyük bir gururla kavruldum dostlar. ne güzel ne güzel yarebbim. haluk bilginer, zerrin tekindor ve daha bilimum oyuncunun orada -ORADA! GLOBE'DA!- böyle bir fırsat elde etmeleri çok mutluluk verici. sonrasında hemen bilet aramaya başladım. biletleri sanıyorum ki bir ay öncesinden almıştım ama o zaman bile çok zor yer buldum. işte aklımda binbir soruyla içimde binbir heyecan telaşla gittim oyuna.

şimdi burada kısa bir ara veriyorum. oyuna gitmeden neler yaptığımı anlatmayı bir borç bilirim. tabii ki de the en sevdiğim yazar shakespeare'in yazdığı oyunun kitabını aldım. ilk iki act'i okuyabildim malesef, çünkü pek zamanım yoktu çok yoğun bir haftaydı ama en azından konuya ilişkin bir bilgi edindim. neyse efendim, back to oyun günü.

ışıklar kapandı, sahne açıldı. bir baktık ki bir alemdeyiz. [bu noktada antonius ve kleopatra'nın isimlerini kısaltmaya karar verdim. anton ve kleo diyeceğim.] anton kleonun peşinde koşuyor, etrafta hizmetkarlar, aman bir zevkü sefa bir zevkü sefa ki sormayın gitsin. aaa bir yandan da arkadaki hizmetçiler müzik yapıyorlar. yaylılar tefler üflemeliler minik bir oda orkestrası. o kadar başarılı ki sadece kayıttan çaldığını düşünmüştüm ama değilmiş, canlı canlı takılıyorlar. sonra haluk bilginer sahneyi devralıyor. zaten onun sahneye nasıl hükmettiği, hükmedeceği ile ilgili kimsenin şüphesi yok! adama hayran hayran bakıyoruz. ama sonra benim beklediğim an geliyor ve kleopatra sahneyi devralıyor. --zerrin tekindoru sadece aşkı memnuda veya kuzey güneyde izleyen bir insan değilim çok şükür. çünkü öyle olsaydı muhtemelen şoklardan şoklara girerdim. çünkü iki halinden de başka bir kadın gördük sahnede. ben kendisini sanıyorum iki yıl önce şiddet tanrısı (isimde yanılıyor olabilirim ama buna çok yakın birşeydi) isimli oyunda izledim. iki aileden birinin çocuğu diğerini dövüyor. 'suçlu' aile diğer aileye özür dilemeye gidiyor. ama öyle bir tartışma muhabbet sürtüşme çıkıyor ki insanların içindeki şiddet dışa vurup ortalıkta kavga ederek yardırmaya başlıyorlar. işte o oyunda minnoş matmazeli izlerken girdiğim şokun haddi hesabı yoktu. yani o mürebbiye, usturuplu, nazik, minnoş kadın gitmiş de adeta bir çirkef, panik atak, eli maşalı bir kadın girmişti ruhuna! işte efendim bu sebeple zerrin tekindor'u histerik kleo olarak gördüğümde şaşırmadım, hayran kaldım, kalakaldım öylece-- saçları, gözleri, göz makyajı (evet gözleri ve göz makyajını ayrı tutuyorum zira ikisi de ayrı güzeldi yahu), o kraliçe edası öyle güzeldi ki, insan önünde eğilmek istiyor. oyun tabi trajedi teknik olarak, sonuçta herkes ölüyor çünkü. ama comic relief sahneleri o kadar eğlenceli ki, hem shakespeare'i takdir ediyor, hem dizlerinize vurarak gülüyor, hem de oyunculara alkış tutuyorsunuz! misal elçi çocuk. elçi de değil aslında, anton'un yaveri, mesaj taşıyanı, artık her ne denirse, habercisi yani. ay o kleo'ya anton'un evlendiğini anlatırken, daha doğrusu anlatamayıp fenalıklar geçirirken, dayak yerken, üstünden aşağı altınlar dökülürken gözlerimizden yaşlar geldi ne kadar tatlıydın sen haberci çocuk! aynı sahne içerisinde kleo mutluluktan delirirken, hüznün pençesinde kıvranırken, şıkır şıkır oynarken, başına ağrılar girip yığılırken ben sanıyorum ki kendimden geçtim çünkü böyle güzel sahnelere 10 dakika içerisinde ardarda tanık olmak beni benden aldı. haberci'nin anton evlenmiş lafında derin bir iç çekmeyle son soluğumu aldım. resmen kalbim çatırdadı. o an kleo'nun yüzüne baktım. ruhu, gözlerinden akıp gitti.

efendim uzun uzun savaş sahnelerini anlatmayacağım. olay örgüsüne de girmeyeceğim şimdi. anton'la kleo'nun sürtüşmeleri, anton'un utancı, kleo'nun mutsuzluğu filan bunları cidden anlatamayacağım. isteyen okusun diyorum. ama bir sahne var ki, orayı anlatmazsam sanıyorum sonsuza dek hafızamda kazılı olmakla birlikte, zihnimi de kurcalamaya devam edecek. son act'ten bahsediyorum evet. öncelikle anton'la habercisinin sahnesinen bahsedeyim. kleo'nun öldüğünü duyan anton kendini öldürmeye karar verir. ancak bunu yapacak gücü kendisinde bulamaz. o sadece mağlup olmuş bir komutan değil, aşkını kaybetmiş bir adamdır artık. haberisine istediğimde beni öldürmeye söz vermiştin der. haberci çocuk baba gibi gördüğü bu adamı nasıl öldüreceğini düşünür. cevabı kendisine veremez. sonrasında ise... kılıcı kendisine sapladı haberci. sizi öldürme borcundan ancak bu şekilde kurtulabilirdim dedi. anton genç habercinin gözlerine bakıp, benden daha cesursun diye kucağına aldı onu. sonrasında kendisi de hayattan ayrıldı. geliyorum ikinci sahneye. anton'un öldüğünü duyan kleo kelimenin tam anlamıyla kahroldu. hele de öldü deyin bakalım ne yapacak diye haber yolladıktan sonra gerçekleşen bu ölüm, onu dağıttı. kraliçe, o an basit bir kadına dönüştü. içi acıyan, aşık bir kadına. bakın neler dedi:



This case of that huge spirit now is cold: 
Ah, women, women! come; we have no friend 
But resolution, and the briefest end.

sonrasında Kleopatra ölmeye karar verdi şu cümlelerle:


My desolation does begin to make
A better life. 'Tis paltry to be Caesar;
Not being Fortune, he's but Fortune's knave,
A minister of her will: and it is great
To do that thing that ends all other deeds;
Which shackles accidents and bolts up change;
Which sleeps, and never palates more the dug,
The beggar's nurse and Caesar's.

arayışa geçti. dünyanın en zehirli yılanını buldurdu kendisi için. tek ısırığın yeterli olması için arattı arattı. en sonunda bulduğunda sepette yılanı çıkardı. eline alıp göğsünün üstüne yerleştirdi ve...


Peace, peace!
Dost thou not see my baby at my breast,
That sucks the nurse asleep?

[...]

As sweet as balm, as soft as air, as gentle,--
O Antony!--Nay, I will take thee too.

[...]

What should I stay--

Kleopatra, hayata böyle veda etti. Kitap bu sahneden sonra bir süre daha devam eder. Sezar, Kleopatra'nın Antonius'un yanına gömülmesini, ayrılmamaları gerektiğini söyler. Ancak oyundaki muhteşem şey şuydu, bu oyun o konuşmayla değil şu şekilde bitti. Kleopatra gözlerini kapatırken sonsuzluğa, Antonius yanına geldi ve şu sözler tüm tiyatroda çınladı, perde kapandı:


CLEOPATRA
If it be love indeed, tell me how much.

ANTONIUS
There's beggary in the love that can be reckon'd.

CLEOPATRA
I'll set a bourn how far to be beloved.

ANTONIUS
Then must thou needs find out new heaven, new earth.

tüm salonla beraber ayağa kalkıp alkışladığımı ışıklar açılıncaya kadar fark etmedim. Kardeşim söyleyinceye kadar ağladığımı da fark etmemiştim. öyle acı, öyle güzeldi ki, bir kere daha gitmek istedim ama, olmadı. sanıyorum gitseydim, bile bile oyunun sonunu beklemek beni kederden öldürürdü, kısmet değilmiş.

Öteki sezon da oynayacağını söylüyorlar, rica ederim izleyin, izlettirin.

[Dikkat ağaç var.]

hani filmlerde ana karakter tanrım bana bir işaret gönder deyip durur, ama gözünün önünde olan işareti görmez ya, işte bugün buna benzer bir olay geldi başıma.

her aman kullandığım yoldan geçerken her zaman gördüğüm trafik işaretinin bana ne hatırlattığını hatırladım bugün. yok unuttum diyerek küçümsemiyorum, sadece aklım başımda aa bak böyle birşey olduydu dedim yüksek sesle arabanın içinde, onu yazmak istiyorum şimdi.

bir traik işareti var bilir misiniz? hani yola doğru bir ağaç uzadıysa, gövdesini eğdiyse o ağacı kesmeyip bu işaretten koyuyorlar. sağ tarafa aracınızı çok yaklaştırmayın ağaca çarpabilirsiniz tadında bir anlamı var. bu işareti hep görürdüm ben ama ilk kez o hatırladığım gün anlamının güzelliğini fark ettim. bir başkası söyleyince. "can yakmayıp, burada hayat var diyorlar baksana, ne güzel!" yeniköydeydik. ışıklarda durduk. gözlerinin içine baktım. one perfect moment in the course of time olarak tarihe geçti o an.

sonra zaman geçti ve ben, gözlerinin içine baktım, boğazım düğümlendi, bir hıçkırık çıktı önce, bir çığlık belki de. yapamıyorum dedim. derinlerde bir yerde içinin çatırdadığını, bir acının saplandığını, kulaklarının uğuldadığını gördüm de gözlerimi kaçırdım. gözlüklerini çıkardın, sağ elini gözlerini üstüne kapattın. başını salladın. --sonrasını yazamayacağım--

kalbini kırdım. canını yaktım. özrü yok bunun. biliyorum. zaten demiştim, ben bunun vicdanıyla yaşayacağım diye. ama teşekkür ederim. o levhayı bana anlattığın için çok teşekkür ederim.

[Normal Again.]


