30 Eylül 2018

[Avlu: Bölüm 10.]

yıllar önce, aşkı memnu yayınlanırken ben ve bir avuç insan hariç tüm türkiye bu diziyi izledi sanırım. siz ne yapıyordunuz diye sorarsanız cevabım parmaklıklar ardında olurdu. gerçekten de aşkı memnunun yayınlandığı gece, 2 yıl boyunca yayınlanan bu muhteşem dizi türk televizyon tarihinin en underrated dizisi olarak boynu bükük kaldı desem haksızlık etmiş sayılmam bence.

aslında orijinali başka bir ülkede yayınlanan bu dizi, türkiye'ye inanılmaz bir kadroyla uyarlanmıştı. sinop'taki tarihi hapishanede bir kadınlar koğuşunu konu alan dizi, her bölümüyle soluk kesiyordu. her bölüm kadınların hikayelerini öğrendikçe dram üstüne dram hissi, yaşayan bir set olan hapishaneyle birleşince öyle vurucuydu ki, hala anımsıyorum, iç çekip tahtalara vurduğumu. işte kıymetli parmaklıklar ardında'dan yıllar sonra avlu'nun fragmanını ilk gördüğümde o garip hissi özlediğim dank etti önce. sonrasında büyük bir heyecan. en sonunda da büyük bir panik çünkü bilemiyordum nasıl bir yapım olacak, bu kadar beklemişken hayal kırıklığı olacak mı?

efenim avlu başladı ve ben ilk bölümü soluksuz olarak izledim. oyuncuları başarılı seçilmiş ama tabii ki ceren moray (sevgili o hayat benim'in efsunu, beybisi, tüm diziyi soluk soluğa takip ettirip ağlatıp güldüren, finaliyle beni yıkan sevgili ceren moray), demet evgar (komedi türünü sevmesem de komedide yeteneği artık sorgu sual götürmeyecek, son dönemde denk geldiğim oyunlarında 'femme fatale' veya sade ve sadece 'dişilik' üzerinden roller seçtiği için kendi yeteneğini çok fazla gösteremediğini düşündüğüm için biraz üzüldüğüm sevgili demet evgar) ve nursel köse (paramparça'nın görgüsüz, patavatsız, damdan düşer gibi her mevzuya giren, dram düşkünü ama kendi başına incelendiğinde komik bulsak da etrafımızda mutlaka görüp tanıdığımız bir karaktere bürünen nursel köse) dizinin ana güç arterleri. ama sonra ne oldu, hep bir aksilik, program, seyahat derken ben diziyi bir türlü izleyemedim. 9. bölümün sonu geldiğinde sadece 3 bölümü baştan sona yakalayabilmiştim. yakaladığım bölümler ışığında gerçekten de dizinin gidişatından şunu hissetmiştik: demet evgar'ın karakteri deniz karanlık tarafa geçecek. nasıl nasıl nasıl diye bekliyorduk ama olayların gidişatı gösterdi ki,  deniz, çocuğuyla sınanacak. tabi bu benim çok dizi izleyen bünyemin uydurması olabilirdi ama deniz'in kızı ecem'in de tehlikeli sular bölgesine geçince, artık konu kesinleşti gibi.

sonra 10. bölümün fragmanını gördüm.

bölümü izledim.

ne diyeyim ki?

bu bölüm, türk dizi tarihindeki en etkileyici bölümdü bence. ben senaryosuyla, performansıyla, ağırlığıyla ve izleyiciye yaşattığı çöküntüyle daha etkileyici bir bölüm izlemedim. yabancı dizi de izlediğim çoktur, bilenler bilir. yabancı dizi kategorisinde de zirveyi zorlayabilir diye düşünüyorum ama doğru bir karşılaştırma olamayacağından bir benzetme yapmadım. 130 dakikalık bir performans ve yoğunluğu 40 dakikayla karşılaştırmak uygun değil.

bölüme gelirsek...

demet evgar'ın karakteri deniz kızının ölüm haberini hapishane müdüründen aldı, sonrasında tüm film koptu sevgili okuyanlar. o esnada dizinin müziği yükseldi, demet kendine vura vura yıkıldı kaldı. o feryadı duymadık ama içimize işledi, sicim sicim gözyaşı olarak döküldü ve her bir gözyaşının aktığı yer yandı tutuştu. izlerken hep bir hikaye izlediğimizin farkında olarak, hem de bu acıların ne yazık ki gerçek olduğunun farkında olmak istemeyerek izledik. evlerden ırak, kimseyi böyle bir acıyla sınama diye dualarla.

ceren moray beraber üzülürüz derken döktüğüm gözyaşı, nursel köse'nin döktürdüğü lokumlarla öfkeme karışırken, demet evgar'ı aldım, kalbimde apayrı bir yere koyup pamuklara sardım adeta. artık değil kendisi, oynadığı hiç bir karakterde ne bir gözyaşı görmeye takatim var, ne de ayağına taş değmesine. bittim, tükendim.

velhasıl avlu 2. sezonuyla star'da devam ediyor. ben de heyecanla deniz'in yavaş yavaş karanlık tarafa geçişini takip ediyorum. hiç izlememiş olsanız dahi, oyunculuk dersi almak adına, avlu 10. bölüm: izleyin, izlettirin efendim.

[This is Us: Post Season 2.]

üçüncü sezonun başladığı bu günlerde, this is us'ın ilk iki sezonundan bahsetmek apayrı bir keyif olacak benim için.

bu diziyi ilk keşfim bir emmy töreni sonrasında tüm ödülleri toplamasıyla oldu. herkesin bahsettiği, izlediği, ağladığı, dövündüğü, aşkla dolduğu bu dizi nasıl birşeydi ki herkesi bu kadar fethetmişti diye soruyordum ama diğer dizilerimden de pek vakit bulamıyordum. sonra efenim, super bowl bölümü geldi. tabii burada yazdıklarım dev spoiler olacağı için neler olduğunu yazmayacağım ama izleyenler neden bahsettiğimi çok iyi biliyorlar. super bowl bölümünün son 10 dakikasını izledikten sonra dizilerimin bitişini beklemeye başladım. bu dramatik diziye başlamazsam olmayacağdı artık.

