06 Mart 2012

[Post-İncir Reçeli.]

halil sezai popüler olmadan önce incir reçeli'ni izlemiştim. gerçekten de hayatımda daha önce hiç görmediğim bir konuya sahipti bu film. metroda neler olduğunu söyleyinceye kadar, anlamadım bütün bu çileli ayrılık evresini. yalnız halil sezai'nin düşündüğü gibi bir ilişki olmadığını anladım, pek şaşırmadım o kısma (spoiler vermemek için çileli süreçler bitiyor bu noktada) filmin en hoşuma giden, hoşuma gitmek dediğim en içimi yakan sahnesi de halil'in kahvaltı ettikleri sahildeki kafeye gidip, masanın üzerindeki sigara yanığına dokunmasıydı. o sahne en içten anlatımdı benim gördüğüm. öyle olur çünkü.
hani fark edemezsin önceleri, ama sonra bir bakarsın masada bir çizik kalmış, masada kalsa o çizik yine iyi, sende iz bırakmayı başarmış. onca zaman geçtikten sonra bile bir kelimede, bir cümlede, bir şarkıda sözcükler geçer de insanın canı acır ya, o yine en kolayı. hazırlıklı olabiliyorsun bir şarkının can yakacağına. ama en kötüsü onun hayatında kendinden birşeyleri görmen. onun senin hayatına iz bıraktığı muhakkak, yoksa zaten o kadar kalbin ağrımaz. ama onun hayatına senin iz bırakmış olman...çok garip... mesela türk kahvesi hiç sevmezmiş, sen çok severmişsin, bir bakmışsın ki artık o da müdavimi olmuş yıllar sonra. (bilen bilir bu örneği benimle hiç alakası olmasın diye verdim) işte bunu gördüğün an bırak lan o kahveyi, siktir git başka bişey zıkkımlan diyesin gelir önce. sonra da iç çekerek  bak sevecekmiş işte kahveyi dersin. sonra benim sayemde mi başladı diye sorgularsın. emin olduktan sonra, her ne kadar türk kahvesi içmekten vazgeçmeyecek olsan da, her ne kadar onu çoook uzaklarda geride bırakmış olsan da, o kağıt kesiği ince sızı bir süre yanmaya devam eder bir süre daha kahve içerken. söner elbet, daha önceden neleri söndürmeyi başarmışken bunu da başaracağından şüphen yoktur. hatta başarmak için çabalamaya da gerek yoktur, yemeğin soğuması gibi, bekleyince soğur. ama pis işte. kağıt kesiği. narkozlu ameliyatlı hasta değilsin de canın yanıyor be.