Bunu bir yere yazdığımı biliyordum. Hem beni çok etkilediği için, hem de korkularının üstüne gidince belki onlardan kurtulursun dedikleri için galiba. önce gerekli alıntıyı yapayim ilgili yazıdan:

"Hala her ayrıntısını bildiğim bir Buffy bölümü geldi aklıma. Başrol Buffy kendini tımarhanede bulmuşken, düşündükçe inandı gerçekten hayal gördüğüne herşeyi. O büyünün altındaydı ama ya biz, korkmadık mı acaba aman tanrım 6 yıldır boşa mı izliyoruz diye? insan geçmişini düşünüyor, özlüyor. geleceği hayal ediyor. gününü yaşıyor. ama hiç o anlamları kaydıramıyor dedim kendi kendime. geçmişini hayal eden var mı tanıdık? hiç lise yıllarında olduğun bir zaman dilimini hayal ettin mi üniversitedeyken? hayal kurmak kötü mü, olamayacakken? geleceğini özledin mi mesela? en yorulduğun, boğulduğun anda tatil olsun demek mi geleceği özlemek? gününü öldürmek ne peki? boş boş oturmak mı? yoksa canını dişine takıp çalışmak mı nefes al(a)madan? Böyle düşündükçe başka yerlere gitti aklım."

Bunu düşünen ben, aynı zamanda şunları da yazmışım, paralel çentikler atmışım farklı zamanlara:

"e tabi bir yandan da bu dünyaya yönelik hayalleriniz vardır. çocukken kurduğunuz -kendinize kurduğunuz- hayaller yerini sizin isimlerinizi taşıyan roman kahramanlarına bırakır. buffy'nin bir bölümünde buffy gözlerini akıl hastanesinde açar. yıllardır yaşadığı herşey bir hayal, bir sanrıdır. bazen düşünüyorum da, öyle birşey olsaydı bana, o dünyaya kapılsaydım ne olurdu? çıkamazdım içinden kesin. galaksiler evrenler zaman mekan gerçek hayal dolanıp dururdum kafamın içinde. sıkılmadan. yorulmadan. keyifle." 

İşte dün akşam o bölümü andıktan sonra bugün en sevdiğim buffy sitesindeki screen captures ve transcript eşliğinde tekrar o bölümü okudum. ama resimler olunca aslında izlemiş bile adlandırabilirim kendimi. buffy boş gözlerle onu "yalan" hayatına bağlayan arkadaşlarını öldürmek ister. ancak gittikçe daha da canı yanmaya başlar. artık anlamıştır. "gerçek" olduğunu umduğu dünyaya, annesine, babasına dönmeyecektir. bir avcının yapması gerekeni yapar. arkadaşları ona kızmaz bile, hemen tüm sıcaklıklarıyla aralarına alırlar. işte tüm buraya kadar herşey normal de, son sahnedir beni benden alan. aynen alıntılıyorum: 


FLASH CUT TO:
INT. ASYLUM - CELL - NIGHT
Buffy stands, facing the wall with as blank a stare as ever. The doctor checks her eyes with a flashlight.
Hank and Joyce stand by. Hank holding Joyce as she cries.
Finally, the doctor stops. Turns to face them, shaking his head.

DOCTOR
I'm so sorry. There's no reaction
at all.
(a beat)
I'm afraid we've lost her.

THE CAMERA PULLS BACK SLOWLY, DOWN THE HALL. Leaving the doctor and Buffy's parents helpless, and Buffy lost in a distant delusion.
BLACK OUT.

THE END 


Eğer bir gün böyle kaybolursam, sıkılmadan yorulmadan izlersem gözlerimin önünden akan hayalleri, dilerim yüzümde böylesine bir blank stare değil hafif bir gülümseme olur. Yazarken korktuğumu hissediyorum. Ama en başında demiştim, yazarsam belki kurtulurum.

09 Temmuz 2012

[in joss we trust.]

dün büyük kavuşma yaşandı ey dostlar, en sonunda avengers'ı izledim!!!!

