14 Mart 2012

[Based on a True Story: Angelina Jolie Filmography.]

ben bu yazıyı yazarken dünyanın dört bir tarafında öyle trajediler oluyor, öyle acılar yaşanıyor ki, eğer gerçekten doğaüstü bir yeteneğimiz olup onların sesini duyabilseydik delirirdik diye düşünüyorum. ama bazen zamanda yankılanan o çığlık sesleri sağır etmeyen, yakan, soluğunu kesen bir üslüpla ulaşabiliyor bize. çok çeşitli yollar var bu yolculuk için ama bugün ben birine odaklanmak istiyorum.
bahsettiğim bu acı hikayeler bana en kolay yoldan sinema yoluyla ulaşıyorlar. hafızama kazınıp kalbimi kavuruyor hepsi. soluğumu kesiyor, hıçkırıklarımla boğuyor beni. ama daha önce de dediğim gibi, uykumu kaçırdıkça daha çok seviyorum bu filmleri. çok daha büyük bir düzenin parçası olduğumu, kendi yaşadığım sıkıntıların üzüntülerin bu büyük düzende ufacık olduğunu hatırlatıyorlar bana. ufak sevinçler yaratıp nefes aldırıyorlar hüzünlü anlarımda. aklıma geldikçe bir kaç filmden bahsetmek istiyorum size. belki daha sonraki bir yazımda, çok daha özel bir filmden bahsederim...
medya insanları ikiye bölüp, bir taraf tutmaya zorlasa da ben bu çabaların hepsini gözardı edip sinema açısından yaklaşmaya çalışmışımdır hep. ünlü jennifercı angelinacı ikilemine düşmek gibi birşey söz konusu olmadı o yüzden benim açımdan. vay  evliymiş, ayartmış, ayırmış. inanmadım. zaten bir süredir evliliği çatırdayan çiftin haberlerini okuduğumu hatırlıyorum. bittikten sonra  ne olduğu beni pek alakadar etmiyor. bazısı da burun kıvırıp ne yaptı ki o sinemada der genelde. lara croft, wanted, salt, mrs.smith'ten başka film görmemiş insanların bu deyişi bende her zaman büyük bir acıma duygusu uyandırmıştır. bilmiyorsan sus erdemine ulaşamamış insanların hep uyandırdığı gibi. neyse lafı dolandırmadan geliyorum film konusuna. ilk bahsetmek istediğim film gia. too beautiful to die, to wild to live. aids'ten ölen bir süpermodelin gerçek hikayesi bu film. başka başka kesimler tarafından aman angelina bir kadınla beraber bıdı bıdı diye magazini yapılmış olsa da, gia karakterinin çöküşünü muhteşem bir şekilde gözler önüne serer angelina. üzüntüler, ayrılıklar, terkedişler, çıkarcı insanlarla dolu hayatında uyuşturucuyla birlikte dağılır gider gia. filmde kardeşinin ifadesiyle gia öldüğü zaman onu yataktan kaldırdıklarında vücudunun bir kısmı yatakta kalmış.bitmiş bir kadının hikayesi bu. mutlaka izleyi görün derim. arada girl interrupted'dan bahsetmek istiyorum bir de. angelina'nın osacrlı performansıdır bu. bu filmle ilgili de şu şekil yorumlarla karşılaşırsınız: aman bıçak koleksiyonu yapan manyak bir kadın o, tabi ki de o rolü oynar. bu yoruma yorum yapamayacağım, ama o filmden de çok etkilenmiştim. ama meşhur olduğu için ekstra bir kere daha anlatmayacağım. (gerçek hikaye olup olmaması konusunda da emin değilim pek) çok çok çok özel bir diğer filmi de "a mighty heart" filmidir. film gazeteci daniel pearl kaçırıldıktan sonra, öldüğü öğrenilinceye kadar karısı mariane'ın neler yaşadığını gösteren yarı belgesel tarzında bir film. mariane'ın hala yaşıyor olduğunu, bütün bu hikayenin çok yakın bir zamanda geçtiğini de vurgulamadan edemeyeceğim. filmde hamile olan mariane, tüm gücüyle ayakta durup bebeği, kendisi ve kocası için hayata tutunur. daniel'ın ölüm haberi gelse de aslında sahte bir haber olduğu, gerçek olmadığı anlaşılır. ama filmin sonunda gelen haber gerçektir. önce inanmaz. gerçek değil diğer haber gibi der. ama malesef bu haberi getirenlerin elinde bir de video vardır. mariane hala ol videoyu izlemediğini, asla izlemeyeceğini söylüyor. daniel'ın başını kesiyorlarmış hatırladığım kadarıyla. işte mariane videonun varlığından ve ölümün kesinleştiğinden emin olunca odasına kapanır ve bağırmaya başlar. öyle bir çığlıktı ki o çığlık. gerçekten hala kulaklarımda. dakikalarca bağırır. hayır hayır diye. sanki bağırsa, sesini yükseltse, boğaını yırtsa acısı azalacakmış gibi bağırır. filmin sonunda mariane'i oğluyla sokaklarda yürürken görürüz. gerçek mariane, angelina'ya filmi beğendiğini söylemiş izledikten sonra. beğenmemek ne mümkün. angelina jolie o sahneyi çektikten sonra baygınlık geçirmiş, kendine gelememiş. televizyonda veriyorlar bazen bu filmi, izleyin kaçırmayın derim. acı, evinç, aşk nasıl bir insanda can bulur bakın da görün. sonlara doğru yaklaştıkça bir filminden daha bahsetmek isterim. ama arada şu meşhuuuur antonio banderas'lı filmine değineyim. bu gerçek bir hikaye mi bilmiyorum. ama o filmde hapishane gibi bir hücrede yüzünde kalan yaşamın son renkleriyle o pişman, bitkin, mutsuz halini unutamayacağım. şimdi bir diğer güzel filme geliyorum. changeling. changing değil, yanlış yazmadım yani. changeling özel bir kelime. çocuk değiştirme anlamına geliyor. bu da gerçek bir hikaye. çocuğunu kaybeden bir kadının hikayesi bu. çocuğu ölen bir kadın değil, kaybolan bir kadın. bir gün eve geldiğinde çocuğunu bulamayan christine'in hikayesi. tüm gücüyle oğlunu arayan bir kadın o. zorla akıl hastanesine kapatılan bir kadın. akıl hastanesinde deliliğini itiraf ederse onu çıkaracaklarını söylediğinde, oğlunun isminden başka birşey söylememiş biri. daha sonra reverand rolündeki john malkovich onu oradan çıkarmaya geliyor. ama christine'i çoktan oradan çıkmış buluyor. aynı anda sokakta walter collins'in ölü bulunduğu haberini alıyor christine gazete satan çocuğu bağırışlarından. hani bir an gelir hayatınızda, dizlerinizin bağı çözülür. dilerim kimse bu duyguyu yaşamaz. hayır bayılmak değildir o his, ama bayılmaya benzer elbet. bayılmaya yakın önce başınız döner delice, gözlerini kapatıp, ellerinizi başınıza koyarsınız. sanki orada dönen görüntüyü kapatınca, başınızı tutunca geçicekmiş gibi o müthiş dönüş. sonra dizleriniz titrer. yalpalarsınız muhtemelen. hatta eğer ilk kez bayılıyorsanız bir yere tutunmaya çalışırsınız. ama sonradan anlarsınız ki yakın sandığınız yerler uzak, uzakta gördükleriniz hemen yanınızdadır. işe yaramaz. dizleriniz sizi kaldırmaz. son bir nefes verirsiniz. o korkunç duygu bitmiştir. artık geriye kalan tek şey önce seslerin, sonra görüntülerin geri geldiği dünyaya geri dönmektir. işte sanıyorum ki christine'in o yaşadıkları bu hisse benzer bir histi. ama 1 saniye içerisinde olan bütün bu değişimlerden sonra bayılmadı o. sıfırlayamadı. oğlunun ölüm haberinde takıldı. kaldı. daha sonra bir başka yerde çıkan cesetler arasında oğlunu bulmayı bekledi. bulamadı. onları tutan caninin elinden kaçan birkaç çocuk olduğunu öğrendi, o çocuklardan birinin ailesiyle kavuşmasını sevinç gözyaşlarıyla izledi. umudunu hiç kaybetmeden. yaşadı christine. işte bu kadına, bu olağanüstü kadına, anneye vücut oldu angelina. o yüzden ona duyduğum saygıyı kimse çatırdatamaz. her filminde beni darmadağın etmiş bu kadının ne yaptığı umrumda dahi olmaz, söyledikleri şeyi yaptığına dahi inanmam. 
gerçek hayat hikayelerine gelince, insanoğlunun dayanma sınırlarının bu kadar geniş olduğunu görmek beni her zaman hem heyecanlandırıyor, hem de dehşete düşürüyor. çünkü öldüm bittim ben noktasını bulamıyor, korkuyorum. her şeye karşı ayakta durabileceksek, her acıyı bir şekilde bir süre sonra kaldırabileceksek acıdan korkmaz mı insan? hep normale dönüp, tekrar dibe vurmak. insan doğası. çok garip. diyorum ya, düşündükçe korkuyorum. o yüzden düşünmeyip izlemeyi tercih ediyorum. 

[Ringer.]

var olan bütün hırsımla pazartesi dizilerimin bende yarattığı üzüntü ve öfkeyi anlatmışken, dizi konusundan devam etmeye karar kıldım. yeni başladığım ama sevdiğim dizim Ringer'dan bahsedeceğim efendim.
o dizi hangi dizi derseniz eğer şöyle tanımlayayim: buffy'nin yeni dizisi. buffy dediğim de sarah michelle gellar yanlış anlaşılmasın. yani öyle doğa üstü bir formatta değil. şimdi tüm konuyu özetleyemiyciim ama kısaca şu: buffy'nin bir de ikizi var. buffy 1 ifade vermekten kaçan eski alkolik ve uyuşturucu bağımlısı. buffy 2 zengin kocayı bulmuş ama kocasını arkadaşının kocasıyla aldatan kadın. efendim bunlar buluşuyorlar, buffy 1 bir uyanıyor teknede, buffy 2 yok! aman allah kardeşim intihar etti depresyonundan sonra buffy 2'nin alyansını takıp gidiyor eve, kardeşinin kocasına üvey kızına hayatına. aman bir maceralı bir maceralı ki bu dizi anlatamam. buffy 2 ölmedi mesela, paris'e gidiyor. orda bir çocuğu ayartıyor. çocuk da kocasıın şirketinde üst düzey bıdı bıdı. sevgilisinden hamileydi, bu çocuğa da yutturuyor aman bu ikizler senden diye. hadi buyrun burdan yakın. ama buffy 1'in hiiiiç haberi yok buffy 2'nin yaşadığından. bi de 2'nin peşinde adamlar vardı ilk bölüm, 1 onu çözmeye çalışıyor. denedikçe yeni şeyler öğreniyor da ne fayda henüz çakamadı durumu. bir de şöyle birşey var ki kocasına aşık oldu buffy 1. tam bir buffy çilesi vesvesesi yani. iki buffy arasında aşık bir kadın, öfkeli bir kadın filan görüyorum. bence smg çok iyi kotarıyor bu işi. üstelik bölüm sonlarındaki twistler çok iyi gidiyor. her seferinde aman daha sonra mı izlesem dediğim bu dizinin her bölümünün sonunda ohaaaaa demek suretiyle bilgisayarı kapatıyorum. eğer hayal gücünüze güveniyorsanız, bölüm isimlerini bir düşünün tartın derim. baya çılgın, nokta vuruşu sahnelerden seçiyorlar onları. bir de şunu söylemeden edemeyeceğim ki ah o üvey kız juliet yok mu, pes pes pes! yani beni şaşırttın kızım, beklemezdim senden. hele o çirkef anan beni  şoklara soktu. gerçi sen hala babandan parayı beraberce kopardığın hocanla annenin yatıp kalktığını bilmiyorsun ya dur bakalım neler olucek. dahası acaba buffy 1'le 2 karşılaşacak mı sorarım size? eğer bir sezon daha uzatılırsa daha ne kadar entrika yaratılabilir çok merak ediyorum. aa bir de bütün bu süreç içerisinde 1'in sponsor'u malcolm var. bu adam hem aşıkımsı modlarda hem de hakkaten koruyor. hani her karakterin bir sırdaşı olur, her şeyi ona anlatır ya, anlatamayacak olsa delirirdi yahu dediğimiz sırdaş modeli bu malcolm. geçen bölümde buffy 2 malcolm'u arayıp siktir git karışma bana temalı bir konuşma yaptı. malcolm da ciddiye aldı, tabi kimse 2'nin ölmediğini bilmediği için, gitti aleyhine ifade verilcek adam hakkında ifade vermeye. suç duyurusunda bulundu yani anlayacağınız. buffy 1'de ulaşamıyor adama. artık bu da ölürse heralde taş olsa çatlar buffy. heyecanla bekliyoruz azizim.umarım uzun soluklu bir dizi olur. çünkü yıllar yılı izlediğim bu karakteri farklı halde görmek çok güzel. hatta biraz o rolünden çıkarmak istiyorum aklımdaki. 1le 2nin başına ne gelecek olsa aman onlara birşey olmaz sendromu var bende. hani başrol olduklarından değil -genelde bu tribi atarım hep- birşey olmaz çünkü onlar buffy! kötülüklerle savaştı, dövüştü, taklalar attı, 2 kere öldü ve bir orduyu kontrol etti. ötesi yok yani. ay bir de geçen tatilde röportajlarını izledim smg'nin. bir garipti. büyümüş resmen yahu. kendimle oynamak süper geç kalan yok diyor gülüyor filan. çocuğu filan olmuş. onu anlatıyor. geçenlerde wikipedia'dan  öğrendim aslında resmen soyadı prinze'miş. bi takdir ettim sevgi besledim adeta. çok garip bir duygu, o yaşlanmış, ben de beraber yaşlanmışım gibi. neyse efendim. ringer güzel. ringer aslında birebir aynısı demekmiş. dead ringer'mış sözün aslı. ikiz yani. hani ikiz kardeşler var ya, espri ordan. diğer oyunculara gelirsek malcolm'u good wife'taki lemond  bishop oynuyor. ki ben bunu yirmi bölüm filan sonra anlamıştım ki yaşadığım şoklar silsilesi diyorum. ayrıca da en önemlisi kocasını ioan gruffud oynuyor. o kim derseniz tabii ki de titanic'te oynayan çocuk! kendisi geri dönen tek botu organize eden officer. hani from this boat to that boat diyen. bebişim ioan. ben onu orada keşfetmiştim sonradan fantastik dörtlü oldu. valla yıldız avcısı olcak kişiyim, kate beckinsale'i de bir pearl harbor'da keşfettim, kadın coştu selene oldu birşeyler oldu. neyse efendim keşiflerimi anlatmayacağım. ay bir de şunu söyleyeyim: melisa sözen'i fikert hakan'la filan oynadığı kıytırık yeni hayat dizisinde keşfetmiştim. şimdi maşallah haremde takılıyor. burdan sevgilerimi yollarım ezik kadına. neyse. overall, ringer güzel. sezon finali accayip belirsiz. hatta her bölümde bizi ne beklediğine dair hiç bir fikrim yok. ve bu çok güzel bir duygu. check it out.