derken ilk sezona bodoslama bir giriş, 1.3 ile ilk sezonun sonuna varış, derken 2. sezonun sonu. 3 kardeş, birçok aile, çocukluk, ilk gençlik ve yetişkinlik dertleri. aşk, kayıp, bağımlılık, bağlılık, şöhret, yaratılan hapishaneler, hastalıklar, dostluk. hepsi bu dizide. üstelik mutsuzluk veren demeyelim de hüzün aşılayan sahneleri mutluluk veren sahnelerine oranla bence daha ağır. dolayısıyla izlerken hep içten içe bir "ah" sesi yükseliyor seyirciden. ama o mutlu sahneler o kadar güzel ki, içinize ılık bir his yayıyor, sanki kış gününe baharı müjdeliyor, yaz günlerine serin bir sonbahar yağmuruyla huzur veriyor. sevmemek, takip etmemek ve merak etmemek mümkün değil. mutlaka izleyin efenim.

tüm oyuncuları severek takip etsem de bazılarından bahsetmeden edemeyeceğim. bence ilk iki sezonun yıldızı tabii ki sterling k. brown. onun o yetişkinlik dertlerinde sıkışmış halinden aile babası minnoşluklarına, sanki oyuncuyu değil de yaşananları izledim gibi bir hissiyata kapıldım. beth randall çiftinin güzelliği insanı daha güzel bir geleceğe inandırıyor. dilerim başlarına birşey gelmez!

mandy moore'un kendisini çok takip ettiğim söylenemez. doğrusu bir zamanlar popüler olduğu şarkılar ve diziler hiç ilgi alanıma girmedi. ama this is us çok başka. daha önce yaptığı işlerin çok başka bir boyutuna geçmiş, hayatının en güzel rolünü kapmış diye düşünüyorum. yaşlılık makyajı kısmı beni çok sarmasa da, rebecca'yı mandy moore'suz düşünemiyorum. özellikle jack becca sahnelerinde milo ile uyumu tartışılmaz. kendisini izlerken hem bir haset var içimde, hem de bir kalp sızısı ve tahtalara vurma hali. bu aşk hikayesi hakkında daha fazla öğrenmek için sabırsızlıkla takipteyim.

son sözü tabi ki milo hakkında söyleyecektim, başka türlüsü düşünülebilir miydi? yıllar önce gilmore girls'de kalbimi çalan jess'in yüzü, heroes'a sayesinde başladığım canım peter petrelli. seni çok seviyorum gerçekten. hani çocukluğunu, ilk gençliğini bildiğiniz bir kişi büyür, yuva kurar, aile babası olur da siz uzaktan uzağa hayranlık, gurur ve kadın/erkek aşkı değil ama yaşam aşkı ile izlerken bulursunuz ya kendinizi, işte this is us'ın jack'i bende böyle hisler uyandırıyor. sevgili jess büyümüş, çoluk çocuğa karışmış ve dünyanın en kusurlu mükemmeli olmuş. canım benim, her sahne ayrı bir keyif, bu rol hakkında tartışılabilecek tek konu bıyıkları yakışıyor mu yakışmıyor mu konusu.

izleyin, izlettirin efendim. this is us.

24 Eylül 2018

[Once Upon a Time: Post Season 7.]

eveeet, efendim en sonunda bu yazının da vakti gelip çatmış ve once upon a time ekran ömrünün sonuna gelmişti. sezonlar boyu üşenmeden sıkılmadan ve dahi bıkmadan takip ettiğim bu dizi, yedinci sezonu itibariyle içimi bayan tüm karakterlerinden kurtulmuş ve yıllar sonrasında yetişkin henry ile tekrar geri dönüş yapmıştı. başlarda cinderella ve minik çocuğu alık halleriyle beni tüketmiş olsalar da en sonunda diğer tüm karakterler ile birlikte herkesin her mevzuya uyanması ve tüm ana karakterlerin geri dönüşü ile birlikte güzel bir final en sonunda yapıldı.

ben şahsım adına bu diziyi izlerken, tek dileğim regina'nın mutlu sonunu görmekti. dizinin en başında başladığı kötü kalpli kraliçeden çoluğu çocuğunun peşinde koşan, aşklarını yitiren, dostluklar kazanan, ulen kendi kötü versiyonunun kalbindeki karanlığı kendi kalbiyle bölüştüren bir insan olarak bu kadın artık mutlu sona ulaşamazsa bu diziye hakkımı helal etmiyorum diyordum. ne yalan söyleyeyim, artık robin mi olurdu, yoksam o büyücü abiyle mi bir araya gelirlerdi hiç emin değildim ama gerçekten mutlu son sırası regina'daydı.

rumple'ın belle ile kavuşmaları, hook ve kayıp kızının hikayeleri, zelena'nın yeni evlilik macerası, henry ve jacinda'nın kavuşması, efenime söyliyim victoria ve ivy'nin ana kız dramları iyi güzel bağlandı ama tabii ki yuvarlanarak regina'yı anlatmak için buradayım. söylemeye gerek yok ama bundan sonrası ciddi ciddi spoiler içeriyor, savulun!

mevzuların en sonunda regina tüm realm'leri minnoş storybroke'a getirdi ve herkes mutlu mesut yaşamaya devam etti. peki regina'ya ne oldu? efendim, kendisini bütüüüüüüüün realm'lerin kraliçesi ilan ettiler. üstelik 'the good queen' olarak. zırıl zırıl gözyaşlarım ve en sonunda herkes tarafından kabul edilmiş, güvenilen, simsiyah kostümlerden kurtulan (ki kendisine çok yakışıyordu ama) regina'cığım sevgi karşılığını gördü, onu karşısında görenler yolunu değiştirmedi. tıpkı yüzüklerin efendisi'nin son sahnesindeki gibi charmingler ile birlikte herkes önünde eğildi ve sevgi kazandı.

bu yazının sonuna gelirken regina'yı canlandıran lana parrilla'dan da bahsetmeden olmaz tabii ki. regina'yı normal, evil queen'i derinden sesiyle oynayarak kendi sesiyle birle oyunculuğuna yön veren, bu kostümleri inanılmaz güzellikte taşıyan, yavaş yavaş törpülenen ve yumuşayan karakterine paralel bakışlarını ve hal tavrını değiştiren lana'ya da koccaman bir alkış ve bin teşekkür yollamayı bir borç bilirim. helal olsun sana lana, bundan böyle hep takibimdesin, neyin parçası olursan ol seni izleyeceğim ve verebildiğim desteği vereceğim.

long live the queen, all hail before regina the good queen!

