06 Haziran 2022

[Gündüz Gürültüsü.]

verdiğim uzun aradan sonra klavyenin başına tekrar geçmeden önce uzun uzun tüm yazılarımı gözden geçirdim. çünkü yazmak, benim için biraz da kendini temize çekmek. geçmişteki ben'i izlemek bugünkü ben'in gözlerinden. farklılıkları görebilmek, tanımak, düşünüp tartmak ve çıkarımda bulunmak olmasa bile nedenini anlamaya çalışmak, nedenini hayatıma bağlayabilmek. 

işte tüm bu düşünceler içerisinde yazılarımı incelerken, bir yandan da yazmak istediğim konuları konu başlığıyla boş bir taslağa ekledim. ekledim ki, 4 yıldır zihnimin çekmecelerinde birikenler artık özgürlüğüne kavuşsun ve zihnim daha fazla taşımak zorunda olmadığı yüklerinden kurtulsun. not aldım: uyku düzeni ve erken uyanmak.

evet, yazmak istediğim ana konulardan biri kendimde gözlemlediğim erken uyanabilme yetisi. bu hissi son 2 yıl civarı yaşıyorum. sabahları alarm kuruyorum ama alarm çalmadan 15 dakika önce uyanıyorum. ya da mesela akşam vakti, saat 11.30 gibi uykum geliyor, salonda sızıyorum ve gece 2 gibi süklüm püklüm odama dönüyorum. bazen odamda uyurken, 4'te, sabah 7'de ya da enteresan bir şekilde gün doğarken uyanıyorum. yeniden yattığımda da, haftasonu 11'i görürsem uyanış saati olarak şanslıyım. genelde 9-9.30 hadi bilemedim 10 gibi uyanmış oluyorum. hey gidi bu uyku düzeni ben öğrenciyken neredeydi? sabahları sürünerek kalkıp, 30 tane alarmla bütün apartmanı uyandırdığım günlerin çilesi neden yaşanmıştı? öğrenciliğe kadar da gitmeyeyim, çalışma hayatımın başları, devamı, erken kalkış çilesiyle nasıl da ızdıraplı olmuştu sabahları. ama geceler öyle miydi? 

gece sessizliği. Kasım 2012'de yazdıklarım bu yazdıklarımın tam tersi. nasıl da mutluyum gecenin sessizliğinin tadını çıkarabiliyorum diye. şu anda da belki otursam oturuyorum gece vakti, sevdiğim bir dizi, film, hiç gözümde büyümeden izliyorum ama ah o sabahları, nasıl da erken kalkabiliyorum, asla çözemedim, anlayan beri gelsin. 

yaşlanmak mı bunun sebebi? sabah erken kalkabilmenin gururu, tam da bu yaşlarda mı yükleniyor insanın bünyesine acaba? sonraki 10 yılda, sabah erkenden kalkmaktan kötü mü bahsediliyor mesela? benim kendi ailemden duyduğum biz bu sabah 7'de uyandık sözlerine cevaben ama neden uyumuyorsunuz cümlesini ben de kendi çocuklarımdan mı duyacağım acaba?

çok garip dostlar. 10 yıl önce yazdığınızın tam tersi durumu yaşamak, üstelik tam ters hislerle. geceden vazgeçmeden, ama gündüzün gürültüsüne uyanıp, günü kaçırmamanın mutluluğunu yaşayarak hayatta devam etmek.

insan ister istemez düşünüyor, daha neler değişecek zihnimde, fikrimde? neler bekliyor beni yazılarıma geriye dönüp baktığımda gelecekte? temize mi çekiyorum, yeniden mi yazıyorum hayatımı?

tüm bu sorular belirsizce havada süzüle dursun, cevabını elbet bugün / yarın alacağım.