[11 Mart: Once Upon a Time, Shameless, Spartacus, Walking Dead, Yer Gök Aşk; Desperate Housewives.]

öncelikle lafa başlamadan önce hepinize birşey söyliycem sevgili dizilerim: ALLAH BELANIZI VERSİN! gıcığım lan hepinize. bir hayırlı birşey olmaz mı sizde? geberin lan. kuruttunuz beni dün akşam, belanızı bulun istiyorum. oh. rahatlar gibi oldum. şimdi yorumlarımı patlatıciiim.

Once Upon a Time: ya lütfen kötü kraliçe bi siktir git çay demle. mary margaret'ın parmak izlerini kutuya filan bırakmalar hiç olmadı.senin olduğun açıklanmadı ama öyle hissediyorum. lütfen yani. mal mal şeylerle bizi oyalamayın iki hikaye yazın da şaşıralım artık lan. artık sümsük snow'dan da prensinden de bıktım. rumpelstiltskin istiyorum. onun hikayeleri en azından olay örgüsüne sahip. ne bu böyle öyle bir geçer zaman ki yaptınız lan bu aşıkları. kate kaybolmuş da bilmem ne? ay çok da umrumuzdaydı afedersin. bak ne güzel kırmızı başlıklı kızı gördük, hikayesini anladık. sonunu yine böyle sümsük bir şeye bağlamanız hoş olmadı. abi kız sevdiği adamı yedi, siz orayı kesip snow'lara geldiniz bu nasıl bir dünya lan?! kız orada bir dönüşümler geçirdi ayıldı bayıldı fenalaştı yok ben gidemem dedi, bir baktın garsonluğa geri dönmüş. derinleştirseydiniz ya. azcık depresyon olaydı olmaz mıydı göt herifler? ama yooook, herşey artık gözüme sevimliden çok sümsük görünen çiftin etrafında dönsün, başkalarını sallamıyalım. hadi be ordan. hikayemizi bize verin. bak geçen hafta astrid ve nova'da da bu hayal kırıklığını yaşattınız. büyük olay bekliyorduk, ayrılığa bağladınız. olmuyor ama. bu sezon finalinde elle tutulur birşey vermeniz lazım aaaa. 

Shameless: artık gallagher ailesi beni bende alıyor. 4 dizilik (spartacus'u pazarları izliyordum sanırsam) maratanun sonunda izlediğim, keyif verici dizimin içine bi güzel sıçtınız. tebrik ederim. anneleri geldi. gıcığım zaten. yüzsüzler. alışkınım. ama yani fiona da sabır taşı mübarek anasını satayim. neyse efendim bu hafta önemli değildi, güldük ettik. bebişim lip'in burnunu sürte sürte geri dönüşünü bekledik. ama o öyle salak salak ev ararken o kadar salak göründü ki gözüme söylemeden edemeyeceğim. neyse ben esas konuya geleyim: fragman. bir sonraki bölümün fragmanı ar yu faking kidding miy? nooldu lan? biri vuruldu o kadarını anladık da, fi'yi bu kadar şoka sokacak ne olabilir? daha doğrusu kim olabilir? çocuklardan biri mi vuruldu, ya da vurdu? what the hell?! çok gıcık oldum var ya kelimeler yetmez. yok öteki kız hamileymiş de bilmem ne bunlar önemli değil, o işler çözülür, maşallah bu ailede herşey problemli ama bu olay ve emmy rossum'un yüzündeki hassiktir phantom öldü ifadesi beni benden aldı. ayrıca da kızın doğum yapacak olması biraz erken olmadı mı yahu? zaman algım da bir kayma oldu bak ben bunu söyliyim. şimdi efendim bölümün olaylarına tekrar zıplarsak, sheila ile jody'nin birlikte olmasına hiiiiç şaşırmadım. belliydi yani o kadar bakışmadan. ama jody'nin şu şarkıyı, dur neydi hatırlayacağım, hah, kiss from a rose galiba adı, çalması. allahıııııııım, gülmekten ölüyorum ne zaman çalsa. kızımızın adını unuttum ama yüzündeki o iğrenme ifadesi gerçekten beni öldürüyor. hele de bölümde sheila'nın biraz meşgulüm demesi filan çok iyiydi. ha bir seksten diğerine geçersek, frank ve monica. yemin ederim bu kadar yakışmayan ve rezillikleri bu kadar yakışan bir çift görmedim ben. çok iğrençsiniz lan. iğrendim cidden sizden. mıç mıç ağız ağıza olmanız filan. ay allahım beni benden aldınız. bundan sonra diziyi izleyip, william h.macy'nin eli yüzü düzgün bir filmini izleyeceğim, katıldığı törendeki smokinli haline bakacağım. gerçekten lynette'ciğimle beraber olması gerçeğini seviyordum ama bu aralar fazla geliyor galiba. neyse efendim bu dizide o kadar çok kriz yaşayacak birşey yoktu. geçiyorum.

Spartacus: ilk yorumum hala spartacus olan adamı sevmemek yönünde. hele bir de gannicus gelmişken hiiç şansı yok. neyse devam edelim bölümün olaylarına. sedullus'un yüzünün çeneden alına dikey bir kesitle ortaya saçılması neydi yahu? öyle birşey mümkün mü bir doktor arkadaştan haber bekliyorum resmen. çene çok kuvvetli bir kemik değil mi? gerçi gannicus'çuğum da sezon finalinde sanırsam adamın birinin literally ağzını yırtmıştı ama bu çok kötüydü valla. beyinler meyinler vıcık vıcık, pek hoşuma gitmedi. ama çok fazla duvara çarpma sahnesi vardı, gözden kaçmadı. bazen üşeniyorlar heralde. yalnız şunu da söylemeden edemeyeceğim, kan çok cıvık görünüyor. otorite değilim ama sanki daha yoğun olması lazım gibi hissediyorum. neyse. gelelim crixus cephesine. ay yarabbim naevia çok çirkinsin. yani her gün her dakika bunu söyleyesim geliyor, öyle böyle değil çok çirkinsin kızım. beni benden aldın. crixus'un da saçı uzamış, kısaltsın yine, ben öyle çok seviyorum. böyleyken naevia kuzusu gibi görünüyor. gerçi adamın boğazına sarılaraktan yine kalbimi fethetti. spartacus'un kankası. adını hatırlamıyorum. ama lütfen mal dostlarını alıp ortamı terket. zaten senin ayrı bir ordun varmış galiba, bir an önce bi siktir git allah aşkına. senden de, mıy mıy sevgilinden de bıktım bir bölümde. gelelim gannicus'a. bölümün sonunda beni şaşırttın bebeğim. gerçi sen beni hep şaşırtıyorsun maşallah. seviyorum ben seni. ama öyle gerizekalı kızlar gibi ay çok yakışıklııağ şeklinde değil. onurlu ama zaafları olan insan modelisin. spartacus gibi  her boku doğru yaparım havaların yok, bu bağlamda seni mümkün görüyorum. yalnız sen bizim lucretia'nın oyununu anladın mı, yoksa bu şekilde mi anlaştınız (hiç sanmam, kadın illiythia'yı seviyor malum) olayın nedir evladım? kendi kendinin başını yakman beni benden aldı. ayrıca da o fahişe kızı görünce bir üzüldün bir üzüldün ki valla içim acıdı. şu an benim için en bomba kişiye geldi sıra. ashur. ashur allah seni kahretsin, geber de kurtulayim. ya da ölme, ben seni ellerimle boğucam pezevenk herif! saç sakal gitti üzerine bi güzellik geldi ama götün tekisin lan. kırmızı peruklar almak filan ne öyle? bu zeyna seni çiğ çiğ yiyecek ya dur bakalım, o günleri göreceğiz inşallaaah! hani pislik karakterin tekisin tamam da, yüzünden gözünden akıyor pislik ben böyle şey görmedim. ve dizimizin lucretia'sı ama benim hitap bağlamında kolay olsun diye zeyna diye seslendiğim kadın. ya bu kadın beni üzüyor, bu kadın beni sinirlendiriyor, bu kadın beni korkutuyor. ashur'un yatağında boşluğa doğru bakarken ne kadar üzüldüm sana anlatamam. kadın kendinden iğrenirken ben ürperdim yani. çok üzüldüm yahu. batiatus'u seviyordu ne de olsa. bir de ashur gibi biri tarafından kullanılıyor olmak, ona tabi olmak resmen ben kendimden iğrendim ey dostlar. öyle boş boş bakarken bir plan program sezdim ama böyle çılgın birşey beklemiyordum. tabi gannicus'un başını belaya sokma planları yaparken beni sinirlendirdi ama yine de teşekkür ederim kendisine. çünkü bu kadın olmasa kirli çirkin kölelerin savaşları dışında bi bok olmayacak dizide. dizinin sonuna doğru illythia'yla konuşurken de hüzünlendim bu arada. tabi bi yandan ona da üzüldüm. adı da çok komplike birşey yazmak için ama thia diyeyim kısaca. kadın daha fazla dayanamiciim, atliyciim aşağıya dedi, üzerine zeyna ben de gelirim dedi ya, pek bir içime oturdu benim. kadının çaresizliğini bu derece yakından görmek kalbimi kırdı. tabiki de zeynanın intihar edeceğini düşünmedim ama bileğini kesip bu kan oyununu yapacağını düşünmedim düşünemedim eteğini aç deyinceye kadar. bir de kollarını bağlamış filan. ay aferim kız, iyi dostmuşsun demek istedim yani. yalnız en sonda thia glaber'a söyleseydi zeynanın planını, gerçekten kalkar, sete gider, iki tokat atar, geri dönerdim. aaa bu arada thia'dan bahsetmişken şunu da söyleyeyim: glaber sen neydin ne oldun ezik? kendini bi bok sanıp, adam öldürüp, asker elde etmeler, kayın pederi boğmalar filan nedir yani! bir baktık glaber o sümüklü halinden çıkmış, çıplak yatan adam modlarında. ay yıkıl karşımdan allah aşkına. hele de ehiehi kızla yatıp kalkacağını zaten dizinin başından anladıydık. kız sürekli aranıyor sürekli aranıyor. bir salak ifadesidir gidiyor ki gırla ooooo. yani inşallah askerlerin seni boğar da defolur gidersin gözümün önünden. peh.