15 Eylül 2018

[Gilmore Girls: A Year in the Life.]

bir resim çizeceğim, bakalım kimler görebilecek?

odamda yatağımın üzerinde bağdaş kurmuş oturuyorum, içeri alınan balkonumdaki çalışma masamın üzerinde test kitapları var, sallanan koltuğumun üzerinden kalkıp yatağın üzerine tünemiş vaziyet almışım çünkü birazdan dizim başlayacak. akşamüstü vakti. radyoda sevdiğim o kanal yabancı yayınını yeni bitirmiş. televizyonda çoktan cnbc-e açılmış. ya yavaşça yürüyen kaplumbağa geçiyor, ya akvaryumdaki balığa bakan kedi, çok emin değilim ama dizim başlamadan o zamanın popüler bir klibi veriliyor olabilir, baloncuklar çıkıyor, klip hakkında bilgiler veriyor. saat 18.30, kulağımda where you lead, karşımda gilmore girls. lorelai luke'la mutlu olacak mı? rory ve paris gerginliği ne zaman sona erecek? jess mi? dean mi? logan mı?

ilk gençliğim, canım gilmore girls. ben seni izlerken o kadar çok sevdim ki, bu resim gözlerimi kapattığımda hemen karşımda beliriyor. sanki bir düğmeye basıyorum da hoooop sallanan koltuğum daha durmamışken ulaşıyorum eski evimizdeki eski odamdaki yatağımın üzerine.

gilmore girls bittikten 9 yıl sonra yepyeni hikayesi ve tüm karakterleriyle geri döndü, hem de ne dönüş! o kadar mutlu oldum ki, bu 4 bölümlük bal böreğe başlamak için 2 yıl bekledim. ne de olsa bu bölümler de bittikten sonra yeni bir gilmore girls gelmeyecekti!

başladığımda sanki hiç zaman geçmemiş gibi hissettim. lorelai ve rory tam gaz hızlı konuşmaları ve kahveleriyle karşımda. rory a handmaid's tale'de bambaşka bir rolde, paris how to get away with murder'da, jess this is us'ta, doyle'un artık 2 emmy'si var, dean supernatural'da başrollere koşuyor, logan good wife'taydı. herkes bir yerlere gelmiş, sanki çocuklarım büyümüş de tüm dünyada tanınır olmuşlardı. hey gidi, öyle duygulandım ki.

bu yeni sezon 4 bölümden oluşuyor ve yılın dört mevsimine bölünmüş. sonbahar kış ilkbahar yaz diye devam ediyor ve geçişler oldukça keyifli. bazı konularda, dizinin kendisinde çok sert tepkilerle geçilen yerler biraz daha yumuşak bir etkiyle geçmiş, sessiz kalmış, bazı yerler (neydi o  öyle wild heyecanı mesela? ya da o lanet müzikal daha bayık olabilir miydi?) gereksiz uzun tutulmuş olsa da, sevdiğim bu güzel aileyi aynı şekilde (richard'cığım ne yazıkki vefat etmiş...) bulmak beni çok mutlu etti.

gilmore girls çok yoğun ve dolu bir dizi olduğu için konuları tek tek anlatmak bence mümkün değil. ama şunu söyleyebilirim: dizinin son cümlesinde öyle birşey oldu ki, bilgisayarı kaldırıp tavana fırlattım, o derece şok şok şok! yani bilemiyorum bir tek ben mi bu kadar şaşkınlıklar yaşadım ama hakikaten beklemiyordum. dizinin bitmesine 2 dakika kalmış, tamam, bazı şeyleri izleyicinin hayal gücüne bırakırsın ama bu kadarı bana fazla geldi. hemen en acilinden yeni bir sezon, en azından bir bölüm ya da hiç olmadı bir son söz filan istedim.

verdict: gilmore girls izleyip de yıllar sonra gelen bu yepyeni 4 bölüme insanın kayıtsız kalması mümkün değil. ben çok takıntılı (o orda şöyle demişti şimdi bu dediğiyle tutmuyor yalnızcı bir profili kastediyorum) bir izleyici değilim o sebeple mutlu mesut izledim, yine olsa yine izlerim. tavsiye ediyorum, izleyin izlettirin efenim!

son uyarı: izledikten sonra 1 ay sadece where you lead dinledim, müzikleri bulaşıcı, carole king konuk oyuncu bile oluyor, baştan hazırlıklı olun bence!

[True Blood.]

efendiiiiiiiiim, yine uzun ısrarlar sonucunda başlamak zorunda kaldığım bir başka dizinin günlüğünde beraberiiiiiz! bu diziye bu kadar zaman mesafeli durmamın sebebini bir kelimeyle açıklıyorum, hazır olun: jossverse. yani diyeceğim şu ki, ben vampir antolojimi buffy angel ile kapattım, doğaüstü olaylarımı da charmed ile cilaladım, penny dreadful'la da zirveye taşıdım. dolayısıyla yeniden bir vampir hikayesi izlemek bir kenarda dursun, vampir/insan aşkı izlemeye takatim sıfırın altındaydı. ama ne yapalım, dost belası, başladık bir kere bu diziye.

ilk notlarım şu şekilde: diziyi 1.7 hızıyla izledim çünkü gerçekten çok yavaş akıyor. güney aksanlı ortamlarda geçen dizide iklim apayrı bir karakter. hep bir ter içinde kalma, hep bir yapışık olma hali dizinin hızına da yansımış. ama ben çok hızlı (bana göre normal hızda) izlediğim için hız bir dert olmaktan çıktı.

gerçekten de bir fikirsiz sookie kızımızın peşinde dağ gibi adamların koştuğu bir diziymiş diye özetleyebiliriz true blood'ı. ama dizinin başında ince ince işledikleri, ama aslında sookie insan ötesi birşey mesajı gerçekten ilerleyen sezonlarda karşımıza çıktı. tüm bu vampir ve romansların yanında favori karakterlerimi açıklıyorum: jessica ve hoyt. bu ikilinin hikayesi ve devinimlerini izlemek çok keyifliydi bence. bir de teenage vampir kafasını özellikle merak etmiştim, çok şükür vampir olmuş dawn sendromundan çok çabuk çıkan bir jess gördük karşımızda. bunun dışında tabii ki favorilerimi söylemeye gerek bile yok, zira koskoca dizide iki tane  var: alexander skarsgard ve kristin bauer van straten nam-ı diğer eric ve pam! bu iki karakter çok havalıydı, helal olsun! eric pam'in atası konumunda, dolayısıyla özel bir bağları var, pam eric'e accayip korumacı davranıyor, eric'in arkasını topluyor. özellikle de pam'in ay ben bu bullshitleri çekemem yalnız havası bana accayip regina'yı hatırlattı ve gülümsetti. eric'in ince zekalı kıhkıh gülerek yaptığı espriler ve başlıbaşına kendisine hayran olmamak zaten elde değil. özellikle de atası olan vampir hakkındaki olaylardaki duruşu beni çok etkiledi. dizide bahsetmeden olmaz diyeceğim diğer karakter ise jason. yani bir insan bu kadar mı lost olur, ben bu işi çözemedim. hep bir şans eseri bir yerde olmak, hep bir fuckerboy havalarıyla kaypak bir şekilde 4 ayak üstüne düşmeler, hep bir salaklık şapşallık. doğrusu kendisini gülümseyerek izlesem de arasıra duvara çarpmak istemedim desem yalan olur. dizide daha birçok karakter var ama benim aylar sonrasında aklımda kalan sevdiklerim bunlardan oluşuyor diyebiliriz.