bu cümlenin sonuna ne kadar ünlem işareti koysam da yetmez bence. çünkü film çok çok çok güzeldi yahu! bir tane daha ünlem! bir kere konuyu uzatmadan dan die olaya giriyoruz. teselecta mıydı neydi (doctor who'da da böyle birşey vardı neyse) dünya için tehdit, dolayısıyla bir kahraman ordusu toplamamız lazım. ne yapıyoruz, hemen kahramanlara gidiyoruz. efendim diğer filmleri izlemediğim için (diğer filmlerden kastım söz konusu kahramanlara ilişkin yapılmış filmler oluyor, avengers'ın henüz başka filmi yok) mevzuları derin anlamları pek çakamadım. ama flashback filan derken konuya iyicene hakim oldum. captain americacım, valla idare edersin. yani çok ahım şahım bir yakışıklılığın yok ama çok görev adamısın sevdim seni. natasha romanoff hakkındaki yorumum da şu olacak: kızım sen ne çılgın ne muhteşem bişiysin öyle! zaten scarlet'ın güzel olduğunu hepimiz biliyoruz da bu karakter ayrı bir iyi yahu. böyle manipüle edip tüm havadisleri söküp almasına bayıldım! geliyorum şimdi hulk'a. ay valla içimi baydın en başlarda bebişim. kontrol kontrol nereye kadar anacım içindeki dışarı vur da endamını görelim demek istedim izlerken. en sonunda çok şükür becerdin ve yardırdın heryerlerde. şimdi bir de aranağme loki'den bahsedeyim. valla loki iyi hoşsun, fena değilsin. ama bu ezik mıymışık kardeş triplerini derhal bırakman lazım çünkü kardeşinde bu yakışıklılık varken kimse senin bu ezikliğini çekmez anacım. sen öfkelen manipüle filan et o zaman çok tatlı oluyorsun. geliyorum hawkeye'a. valla ben seni bir süre green arrow sandım ne yalan söyliyeyim! tamam, kostümün yeşil olmadığından ve maşallah oliver kadar yakışıklı olmadığından mütevellit gerçekten inanmadım o olduğuna ama yine de o modda izledim. kötüyken son derece iyiydin, filmin sonlarına doğru da tepelerden fıtı fıtı oklarınla göz doldurdun aferiiim. yine bir aranağme şimdi. robin şerbatskiy. allahım bir insana bir rol bu kadar mı eğreti olur yarebbim! yani hiç hiç hiç yakışmamış sana bu atarlı asker haller, bomba atıldıktan sonra çötenk diye silhaını çekip dan dun etrafa ateş açmalar arabalarla göçüklerden kurtulmalar let me tell you this. ama robin'dir dedim sustum ona göre. şimdiiiiii geliyorum the best of best iki karaktere. captain america'yı izliyim dedim filan ama izlemesem de olur. ama iron man ve thor izlemem artık farz oldu! stark'çığım sen ne hoş, ne laklakçı, ne muhabbet, ne gevşek, ne hoş birşeysin yahu. hayran oldum hayran oldum. o kostümünün hikayesini de öğrensem hiiç fena olmayacak doğrusu. enerjin filan beni benden aldı, resmen you saved the world a lot yani! gelelim ikinci karaktere: bebeğim thor. hayır adı thor değil bu adamın, bundan sonra senin adın "bebeğim thor" olsun thor. senin o buğulu dipten gelen sesin, bakışların, çılgın manyetik güçlü zaar dediğim baltan ve kırmızı pelerinlerine kurban olurum ben. duygusallık da öküzlük de yakışır sana hey maşallah. adamımsın bundan sonra. ciddi ciddi adamımsın. artık sen benim için avcı değil, bebeğim thorsun. mark my words.
şimdi tek tek sahne yorumlarına girmeyeceğim ama şu kısmı anlatmam gerek yoksa çatlarım. en sonunda ben bir tanrıyım uleeeyn temalı konuşmasının ardından hulk'un loki'yi yerden yere vurmasına o kadar güldüm o kadar güldüm ki resmen başıma birşey gelecekti! bak düşününce tekrar gülüyorum tekrar gülüyorum. 

şimdi gelelim the filmlerdeki en sevdiğim sahneye. altıncı sınıftan beri buffy'i izleyen, ilk başladığı günden beri angel'ın bir bölümünü bile kaçırmadan takip eden, bu iki diziden herhangi birinin bir bölümünün 5 dakikasını kaçırsam bile mutlaka erkenden kalkıp sabah tekrarını izleyen biri olup, sonrasında buffy en baştan başlayınca tüm bölümlerini izledim ben. sonrasındaki tekrarları büyük keyifle izleyip, o senaryolar üzerine öyküler yazıp, sunnydale'e kendimi bile yerleştirip hayatlar kurdum. buffy sunnydale'i terkederken ağladım, willow için korktum, xander'ı kendi dostum gibi sevdim, cordelia hastanede komada yatıp gözlerinden yaşlar akarken boğazım düğümlendi. ya sırf giles var diye discovery channel'da şeytan çıkarma ayinlerinin bile olduğu doğaüstü olaylar belgeselini bile izledim. televizyonda firefly görüp kanalı değiştirtmedim, tanıdığım herkese bilerek değil, elimde olmadan büyük bir hayranlıkla joss ve buffy angel'ın reklamını yaptım. dvdleri alıp tekrarlardan bile ağladım, hush'ta korktum, once more with feeling'de coştum, hole in the world'de kahroldum, orpheus'ta mutluluktan delirdim. işte yıllardan beri bu şekilde bir sevgi beslediğim dizilerimin yaratıısı joss whedon, 1 milyar doları geçip tarihte en çok izlenen filmler arasında james cameron'cuğumun avatar ve the hayatımın filmi titanic'inden sonra 3. sıraya yerleşen avengers'ın yönetmeni olarak ekrana çıkınca hissettiğim şeylerin tarifi imkansız. benim kardeşim, oğlum, babam, hatta kendim bu noktaya gelmiş kadar sevindim. screenplay, senaryo, yönetmenlik yapan joss'un önüdne şapka çıkarmakla kalmadım, herkesin de şapka çıkardığını, çizgi roman dünyasının onu kucaklığını gördüm ya, daha ötesi yok mutluluğumun. dolayısıyla şöyle bitireceğim sözlerimi:

in joss we trust. 

[Üç Maymun: Aşk Acısının Anatomisi.]