walking dead: yok artık lebron james demek istiyorum. gerçekten. allahım ya hepsi ölsün, ya bu dünya kurtulsun zombilerden derken ölen herkesin zombi olması nedir lan!?!?!??!!!?! bu travmayı bana yaşattınız ya alacağınız olsun. sinirlerim oynadı. çok korkuyorum şu an! böyle bir şey mümkün mü bilmiyorum, gerçi otuz milyon korku filminde varsa mümkün olabilir gibi ama var ya düşünmesi, hayal etmesi filan kabus. başımı delicesine sallayıp git git diyeceğim bir kabus hem de. şimdi efendim bu hafta dale'in cenazesi vardı. bla bla bla diyeceğim kendisi için. pek de götümde değil açıkçası. vıy vıy konuşup sündürüyordu konuyu. ama glenn'le andrea'nın karavan başındaki sahnesi hoştu. shane'in bu psikopatlığı da beni benden alıyor bu arada. siktir git yani shane. gerçekten. true hero, muhteşem asker, aile babası pozlarından fenalık gelmişti zaten. dileğim kabul oldu shane öldü efendim. rick (the ben çok etiğim, her boku düşünürüm öyle hareket ederim yeyy ailemden önce insanların güvenliği bıdı bıdı) shane'i bıçakladı. zaten fark etmiştim ben elini arkasındaki bıçağına attığını. zaten shane had it coming yani. daryl de çaktı bence durumu. gerçi yine o çocuğun iz miz olmadan bööyle uyanması korkunçtu. yani öldün mesela ecelinle, zombiye yaratığa insan dışı bir şeye dönüşmemen imkansız. çok korkunç lan bu düşünce. ölmeden intihar mı edicen? neyse. gelelim carl'a. allahım carl sen ne gerizekalı bir tipsin?!?! ruhumuzu darladın. artık nevrozlarından kurtul, ya da en azından bizi rahat bırak yahu. yok benim yüzümden de bilmem ne. whatever. geç bunları. en sonunda shane'i öldürdün tebriks. bravo. şimdi geliyorum grimes ailesinin eziklikte, gerizekalılıkta, mallıkta, aptallıkta birincisi lori'ye. lori sen nesin anam? senin için bu dünyada bir kelime yok bence. gittin çocuk kimden bilmiyorum emin değilim dedin. bir de teşekkür ettin filan durduğun yerde. oldu olacak bacağını açıp gel üstüme kon diyeydin. sen demedin mi rick'e bu adam tehlikeli ailemize göz koydu diye? ne demeye böyle bir konuşma yapıyorsun o zaman mal mısın? allahım şu an kelime bulamıyorum gerçekten sana. zaten doğurucam da doğurucam diye tutturdun. insanlar sana birşey demiyor ama ben dayanamayıp söyleyeceğim: zır zır ağlayaack o bebek. zombiler sese geliyor helloooooo?! sen o çocuğu boğarsan nazi filmlerindeki gibi, bir de onun depresyonlarını yaşarsan artık götümü açıp balkonda gülücem yeminlen. ayranınız yok içmeye, tahtırevanla gidiyorsunuz sıçmaya kızım. use protection. wear condom demek istiyorum size. kaç yaşındasınız siz rick'le? sorumsuz musunuz? bir de mal gibi hap alıp çocuk düşürmeye kalktın! ölüp geberip gidicen sonra senin ölümünden sonra 10 sezon rick'in depresyonuydu, insanlıktan çıkmasıydı, carl'ın nevrozuydu çekip durucaz!  allahım bunlara akıl fikir ver gerçekten. a bir de o çiftlikten çıkın artık. ilk sezon 6 bölümdü ben korkudan sıçmıştım. tanklar, atlar, şehir dolusu zombiler vardı. ne lan bu 10 bölüm mü nedir götü devirip yatıyorsunuz? bakıp öğrendim şimdi 12 bölüm olmuş. artık bıktım sizden. gerçekten bu hazıra konmanızdan da, hershel'in nur yüzünden de bıktım! haftaya sezon finaliymiş bir de. utanmadan tüm sezon yattınız şimdi zombi atağı mı yapıcaksınız sezon finalinde?! hay götünüze girsin o zombiler. bütün sezon çatladık, son dakkada meraktan öldürün. hatta daha da iyisi kimin öldüğün bilmeden mal mal bekleyelim tüm yıl olur mu? gerizekalılar. kızdım bak şu an yine.

yer gök aşk: dizi tarihimin en acıklı bölümlerinden birine geçmeden önce bir de şu diziye değineyim de tam olsun. valla biz geceye önce bir osmanlı hikayesi kıyam'la başladık. çok ezik bir dizi baştan söyleyeyim. yani haremde olay olmadan, kadınlar peçelerini açıp yüzünü göstermeden bu dizi çekilmez. türkan şoray için izledim ben ama türkan şoray'ın da yüzünde bir değişilik var sanki. gerçi tam sultan olmuş da yine de, bir şey var, sanki bir müdahale ama uydurmayayim, bana öyle geldi. lamia -aslı tandoğan'ın bizim ailede sonsuza dek lamia olarak anılacak olması- çok güzel olmuş. siyah saç kabadayı'da da iyiydi. ama burada çok farklı ve güzel olmuş. dönem kostümleri çok güzel göstermiş kendini. hele de o sürmeler filan baya beğendik. tolga karel de allah için güzel çocuk. ama dedim ya, böyle geçmez bu dizi diyerek yer gök aşk'a döndük başlama saatinde. valla ben diğer anlattığım dizileri izlediğimden çok bakamadım. ama hamiyet tutuklandı. bade amcaoğluyla yattı. münevver bir lay lay lom havalarında anlamadım dur bakalım. havva da alışverişe filan çıktı, çok şükür hayatını yaşamaya başladı. yusufun sümsük hallerine hiç dikkat etmedim valla. ama en sonunda şöför yılmaz'a havvanın kendisini burçak olarak tanıtması beni benden aldı. bak havva, yusuftan intikam alıcem diye oyun yapıcaksın anladık. ama sonra hep aşık oluyorsun. sonra vay yalan söylediiiin diye herşey bombok oluyor. kendine gel. ya aşık olma, ya da düzgün anlat hayatını bu kadar komplike hale getirme evladım. ayrıca da yılmazı seviyoruz biz. üzme çocuğu. aa bu arada biz sizle tanışmıtık kısmındaki flashback çok güzeldi. biz teeee o sahneyi izlerken kızın gözlerine bayıldık, ay bu çocuk bunu unutmaz dediydik. hakikaten de bu güzel ayrıntıyı unutmamışlar. aferim. dedim ya, arasıra baktım yer gök aşk'a. o yüzden direk tarihin en acıklı dizi bölümlerinden birine geçiyorum şu an. bile bile lades: desperate housewives.

desperate housewives: ne kadar depresyona girdiği şöyle anlatmak isterim öncelikle: yukarıdaki yazıları yazarken aerosmith dinliyordum. dinliyorken çata çata, söylene söylene yazıyordum. kızgın kızgın yazıyordum. tuşlara basıp geber lan yazarken gerçekten istiyordum. hatta dün dizilerimi sıraya yanlış dizdiğim için kana susamıştım. tabi bu kadar deli değilim. susamadım elbet de artık bir olay olsun, saçmalıklar yaşanmasın istiyordum. ama bu kısma geldiğimde aerosmith'i bırakıp adele'den don't you remember açtım. çok mutsuzum sayın seyirciler. kahroldum öyle böyle değil. lynette ne kadar kırıldı gördünüz mü? yani tom sen benim rock dediğim insandın şu dizide. o orospu kız arkadaşın ne kadar kırdı lynette'i. lynette tabi duraksar yani. kaç yıllık kocasıyla arasına girildiğine inanıyor. kolay değil. yani böyle olmaz gençler. mutsuzum. lynette'in mutlu bitirmesi gerek bu diziyi. kadın neler yaşadı ya! kanser olduğu bölümler, gabriel'in anlattığı o hikaye, ellerini tutup sen gidersen bir daha gülümseyemem demesi ay allahım ne kadar acıklı dönemlerdi yarabbim. sonra gabriel'e geliyorum. ya bu böyle olmaz. kadın mutlu olsun bir kere de ya. tamam carlos'un rehab'den değişmiş bir adam olarak çıkacağını biliyordum. ama kendi hesabını dağıtmak nedir ya gerizekalı carlos! tamam seni seviyorum, 8 sezondur favori adamlarımdansın (tom aramızdaki ilişkiyi öldürdü yeminlen) ama böyle olmaz. topla kendini de gabriel herşeyi düşünmüşken biraz rahatlasın. kolay değil yani. bir de tam rahatlamışken juanita'nın pencerelerden düşecek olması neydi öyle? puts in perspective'miş. peh! yemişim sizin perspektifinizi! yürek çarpıntıları, baygınlıklar, fenalıklar geçirdim iki dakikada. reva mı bu? ya mcclutsy'e ne demeli? kanser dizilere dahil edilip bu kadar sündürülecek bir hastalık değil tamam mı? kolay değil. insanın hayatına bir kez girince, bir daha hiçbir diziye filme o aman kurgu bunlar bakışınızla bakamıyorsunuz ve inanın çok fazla insanın hayatında var bu. lütfen karen'ı da bu işe karıştırıp daha fazla parçalamayın. çok üzülüyorum. roy'un söyledikleri, sevdiğini göstermek, son anına kadar yanında olmak beni öldürüyor. ama gerçekten. dağılıyorum. yapmayın. yapma marc cherry. you are better than this. şimdi bree'ye geliyorum. çok şükür kızlarla barıştı görüştü. o baştaki sahne çok tatlıydı. insanın ara verdikten sonra bile dostlarının yanına dönebilmesi öyle güzel ki. bunu ekranda görmek çok tatlıydı. a bu arada dizideki comic relief'ler güzeldi. lynettte'in fotoğraflara girmesi, karen'ın arabanın altına yatması, bree'yi zehirlemesi filan tatlıydı. ama bu iki karakter öyle üzdüler ki beni, yetmedi. gülümsedim. sonra tekrar üzülmeye devam ettim. bu arada orson'un da son bokluğu gözümüzden kaçmadı. dur bakalım hapse girmeden nasıl biticek bu dizi? yani eğer eva longoria'nın dediği gibi her biri silahla kendini çekip vurursa bayılırım. bir daha da ayılmam. hepsinin çoluk çocuğu var olmaz kendinize gelin. bence eskilerin görüntüleriyle harmanlı bir final olucak. neyse. gelelim en acıklı olaya.  takip etmez oalydım sheridan davasını. onun haberiyle öğrendim mike'ın öleceğini. her an beklerken bölümün sonunda, tam da öldüğü yerde ölmesi olmadı. moulin rouge gibi. susan'ı hiç sevmem. yıllardır lüzumsuzluklarıyla beni benden almıştır hep. en son işlediği cinayetin resmini yapıp sergiye koyması artık beni benden almıştı. gerizekalı kadın. her hafta beni delirtir. vesair vesair. ama susan bile böyle bir sonu haketmedi. mike'la tam bir closure yapmışlar. herşeyi konuştular. belki susan, renee'yi suçlamayacak, mike being mike diyecek ama umrumda değil. onlar soulmate'ti. mutlu mesut yaşlanmayı hakediyorlardı. yaşanılan onca şeyden sonra, artık evlilikleri mi desem, boşanmaları mı, o kaza mı, böbrek meselesi mi, zach mi yarabbim o kadar çok şeyden sonra artık geçen hafta mike'la lynette konuşurken vay anasını demiştim. ne düzgün adam. olmadı bu. evinin önünde vurulup, tüm hayatını hatırlayıp yere düşmesi, susan'ın wisteria lane'de yankılanan çığlıkları olmadı. renee'nin halini de düşündüm. kahroldum öyle böyle değil. mj var hem. yani susan bir çocuğunu babası olmadan büyüttü. hatta julie'nin dediği gibi o çocuk susan'ı büyüttü. ama mj'in mutlu olması gerekiyordu. yani finale 7-8 bölüm kala bu yaptıkları orospu çocukluğu. artık davayı haklı çıkarmak için mi bilemiyorum ama mike delfino'nun ölümü beni öldürdü. eğer o dava içinse bu, eğer mike'ın ölümü sezonun gidişatına finale katkıda bulunmayacaksa tek dileğim umarım senaristler ölür. öteki haftada cenaze var. mutsuzum. düşünükçe içim acıyor. olmadı bu. hiç olmadı böyle apar topar. olmadı bu kadar mutluyken. herşeyi çözmüşken. birinin kayası olmuşken. olmadı.

12 Mart 2012

[Trust me, I'm the Doctor. Doctor always lies.]

trust me I'm the doctor. doctor always lies. bu iki cümledeki uyumsuzluğu siz de anladınız herhalde ilk bakışta. sinir oldum yani dinleyince. dalga mı geçiyorsun lan göt diye bir çığlık atmak istedim evet. ama sonradan bir düşündüm. yani kendi kendime dur ateşlenme coşma hemen, bir düşün moffat bu tip hataları yapacak kadar mal değil herhalde dedim. bak aklıma ne geldi:

yemek konusunda seçiciyimdir. yeni bir şey denemem. sevecek olsam da denemem. söylemem. aç kalmayı göze almam. bir kere kokusunu beğenmediğimde o yemeği yemem. içinde sosunda ne var bilmeden de ağzıma sürmem. öyle bilmediğim soslara yemeğimi batırıp ağzımın tadını bozamam. bozmam. ay çok seçicisin derler, hiiiiç umursamam. ben yemek seçerim azizim. ama o  yemeği bir kere deneyip (bir başkası aracılığıyla, kendi yemeğimin yanına söyleyip, dikkat aç kalmayı asla riske etmem) beğendiysem bitti. gittiğim yerde bir ömür ondan yiyebilirim. gelin görün ki herkes böyle değil arkadaş. buranın nesi meşhur deyip löp diye en çirkin yemeği söyleyenler, korkunç kokuları içine çekip ay çok heyecanlı diyenler, beğenmediğinde aman denemiş olduk deyip sevinenler var bu dünyada. hiç anlamadığım bir konsept. ama eleştirmeyeceğim. olabilir. zevk bu sonuçta. işte ilk anlattığım kişi benim. ikincisi de babam oluyor. bir yere gideriz, kızım bak ye çok seviceksin. baba ne var bunun içinde? ya ben senin damak tadını biliyorum çok seviceksin tadına bak. yok ben bakamam, ne var bunun içinde? nasıl yapılıyormuş? işte efendim bööööyle geçen diyaloglar sonucunda eğer içime sindiyse yerim. gerçekten de beğenirim. sonra babam der ki kızım ben sana dedim sen seviceksin diye. ben de derim ki ama baba söylemezsen bilemem kiiiii. misal koyun yumurtası. ilk duyuşta insana çok garip bir şey gibi gelebilir. ikinci grup insan için aman ne ilginç bir tadına bakalım hey hey telaşı yaratabilir. ama birinc grup ben tip insanlar onun ne olduğunu bir araştırır. öğrenir. ve asla yemez. hadi zorla yedirdiler, sonra bir daha asla sormadan birşey yemez. hani ünlü japon fıkralarındaki köpek yiyen amcalar gibi. 

neyse efendim işte doctor aynen babam gibi yapıyor farkında mısınız? hem söylemeyeyim, hem inan. iyi olucaksın. ama bir iki yalan söyleyebilirim. söylesem de güven gerçi, güvenmezsen seni kurtaramam. hey yarabbim. çocuk oyunu mu bu? tamam, bir sürü kez kurtardın. hep bir genius'lık yapıp hepimizi şoklara soktun. inanıyoruz sana. eğer günü kurtarabilecek bir tek adam varsa da o sensin. ama ya trust me i'm the doctor deme, ya doctor lies deme. birisi implicit olsun. nedir yani bu çift persona? peh.