ayrı bir paragraf açma ihtiyacı duydum. bu diziden bir de nelsan ellis geçti a dostlar. dizideki adıyla lafayette dizideki en renkli karakterlerden biri. hem alengirli işlerin altından kalkıp hem de sevdiklerinin hep yanında duran bu adam bizi hep gülümsetecek derken, ben diziye hemen başlamadan önce maalesef vefat etti. hayranların ne kadar üzüldüğünü ancak diziye başlayınca anladım, anlayabildim. yazık, çok yazık...

bölümlere ve genel hikayelere gelince, aslında hemen her varlık türü (yaratık demeyeyim ama kurtadam, vampir, peri, anladınız siz ne demek istediğimi) karşıma izlediğim dizilerde çıktı. o sebeple beni yerlere düşüren şoklara sokan bir olay olmadı. ama yiğidi öldür, hakkını yeme: true blood konsepti harika. efendim olay şöyle: vampirler gün yüzüne çıkmış, true blood diye bir içecek seri üretime geçmiş, vampirler kan yerine bunu içiyor, insan/vampir ayrımcılığının önüne geçilmek isteniyor gibi bir dünya kurmuşlar. bir nevi izombie'nin geçen sezonu ama tabii true blood çok daha eski izombie'den. bir sürü romanın deyimiyle creatures of darkness gün ışığına çıktığında ne olur diye hep düşünmüştüm, bu bambaşka hayal alemini görmek çok hoşuma gitti.

eğer ki merakınız varsa izleyin derim. ama eğer ben bu antolojileri izledim, artık tekrardan kaçmak istiyorum, eh, dev kayıplarınız yok. ama eric ve pam'in harika replik ve sahnelerini kaçırmaya razı gelmiş olacaksınız, o kadarını söyleyeyim. eric ve sookie geyiglerini ben size sonradan anlatırım, o cephede kaybınız yok. 

[Yazın Bitişi.]

kendi başına anlamı olmayan nesnelere hemen hepimiz bir noktada gözyaşı dökmüşüzdür. gözyaşı bu işe dahil olmasa bile en azından gözümüzün önünden kaldırmış veya özellikle 'o' kutuyu açıp bakma ihtiyacı hissetmişizdir. o nesnenin iyi anılar veya kötü anılar canlandırması bir yana, bir nesnenin zamana ilişkin bir fikir vermesi bana hep çok garip gelmiştir. tabi aslında meyve sebze de bu hissi veriyor, şeftalı yaz meyvesi, yaz aylarını müjdeliyor ama benim demek istediğim o nesnenin kendisi ve o anki özel konumu. sözü nereye getiriyorum?

tabii ki domates salçası.

çocukluğumdan beri yaz tatilinin bitişini ne havaların soğumasından hesapladım, ne okulların açılış tarihinden. benim için yaz tatilinin bitişi, yapılan domates salçasının o metal tepsiye konup ufak sahil kasabasındaki merdivenlerin köşesine konmasıyla gerçekleşen, gerçekleşmeye başlayan bir devinim.

bu yıl tekrar o manzaraya denk geldim. içimi bir hüzün kapladı. elbette ki şehre geri dönüş hüznünü de içeren bu hüzün, bir nebze de yılların geçişini fark etmekten kaynaklı. hey gidi okul zamanını saydığım günler, şimdi trafik derdine bile takip etmiyorum ki sizi.

ben ne zaman büyüdüm, çocukluğumun salçası ne zaman tepside o köşeye kondu acaba?

[Tozlu Canlı Eşyalar.]

Anneanneciğim ve dedeciğimi kaybedeli 6 yıl oldu. ay hesabı yaparsak daha fazla. kış boyu birbirimizden uzak olsak da, uzaklığın sevgiyi etkilemeyeceğini bana gösteren bu biricik insanların kalbimde bıraktığı sızı dinmedi. belki her an değil ama işte o bir an, sanki gönlüme giren bir kramp gibi içimi titretiyor.

Bu yaz, her yaz olduğu gibi o ufak sahil kasabasına gittim. anneannemlerin evi içinde kimsenin yaşamamasından dolayı eskimiş, sanki harabeleşmiş. içeriye ister istemez giriyoruz, ailemizden birinin evini kurarken mutfak eşyalarını kullanalım, burada yitip gitmesin dedik mesela. ya da ne bileyim, ne var ne yok diye giriyoruz, ne durumda diye giriyoruz, alışkanlıkla giriyoruz işte...

Girdiğimde beni vuruyor. dedemin anahtarlığı, gözlükleri, fotoğraflarımız, guguklu kuşun zincirsiz ağırlıksız boş hali, duvardaki saatler, cdler, kasetler... bir dolabın içinde hiç açılmamış atari kutusu, bir zamanlar pötibör bisküvilerimi yumuşasın diye sakladığım şeker kutusu, anneanneciğimin mis kokulu havluları verdiği kiler dolabı. eve girdiğimde derinden hissettiğim bu bilgiyi paylaşmak adına yazıyorum aslında bu yazıyı: ne olur herşeyinizi kullanın çünkü eşyalar ölmüyor. hiç birşey saklamaya gelmez, ertesi gün olmayabilir, o misafir gelmeyebilir. insanlar ölse de yaşamaya devam eden eşyalarını kullanılmamış buldukça ölüm tekrar tekrar yaşanıyor.

Üzerinde etiketi duran tava, leke tutmaz örtü, hepsi yerin dibine batsaydı da görmeseydik. bir yandan da kalbimin en sırça köşkünde saklasam her birini, mümkün değil mi?