o sabah erkenden uyanıp annemin alarmlı saatini kapattığımı hatırlıyorum. hani erkenden uyandım, bir kere daha uykuya dalmam ya, alarma gerek yok demiştim. ama olan oldu ve uyandığımda yaklaşık yarım saat geç kalmıştım. fakat bulvarda oturuyorduk ve servis karşıdan geçerken servise yetişecek şekilde evden çıktım, o telaşla kahvaltı edemedim. sonra tam kaldırıma doğru çıkarken ayağım takıldı paaat diye düştüm yere. hani insan düştüğü zamanları hatırladığında abartarak anlatır ama yok, ben cidden çok kötü düştüm. serviste otururken düşmüş olmama, o alarmı kapatmış olmama kızdığımı hatırlıyorum. meğersem farkında olmadan ağlıyormuşum ellerimi yumruk yapmış halde. birisi mendil verdi sanıyorum, dizlerimin kanını sildim biraz olsun. yok dedim, canım yanıyor yanmasına ama esas sinirimden ağlıyorum. okula vardığımızda sinirim dinmemişti ama ağlamam çoktaaan geçip keyfim yerine gelmişti. tek sıkıntım revire gittiğimde o batikonlu pamukla yaşadığım çileli dakikalardı o derece. sonra sabah zili çaldı, tören için toplandık, günaydınlaştık ve müdire hanım kürsüye çıkıp kısacık bir konuşma yapmaya başladı. ne hakkında konuştu hatırlamıyorum, hatırlayamıyorum. zaten hatırlamam da biraz sonra anlatacağım olaydan dolayı pek mümkün değil. müdire hanımın kürsüye geçtiği dakika birşey oldu bana. hani ekşisözlükte ve bilimum filmde geçer ya, zamanda bir kayma oldu sanki. birisi görünmez bir çekiçle başıma vuruş gibi bir ağrı girdi başıma. kendi kendime neden başım ağrıyor, benim hiç başım ağrımaz ki dedim. sonrasında kürsüye bakıp daha ne kadar sürecek bu konuşma dediğimi hatırlıyorum. sonra kürsüyü görememeye başladım, 1 kürsü, 2 kürsü, 3, 4, 5 -korkunç bir baş dönmesi beni sarsıyordu ama ağzımı açamıyor, birşey oluyor yardım edin diyemiyordum. zaten söyleyebilsem de kimsenin beni duyacağına inanmıyordum. çünkü son kez sendeledikten sonra artık sesler bana ulaşmaz oldu. dudakların hareket ettiğini görüyor, arkadaşlarımın güldüğünü görüyor, müdire hanımın inatla konuşmasını sürdürdüğünü görüyor ama hiç birşey duyamıyordum. uzaktan homurtular şeklinde gelen sesler, yerini bir parodiye bıraktı önce. dudak okumak isterdim dediğimi hatırlıyorum bir saniye için, ama sonra gördüğüm birkaç kürsü kayboldu, önümdeki kişinin omzunu dahi göremez oldum, heryer minik beyaz noktacıklarla kaplandı. ağzımdan sadece "başım.." kelimesi çıkabildi, heryer karardı.
önce görüntüler geri gelmeye başladı. başımda tanıdığım tanımadığım bir sürü insan toplanmış endişeyle yüzüme bakıyordu tabii. odaklamaya çalıştım, gözlerimi ışıktan kaçırdım olmadı, sonra kırparak netledim herşeyi. neler olduğunu düşünüp kavramaya çalıştım. sonra sesler geldi geriye. sınıf öğretmeni anneme haber vermek istedi, doğruldum, "iyiyim gerek yok ki" dedim ama gerisin geri yatırıldım, itiraz etmedim. sonra sesleri ayırt etmeye başladım. sesler ve görüntüler yerine oturdu. türk usülü tuzlu ayranlar geldi filan. ayy kötü düşmüş tabii belki de ondan dedikodusu döndü. velhasıl tansiyonum düştüğü için bayıldığım ortaya çıktı, endişeler ve yüzlerdeki bulutlar ortadan kalktı, annemi aramadık bile filan o derece. (gerçi pencereden servise yolcu ederken düştüğümü görünce atlayıp gelmişti, bir de neler olduğunu öğrenince yüreğine inmişti ama olsun)

bugün sesler ve ruhlar üzerine sohbet ederken aklıma bu anım geldi işte. çünkü dün gece masumiyet müzesinin kataloğu bir kenarda kitabı tekrar gözden geçirirken aşk acısının tanımını okudum ve benim yapacağım tanımı düşünürken buldum kendimi. midede başlayan, kalbi zorlayan, tüm vücudu boğan, ağrılarla saran bir illet olarak anlatılan aşk acısı tanımı güzeldi elbet. ama sanıyorum ben bir tanım yapsaydım vücuttaki rahatsızlıkları aşk acısından ayırırdım. yatağın içinde kıvrılıp yatarken tüm vücudum uyuştu evet, gözlerim acıdı ağlamaktan, gözaltlarım çöktü ağlamadan duramamaktan, zayıfladım ve uyuyamadım kavuşamamaktan ama bunlar apayrı şeyler, yansımalar...

buffy'de dark willow buffy acil serviste ölmek üzereyken gelip, çılgın mojo'suyla tüm elektronik aletleri bozmuş ve elinin tek hareketiyle buffy'i öldürmek üzere olan kurşunu çıkarıvermişti. sonra bu kurşunu eline alıp, bu kurşun gibi minicik bir metal parçasının hayatının aşkını kendisinden aldığını düşündü, gözleri bulutlandı bir an için. şöyle dedi warren'a: " One tiny piece of metal destroys everything. It ripped her insides out ... took her light away"  