[in an unusual way. wonderful tonight.]

efendim dün şarkılardan konuyu açmamla birlikte aklıma milyonlarca yazacak şey geldi. ama ikisini seçtim ve buraya yazacağım. artık daha çok ilham gelirse ayrı yazarım ne yapalım. bu ilk yazacağım şarkı öyle bir şarkı ki, bence nasıl öğrendiğimi anlatmaya değer. hiç unutmam ben küçükken reklamlarda bir kaset albümü çıktı. joy fm slow hits kasedi. ama o kadar yıllaaaaaar önceki daha bu ilk kaset düşünün. içinde one of us, stop, words, unchained melody tadında unutulmayan eserler var. işte sırayla hepsini çalıyor, daha doğrusu birer kuple çalıyor ki reklamda, neler olduğunu bilip alalım. işte o reklamdadır benim bu şarkıya vurulmam. daha önce o şarkıyı hiç duymamıştım. ama o yumuşacık gitarla melodi başlayınca o şarkıya sahip olmam gerek diye düşündüm. aldım albümü tabi ki. şarkının adını söylüyorum: wonderful tonight. mr. slowhand eric clapton beni 3 notayla kafaladı bu şarkıda işte. sonra tek tük şarkı öğrenip merak ettikçe layla'dır, tears in heaven'dır, my father's eyes'dır birşeyler kaptık efendim. geçen yıl gittiğim eric clapton konseri (vip'de oturdum evet, boğaza karşı yayıla yayıla izledim kıskananlar çatlasın) de tuz biber oldu. yalnız eric bey'e baya küstüm. tenk yea tenk yea diye diye bir wonderful tonight söylemedi ki iki elim yakasında olucek. neyse bu şarkının hikayesini geçtim, şimdi ilk melodide değil belki ama ilk dinleyişte beni fetheden başka bir şarkıya geçmek istiyorum. büyük bir heyecanl beklediğim filme gittim. (biriyle gittim de hep birinci tekil kullanacağım, sonuçta onun nasıl hissettiğini uydurmuş olmiyim) penelope, marion, nicole, sophia, kate, fergie, judi filan çıktıkça ben mutlulukta ölüyorum ama öyle böyle değil. şarkılar güzel, görüntüler güzel (yavşak yavşak düşüncelere girmeyin, o kopup gitme görüntüleri güzel, kadınların güzel olduğunu zaten dünya alem biliyor öyle değil mi?), zaten müzikal müzikal diye ölen biri olduğum için o an bana hayat güzeldi tabi. sırayla hepsi şarkılarını söylüyor, ben penelope'ye gıcık oluyorum, judi'ye hayran oluyorum, sophia'nın tanrıça olduğuna inanıyorm filan derken sıra kate'e geliyor. aman bu şarkı da tam sana göre breh breh breh yorumları yapıyorum. canım marion çıkıp söylüyor, bir hüzünler sarıyor, patlatasım geliyor guido contini'ye. neymiş bu luisa'nın senden çektiği canım! derken take it all filan ben tabi marion keşke aday olaydı diye hayıflanmalardayım aylar sonra adaylığını açıklamayınca akademi. ama bir şarkı var ki, o çalarken sebepsiz ağlamaya başlıyorum. o sözler bana öyle bir koydu ki... öyle anlamlı geldi, öyle canımı acıttı ki sebepsiz... belki de farkında değildim ama canımı yakacak bir potansiyel vardı kelimelerde. belki de umutsuz bir aşık beni çok üzdü. bilemiyorum. ama nicole'ün moulin rouge'da çok şükür keşfedilmiş sesi, zarafeti, mutsuz bakışları, arkasına bakmadan yürümesi beni mahvetti. o şarkı kalbime yerleşti. nerede olursam olayim ne zaman duysam buğulanmasına engel olamıyorum gözlerimin. in an unusual way. dinleyin. dinlettirin. 

[Kulağımda çınlayan keyif şarkım üzerine.]

hazır şarkılardan bahsederken bu şarkıyı neden daha önce anlatmadığımın şaşkınlığı içine düştüm. keyfin yerindeyken ıslık çalarak, sekerek söylediğim bu ölümsüz şarkıyı düğün şarkım yapacağım, o derece seviyorum. arada bu fikrimi la soledad olarak değiştirmiştim ama bu şarkıyı söyleyen adamı hiç gözüm tutmadı, vazgeçtim efendim, orjinal tercihime döndüm. şimdi şarkının adını vermeden biraz kendisinden bahsedeyim. böyle kaçak göçek yazmayı seviyorum. bu şarkı dünyadaki en ünlü şarkıcılardan birinin meşhur ettiği bir şarkı. ama onun ölümünden sonra, hatta yaşarken dahi onlarca insan tarafında yepyeni yorumları yapıldı. reklamlarda kullanıldı. sinemalarda bile izledik o reklamları. onu söyleyen adamın da adını vermeyeyim şimdilik. dedim ya, kendini dünyaca ünlü biri. klasikler arasına girdiği kesin. ancak hakkında duyduğum ve daha önce de bahsettiğim söylentiler sebebiyle pek haz etmiyorum bu beyden. eğer  bu "organizatörlük" hikayeleri doğruysa, bu bey marilyn monroe'yla kennedy'i tanıştıran adam diye geçiyor, o da doğrudur kesin. yıllaaaar sonra bu bey alzheimer oldu. yok, vicdansız değilim, kimseye kötülük dilemem. hele de hastalık asla dileyemem, çok zor sağlığını kaybetmek. dilerim herkes şifasını bulur şu dünyada. düşmanım yoktur öyle ama yine de söylemiş olayim, dost düşman dilerim herkes sağlığına kavuşur. neyse efendim bu bey, hastalığı sebebiyle yavaş yavaş unutmaya başladı çoğu şeyi, biliyorsunuz bu illet hastalığı. bilemiyorum duyduklarıma konu olan şeyler gerçek mi, ama öyleyse eğer, bu beye fazla geldiği kesin. bu sebeple bu duruma geldiğini düşünüyorum. ama yine de en ünlü şarkısının sözlerini sahnede unuttuğu ana kadar sanat hayatına devam etti. sonrasında dünya güzel bir sesi kaybetti malesef. bana fly me to the moon ile mutluluk veren, my way'in sözlerini unutan frank sinatra'yı tanırsınız herhalde. my way olsun, diğer şarkıları olsun güzeldir tabii ama benim için cidden en güzel şarkısı fly me to the moon. aman allah o nasıl bir keyiftir, o nasıl bir uçarı bir neşedir, parmakların ucunda sekmedir, topukları birbirine vurma (ama vurmama çünkü düşmekten korkma) isteğidir kelimeler anlatamaz ey dostlar. aman o nasıl bir aşktır, o nasıl bir uçuştur hep özenmişimdir. yani öyle ki, ne zaman bu şarkıyı dinlesem aşık olasım geliyor, gözlerimi kapatıp onun adını sayıklama istiyorum. gerçi aşkın bana uzak olduğunu düşünüyorum ya bu aralar, olsun, onun adı demek, öyle birinin henüz varolduğu anlamına gelmez. varolacağına inandığım anlamına gelebilir gerçi. işte ben bu şarkıyı aşkla söylemek istiyorum ya hani, daha güzel düğün şarkısı olamaz bence. ama hala düşünmeye devam ediyorum tabii. çünkü bu şarkıyı herkes biliyor, belki daha az bilinen bir şarkı seçerim beğenirsem. kısmet efendim. yalnız bu noktada şuna da değinmem gerekir: bu şarkıyı ünlü yapan frank sinatra. ve frank sinatra'nın versiyonu harika. ama ben onu çalmayacağım. hep söylediğim bir versiyonu var, bir sürü üflemeli çalgı çalıyor kulağımda. nerde duydum bilmiyorum. belki de kendim çalıp söylüyorumdur aklımdan. ama o jaz versiyonunu istiyorum. o gün gelince, söylerim orkestraya, öyle çalarlar artık. yok, tabiki de ben söyleyemem. 

[La Mome.]

yazdıklarımı, yazmak istediklerimi düşünürken onu yazmadığımı fark ettim, dehşete düştüm. hayatımda beni en etkileyen insanlardan biri o. bir girizgaha ihtiyacı yok, ismi yeter: Edith Piaf.

önce nasıl tanıştığımızı anlatayim. edith piaf'a kaldırım serçesi denildiğini biliyordum ben. genel kültür olarak. hani sesini duyduğumdan da değil esasen. nasıl sezen aksu'nun minik serçe olduuğnu bir şekilde bir yerlerden öğrendiysek çocukken, edith piaf'ı da öyle öğrendim ben. sonra da annemin anlattıklarından bilirim. annem yıllar önce bir radyo tiyatrosunda onun hayatını dinlemiş. oyun biterken annem hüngür hüngür ağlamış, böyle etkileyici aşklar, böyle bir hayat çok üzmüş onu. işte. başlangıç evresinde edith piaf'ı ben böyle tanıyordum.

sonra ilk kez tanışma anımız geldi çattı. on birinci sınıfta okul çıkışı hangi filme gitsem diye bakıyordum beyazperde.com'a. gelecek filmlerin fragmanlarının linklerini gördüm aşağıda. önce changeling'i izledim, malum angelina jolie'nin oynadığı gerçek hayat hikayeleri ölümcül derecede güzel ve dramatik oluyor. sonra onun yanındaki afişi gördüm: kaldırım serçesi. derhal açtım linki, kendi kendime acaba bu benim bildiğim kaldırım serçesi mi diyerek. fransızca film, fransızca fragman. az çok anladım, fragmanı beğendim. hani sinemada izleyince yanındakine dönüp "ay güzelmiş gidelim bu gelince" diyeceğin türden. sonra bir sahne geldi. edith'i oynayan marion marcel marcel diyerek yere yığılıp ağlamaya başladı. sonrasında saçlarını keserken gördüm aynanın karşısında. sonra yaşlılığını. ve fragman bitti. işte yere yıkıldığı an, o film yanımdakine dönüp izleyelim türü bir filmden, "bunu görmeliyim, gelen gelsin, gelmiyorsanız da ne haliniz varsa görün, sizin kaybınız, tanrım ne zaman geliyor acaba, kopyasını mı bulsam, nerden bulurum, indirmek istesem internette var mıdır, kaç puan almış, ne diyorlar, hangi oyuncular, edith piaf şarkılarını indirmem şart." dediğim bir film oldu. o saniyede. fragmana gerek yok, sadece o saniyede devleşti benim için. sonrasında uzun araştırmalar evresi başladı benim için. heryeri taradım ve filmi en sonunda buldum. bilgisayarda oynatmaya başladığım anı hiç unutmayacağım. skim scan yapıyordum. o sahneye denk geldim, en başına. cartier. uçak. güçlü olmalısın. oda. banyo. ve tam bu anda ben öldüm. edith koridorda yürüdükçe, ben ağladım. o şarkı çaldıkça, öldüm. sonra sonunu izledim, tanışmalarını, marlene'i, en başını. hepsini. hepsini izledim. ve o günden sonra evde sürekli edith piaf şarkıları dönmeye başladı. ama o kadar çok ki anneme fenalık gelinceye kadar. durmadan, ara vermeden, ezberleye ezberleye, söyleye söyleye. 

derken film sinemalara geldi, afişini gördüm nişantaşındaki sinemanın oradan geçerken. beyoğlu beyoğlu'nda da olduğunu öğrendim. annemi de sürükleyerek girdik filme. her ne kadar girerken ben aşk hayatını dinledim, filmi pek merak etmiyorum ama gelirim seninle dese de, annem filme bayıldı. ben zaten ağlamaktan bayıldım. fragmanında gördüğüm sahne çıktığında soluğumu tuttum. hatta bence nefesimi tutmadım orada, nefes alamadım. edith koridorda ağlarken "kadın deliricek allahım, deliricek." derken buldum kendimi. filmden çıktığımda bu sene oscar'ı alıyoruz. altın küre filan zaten bizim, helal ediyorum bu kıza dedim. annem fransıza vermezler dedi ama, söyledim ben. aylar sonra (ki tam 6 ay sonra oluyor, ağustosta gitmiştik biz) oscarı kucakladı marion. "it is true that there are angels in this city." dediğinde televizyon başındaydım. sevinçten ağlıyordum. sanki aşkın kendisi, kadının gücüne ödül verilmişti. edith'in benim için ifade ettiği herşeyin bu ödülle taçlandığını görmek, marion'un o dev gibi forest'a sarılışı hayatımdaki en güzel oscar anıydı inanın.