Mutfak eşyalarını alıp diğer mutfağa yerleştik, gerçekten de tam bir mutfak oldu tabağıyla çanağıyla. bir gün orada pasta keserken dolabı açtım tabak almak üzere, çekmeceyi açtım çatal almak üzere. tabak ve çatal yanlış yerdeydi. yanlış zamandaydı. üzerindeki yıldız deseniyle bir çatal insanın canını nasıl bu kadar yakabilmişti? hala heryerde satılan o su bardağının üzerindeki parmak izleri dahi çoktan uçup gitmişken bu sızı ne zaman bırakacaktı beni acaba? ya da gerçekten bırakmasını istiyor muydum?

tek bildiğim bir zamanlar sevdiğim bir dizide söylendiği gibi sevgi ölümden daha güçlü. kişiler gidiyor ve eşyalarıyla birlikte derin bir sevgi bırakıyorlar geride. başka söyleyecek birşey yok.

lütfen eşyalarınızı kullanın.

hepsi bu.

[Aranağme 18.]

uzun süre sonra ilk kez yazmaya başlayınca önce ajandalarımı önüme serdim neler yaptım neler gördüm diye. sonra sanki antivirüs programı gibi çalışmaya başladı zihnim. hani koruma için virüs tarama önerir önce program. kısa tarama ile başlarsın, sonra ne olursa olur ve bilgisayarın önündeki 4 saat boyunca milyarlarca belge tarar ve sen hiç birşey yapamadan ekrana bakakalırsın ya hani. işte benim de önüme açtığım yazılacak şeyler sayfam gittikçe uzadı, çoğaldı. snaki oraya not alınca zihnimden fiziken bir ağırlık kalktı, manevi ağırlığından bahsetmiyorum bile. meğersem ne çok şeyi aklımın köşesinde tutup hiç kapanmayan bir not defteri gibi pilimi tüketiyormuşum! kesinlikle bir hedef koymam gerektiğine karar verdim. en azından aylık olarak burayı güncellemeliyim. hayır, bu hobi olarak yaptığım daha doğrusu zihin sağlığı için tuttuğum bir blog. ama farkında olmaksızın bu yazı ihtiyacı kendini arkaplanda besledikçe yoruyormuş beni. o sebeple aylık periyotlarda not alıp buraya dönmeye kararlıyım. geçenlerde bildirim maili almasam (hesabınız uzun süredir aktif değil hu huuuu konulu) ne zaman bu şahsi yapılacak listemdeki en üst kategori önemdeki soluk almayı başlatacaktım ben? yok yok, kesinlikle aylık bir periyot koymalı. en azından zihnimdeki o not defterini ayda bir kapatır temize çekme fırsatım olur. bakalım, haydi hayırlısı.

uzun süredir yazamadığım dizi, film ve oyunları yazdım az biraz. burdan sonra birkaç ağır yazım olacak. sizin için değil belki ama bana yük olan. devamında eski ritimden devam edeceğim gibi görünüyor.

[How To Get Away With Murder S4E13: Lahey v. Commonwealth of Pennsylvania.]

en son how to get away with murder hakkında yazdığımda, 1. sezonun ardından hissettiklerimi yazmıştım. bu zamanı yakalamak adına açıklıyorum: her bölümünü soluk soluğa izledim. zira sezonun ilk yarısı başladığında bir olaydan geriye doğru gidiyoruz ve o olaya doğru yaklaşıyoruz. ikinci yarısı başladığında ise o olayı yakalayıp gelecekteki gizemli finale doğru koşuyoruz. dolayısıyla beşinci sezonu beklediğimiz şu günlerde doğrudan söyleyebilirim: her bölümün son 2 dakikasına konsantre olduğum kadar üniversite sınavında bile odaklanmamıştım bence.

bu diziyle ilgili ikinci sezonda korkum şuydu: hep mi cinayet olacak yani, ya kabak tadı verirse? ama bence cinayet konusunda olayların akışını çok makul tutup başka olaylara giriştiler, çok da keyifli ve sürükleyici oldu. üstelik arada bir de class action yaptılar ki tadından yenmedi dizi. velhasıl beşinci sezonu beklerken yepyeni heyecanlarım ve fragmanını gördüğüm için 'yine mi cinayet / bu sefer kim öldü?' temalı sakladığım dehşet çığlıklarım var. ama şu anda geçen sezonun beni en etkileyen bölümünden bahsetmek istiyorum.

bu blogu okuyanlar fark etmiştir mutlaka. ben çok dizi takip ediyorum. bu takip bazen yorucu olmuyor mu? elbette oluyor. ama insan sevdiği birşeyi yaparken ona zaman bulmakta sorun yaşamıyor, bulduğu zamanda kaçırdığı bölümleri takip ederken, hayatındaki diğer keyiflerden vazgeçmiş gibi hissetmiyor. tam tersi, aslında kendime vakit harcadığım için huzur ve mutlulukla doluyorum. bu kadar çok dizi izlememin sebebi bambaşka dünyaları tanımak aslında. beğendiğim ve takip ettiğim türler az çok belli olsa da, asıl hedefim ufkumu açmak, işten eve geldiğimde bu semalarda oturmak yerine sevdiğim karakterlerin semalarında uçmak, ekran vasıtasıyla vize almak belki de. insanları zorlayan, sınırlarını test eden, dram ve neşeleri, zaman yolculukları ve siyasi oyunları, hapishane koğuşlarını, cadıların sihirli alemlerini takip ederken elbette ki hayal gücümü besliyorum. ve bazen diziler hayal gücümüzü beslediği kadar gerçek hayatı da besliyor. olmayacak, imkansız denenleri gerçekleştirip, en ulaşılmaz dediğimiz hayali gerçek haliyle önümüze sunuveriyorlar, önyargıları kırıp kanatlandırıyorlar bizi. işte how to get away with murder'ın dördüncü sezon 13. bölümü böyle bir bölümdü. Imdb'den aldığım ve bölümün vurucu cümlelerini aşağıya ekleyeceğim. eğer spoiler görmek istemiyorsanız, bu noktada ayrılmanız gerekiyor.