[Years and Years.]

bu diziyi internette takip ettiğim biri önermişti ve kadroyu görür görmez izlemeye karar vermiştim. üstelik de 6 bölüm olması, mini seri koleksiyonum için ideal bir parça olacağının çanlarını daha izlemeden çalıvermişti.

kadroda Emma Thompson ve gönüllerin şampiyonu Rory Kinnear (ah the creature... Penny Dreadful'daki o diyalogları, o dizinin müthiş finalini, Blade of Grass bölümünü asla unutamayacağım sanırım.) vardı bir kere, nasıl izlemeyeyim?

dizi gerçekten adına uygun olarak, hızlı zaman atlamaları ve geleceğe doğru uzanan karakterlerin dünü bugünü ve yarınını anlatıyor. bununla birlikte bir yandan da bir bankacılık ve mülteci krizine ev sahipliği yapıyor. zaten dizinin en vurucu yanı, bu iki eksende ilerliyor.

zamanın ilerleyişi, insanların birbirine düşmanlığı, dostluğu, aşkı ve dahi bir anda herşeyini kaybetme olgusuyla mücadele derken, soluksuz bir deneyim sunuyor size. öyle ki, bir bölüm var ki (izlediğinizde anlarsınız elbet) gerçekten nefesinizi kesiyor... o bilgiyi aldığımız o sahnede, ellerimi başımın arasına alıp, ama hayır olamaz diye çığlık attığım hal, geçen 4 yıl içerisinde izlediğim diziler arasında en önemli highlightlardan biri olmuş, artık siz düşünün.

bu dizi mülteci cephesindeki olaylarıyla birlikte, aslında bana yıllar önce izlediğim ve bizi bunalımlardan bunalımlara sokan Nefesinizi Nasıl Tutarsınız? oyununu da hazırlattı elbette ki. hani bazen zihnimizin en ücra köşesine attığımız kalbimizi kıran olaylar, onların paralelleriyle, hatta paralelilini geçtim, ufak çaplı benzerleriyle karşılaşınca o ücra köşeden çıkıp, hem benzeri hem de o karanlığın kendisiyle birlikte yeniden su yüzünde sizi boğmaya çalışır ya... işte bu dizi ve o oyun da tam o hissi yarattı bende, çok ama çok etkiledi.

kesinlikle izleyin, izlettirin. asla pişman olmayacaksınız.

[Back to Çocukluk: Go Go Power Rangers!]

Power Rangers. Hatta doğru tabiriyle Mighty Morphin' Power Rangers, çocukluğumun başrolünde olan bir diziydi desem, kesinlikle abartmamış olurum. aslında 20 dakika süren bu diziyi nasıl soluksuzca ve adeta saatler sürüyor gibi hissettiğim bir hisle nasıl da takip ederdim, yıllar önce hayranlık olgusu başlıklı yazımda yazmıştım. aslında orada biraz belirttiğim gibi, güç taşları, pembe ve siyah ranger'ın figürleri (mesela neden siyah ranger alınmıştı hala anımsayamıyorum, belki de o zamanda çok fazla seçenek yoktu ve hayranı olduğum beyaz/yeşil olmadığından siyah alınıvermişti.) çekmecemde durur, power rangers karakterlerinden oluşan kartlarım da ayrı bir kutudadır, gözüm kapalı nasıl durduklarını görebiliyorum.

geçen yazdan bu yana ise koleksiyon aşkım yeniden depreşti a dostlar. yetişkinliğe ulaşmanın, maddi gücünü eline almanın tatlı sarhoşluğundan mı desek, olabildiğince ufak tefek şeyler alıp çocukken yapamadığım, alamadığım, bulamadığım ve şeyleri az çok bir araya getirip, kendimce toplamaya başladım.

önce çocuk menüsü oyuncağı olarak verilen figürlerin (3 tane vardı elimde) eksiklerini tamamladım, sonra birkaç tane kart serisi aldım, sonra minik MMPR figürleri aldım, derken pembe ranger'ın kafası değişen figürünü edindim. sarı, mavi ve siyah da onu takip etti. halihazırda kırmızı ranger'ın eksik figürünü kovalıyorum. ve fingers crossed, onu da yakalayacağımdan eminim.

bir yerde okumuştum, akşam yemeğinde bir koca pastayı yiyebileceğini anladığın an büyümüş sayılıyorsun diyordu. o kadar doğru ki. yani alegorisel olarak, çocukluk hobilerinin peşine takılabildiğini anladığında hep büyüdüğünün farkına varıyorsun, hem de çocukluğunun elinde tuttuğun parçalarını tekrar bir araya getirip, dün gibi hatırlıyorsun o bir ömür gibi gelip, aslında 20 dakikada biten diziyi. 

such bliss, much happiness.  