film ve oscar'dan sonraki evre ise albüm ve kitap evresi oldu benim için. tabi ki filmin albümünü aldım. hepsi ezberlendi şarkıların, albümde olmayanlar indirildi, derniere nuit'nin altıncı dakikasına ağlanıldı. aylarca edith piaf konuşuldu. background resmi yapıldı. onun sayesinde, marion keşfedildi. öyle bir keşif oldu ki bu, oynadığı her filme gözü kapalı gitmeye razı oldum. inception'ı marion için izleyecek oldum. o oynuyor diye film aldım. jeux d'enfants'ın hayranlarından olmasam da bir daha marion nasılmış diye bir daha izledim. paris'te olduğum sürece aynı yerdeyiz yahu sevinçleri yaşandı, bir de karşılaşıyormuşuz gibilerinden hayaller kuruldu. sarılmak istedim, bu muhteşem kadını tüm dünyaya tanıttığı için. ardından yaz gelip çattı, üniversite telaşları bitti ve kitap okumaya başladım. "Hayatım" kitabını okudum. arkadaşının yazdığı. edith'in dediklerini yazmayı borç bilirim: "aşk yemek gibidir, soğuduğu zaman yeni bir yemek bulmalısın." aşklarımı tükettiğime inanmadım hiç bir zaman. onları boşu boşuna tüketmedim. tıpkı bir köşeye yazdığım hikayelerdeki kahramanlar gibi gururumla boğdum onları. kalbimi kıranları oradan söküp attım ben. sonrasında düşündüm elbet düşünmesine, ama bunu bile yakıştıramadım kendime. anılar üşüştü aklıma, ufacık şeyler canımı yaktı evet, ama gurur bir kere bu. aşkımdan ölsem geri adım atmam dedim. ama böyle olunca sanıyorum ben içimdeki aşkı öldürdüm. dünya iyisi insanlar çıktı karşıma, yapamadım. zamanında fütursuzca kaptırdığım gönlümü, esas kaptırılması gereken kişilere veremedim. sevdim, hoşuma gitti onlar, saygı duydum da aşığım diyemedim. olamadım. kimse yüzüme bakıp sende birşey var diye gelmedi yanıma. bir parfümde kaybolmadım tekrar. gözlerim kör yürümedim sokaklarda. ama ben edith piaf'ı anladım. aşık olacağım diye başladığım her ilişkiden, aşık olmadığımı, olmayacağımı, belki de olamayacağımı anlayınca çıktım. kimi zaman kalp kırarak, kimi zaman anlatmaya çalışarak yaptım bunu. tıpkı soğuğan bir yemeği atmak gibi, içim cız etti ama kendimi daha çok seviyordum ya, yaptım bunu. çünkü aşkı arıyordum ben.  sonra kitapta sayısız yahudi'ye yardım ettiğini öğrendim. nazilerin baskın olduğu dönemde turne bahanesiyle onları kaçırıp güvenliğe ulaştırdığını okudum. cesaretine hayran oldum, zekasını takdir ettim. takdir ettikçe, hayran oldukça okumaya devam ettim, herkese kulaklarımı tıkadım. duymadım değil suçlamaları ya, umursamadım. binlerce frank kazanıp, etrafındakilere saçtığını gördüm, üvey kız kardeşine sahip çıktığını, babasını yalnız bırakmadığını. alkolikmiş efendim. bağımlıymış. morfin kullanırmış. duydum. hepsini duydum. bir çok kaza, günlerce hastane, eskiyen aşklar, yitirilen aşklar, ağrılar, ışıklar, şampanya bardakları, evlilikler, umut bağlanan tahta sehpalar... umursamadım. dedim ya, herşeyiyle çok sevdim ben edith piaf'ı, hayran oldum. hele bir sahne var ki, orada, resmen kendi dostummuş gibi ağladım hıçkıra hıçkıra. simone ve sevgili adını hatırlayamadığım piyanist arkadaşı odaya geldiklerinde edith'i balkon demirlerinin üstünde buluyorlar marcel'in ölümünden sonra. elinde şampanya kadehi, boşluğa bakarken yakalanınca korkmayın diyor edith. hava alıyorum sadece. yavaşça ona yaklaşıyorlar. indirip yatağına yatırıyorlar. edith simone'un gözlerine bakıyor, kendimi öldürmeyecektim diyor. yemin ederim kendimi öldürmeyecektim... simone aynen şöyle demiş kitapta: "o bunları söyledikten sonra gerçekten ölmek istediğine emindim artık." işte bu sahnede o çaresizliği gördüm ya, böylesine insani bir tepkiyi gördüm ya, çok çok çok üzüldüm. sonrasında (veya ölümünden hemen sonra tam emin değilim) edith'le simone konuşurken, simone'un ayağı sehpaya çarpıyor. edith, marcel'in ruhunun geldiğine inanıyor. o sehpayla çıkıyor aylarca turnelere. simone, o sehpa konuşuyor gibi yaparak edith'e yemek yediriyor, su içiriyor. edith ilk şokun etkisinden kurtulduktan sonra filmde de gösterildiği üzere defalarca falcıya gidiyor. falcı her ne kadar size söyleyeceğim başka bir şey yok dese de, edith, yaşamak için bir sebep bulmak için gidiyor o falcıya. kalbi kırılan bir kadın o. sevdiği adamın asla kendisine ait olmayacağını bilen, sevdiği adamın ölümünden sonra karısı ve çocuklarıyla irtibatını koparmayan, dost olan bir kadın. ömrünün sonlarına doğru geldiğinde theo ile evlenmeden önce, onu hasta bir kadına bağlamak istemediğini söyleyen bir kadın. biliyor musunuz aynı mezarlıkta yanyanalar hala? 

en son evrede ise onun bizzat yaşadığı evi görmeye gittim. paris'e gitmişken onun mezarlığını ziyaret etmemek, onun kaldığı evi görmemek imkansızdı benim için. çok çok çok sıcak bir temmuz gününde mezarlığa doğru yola koyulduk. onun mezarı başına gelinceye kadar bir çok ünlünün mezarına gittik, ben bir tane gül arakladım itiraf ediyorum. ama onun başına geldiğimizde pişman oldum bir demet alıp getirmediğime. siyah bir mermer, üstünde gassion yazılı. önünde beyaz bir plaka, dua eder gibi açılmış iki el, hemen sağında "dieux reunit ce qui s'aime." yazıyor. keşke dedim hoparlör getirip çalsaydık burada. keşke kendi sesinden aşk şarkılarını dinletseydik. derken bir amerikalı kız geldi elinde hoparlörle. non, je ne regrette rien çaldı. biz edith giovanna gassion'un mezarı başından ayrıldık. bir süre sonra, gitmek için randevu aldığımız edith'in paris'te bir süre kaldığı evine gittik. işte o eve girdiğim zaman gördüklerim karşısında ne kadar duygulandığımı anlatamam sizlere. baş köşede theo'nun aldığı koccaman oyuncak ayı vardı. raflarda fotoğraflar, kitaplar ve karpostallar. bir mankenin üzerinde kıyafetleri, önünde ayakkabıları. edith piaf 1.42 boyuyla dünyayı yerinden oynatırken, gerçekten bir serçe olduğuna tanık olmak bambaşka. beni en çok etkileyen eşyalar ise sehpanın üzerinde duran bir çift eski boks eldiveni oldu. öyle garip bir hüzün sardı ki içimi. sanki o ana kadar filmi izleyip, kitabı okurken bunların gerçek olduğunu düşünmemişim de, boks eldivenini görünce marcel'in gerçek olduğunu, aşık bir kadının aşkını uçak kazasında kaybettiğini anlamışım gibi. ufacık evde sessizce etrafa bakarken hem üzüldüm, hem sevindim. yaşadığı acıların ufacık bir kısmını gördüm sanki. bir yandan da hayatının ufacık bir kısmına tanık oldum. çıkmadan girişinde fotoğraf çektim bol bol. anahtarlığını aldım. hala yanımda gezdiriyorum 40. yıl dönümü özel anahtarlığını. bir de ufak bir edith piaf kitabı aldım. kitaplarım ve dvd'nin yanına koydum. an geliyor elime alıp birkaç satır fransızca okuyorum. kapatıp albümü açıyorum. yetmiyor. youtube'dan konser videolarını izliyorum. hani filmdeki gibi, non, je ne regrette rien şarkısını duyunca hayat bulan edith'i görüyorum. ayağa kalkıp alkışlamak geliyor içimden. gülümsüyorum. onları düşünüyorum. dieux reunit ce qui s'aime, n'est-ce pas?

[Eulogy.]

bugün bambaşka bir insandan bahsetmek istiyorum. ama yazıya nasıl başlayacağımı bulmak bile saatlerimi aldı inanır mısınız? hala ilk kelimeyi bulamadığım için, onun ismiyle başlamanın en uygun olacağını düşündüm.

Whitney...

eski zamanlara dair şöyle bir görüntü oluşuyor gözlerimin önünde. yüzü boyalı bir yerli ateşin etrafında elinde içi kum dolu aletleri sallayarak ağıtlar yakıyor, şarkılar söylüyor ve ateş büyüyüp küçülerek onun bu eşsiz seremonisine selam duruyor. öyle bir şaman ki bu adam, müziğiyle büyüsünü yayıp, herkesin bakışlarını esir alıyor, ta ki gece bitinceye kadar. eğer eski zamanlardan günümüze kültürün, sihrin, ruhun miras kaldığına inanıyorsanız beni biraz olsun anlarsınız. o ruhani sesle gelen sihrin mirasçısıydı bence whitney. insanın ruhuna dokunan, esir alan, hem ağlatan, hemen ardından kahkahalar attıran o sesin en güzel örneğiydi kendisi. yıllar önce ilk albümüm vuelve albümüyle titanic soundtrack'iydi. ama ben eve gelir gelmez müzik dinlemeye başlayınca, ailem müziğe olan ilgimi anlayıp bana çok istediğim birkaç kasedi almaya başladı. celine dion, vh1 divas live filan derken, ben dayımdan mariah carey, kerim tekin, eric clapton alırken buluverdim kendimi. derken bir gün çok sevgili mariah'nın albümünde when you believe şarkısını keşfettim. itiraf ediyorum ki bu keşif malesef dinleyerek değil, izleyerek oldu. bu şarkı ünlü prince of egypt filminin soundtrack'i olmuştu. ve daha o klibi izler izlemez şarkıyı ezbere aldım. ve sonra olanlar oldu ve bodyguard ile tanıştım. o film yıllarca beni en çok etkileyen film oldu the ghost'la birlikte. kaç kere izledim hatırlamıyorum, ama kısa süre içerisinde tüm albümünü biliyordum. o zamanlar şu gerçeğe inanıyordum: mariah carey ve whitney houston, yaşayan en muhteşem iki şarkıcıdır. nitekim mariah'nın sesi hala tartışmasız en iyi ses bence. whitney de yorumuyla, o kadifemsi ama nat king cole olmayan, o deli ama tina turner'a dönüşmeyen haliyle gerçekten stardı benim için. işte anlayın ki whitney'in ölüm haberini aldığımda yaşayan güzel sesin uçup gittiğini öğrendim, ne kadar üzüldüm. çocukken etta james'i tanımıyordum, aretha franklin çok bilmezdim, ella fitzgerald dinlememiştim belki ama sanıyorum ki bu kadar çok konuşulan bir sanatçı da olmamışlardır. hiç bir sanatçı hayatımın bu kadar ortasında yer edinmemiştir whitney'in başardığı kadar. doğru, celine dion hala başkadır benim için ama, hiç bir zaman i have nothing dinlerkenki kadar sarsılmamışımdır uzaklara dalıp dalıp giderken. işte o muhteşem kadını kaybetti bu dünya. çocukluğumu, ilk gençliğimi, ilk aşklarımı kaybetti dünya. sihri eksildi. aşkından gözü kör olan whitney uyuşturucu bağımlılığından kurtulamazken dahi onu severken, takdir ederken, sesini özlerken,  o adamdan kurtulduğu yıllar içerisinde, grammy'den hemen önce küvetinde ölü bulunmak hiç kimseye yakışmazdı evet, ama whitney'e hiç olmadı. o, kendisini bulan birilerinin ambulans çağırmasıyla yaşanacak arbede esnasında öldüğü anlaşılacak bir kadın değildi. o, otopsiye girip, hakkında tox raporu yazılacak biri değildi. yaşlı, mutlu, huzurlu ölmeliydi yatağında. tüm dünya, cenazesini takip etmeliydi. eski şarkıları sevinçle çalmalıydı heryerde. herkes acılarını geride bırakıp yeniden doğan kadının yaşamını kutlamalıydı. intihar mı, overdose mu dememeliydi. en son söylediği şarkı jesus loves me oldu dememeliydi. ölümünün hemen ardından rihanna da filminde oynaycak diye haber çıkmamalıydı. jackson ailesinden biriyle berabermiş diye haber düşmemeliydi hürriyet magazine. 
ama oldu. o. böyle ayrıldı dünyadan. ama ne olursa olsun, gerçekten unutulmayacak biri benim için. çocuklarıma anlatacağım, gururla albümlerini dinleyeceğim türden. yıllar geçse de. çünkü o bir diva. hayatımda tanıdığım ilk diva. whitney. houston. umarım huzurlu olduğun bir yerdesindir. 