"Racism is built into the DNA of America. And as long as we turn a blind eye to the pain of those suffering under its oppression, we will never escape those origins. The only safeguard people of color have is the right to a defense, and we won't even give them that. Which means that the promise of civil rights has never been fulfilled. Due to the failure of our justice system, our public defense system in particular, Jim Crow is alive and kicking; laws that made it illegal for blacks and whites to be buried in the same cemetery, that categorized people into quadroons and octaroons, that punished a black person for seeking medical attention in a white hospital. Some may claim that slavery has ended. But tell that to the inmates who are kept in cages and told that they don't have any rights at all. People like my client, Nathaniel Lahey, and millions of people like him who are relegated to a subclass of human existence in our prisons. There is no alternative to justice in this case. There is no other option. To decide against my plaintiff is to choose lining the pockets of prison owners over providing basic defense for the people who live in them. And is that the America that this Court really wants to live in? Where money is more important than humanity? Where criminality is confused with mental health? The Sixth Amendment was ratified in 1791. It's been 226 years since then. Let's finally guarantee its rights to all of our citizens."

Annalise keating bu cümleleri sarfederken gözyaşları içerisinde ekranı izliyordum. viola davis'in boynuna atlayıp sarılmak geçiyordu içimden. shonda rhimes'a müteşekkirdim. çünkü bazı şeyleri kurguda söylemezsek, gerçekte olamaz gibime geliyor benim. korkuyorum. ama işte bazen televizyonda izlediğim en güzel bölümle birlikte umut doluyorum.  konuşabiliyorsak mümkündür, mümkünse olabilir. gönlümden geçiriyorum hakedilen yarınları, umutları.

neden olmasın?

[Scandal.]

diziyi heyecanla takip edenlerin baskısına dayanamayıp en sonunda başladığım ve keyifle sonuna geldiğim bir dizi daha sayın seyirciler. evet evet scandal'dan bahseiyorum.

dizinin kısaca künyesinden bahsetmek gerekirse amerika'daki TGIT gecelerine ev sahipliği yapan shonda rhimes'ın yarattığı bir dizi scandal. zaten shonda rhimes dedikten sonra başka bir isimden bahsetmeye gerek yok, dizi koşulsuz bir şekilde insanı içine alıp soluk soluğa kendisini takip ettiriyor. oyunculara gelirsek, kerry washington başroldeki olivia pope rolünde efendim. bu isme dikkat: olivia pope. ben annalise keating ve how to get away with murder'da şapkalar üzerine şapkalar çıkarırken öğrendim ki bu dünyada bir de olivia pope varmış. hayran olmamak elde değil. özellikle styling'i de çok başarılı bulduğumu söylemeliyim, ki ben çok stiling işlerinden anlayan biri değilim. ama o ceketlerin tiril tiril bluz ve çantaların ne kadar özel olduğunu anlamak için diplomaya gerek yok, kendilerini belli ediyorlar. dizinin künyesinde daha önce tanıdığım insanlar çok yok aslında. bir tek bellamy young'ı (mellie) tanıyormuşum ama tanıdığımın da farkında değilmişim doğrusu. kendisi xfiles'dan scrubs'a, criminal minds'dan ghost whisperer'a birçok dizimde görünmüş meğer. geç gelen bir bilgi, oysa ne yetenekli bir kadınmış, hey gidi sonradan keşfetmiş oldum. bir de tabii grey's anatomy alumni, meredith'in annesi kate burton. kendisini ne zaman görsem hem korkuyorum hem de uzaklara gidiyorum, yetenek kadının genlerinde var zira richard burton'ın kızıymış. evet, elizabeth taylor'ın richard burton'ından bahsediyorum. vay canına.

neyse efenim konuya gireyim biraz. olivia'nın bir bürosu var, bunlar üst düzey yöneticilerin, siyasetçilerin, zenginlerin filan skandallarını kapatıp hikayesini yönlendirip rezil rüsva olmalarını engelliyorlar. ben şimdi böyle kısaca anlattım tabii ama özellikle ilk iki sezondaki skandallar yıkılıyor, o süperzekalı bir şekilde olayları çözmeleri filan izlerken dudağınız uçukluyor, bağımlısı oluyorsunuz, bırakamıyorsunuz. sonra yavaş yavaş OPA (olivia pope and associates diyorlar kendilerine)'daki diğer karakterlerin geçmişini öğrenip onların hikayelerine dalıyoruz, olivia'nın aile geçmişine girişiyoruz derken ortalık karışıyor. zira bütün bu olaylar koparken bir yandan da olivia, seçim kampanyasını yürüttüğü başkan fitz'in metresi rollerinde. fitzgerald grant III karakterini de tony goldwyn oynuyor. evet soyadındaki goldwyn, metro goldwyn mayer (GRRRRR ASLAN EFEKTİ)'in goldwyn'i. dizi her bölüm skandal yapıp bir de sezon olayı kurarken çok keyifli gidiyor gitmesine ama sonra bu metres dramları, süper gizli CIA örgütleri ve bitmek bilmeyen b613 hikayesiyle biraz bayabiliyor. ama o bayık yerleri geçtiğinizde, dizideki 'white hat' hikayesi daha da cezbediyor sizi. biz skandalları kapatırız ama kötüleri korumayız gibi özetlenebilecek bu anlayış, karakterlerimizi en kötü noktalara götürse de final bölümlerinde güzel yerlere getiriyor diyebiliriz.

velhasıl, eğer tavsiye ediyor musun diye sorarsanız, evet ediyorum diyebilirim. ama dizi her uzun soluklu dizinin düştüğü tuzağa düşmemiş demek biraz iddialı olur. ne demek istiyorum? 22 bölümlük sezon yaparsanız sezonun heyecanı kaçabilir, durağan olabilir, dizi sünebilir. biraz bu hissi verse de son 3 sezonda ortalığı topladıklarını söyleyebiliriz. özellikle dizide iyi/kötü (beyaz/siyah şapka) kavramlarıyla oynamaları, adım adım karakterlere ilişkin bilgiler sunmaları çok keyifli.

karakterlerden kısaca bahsetmek gerekirse, olivia pope adı marka olacak nitelikte bir kadın. o bir olivia pope. tanımanız şart, hayran oldum bu güce. grant ve sağ colu cyrus'a girmiyorum, içimi baydılar. güç aşığı ile saftirik hep sütten çıkmış ak kaşık kalan aşık rolleri beni gerçekten çok sıktı, ben o defterleri buffy'de filan kapattım bence. OPA'deki karakterler de merak uyandırsa da ben en çok abby'i ve savcı abiyi sevdim, net insanlardı ve özellikle abby'nin zayıflıkları, güçlü anları ve komedi yorumları beni çok güldürdü. huck ve quinn, hiç ilgimi çekmediniz ne yazıkki, charlie'yi çok sevdim. karakterin baştan sonra gelişimine tanık olmak çok güzeldi. ve tabii ki en sevdiğim karakteri en sona sakladım: mellie. mellie'nin o itaatkar eş rolünün altında nasıl bir kaya, nasıl dramlar, nasıl bir boşvermişlik ve güç çıktı, gözlerime inanamadım. özellikle son sezonda -ne olduğunu söylemeyeceğim ama şu kadarını söyleyebiliriz- tüm dünya ve amerika'daki kadınlara karşı üstlendiği o sorumluluk bilinci benden binlerce yıldız ve kalp kaptı. filibuster sahneleri ise inanılmaz, helal olsun, özendim, umutla doldum!