işte kalbimin kırıldığı, tıpkı o küçük metal parçası gibi içimi parçalayan günü/günleri unutmuyorum. baştan sonra, herşeyiyle hatırlıyorum. üstelik yazmama gerek yok, her zaman hatırlayacağım biliyorum. işte tam da kurşun namludan çıkıp bana saplandığı vakit yukarıda anlattığım gibi hissettim. yukarıda anlattığım başıma bir ağrı girmesinden yığılıp kalmama kadar geçen belki de beş dakikalık süre dalga dalga, uzun uzun, bitmek bilmeyen bir yangın gibi sardı beni. keskin bir ağrı düştü önce içime, başım ağrıyor diyemedim, vücudumun neresinin acıdığını anlayamadım bir türlü. sonra inandığım, sevdiğim dünyanın kendi etrafımda döndüğünü hissettim. 1, 2, 3, 4, 5 tane dünyam karıştı birbirine. ayırt etmeye çalıştım ama anılar kokular mektuplar fotoğraflar kitaplar mesajlar birbirine karıştı. sağır oldum. "sende birşey var" diye yanıma gelenleri duymadım, duymak istemedim çünkü bende neler olduğunu anlatsam tekrar dünyalar karışacaktı, tekrar ağrılar girecekti içime. birkaç gün sağır olduktan sonra, daha sonrasında da sağır olmayı seçtim bir süre. ama ben de insanım, en yakınlarımda konuştum sadece, sağır oldum dediysem de lal olmadım ki... sonra görüntüler bulanıklaştı, gözüm hiçbir şeyi görmedi etrafta. daha da kötüsü gözüm heryerde o minik beyaz noktacıklar yerine onu gördü. okula gittim, ders çalıştım, sınavlara bile girdim. kafam çalışmaya devam etti etmesine. o zaman da düşündüm, hani melankoliyi seven ve kabul etmeye meyilli yapım var ya, dedim neler oluyor bana, sorguladım, daha doğrusu bu her neyse ne zaman bitecek diye sorar oldum. fiziken gayet iyiydim. hafızam beni üzüyor, duyularım bana gölge oyunları yapıyordu sadece. peki yanma hissi nereden geliyordu? düşündüm... düşündüm... ruhumun acıdığına karar verdim. dizlerim kanasa batikonu basıcaktım da ruhuma ne iyi geleceği meçhulken ne yapmak lazım bilmiyordum.  

işte böyle birşeyler anlatırdım o acıyı anlatmak istesem. böyle bir yerden başlardım anlatmaya. ruhum acırken sağır oluyorum demem ondan. çünkü hem etrafımı duymak istemedim, cenaze sonrası tekrar tekrar ölümden bahsetmek istemeyen biri gibi, hem de ruhum acırken onun acısına sağır olup çare bulamadım uzun süre. o yüzden bir dilekle bitireyim bu yazıyı--kaç zamandır yazacağım arada kaynıyor-- allahım sen herkese closure nasip et yarrebim. dinimiz amin.

06 Temmuz 2012

[Post Alcatraz.]

o kadar dizi izledim hala sektörün bazı denklemlerini çözemediğimdir. misal ben şööyle bir türk dizilerinin oyuncularına konularına tanıtımına bakınca anlarım bizi nasıl birşey bekliyor diye. misal komedi hiç sevmem, hele sitcom filan bu tip şeylerden hiç haz etmem, kara mizaha kurban olurum ama görür görmez anladım efendim how i met çok tutacaktı. tıpkı gülse gibi bir gözlemcinin yalan dünyasının tutacağını anladığım gibi. genel formülüm de güzel kız güzel oğlanlı bir denklemdir tabi. konu da güzel olmalı da, bir de şöyle elle tutulur, seyircinin heyecanla bekleyeceği karakter olmalı. örnek veriyorum: kuzey ve güneydeki kıvanç. insanın kendiyle bağlayacağı konu olmalı: kadınların çatışması ile geçen aşk hikayesi ve tarih galeyanı muhteşem yüzyıl gibi. ya da bir sansasyon lazım: borgias gibi. ama bazı diziler var ki misal çözemiyorum nasıl tutuyor. örneğin the killing. yanlış anlaşılmasın, ben bu diziyi çok seviyorum. ve sezon finali filan holy shit! tadında beni şoklardan şoklara sokan finaller arasındaydı. ama 25 bölüm 2 sezon bir katili bulamadılar, başrol kadın bir cins -üstelik öyle femme fatale filan değil- başrol oğlan desen youuvv youuv diye takılan ex-junkie, yani şaşkınım bu kadar tutmasına açıkçası. hani bir yandan da kızın ailesinin çilesi gidiyor. pes. ama geliyorum şimd esas lafa, yahu alcatraz'ın ne günahı var biri bana açıklasın?

efendim ben bu diziye dün başladım, bugün öğle saatlerinde sonuna geldim. kendileri 13 bölümler, ilk sezon sonunda iptal edildiler. tamam, başrol kızımız yardıran kadın rollerinde değildi, tamam çok çılgın oyunculuk yetenekleri de yoktu, ama konu iyiydi yahu. adamlar, geçişler filan ne bileyim ısındıydım ben konsepte. except sürekli alcatraz yazısının geçmesi aranağme olarak, bir de şu hapishane kapılarının kapanma efekti. zaten bana böyle hapishane ortamlarını görünce ufunetler basıyor, tahtalara vuruyorum filan, biraz sıkıntılandım. ha bi de herkesin ayrı bir cins çıkması da çılgındı. ama zannımca neden tutmadı, çünkü jj abrahms artık doğaüstü konseptinin bokunu çıkardı. sen git  alcatraz'dan kaçış'tan x-men last stand'e kadar kullanılmış güzelim hapishanenin fenerinin altındaki oda da oda, vay anahtar da anahtar diye dolaştır lafı çevir, olmaz böyle.  ulen dedesi de dedesi, bir türlü bağlayamadınız lan olayı. tamam en sonunda güzel bağlandı, neler olduğunu anladık da yani o zaman previously on buffy the vampire slayer yapmayın anacım. (bu previously on bıdı bıdı kısmı bende sonsuza dek btvs olarak kalacak, çünkü bu kısmı sevgili anthony head'ciğim o muhteşem sesiyle söyler, beni benden alırdı, her bölümde de söylemezdi yalnız, to be continued'lu ya da baya önemli bölümlerin başında girerdi ki böööyle zevkten bayılırdık daha dizi başlamadan, neyse) 