[Somewhere Over the Rainbow.]

bazı şarkılar vardır, hangi listeye, hangi kategoriye sokacağınızı bilemezsiniz. umut veren bir şarkı mıdır o, yoksa delicesine bir hüzün mü kaplar içinizi dinleyince, karar vermek güçtür. en mutlu anınızda ıslıkla çaldığınız o şarkılar, hüzünlü zamanlarınızda gözlerinizin dolmasına sebep olur, ağlatır, kirletir sizi. ruhunuzu acıtır. sanki her ses, her harf batar kalbinize, her nefes alışınız boğar sizi. işte bu kategoriye giren en önemli şarkı somewhere over the rainbow. bu şarkı aslında the wizard of oz filminde, judy garland tarafından söylendi. sanıyorum ki sinema tarihinin en bilinen, en çok yorumlanan şarkılarından kendisi. bir korkuluk, bir robot, bir aslan ile yola çıkan judy'nin maceraları ve evine dönüş hikayesidir bu film. her karakter ayrı birşeyi arar. filmin konusuna girmek pek istemiyorum. esas anlatmak istediğim bana hissettirdikleri. mutluyken, şarkıda bahsedilen o yere varmış gibi hissediyorum kendimi. huzurlu. mutlu. aklımı kurcalayan hiç bir mesele olmaksızın, kuş sesleri, gün batımı eşliğinde uzaklara doğru bakarak söylüyorum bu şarkıyı sanki. bütün zorlukları yenmişim gibi bir zafer hissi kaplıyor içimi. emeklerimin karşılığını almışım. hayat o noktada beni tatmin etmiş anı o an. sanki öyle ki istesem ellerimi gökyüzüne uzatıp yıldızları koparıp alabileceğim. gözlerimi kapasam güneşi yüzümde hissedeceğim. hafif bir meltem eşliğinde kumsaldayım. yıllar öncesinin çardak balkonunda ailemizin kalabalığı içerisinde kahvaltı edip yumurtalı ekmek yiyormuşçasına bir mutluluk içinde yüzüyorum. tarifi imkansız, saf mutluluk.
mutsuzken, tarifsiz bir umutsuzluk veriyor bu şarkı bana öncelikle. hani bir yerlerde, kuşların varabildiği, benim an itibariyle ulaşamadığım o mutlu yere asla varamayacağımı hissediyorum. ne kadar çabalasam da, ne kadar ağlasam da boşuna olduğunu. gökkuşağının ötesinde, ninnilerde duyduğum o yerin asla  benim olamayacağını hissediyorum. sonra bu acı verici umutsuzluk içime öyle batıyor ki, güçlü olmaya çalışıyorum. dertlerin biteceği o yere ulaşmak için tekrar çalışmaya başlıyorum. ayağa kalkıyorum, ağlamayı bırakıyorum. en sonunda ise kuşlar uçabiliyorsa ben neden yapamayayim, bak dorothy başardı diyorum. en baştan dinliyorum. en baştan. defalarca. üstüste. ta ki umutsuzluğumdan kurtulup umut doluncaya kadar. ve neyseki o güç bana mutlu olma imkanını veriyor. gözlerimi kapatıp güneşli bir kumsala bırakıveriyorum kendimi. hani en sondaki piyano çalarken, sanki kalbimin sesini duyuyorum. işte...bu şarkı beni böyle yapıyor.

[4 Mart: Walking Dead; Shameless; Once Upon a Time, Desperate Housewives; Yer Gök Aşk.]

efendim hafta sonu boyu hafta içine yönelik yazdığım herşeyleri paylaşmaya başlıyorum: 
dün (pazartesi) keyfim o kadar yerindeydi ki, neler yaptığımı yazmadan edemeyeceğim cidden. öncelikle makul saatte evime vardım. bu başlı başına büyük bir mutluluk esasen. hani gocunduğumdan değil, yoruluyorum elbet ama yorulduğumdan da değil, ben evde pijamalarımla oturmayı seviyorum yahu. ev kuşuyum o bağlamda. ikinci mutluluk silsilesi ise dünün pazartesi olmasıyla geldi tabi. pazartesi zibilyon tane dizim düşüyor internete. hepsini doyasıya izledim. artık kalbimin ne kadar temiz olduğunu şöyle tahmin etmenizi istiyorum: geçen hafta ben deli divane gibi ineklemelerdeydim ya, dizilerim aradaydı, sadece bir dizi yayınlanmıştı ki zaten onu pazar gecesi izledim, bomba gibi oldu. şimdi sırayla hepsinin bende uyandırdığı delicesine hisleri yazıciim.

once upon a time: amy acker sen nesin bebişim sen nesin? bir insana peri kızı olmak bu kadar mı yakışır yarabbim? resmen gözlerimin önünde winifred burkle'ı gördüm gözlerim doldu yahu. o minnoş minnoş utangaç sakar hallerin beni yıllaaaaar öncesinin angel'ına götürdü kızım! emma caulfield'ı kör cadı olarak gördükten sonra seni de bi kötü potansiyelle bekliyordum, kkorkuyordum filan ama sen yine fred olmuşsun annem! grumpy'le olan muhabbetlerin, teknelere muhabbetin filan beni benden aldı. yalnız ben bunların aşklarının hüzünlü bitişini böyle hayal etmemiştim. hani amy'ciğim ölür mölür diye düşünmüştüm ama neyseki öyle olmadı, yoksa çok üzülürdüm yahu. diğer yorumum mary margaret'a. allahım böyle iyi bi insanın çektikleri reva mıdır yarebbiiiiim? bi türlü biraraya getirmedin şu prensle kızımızı! üstelik yorumlarda okudum, kate'in cinayeti bizim kızın üstüne kalıcak gibi. ar yu kiding miy? cidden ama yani. bunların mutlu olması lazım lan! dizi bitinceye kadar bizi öldürücek misiniz yani nedir anlamadım! iki mutluluk görsek ölür müsünüz?

neyse gelelim desperate housewives'a. öncelikle karen. hatta karen ve roy. beni öldürdünüz. ağlattınız. mahvettiniz siz. karen'ın çektiği nedir biter ayak bu dizi?! illa birini öldürcek misiniz yani sayın marc cherry eziği! zaten sürekli ara veriyorsunuz, sündürüyorsunuz, bir kere konuya sardık, karakterleri seviyoruz diye bırakamıyoruz, bu kadar üzmen şart midur? gabriel'ciğimin o hüzünlü hallerini filan beğenmedim. oldu olacak carlos'u öldürün de hepimiz çatlayalım dizi bitmeden. ayağıızı denk alın. ona göre. ikincisi lynette :) bu kadını çok seviyorum yahu. hani evi yıkılmış gördüydü de bir koşuşu vardı ya evine doğru, o sahneden beri baştacımız kendisi. hatta hastaneye düştüğünden beri. lynette'e bişiy olmasıncılardanım. kadın çocuklarını da kendine yetebilecek şekilde yetiştiriyor helal. ve nitekim tom, sana da aşığım bebeğim. allahım beni şöyle tanıyan biri çıkmadı karşıma, bir görsem basıcam nikahı. mike, sen de takdirimi kazanmadın değil. aferim hem renee'yi korudun, hem de lynette'ciğimi delirmekten kurtardın. evet şimdi susan'a geçiyorum. kadın kadın kendine gel ya!!! bu nasıl bir yamşaklıktır, bu nasıl bir yavşaklıktır, bu nasıl bir eziklik, nasıl bir burnunu sokmadır kadın! back off lan. bir de sizin çocuğunuz nerde, gabriel'inkiler nerde, maşallah tüm çocukları unuttunuz yazarlar. neyse. şimdi geliyorum bölümün cidden orgazmik anına. bree orson'ın ne kadar hastalıklı bir göt olduğunu öğrendi ey dostlar. o sahnede bayıldım galiba. hele şükür! 3 bölümdür tükettin bizi orson. ya kadını hem uzaklaştır, alkole yine başlat, onu geçtim intihar ediyordu lan senin yüzünden bu kadın! AAAAAAAAAAAAA!!! baya kızdım şu an. bir de bree'ciğimin kızlarla barıştığını göreydim iyiydi ama artık kısmet öteki haftaya. neyse, küslük olmasın da işler düzelir. yalnız en sonunda orson'ın yaptığı son hayvanlık nasıl bir olaylar döngüsü yaratıcak hiç anlamadım. hayal bile edemedim. bütün kızlar hapse girerse şak diye düşer bayılırım orası kesin. 

gelelim AMC's Walking Dead'e. bölümün son 10 dakikasına kadar yorumlarım aslında 4 cümlede özetlenebilir. bi sus siktir git dale konulu kısım ilk kısım oluyor efendim. ikinci kısımsa seni o zombi yesin, geber de kurtulalım mal mısın carl kısmı. üçüncü kısım ay tartışmayı bırakın da bi action olsun aman be kısmı. son kısım da allah belanızı versin dale'e sus dedik öldürdünüz lan peh peh peh kısmı. artık o çiftlikten çıkın allaaasen. baydık anacım böyle mıymıy. yok aile dramı, yok kızı bulalım, yok hayvan güdelim, yok kuyu açalım filan. hadi şehirlere neyin gidin de azcık korkalım, beynimiz patlasın heyecandan. bir de şu shane ve rick gerizekalılığı da fazla artık. shane sen de ortamı terk et çay demle oğlum. kıskanmalar, ben liderim demeler, anaokulu değil burası, artistlik yapmayın. ayrıca da andrea ben seni beğeniyordum, ama ne zaman o çirkinler çirkini shane'le arabada işi pişirdin, yemin ederim çirkinleştin kızım. adamdan bir çirkinlik bulaştı, kaşın gözün dağıldı be. hershel'ın suya sabuna dokunmaz halleriydi, glenn'le kızın bıdı bıdı aşkıydı derken artık hakikaten baydık. ancak 40 dakkada bir vay anasını diyoruz. artık bir an önce eski performansa dönün, ödümü patlatmaya başlayın olmaz böyle daha fazla.

tabii ki o vahşi sonu görünce üzerine shameless ilaç gibi geldi. ama lip'çiğimin bu tripleri beni öldürüyor. lütfen okuluna gidip etrafa leyla leyla bakarak eski karizmatik günlerine döner misin yavrum? plus, lip'in bir numara küçüğü, sen ve sevgilinin basılmasıyla uğraşamiycam, alakasızsını kib bye. ama sevgili emmy rossum. aman allahım her bölüm beni şaşırtıyorsun. o leydi yerini sana bıraktı ya hayretlerden hayretlere düşüyorum. şu an senin adını hatırlayamadım dizideki, ama çok sağlam bir ablasın aferim. frank, artık sana inanamıyorum. hani hep sorumsuzdun ama bu kadarı da yetti lan. ananın morfinini kendine bağladın çüş ulan çüş. joan, beni benden alıyorsun cidden bu nevrotik hallerinle sana bi yorumum yok. ama çılgınsın meaan demeden duramayacağım. kızın da bir mal ama olsun sizi seviyoruz. ah jody'miydin neydin sen ne iyi bir insan çıktın azizim? valla beklemezdim helal olsun kadına sahip çıktın yahu. tebrik ettim, takdir ettim aferim. ama o aşık olduğun kız sana olmaaaaz, bir dost tavsiyesi olarak al bunu annem. evet, shameless bu şekil gevşek bir bölümle bitiyor. haftaya bekleriz efendim.

gecenin bombası tabii ki de yer gök aşk'tı. boyun posun devrilsin yusuf. kahrı bela okuyorum sana. o kadar gıcığım ki yorum bile yapmaya tenezzül etmeyeceğim. şimdi gelelim bebişimiz havvaya. allahım o nasıl bir mutsuzluktur yarebbim? kahrolduk kahrolduk. havvanın öyle canı yandı öyle canı yandı ki kız bağıra bağıra ağladı, yine atamadı o acıyı içinden. soğuklarda dondu da ateşi sönmedi bu yavrumun. ateşlerde kavruldu da soğumadı acısı ayol. ben taaa en başında demiştim sezonun. inşallah bu şöfer çocukla evlensinler de yusuf çatlasın patlasın ölsün diye. haydi niyeti bozduk maşallah. o kadar gözyaşı, o kadar hasret, o kadar acı, hastalık, baygınlıktan sonra sen de mutlu ol inşallah havva. o çocukla siz zaten süper tanıştıydınız, o çocuk seni sultanı yapsın inşallah. bayılıp kaldıydın da gözlerine baktıydı da, hey o gözler nasıldı öyle de, amaaan. işte yeni favorimiz çocukla havva. tabi çocuğun adını biliyor hatırlıyor olaydım iyiydi ama hatırlayamadım vallahi. kısmet. haftaya hatırlarsam görürsem yazarım cicişler. 

bu haftalık dizi maratonumuzdan bu kadar. haftaya inşallah artık. hatta umarım how i met güzel olur da onun arkasına yazarım yeni bişiyler diziler hakkında. 