son olarak bir de crossover keyfine değinmem gerekiyor. efenim how to get away with murder'la bu dizinin yaratıcısı aynı olduğundan, bir bölümde annalise ve olivia güç birliği yaptılar. bence scandal cephesinde çok vurucu bir bölüm olmadı bu konu, sadece olivia'nın anne problemleri ile ilgili yumuşak karnını gösterdi bizlere. ama how to get away with murder bölümü gördüğüm en güzel bölüm olabilir televizyonda. onu ayrı bir yazıda yazacağım, diyalogları doğrudan alıntılayacağım. şu kadarını söylemek lazım: tadına doyum olmadı. helal olsun! crossover gibi crossover.

final verdict: scandal'ın finalini gerçekten beğenmedim. yani finalden önceki bölümde havada kalıp bitse belki de daha mutlu olacaktım. özellikle de son bölümdeki o DEV olay (izleyenler kimden bahsettiğimi çok iyi anladı bence) kalbimi kırdı, bu kadar da değil yani, burası X mi kardeşim? X dedim çünkü aslında söylemek istediğim dizinin adını verirsem, onun da son bölümünde bizi yerlere düşürdüğünü ve ağlattığını anımsayanlar olabilir, tadını kaçırmayayım. yine de beyaz saray entrikası görmek isteyen, cidden bir krizin nasıl yönetilebildiğini birinci kaynaktan görmek isteyenler için kaçırılmaması gereken bir kaynak. hey gidi uğruna savaş açılan truvalı helen'in izdüşümünü bize yaşatan yazarlar, sağolsun varolun!

[Yaşamaya Dair.]

hani bazı şarkılar olur, bazı şiirler olur, roman ve öyküyü geçtim de, cümleler olur, kelimeler olur, farkında olmadan süzülüverir gözyaşlarınız, engel olamasınız. sanki o'nu duyunca bir düğmeye basılır yüreğinizde, güzelliğinden, hüznünden, umuttan ya da umutsuzluktan gözyaşlarınızı saklayamazsınız, set çekemezsiniz, durduramazsınız. durdurabilirim sanarsınız, boğazınızdan sizden çıktığına inanmadığınız o boğuk çığlıkla birlikte bir hıçkırık çıkar. işte yaşamaya dair şiiri benim için öyle birşey. parmaklarını hayata geçirmeye çalışan ölüm döşeğindeki bir hastayı anımsatıyor bana. son anında bile iyi olmaya çalışan, hayatla hesabını kitabını kapatmış ama yine de güzellik bırakmaya çalışan birini. kaybettiklerimin anısını, kazanacaklarımın hayalini. gözyaşlarıma engel olamıyorum.

durum böyleyken bu şiiri bir de genco erkal'dan dinlemek/izlemek.

tülay günal'dan 'elini ver, nerde elin?' sorusunu duymanın buruk acısı, sesindeki o kırıklık.

sıla neresidir? sertab erener'in dediği 'annemin sesiyle güne uyansam' diye tuttuğun dilek, evin, ailen, şehrin midir? ülken midir? özlediğin çayın, memlekete döner dönmez aldığın bir kutu yoğurt mudur?

güneşin sofrasında nazım ile brecht'e çok benzer bir akışı olsa da, o müzikler, şiirler, sesler, yiğidim, aslanım ve güzel şair için izlemeye değer. kaçırmayın.

çok ağlattınız beni çok, her gözyaşım helal olsun!

[Çavdar Tarlasındaki Asi.]

Zamanında "catcher in the rye"ı okurken içimin baydığını öyle net hatırlıyorum ki... herkese kulp takan bu çocuk ve buhranları beni nasıl da sıkıntılara sokmuştu. hem de bu sıkıntıların bir sınavda soru olarak karşıma çıkması ihtimali ayrı bir dertti benim için. anlayamadığım bir buhranı nasıl kavrayabilir ve sorularını cevaplayabilirdim ki?

Yıllar önce bu düşüncelere sahip olduğum bu kitap, yıllar sonar tekrar okuduğumda -belki de artık yetişkin şapkası taktığımdandır kimbilir- daha derin bir etki bıraktı bende. hayatındaki değişimleri ve etrafındaki insanları anlamaya çalışan (anlamak istemeyen mi diyelim, yoksa doğrudan çocuklukta kalmak isteyen mi?) bu holden'ın hikayesinin hikayesi bu filmde karşıma çıktı.

Filmle ilgili birkaç gülümseten not: yazar ve yönetmeni danny strong. hey gidi kendisini buffy'de jonathan olarak tanımış, gilmore girls ile tekrar görünce sevinmiştik. sen ki intihara meyilli, dark willow'a sebep olangillerden jonathan danny strong, artık iki tane emmy'si olan biri oldun ya, vallahi elimde büyüdü dememek için kendimi zor tutuyorum sayın seyirciler. daha da yüz güldüren bir isim daha: victor garber. hey gidi benim biricik thomas andrew'um, canım titanic'in canım mimarı, alias'taki jennifer garner'ın babası. seni tekrar karşımdaki ekranda görmek beni çok mutlu etti, ah canım benim! son bir bonus daha vermek gerekirse: sarah paulson! bu kadın ne yapsa kotarıyor, ne yapsa yakıştırıyor ve gerçekten o karaktere bürünüyor, hayran olmamak elde değil!

film konusuna gelirsek, efendim catcher'ın yazılışına dair hikayeyi verip, daha çok yazarın hayatına odaklanan bir film olmuş. sevdiğin bir yazarı / müzisyeni yakından görmek insanı hayal kırıklığına uğratabilir ya hani, bu da öyle bir film. bu kadar yabanilik bana fazla gelse de yazmanın hayat biçimi, engellenemez bir içgüdü, tutku olduğunu göstermesi insanı mutlu ediyor ve az biraz bu huysuzluğu özümser hale getiriyor. ama ne yazık ki yazar olarak sevseniz de hayatımda böyle birini istemem noktasına itiyor biraz sizi bu film. yani en azından bana böyle düşündürdü, sizi bilemiyorum.