geliyorum ikinc yorumuma, abi bu alcatraz ne güzel bir yerdir öyle? parmaklıklar ardında bile izledim ben hapishanedeki kadınların çilesi tadında olduğu için ama fiziksel olarak bir bina böyle güzel olamaz. sanıyorum ki adalara olan ilgi merakım, deniz deryaya sevgimle birleşince böyle bir yorum ortaya çıkıyor. varsın hapishane olsun hiiiiiç umrumda değil, beğendik. (ay izlerken aklımda heeeepsini hiiiiiç üşenmeden izlediğim charmed'ın alcatraz'da geçen br bölümü geldi, orada da bir mahkum hücrelerden birince hayalet olarak uyanıyordu galiba, dedim keşke bu herifler gelse, şu phoebe'yi öldürse de ben once and for all kurtulsam şu karıdan. yani bir insan bir insanı hiç mi sevmez? sevmiyorum yapılacak birşey yok. neden sevmiyorum? çünkü bu ezik kadın benim all time favourite pembe ranger'cığımın mimiklerinin bir kopyası. ben demiyorum kopyası olduğunu, heeerkeslerle yatakhane muhabbetlerinde bu konuya bir açıklık getirdik. neyse, charmed evresine girmiyorum, çünkü anlatacak çok şeyim var. the en gıcık olduğum kadının bebişim christian troy'la beraber olması, piper'ın 892035979648 bölüm ağlatılması ve paige'in fıtı fıtı bilimum mallıklarına yorum yapamiyciim şu an. ama charmed'ı seviyorum. hem supernatural hazinemi besleyip, hem sevdiğim oyuncuları göstermiştir (charisma carpenter as the seer diyorum) hem de  şöööyle bir SF turları ataraktan kalpleri fethetmiştir. ay yarebbim bir de şunu söyliyim içimde kalmasın, dizinin artık son sezonlarında leo ve elders ve bilimum tiplerin  golden gate köprüsü tepesinde buluşmasına bitiyorum. köprüler üzerine ödev bile yazmış biri olarak ben bu köprüyü silüeti seviyorum arkadaşım! hele de x-men'de magneto o köprüyü komple kaldırıp alcatraz'ın önüne indirdiğinde ön safta jean grey yardırırken sanıyorum zevkten bayıldım.hem the best of best entrikalı ada, hem the en sevdiğim köprü in the world, hem de telepatik güçleriyle phoenix olmuş yardıranzi jean grey, ey tanrım beni baştan yarat mutant yap dediğimdir! neyse parantezi kapatıciim.)

sam neil'dan bahsetmiyciim, çünkü kendisi yaşlanmış buldum ve gençken de pek yakışıklı bulmuyordum. ama karizmatik olduğu kesin. yardırıp ateşler etmesi milleti yaralaması çok haşin hareketler olup göz doldurdu. ammavelakin bebeğim sen de lucy'e olmuyorsun kiii! dizimiz senin mıymışık aşkından bitti ben size diyim. göz var nizam var çocuklar! nerde o eski gardiyan haliiiin, nerde şimdiki halin. valla hiç yakışan bi çift değilsiniz kusura bakmayın. geliyorum sana lucy. lucy'nin kim olduğunu 1065794 saat düşündükten sonra buldum, neela'ymış yahu ER'daki. kızım ben sana ne ağladım o dizide bir ben bir allah bilir. binbir kaza maceradan sonra hala minnoş asker kocan mıydı sevgilin miydi gelicek diye eve döndüğün bölümü hiç unutmayacağım. sanki ben kavuşmuş kadar sevindiydim, gözlerim dolduydu. hele de o bölümün başını kaçırmıştım ki ben, hiç bilmiyordum çocuğun geleceğini, ay bebişim valla ağlattın beni. şimdi geliyorum lucy rolüne. seni sevdim lucy. valla sen tüm doktorlardan deli çıktın. klinik mlinik psikoloji filan duyunca dedim ben zaten şok mok terapisi filan bu işin ucu bucağı yok. neyse bir de arada vuruldun -ki baya güzel bir sahneydi yüreğim ağzıma geldi- 345 bölüm komalara girdin. seni şimdilerde değil de geçmişte görmek hoşuma gitti. ama dilerim sam neil'la gitmezsin, valla hiç olmazsınız siz kusura bakma. 

ulen ray lafım sana. bi lafı dolandırmadan şu kıza anlat da kurtulalım bebeğim. vıy vıy hamam sefası gibi her şeyi dolandırıp herşeyi saklarsan bak böyle olur. kızımız öldü gitti. peh! diyorum. vay kardeşiymiş de vay kimlik değiştirmiş. orası süper bir twistti ama devamını göremedik sende olmadı. 

şimdi son sahneyi bi yorumliyim. kızımıza hiiiiç bişiy olmaz, çünkülüm buna yine gümüş bilmemneler kanından verirler, ekip arayışına devam eder. nitekim orada kimler vardı kimler kaçtı merak ettim ben şahsen, görsek iyiydi. ama en azından secret circle'cığım gibi circle'ın  4 üyesinin kıçını görüp kara büyüye tanık olup yarım yamalak kalmadık ortada. aklımda bir plot oluştu, tek eksik bir alcatraz kitabı alıp okuyup hayal kurmak.

neyse efendim overall, bu diziyi beğendim. hayalgücüme hayalgücü kattı, çook güzel çook sevdiğim şeyleri aklımda tekrar canlandırdı. yakışmayan bir çift ve çılgın olağanüstü bilinmeyen gerginliği ile birazcık sınırları zorlasa da, ben şu 13 bölümde tanıdığım çılgın mahkumların yeteneklerini, takıntılarını, kurdukları cümleleri ve time jump muhabbetini kesinlikle database'ime kaydettim, derhal en yakın DW hikayemde kullanacağım. sevgili m, tavsiye on numara oldu çok teşekkürler, iyi ki izlemişim =)

[Extremely Loud Incredibly Close.]