06 Mart 2012

[Aşk acısını nasıl öğrendim?]

aşk acısını nasıl öğrendim? oldukça derin, duygusal, sürreal bir başlık gibi görünse de aslında çok basit birşey yazmak için böyle bir soru sordum kendi kendime. dediğim gibi cevap oldukça basit: ben aşk acısını kitaplardan öğrendim. hangisini önce okudum hatırlamıyorum, ama kalbimin kırıldığı ilk kitap sanıyorum yeşil kiraz'dır. kiraz'ın çaresizliği, hataları, çocukluğu beni bunalımlara sürüklemekle birlikte, yıllar sonra aşık olduğu o yüzsüz adamı çirkin bir halde görünce içimin yağlarının erimesine sebep olmuştur. tabi burada çirkinden kasıt sadece fiziksel çirkinlik değil, yerinde saymanın verdiği çöküş olarak da adlandırılabilir. sonrasında kiraz o japon iş adamına aşık olup, yapılan arabaya kiraz'ın sembol olarak seçildiğini gördüğümde mutluluktan kitabı kapatıp göğsüme yaslayıp ayy dediğimi hatırlıyorum. bu noktada kimse kusura bakmasın ama spoiler verdim bir güzel. oh. okusaydınız kardeşim. ikinci büyük kitapsa, ki bu gerçekten büyük kalp kırıklığı yaratmıştır bende, sekizinci renk. aman allahım o yüzsüz çocuk ela'yı terk edince, hatta terk etse iyi, ela onu biriyle basınca hınk diye kalakalmamı unutamam heralde. hani million dollar baby'de swank taburenin üstüne düşünce çıt diye bir ses çıkıyor da bütün salon soluk alıp kalakalıyor ya, ben o sessiz nefessiz çığlığı ilk bu kitapta attım ey dostlar. ela, günlerce hasta halde kıvrandıktan sonra, ölümü bile göze aldıktan sonra eğer mutlu bitmeseydi o kitap, herşeye inancım sarsılacaktı neredeyse yahu. diğer bir kitap ise, sanıyorum aşk acısını ve kudretin ne demek olduğunu bana öğreten ilk kitaptır desem yalan olmaz. yeşil kiraz'da aşk acısına tanık olmuştum. ama çalıkuşu'nu okurken sanıyorum birine aşıktım, onu hayal ederek okumuştum da canım resmen yanmıştı. yıllar sonra gecenin karanlığında gelen o çarşaflı kadını okurken yine ürperdim biliyor musunuz? insan çok çok çok çok çok mutluyken allahım birşey olmasın ne olur derken ille bir sakatlık çıkar ya, işte bu kadın, bu sakatlığın vücuda bürünmüş hali benim için cidden. tamam, okuduktan sonra ben de asla evlenmezdim o hayvan kamran'la desem de, feride'nin yaptığı gibi evi terk etmek, anadolu'ya gitmek, kurtlar sofrasına oturmak, hele de cumhuriyet yıllarında, kadının esamesi okunmazken bunları yapmak...her baba yiğidin harcı değil tabi. yapardım yapamazdım demeyeceğim, ama orta okul çağlarımda ne kadar takdir ettiğimi hayal etmenizi isterim. dediğim gibi, yıllar içinde bu kitap hep karşıma çıktı benim. lisede sınavını da oldum ve tekrar bayıla bayıla okudum, üniversite yıllarıma gelince de bir kez daha bu gözle bu yaşla okuyayim diye de başlayıp soluk almadan bitirdiğim oldu. işte ben en son okuyuşumda o satır aralarında kamran'ın gözleri yeşil diye yeşile düşman, sarışın diye sarışınlar hep mi böyle diye sitem eden feride'yle bir kere daha ağladım. her lafın karşısında durabilen o güçlü kadın, anne, çocuk feride hayatımda beni en etkilemiş insan sanıyorum. tüm sıkıntılara katlanıp, herşeyi geride bıraktım derken en sonunda çöken feride. günlerce komada gibi yatan feride. munise'nin yatağına kolonya döken feride. sözünün eri feride. dedim ya, çalıkuşu benim için bir başka. yeşil kiraz ve sekizinci renk çocukluğumsa, çalıkuşu ilk gençliğim, kaybettiğim aşklarım ve gözyaşları dönemim. kudret. sabır. kısacası olgunluğum desem yalan olmaz heralde.

[Post-İncir Reçeli.]

halil sezai popüler olmadan önce incir reçeli'ni izlemiştim. gerçekten de hayatımda daha önce hiç görmediğim bir konuya sahipti bu film. metroda neler olduğunu söyleyinceye kadar, anlamadım bütün bu çileli ayrılık evresini. yalnız halil sezai'nin düşündüğü gibi bir ilişki olmadığını anladım, pek şaşırmadım o kısma (spoiler vermemek için çileli süreçler bitiyor bu noktada) filmin en hoşuma giden, hoşuma gitmek dediğim en içimi yakan sahnesi de halil'in kahvaltı ettikleri sahildeki kafeye gidip, masanın üzerindeki sigara yanığına dokunmasıydı. o sahne en içten anlatımdı benim gördüğüm. öyle olur çünkü.
hani fark edemezsin önceleri, ama sonra bir bakarsın masada bir çizik kalmış, masada kalsa o çizik yine iyi, sende iz bırakmayı başarmış. onca zaman geçtikten sonra bile bir kelimede, bir cümlede, bir şarkıda sözcükler geçer de insanın canı acır ya, o yine en kolayı. hazırlıklı olabiliyorsun bir şarkının can yakacağına. ama en kötüsü onun hayatında kendinden birşeyleri görmen. onun senin hayatına iz bıraktığı muhakkak, yoksa zaten o kadar kalbin ağrımaz. ama onun hayatına senin iz bırakmış olman...çok garip... mesela türk kahvesi hiç sevmezmiş, sen çok severmişsin, bir bakmışsın ki artık o da müdavimi olmuş yıllar sonra. (bilen bilir bu örneği benimle hiç alakası olmasın diye verdim) işte bunu gördüğün an bırak lan o kahveyi, siktir git başka bişey zıkkımlan diyesin gelir önce. sonra da iç çekerek  bak sevecekmiş işte kahveyi dersin. sonra benim sayemde mi başladı diye sorgularsın. emin olduktan sonra, her ne kadar türk kahvesi içmekten vazgeçmeyecek olsan da, her ne kadar onu çoook uzaklarda geride bırakmış olsan da, o kağıt kesiği ince sızı bir süre yanmaya devam eder bir süre daha kahve içerken. söner elbet, daha önceden neleri söndürmeyi başarmışken bunu da başaracağından şüphen yoktur. hatta başarmak için çabalamaya da gerek yoktur, yemeğin soğuması gibi, bekleyince soğur. ama pis işte. kağıt kesiği. narkozlu ameliyatlı hasta değilsin de canın yanıyor be.

[120 tane midye dolma: Yersen tabii.]

bu hafta sonu aklıma düşen fikir hiç hoşuma gitmedi. yani aslında çok güzel bir fikir de, bu kadar güzel bir fikir olması tehlikeli geldi bana. bir kova dolusu çilek gibi desen değil aslında, çünkü o kadarını yersen midene ağrılar gireceğini biliyorsun. ama kesinlikle bir tepsi dolusu midye dolma gibi. şöyle yedikçe yedirten cinsten. içten içe biliyorsun bütün tepsiyi yiyerek bitirebilirsin, zehirlenmeyeceksin (tabi burda midyeciyi tanıdığın varsayılıyor, sembol filan yok, for the sake of the example) ama 120 tane midye yersen ne olur bilemiyorsun. hakikaten doyup bi güzel uyumaya mı geçeceksin, yoksa çatlayacak noktaya gelip vicdan azabıyla mide ağrısıyla mı kavrulacaksın? bilemedim şimdi. yok, yok, aslında biliyorum da, biraz cesaret işi tabi. bir de şu var, acaba o kadar midyeyi yedikten sonra bir da ister misin, yoksa miden mi bulanır acaba? bu soru da bir garip esasen. ne saçma bir yazı oldu bu midye mevzuu. hani gören duyan okuyan da ulvi bir şeyden bahsediyorum sanacak. şööyle bol hemingway sembollü, yakıp geçen aşk romanları cinsi bir hikaye diye düşünecek. yok ayol, yaz programı bu midye. bir insan sevdiği bir grup için nereye kadar gider, ne kadar para verir meselesi esasen. bakacağız artık. lanet mi okuyacağım yoksa gevrek gevrek sırıtacak mıyım bu pişkinliğimi düşünüp.

[Ağlamak güzeldir. Mi?]

bir şarkı var -ki bu şarkıyı hala bilmeyenler için kelime bulamıyorum- ne zaman dinlesem aklıma takılır. çok da severim kendisini ama, katıldığım söylenemez. işte o şarkının verdiği ilham ve düşünce silsilesi üzerine yazılıyor bu yazı.
ağlamak güzeldir.
hayır, pek katılamayacağım bu düşünceye. insanın karşılaştığı durum karşısında duygularını ifade etmek için ağlaması bana pek güzel gelmiyor açıkçası. daha da ötesinde, duygusunu ifade edemediği içi ağlıyorsa daha garip. hani stresten ağlayanlar, içine atıp en sonunda kriz halinde ağlayanlar. yok yok, bu his kesinlikle güzel değil. gözlerin acıyor, için yanıyor, kalbin parçalanıyor, nefesin daralıyor. ağlamak güzel değil. ama devamına katılıyorum tabii. ağlamak utanılacak birşey değil asla. hani belki ofisin ortasında ağlarsanız, mülakatta ağlarsanız, yani işin özü en olmaması gereken yerde ağlarsanız utanabilirsiniz. çünkü o ortama göre yeterince profesyonel ya da sahip olmanız gereken edaya sahip değilsiniz. ama ağlamak başlı başına artık limitlerinize ulaştığınızı ve vücudunuzu sıfırlamak isteğinizi gösteriyor. ki herkesin böyle bir limiti var, o yüzden utanmaya gerek yok. benim ağlamakla ilgili görüşüm ise başka. yani sevinçten, üzüntüden, kızgınlıktan ağladığım oldu, bazen melankolik bir hava içerisinde ağlamışlığım da vardır. sebebi ne olursa olsun ağlayınca kirlendiğimi hissediyorum. eve gelince banyoya girmek, saat kaç olursa olsun takıntılı bir arınma isteği geliyor nedense. gözyaşı da bir çeşit su ya hani, gerçi tuzlu ve yakıyor ve kuruyunca yapışıyor adeta, onu suyla temizlemek istiyorum. ben galiba lisede okuduğumuz romanların etkisini yeni yeni hissediyorum. hani klasik bir suya girince arınmak istiyor demekmiş, banyo yapınca ruhu temizlenirmiş, yüzünü yıkayınca çaresizmiş, su içince bilmemneymiş tadındaki benzetmeler gibi. ağlayınca, arınmak istiyorum. sanki fiziksel olarak beni daraltan herşey üzerimden aksa o kötü histen kurtulacakmışım gibi. mutsuzlukla, çaresizlikle kirliyim de, bitsin istermişim gibi.

[Moscova Balesi Kuğu Gölü üzerine.]

günlük hayatta iyimser, gülümseyen gözlerle bakan, neşeli bir insanımdır. ama iş kurguya gelince mutsuz sonları görmekten garip bir mutluluk duyuyorum. bu mutluluk "oh iyi oldu size" şeklinde değil asla. "aman sevgilim yok bıdı bıdı, siz de ayrılın" şeklinde de değil. daha çok melankoliden keyif almak gibi sanıyorum.ferzan özpetek filmleri için söylerim mesela ben hep bunu. film çok acıklı. birileri ölmüş, yutkunamıyorsun, ağlıyorsun mesela. ama film bittiğinde mutlusun. çünkü ne olursa olsun tüm hikayenin bağlandığı, tadı damağında kalan bir filmdi o gibi. yalnız şunu söylemek isterim, benim bu mutsuz sonlardan garip bir huzur duymam şununla karıştırmamalı asla: belirsiz sonlar. belirsiz sonlardan nefret ederim. nefret. hatta büyük harfle yazılan nefret! (bir kelimenin hepsini büyük harf yazıp kriz geçirmek şimdi burada pek gerekli bir durum değil.) kızağa binip ufuğa doğru ilerledi, beyazlıkta kayboldu. şimdi. karakter öldü mü ölmedi mi? yoksa gerçekten beyaz rengi mi buldu? bana böyle şeylerle gelmeyin lütfen. bağlayın sonunu. efendim seyircinin hayal gücüne bırakıyoruz. peh. belirlli bir kesim seyircinin salondan mutsuz ayrılmasını, kitaba gıcık olarak bitirmesini engellemek için söylenen yalana, bulunan bahaneye bak sen. inanılır gibi değil cidden. bir şekilde bitir, alternatif sonlu dvd çıkar, ne bileyim, hem iyiyi hem kötüyü düşünebildiğini, kurabildiğini görelim de korktuğunu düşünmeyelim. işte son zamanlarda yine kötü sonu tercih ettiğim bir eserden örnek vermek için bu girizgahı yazdım aslında. geçenlerde kuğu gölü balesine gittim. evet sadece ve sadece black swan'ı izlediğim için gittim. bu yorumu yapmakta sakına görmüyorum, klasik baleye pek ilgi duymayan biri, birden bire bilet almaz, bir sebebi vardır mutlaka. benimki de buydu. baleden bahsetmek istemiyorum, çünkü eleştirecek düzeyde birisi değilim. ama bütün saray sahneleri bayıktı. çok üzgünüm, ama konuya hiçbir şekilde katkısı olmayan zibilyon dans silsilesinden başka birşey değildi. kısa tutsalar da aynı işlevi görürdü. ancak sanıyorum ki olabildiğince dansçı içermesi için bu kadar uzun tutuluyor. neyse. prens hiiiiç hayallerimdeki prens değildi. neyse zaten benim görmeye gittiğim o değildi. ben swan queen ve black swan'ı merak ettiğim için üşenmeyip gittim. swan queen muhteşemdi. tek kelimeyle muhteşem. kadın bir kuğu olmuş. biraz daha sahnede kalsaydı kuğuya dönüşecekti orası kesin. bacak eklemleri filan tam bir kuğu edasıydı. bir daha söylüyorum ba-yıl-dım! gelelim black swan'a. güzeldi hoştu, ama ben prensi tahrik ediyormuşçasına bir izlenim alamadım malesef. daha çok prens önüne gelen güzel kadınlara aşık oluyor edasında bir sahneydi bence. yalnız hakkını yememek lazım, prensin önünde dans ederken bir baştan çıkarma havası hissedildi. benim söylemek istediğim genel anlamda bir eleştiriydi. tabii bir de filmin sahneleri aklımda olduğu için çok büyük beklentilerim yoktu aslında. sahnede bir kuğuya dönüşümdür, aman sahne arkasında öpüşme sahnesidir gibi minnoş detaylar tabii ki olamazdı. şimdi geliyorum efendim sonuna. black swan'ın "kib bye" diyerek, sırtını dönüp gitmesi muhteşemdi. prensin yüz ifadesi epic fail listemde ilk beşi zorlardı o derece. sonra prens swan queen'e geldi tabi tıpış tıpış. sonra ne oldu? bizim queen affetti prensini, kavuştular hey hey hey.sen git elin dııııt'larına (küfür edemeyeceğim şimdi), sonra popoya tekmeyi yiyince dön gel, o da seni affetsin hemen. hah. oldu canım. neyse efendim çok aşık çok seviyor filan olduğu için hemen affetti tabi. veeee bale şöyle bitti: prens queen'e havaya kaldırdı ve mutlu son! ben: allah belanızı versin lan! oysaki filmdeki gibi demek istemiyorum ama söyleyeceğim artık affola, filmdeki gibi mutsuzluğunu kabul edip, prense, Rothbart'a (adını yanlış yazmıyorum umarım), black swan'a bakıp kendini boşluğa bıraksaydı ne kadar muazzam bir final olurdu. etkilenirdim. ya ama hemen affetmemesi gerekir dediğim gibi, ama canım bunun için ölünür mü diyemezdim. hikaye doğru şekilde kapanırdı. ağlardım. ama mutlu çıkardım baleden. olmadı malesef. ama eve gelip A Swan is Born dinleyip hemen ardından Perfection'ı açtım. gözlerimi kapatıp o sahneyi düşündüm. hayır filmden izlemedim o sahneyi, sadece gözlerimi kapattım, kayboldum müzikte. gözlerimi tekrar açtığımda yaşlar birikmişti ama mutluydum en azından.