Okuduktan 15 yıl sonra karşıma çıkan bu filmle birlikte bana bambaşka bir nostalji yaratan filmi, kitabın hikayesini görmek adına öneriyorum. ama tabii kitabı daha önce hiç okumadıysanız o çok ince kitap referanslarını kaçıracağınız için çok da iyi bir tercih olmayabilir film meraklıları için. ilginiz varsa, izleyin ve dikkatle izlettirin efenim.


[Işıltılı Haşereler.]

Daha önce hepimizin öyküsü aynı'da izlediğim pınar çağlar gençtürk'ün bir başka oyununa daha gittim ve hiç pişman değilim! o ilk oyunda kadronun geri kalanı ve oyunun metninden o kadar etkilenmiştim ki gözlerim dolarken kahkaha krizlerine girdiğimi hiç unutmuyorum. o zamandan bu zamana, tekrar aynı ismi künyede görünce hemmen biletimi aldım! konuyu okusam da çok fikir vermedi ama tek perde olmasıyla seyirciyi şoke edeceğine ilişkin inancım tamdı, gerçekten de öyle oldu.

oyun hakkında bilgi vermek istemiyorum zira gerçekten mevzuya ilk uyandığınız o andaki şaşkınlık hissini elinizden alırsam oyunun amacını boşa harcamış gibi olacağım. şunu söylemek gerekiyor ki pınar çağlar gençtürk ve ona eşlik eden eşi rolündeki ünal yeter inanılmaz bir performans sergiliyor! oyunun çoğu bu iki oyuncuyla geçse de selen uçer arada katılıp kilit yerlerde konuşmaları yapıyor, sözleşmeyi sunuyor size. oyun bitip ışıklar kapandığında ise alkışlamak için ayağa kalkmadan önce herkesin bakışlarında, kendi içlerine dönüp acaba dediklerini görüyorsunuz.

şaşkınlık yaratan, güldüren, etkileyen, paranoya, vicdan ve insan istekler hakkında bambaşka bir yere götüren bir oyun ışıltılı haşereler. izleyin, izlettirin efendim!

[Notre Dame De Paris: The Musical.]

son yazdığım zamandan bu yana tuttuğum ajandaları açtım, sayfalarda gezinmeye başladım. belki kronolojik gitmek en güzeliydi ama dayanamayıp, gözlerimi alamadığım bir gösteri deneyimi yaşatan o müzikalle bozacağım bu uzun aradaki sessizliği, notre dame de paris...

lisede bir arkadaşımdan kopya bir cd ile alıp ingilizce altyazıyla izlediğim bu müzikali, daha sonra kaç kez izledim, şarkılarını baştan sona kaç kez dinledim bilmiyorum. hiç fransızca bilmezken sözlerini ezberlediğim, kitabını okurken gözyaşlarıma engel olamadığım, gönlümde apayrı bir yeri olan paris'te gezerken şehrin kalbinin bulunduğu yer olarak düşündüğüm yer, notre dame de paris.

yıllar önce ingilizce versiyonu gelmişti ve ben gitmemekte son derece kararlı durmuştum. sanki belleğime kazınan oyuna ihanet ediyor gibi hissedecektim izleseydim, biliyorum. ne mutlu bana ki müzikal sihri yüzümü güldürdü ve en sonunda fransızca orijinal versiyonu karşıma çıkardı. doğrusu koltuğumda otururken çok endişeliydim. phantom of the opera sendromum gibi, bir müzikali her sözü her ritmi ve onunla özdeşleşen insanların sesiyle hafızana aldığında, bildiğin patikalardan sapan her yol yabancı gelir, kulağını tırmalar. ya quasimodo'yu sevmeseydim? esmeralda, sonu için gözyaşı döktüğüm esmeralda olmasaydı? oyun başlarken bu endişe içimde olsa da, şarkı şarkı silindi ve oyunun sonunda yerini esmeralda ve quasimodo için hüzün, bu deneyim için ise sevinç gözyaşlarına bıraktı.

daha önce müzikali bir kenarda oynatıp, her bir şarkı için hissettiklerimi kelimelere dökmüş, dökmeye çalıştım. şarkı şarkı hissettiklerimi tekrar yazmaya gerek görmüyorum. ama bir kameramanın çekimiyle sabit açıdan izlediğim o müzikali geniş bir açıyla kendi gözlerimle görmenin sevincini tarif etmem mümkün değil. quasimodo, garou'nun quasimodo'sunu aratmadı, esmeralda bence helene'den daha bile iyiydi, ki ben helene segara'yı çok severim, phoebus'ü çok sevmedim ama sanırım sevmememdeki sebep phoebus'ün karakterinin kendisiydi. orijinal müzikalde de sevmedim desem yalan olmaz, aynı şey fleur-de-lys için de geçerli tabii ki. gringoire ve clopin'i de beğendim. ama frollo, daniel lavoie'dır, daniel frollo'dur benim için. dediğim gibi çoğu oyuncunun sesinde hiç bir hayal kırıklığı yaşamadım. dekor ise ayrı bir efsaneydi. yani işin özünde orijinal müzikale bakarsanız çok fazla dekor olmadığını görüyoruz. burada da benzer şekilde objeler kullanılmıştı. benim bayıldığım şu oldu: alıştığım kamera açısından değil de kendi gözümün istediği yeri takip etme özgürlüğü mükemmeldi.

velhasıl, danse mon esmeralda ile birlikte gözyaşlarına boğuldum, ave maria ile hüzünlere sürüklendim, les oiseaux ile efkarlandım, lune ile bambaşka diyarlara gittim. uzun yıllar beklememe, izlememe, okumama ve dinlememe değdi. iyi ki varsın victor hugo, çok güzeldin notre dame de paris!

[Aranağme 17.]

en son harflerin başına oturduğumdan beri 14 ay geçmiş. inanamıyorum... oysa hayatımda o kadar çok değişiklik, keyifle takip ettiğim etkinlik ve derin düşünce anlarında 'bunu yazmam şart' dediğim an oldu ki... Temmuz 2017'den bu yana not tuttuklarımı, aklımda kalanları aktarmaya çalışacağım. bakalım kelimeler gerçek zamanlı hayatı yakalayabilecek mi?