Jonathan Safran Foer - Extremely Loud Incredibly Close.

I should probably thank Jay Leno for that Sandra Bullock interview. If it wasn't for that day, I wouldn't be aware of such treasure. Both the movie and the book strike you. Though they will not be my new obsession, (unlike English Patient) they are worth mentioning. First, you label them as a simple wave hitting ashore, then as time passes, the silent shock wave sinks in with a deafening light, blinding thunder. The following quotes got in deeper than I intended to let them in, so I took note of them, for my sake.  

“In bed that night I invented a special drain that would be underneath every pillow in New York, and would connect to the reservoir. Whenever people cried themselves to sleep, the tears would all go to the same place, and in the morning the weathermen could report if the water level of the Reservoir of Tears had gone up or down, and you could know if New York was in heavy boots. And when something really terrible happened - like a nuclear bomb, or at least a biological weapons attack - an extremely loud siren would go off, telling everyone to get to Central Park to put sandbags around the reservoir.” p.38

"that secret was a hole in the middle of me that every happy thing fell into." p.71

“Our laughter kept the feathers in the air.   I thought about birds.    Could they fly if there wasn’t someone, somewhere, laughing?" p.78

"When I was your age, my grandfather bought me a ruby bracelet. It was too big for me and would slide up and down my arm. It was almost a necklace. He later told me that he had asked the jeweler to make it that way. Its size was supposed to be a symbol of his love. More rubies, more love. But I could not wear it comfortably. I could not wear it at all. So here is the point of everything I have been trying to say. If I were to give a bracelet to you, now, I would measure your wrist twice."  p.79

"It’s a rule that we never listen to sad music, we made that rule early on, songs are as sad as the listener, we hardly ever listen to music." p.108

"I like to see people reunited, I like to see people run to each other, I like the kissing and the crying, I like the impatience, the stories that the mouth can't tell fast enough, the ears that aren't big enough, the eyes that can't take in all of the change, I like the hugging, the bringing together, the end of missing someone, I sit on the side with a coffee and write in my daybook, I examine the flight schedules that I've already memorized, I observe, I write, I try not to remember the life that I didn't want to lose but lost and have to remember, being here gills my heart with so much joy, even if the joy isn't mine, and at the end of the day I fill the suitcase with old news." p.109

"But a friction began to arise between Nothing and Something, in the morning the Nothing vase cast a Something shadow, like the memory of someone you’ve lost, what can you say about that, at night the Nothing light from the guest room spilled under the Nothing door and stained the Something hallway, there’s nothing to say." p.110

"Everything was forever fixed, there would only be peace and happiness, it wasn’t until last night, our last night together, that the inevitable question finally arose, I told her, “Something,” by covering her face with my hands and then lifting them like a marriage veil. “We must be.” But I knew, in the most protected part of my heart, the truth." p.111

the center of me followed her, but I was left with the shell of me p.113

"Sometimes I wonder if she knows, I wonder in my Nothingest moments if she’s testing me, if she types nonsense all day long, or types nothing at all, just to see what I’ll do in response, she wants to know if I love her, that’s all anyone wants from anyone else, not love itself, but the knowledge that love is there." p.130

"I'm sorry for my inability to let the unimportant things go, for my inability to hold on to the important things." p.132

I knew I was about to destroy what she’d been able to rebuild, but I had only one life. I heard her behind me. Because of myself, or despite myself, I turned back, ‘Dont cry,’ I told her, by putting her fingers on my face and pushing imaginary tears up my cheeks and back into my eyes, "I know" she said as she wiped the real tears from her cheeks, ı stomped my feet, this meant, "I won't go to the airport." "Go to the airport,"she said, I touched her chest, then pointed her hand out toward the world, then pointed her hand at her chest, "I know," she said, "Of course I know that."p 135.

"The ax won! It's always that way." p.161

"Another reason it would be a good invention is that there are so many times when you know you're feeling a lot of something, but you don't know what the something is.” p.163

"Shyness is when you turn your head away from something you want. Shame is when you turn your head away from something you do not want." p.179

"You cannot protect yourself from sadness without protecting yourself from happiness." p.180

"Anyone who believes that a second is faster than a decade did not live my life." p.181

"How many hundreds of thousands of fingers brushing against each other doe it take to make love?" p.181

"It's the tragedy of loving, you can't love anything more than something you miss." p.208

thousands of people were left to suffer hope. p.215

"The boy covered his can with a lid, removed it from the string, and put her love from him on a shelf in his closet. Of course, he could never open the can, because then he would lose its contents. It was enough just to know that it was there." p.220

"Well, then why do you love everybody so much?" p.239

"I read something in National Geographic about how, when an animal thinks it's going to die, it gets panicky and starts to act crazy. But when it knows it's going to die, it gets very, very calm." p.256

I can forgive you for leaving, but not for coming back p.274

"Highs and lows make you feel that hings matter, but they're nothing. So what's something? Being reliable is something. Being good." p.297