[Post-Oscar 2012 + Meryl v. Michelle.]

Efendiiiim, uzun bir süre aradan sonra beraberiz bugün. Aklımda yazacak o kadar çok şey vardı ki not aldığım! Ama en güncel olanından bahsetmeden edemeyeceğim. Oscarlar! Tek kelime değil, 3 harf yazıciim: WTF. Bu yıl malumunuz Oscar törenini izleyemedim. Bu durumun çevrem , ailem ve beni tanıyan herkes tarafından şaşkınlıklar içerisinde karşılanması mevzuunu geçersek, ben Oscar’ın benim için en kritik anına gelmeyi bir borç bilirim. Pazartesi günü erken kalkmam  gerekince, en önce bir yatma merasimi başladı ey dostlar. Tabi ezelden beri Oscar gecesi uyumayan bünye, izleyemeyeceğini düşündükçe HİÇ uyuyamaz oldu. Artık başucumda çalan 40 dakikalık müzik listesi 3 tur döndü diyeyim size. Hani kalkıp salona geçiceeeem bi türlü, geçmiyceeem bi türlü. Neyse velhasıl yatıp uyumayı başardım. Bu başarıyı da yediye alarm kurup yedi buçukta kalkmaktansa, aman altı buçuğa kurayim, Michelle’ciğimi görürüm teskiniyle elde ettim. Alarmın ilk çalışında zıpladım yerimden. Aman allah o ne soğuktur. Sabahlık mabahlık, salon geçtim, soğuğa söylenerek televizyonu açtım ve karşımda ne göreyim! Kameranın uzak çekimiyle birlikte konuşmasını bitirmiş olan Meryl Streep. Burada kocaman bir parantez açıp (ki aslında fiilen bir parantez koymayacağım, lafın gelişi) bu kadından bahsetmek istiyorum. Kendisiyle ilk tanışmamızın anısından bahsedemiyorum tabii, çünkü bu tip bir anım yok kesin olarak. Ama kendisinin beni en etkileyen filminin Sophie’s Choice olduğunu söylemem gerek. Yiğidi öldür hakkını yeme. O filmde asker çocuklarından birini seçmesini istediğinde ben günlerce uyuyamamıştım. Daha da ilginci hala hangisini seçtiğini hatırlayamam. E o kadar düşünürseniz siz de hatırlayamazdınız bence. Neyse efendim, ondan sonra bir de out of africa’sını izledim. Dipnot: allahım Robert Redford ne kadar kötü yaşlandı öyle! Tamam, o da güzeldi, kabul ediyorum. Şu an arka plana imdb sayfasını açtım kendisinin. Pek ünlü olduğunu duymakla birlikte izleyemediğim ve izleyemediğime üzüldüğüm kramer kramere karşı var mesela. Onun da güzel olduğuna eminim tabii ki. Oyunu gelse de gitsem diye beklemelerdeyim. Şimdi gelelim diğer rollere. Saatler. Dalga mı geçiyorsunuz benimle? Yani kadın kendini oynadı orada resmen. Kusura bakmayın da Nicole kidman ve ed harris’ciğim çok iyiydi orada, meryl overrated.  Şimdi karşıma çıkan isim angels in america. Bak ben bunu da çok izlemek istedim ama hiç unutmuyorum, saat 11’de cnbce’de Pazar günleri verirlerdi bu diziyi. Tabi ben yatakhanede izleyemiyordum, o zamanlar öyle diziportmuş bilmemneymiş de yoktu, tekrarının da ucu kaçtı derken izleyemedim. Ama çok güzel olduğunu duydum kimilerinden, kimileri de pek beğenmemiş. usanmadım hala devam ediyorum yazmaya efendim. kusura bakmayın da devil wears prada nedir? şaka mısınız siz? bu filmle ilgili yorumum bu kadar, daha uzun yazamayacağım kadar gıcık oldum şu an. araya evening giriyor tabi. güzel film, heeey geçmişe gidelim herşeyleri öğrenelim şov. ama elle tutulur bişiy yok. tabi elle tutulur dediğim cidden çamur atmak için değil, hani ortada bir million dollar baby gibi dönüşüm geçirmedir, monster gibi kendinden çok farklı bir karakteri o zarafeti yansıtmadan oynamaktır yok, black swan yok, reader yok yani, bunu kastediyorum. arada lions for lambs filmi görünüyor ama valla bu çok bayık bir filmmiş dediler, yine de izlemedim yorum yapmayacağım. gelgelelim mamma mia'ya! allah aşkına bin yıllık bir müzikalde, kızını evlendirecek kadın rolüne, pierce brosnan'ın karşısına başka kadın mı yok sizlere sorarım! kala kala meryl mi kaldı yani, hani bir catherine zeta jones görmekten geçtim, yemin ederim kendimden iğrendim yahu. sonrasında doubt var. bu filmi izledim ve etkilendim. ancak etkilenmemin sebebi meryl streep değil, Phillip Seymour. ben esas böyle bir rolü ondan beklemezdim, çok çok çok şaşırmıştım. ama meryl streep dudaklarını büzüp ciddi ciddi baktığı her filmde maşallah göklere çıkarıldığı için tırsmıştım oscar moscar alır diye. son olarak geldik julia & julia'ya. bu filmi çok istememe rağmen izleyemedim, ancak çok iyiymiş. son bir ekleme, adaptation filminin sıradışı olduğunu duymuştum. ancak itiraf ediyorum, afişi ilginç değil diye izlememiştim. nicholas cage ve meryl'i aynı anda görmeye dayanamam diyerekten.(hayır romantik ilişkiyi kastetmiyorum, on-screen hoşuma gitmeyen bir ikili bu. sebebini bilmiyorum, sadece göz zevki heralde.) veeee en sonunda oscar gecesinde kapıyorum parantezi. cidden beğendiğim/beğeneceğimi düşündüğüm 5-6 tane filmi var bu kadının. bu abartma nedir yarebbim! delireceğim! 38 milyon adaylık nedir? artık bence akademi koy ver gitsin namımız yürüsün mü diyor nedir yani. lafın özü: meryl streep efsanesi diye abartmanızı engellemek amacıyla yazdım bunu, dönüyorum parantezi kapatıp oscar gecesine. efendim kalktım, televizyonu açtım ve karşımda meryl'i gördüm ya, kaynar sular başımdan aşağı döküldü. dökülmek ne kelime lav olup aktı arkadaş! o andan sonra en iyi filmi filan gözüm görmedi. zaten izleyememiştim ya, iyice koyverdim. son filmini görmedim. ama thatcher gibi soğuk, güçlü, hırslı bıdı bıdı bir kadını allah aşkına kim oynayacak başka? angelina mı oynasın? Catherine Deneuve mü? Helen Mirren mı? Goldie Hawn mı? Tabi bu kadın oynayacak, e kendisi de yaşını başını aldı, bir resmiyeti, bir soğukluğu da vardır hep suratında. oscar'ı verdiler ezikler! inanamıyorum bak hala yazdıkça. peki ne oldu? daha doğrusu bana ne oluyor da bu krizler geçiriyorum? ben açıkça söyliyim, Michelle'in ödül almasını çok istiyordum, onu accayip destekliyordum. neden? nesildaşlarına bir bakın. katie holmes zaten şaka gibi, tom'la evlendi, broadway'e çıkıyor, arada batman'de oynuyor ayılıyor bayılıyor, çocuğunun kıyafeti, yarım gülüşü derken ezikti ezik kaldı kusura bakmasın. öyle tom'un havasıyla sahnede kendine güvenle olmaz bu işler zannımca. pacey (joshua) dizi çekiyor, dizisi de iyi güzel de yani durduğu yerde bir dizi oyuncusu. dawson'dan bahsetmiyorum. evlendi gitti, artık dawson gibi bir film milm takılıyor kendisi, biliyoruz.     şimdilik kendi çevresini örnek verdim ama örnekler çoğaltılabilir o nesilden, iddialıyım. bu kızımız ne yaptı? tabii ki de ay çocuğu oldu, heath'e aşıktı, heath ölünce ayakta kalması, duruşu, zarafeti mıymıy konuşmayacağım. herşey insan için. truly buna inanıyorum. o da bir şekilde devam etmeyi başardı. ama düşünün yahu, kız oscara aday olduydu zaten, alternatif mi doğru kelime bilemiyorum ama her zaman kendi mütevazı hayatını da sürdürdü filan feşmekan. yine oyunculuğu hakkında birşey demedim farkındaysanız. şimdi en kritik noktaya geldim son filmi: Marilyn'le Bir Hafta. bu noktada önceki bir yazıma referans vermeden duramayacağım. benim gözümden marilyn. yalnız, sevilmek isteyen, hatta mutsuz, kabul edilme ihtiyacı içerisinde bir kadın o. bence tabii. işte bu son filmde ben o kadını gördüm. beraber gittiğim kişiler marilyn nasıl kadın niye böyle yapıyor diye kriz geçirdi. oysaki ben onu bildiğim için, şaşkınlık yaşamadım, hatta filmin bir çok ufak ayrıntıyı içerisinde barındırmasına bayıldım. ve michelle williams yukarı yukarı bakarken, gözlerini devirip konuşurken, rüya alemindeyken, gerçek gibi görünürken, hayali oynarken, parmak ucunda sekerken, sevgilisinden ayrılırken, bir başkasına aşık olurken ve veda etmeye geldiğinde benim hayallerimdeki marilyn'di. çünkü benim hayallerimdeki marilyn, çok konuşulan tüm özelliklerine bir açıklama getirebiliyor Marilyn Monroe efsanesinin. İşte bu yüzden esas içerlediğim nokta, muhtemelen o efsaneyi gözleriyle görmüş, gazetelerdeki fotoğraflarını belki de kesip saklamış akademi üyelerinin (ki biraz yaşlı olduklarını varsayıyorum kendilerinin, yanlış biliyorsam affola) ve Marilyn'in neslinden sonraki nesil olan akademi üyelerinin bu basit açıklamayı görememiş olması. dahası, 10 tane film ilk kez aday olduğunda Casablanca'ya ödül veren akademinin, ikinci 10 filmlik adaylar arasından Hurt Locker'ı seçmesi. Tamam, kabul ediyorum her zaman adil bir seçim olmayabiliyor oscarlar. tıpkı eurovision usulu. ama kendine bu kadar pay çıkarmayı borç bilip, düşünce özgürlüğünü bıdı bıdı savunan bir ülkenin, biraz olsun geçmişiyle yüzleşmemesi (dikkat, yüzleşememesi demiyorum, engellendiklerini düşünmüyorum, sadece yüzleşmemeyi seçti bence onlar), hala hafızalarda kazılı olan bir ikonun birebir aynısını oynayan, hayalini ve gerçek halini yaşatan bir oyuncuyu bu kadar görmezden gelmesi ve kimse kusura bakmasın ama kıçıkırık meryl streep'e ödül vermesi olmadı bu sene! büyük hüsran büyük hayal kırıklığı! üstüne bir de meryl'in "zhehehe ben aldım bu da size kapak olsun, çok da fifi" temalı konuşmasını izledim kiiii, sinirlerim zıpladı. ya kadın bir olgun ol, otur aşağı, ne bu havalar cıvalar. suck it up meryl'in içinde yarattığı patlama mıdır sebep? tıpkı marion'un ödül aldığı yılda cate blanchett'in yaptığı gibi resmen michelle senden çok sevindi. tevazu göster, kızdan örnek al biraz. ama yoook,sen bir efsanesin. evet. efsanesin maşallah bunu fark ettim. epic fail. 
Oscar izlenimlerim şimdilik bu kadar. gıcık olmaya aklıma geldikçe devam ederim artık.