[Post And Just Like That.]

bundan tam 10 yıl önce en iyi diziler arasında saydığım sex and the city... şimdi SATC'nin devamı niteliğindeki and just like that'i tabiri caizse gömmeye geldim ekran başına.

SATC'yi kaç kez izledim bilinmez, her izlediğimde ayrı keyif aldım, dizinin her bölümü bir yana, filmlerini bile kaç kez izledim bilemiyorum, gördüğümde mutlaka takılıp sonuna kadar heyecanla hiç izlememiş gibi bekledim. her bölümünde çok eğlendiğim, an gelip de göz yaşı bile akıttığım o bölümler, o bölümleri izlediğim yıllar gözümün önünde. hey gidi, yuvarlak hesap 15 yıl geçmiş.

final yapıp diziyi keyifle bitirmişsiniz, 2 tane film yapıp, bir nebze daha sündürmüşsünüz ve ona rağmen izlenmişsiniz, şimdi bir seri daha çekmenin sebebi nedir? gelin de bir anlatın biz de anlayalım. üstelik yeni AJLT'de Samantha Jones yok. aklımın almadığı bir skandal, Samantha Jones'suz SATC konseptli bir dizi çekmek epic fail'i.

Samantha Jones, para meseleleri yüzünden Carrie'ye küsecek, Londra'ya kaçarcasına yerleşecek, Carrie de arkasından "Ay sorma Miranda, Samantha da beni ATM gibi görmüş demek ki" diye laf çakacak. bak bak bak, tavırlara bak sen, çirkefliklere bak. zaten bu sahneyi 10. dakikada filan yaptılar, cinlerim tepeme çıktı, neredeyse kapatıyordum da yılların heyecanıyla takip etme içgüdüme engel olamadım.

burada ilk bölümün sonunda yaşananları dile getirmek istemiyorum. zira hem spoiler, hem de hala sindirebildiğim bir konu değil, büyük bir öfke içerisindeyim. gerek var mıydı, hala emin değilim. ama sonrası için de iki çift sözüm var, olabildiğince spoiler free yazmaya çalışacağım:

Samantha Jones'un "o" etkinliği kaçırması mümkün değildi. dizideki gibi gelmeyip de, yok efendim karta not yazmış da, bilmem ne. kusura bakmayın daaaa, 6 sezon bu diziyi izleyenlerin aklıyla dalga geçmekten başka birşey değil. Samanta öldü deseydiniz daha az bozulurdum vizyonsuz yazarlara. gerçekten, otur, sıfır!

dizinin geri kalanıyla ilgili çok fazla birşey söylemek istemiyorum. supporting kadınlara bir sözüm yok. ama öyle bir his yarattı ki dizi bende, yani başrollerin yaşlanmasının ötesinde bir konu olarak, artık konularının, telaşlarının eskidiği bir dönemde, eskiye tutunmak, o zehirli dokunuşu eskinin yarattığı muhteşem hissiyata bulaştırmak neden? asla çözemedim. dahası her ne kadar yazarlarını bölüm bölüm takip etmesem de, herhalde köklü bir değişiklik oldu hissine kapıldım. zira karakterlerin aldığı aksiyonlar, hareketleri, sözleri bana çok çalakalem yazılmış, özen gösterilmemiş, karakterin asla davranmayacağı tavırlar / söylemeyeceği sözler ona zoraki yamanmış gibi geldi. sinir oldum ama bir o kadar da üzüldüm.

gerçek SATC hayranlarını benim yaptığım hataya düşmemeleri için, bu diziyi izlememeye davet ediyorum. eş zamanlı olarak da beğenilmediği bu kadar bariz olan, IMDB puanı 5.6'ya düşen bu diziyi bir sezon daha yenileyen yetkililere de akıl fikir diliyorum. bu sebeple yazının adı post olarak konuldu, zira değil bir sezon daha, bir bölüm dahi daha devam edecek saçmalıklara takatim kalmadı a dostlar.

yazık, çok yazık.

[Post American Crime Story: Impeachment.]

geçtiğimiz yıllarda dizi olarak mutlaka bahsetmek istediğim bir dizi olmamakla beraber, yaşananlara yakından tanıklık eden yapısı sebebiyle, bir insan üzerinde kurulan yok edici baskı seviyesini gösteren bir eser olarak american crime story: impeachment'tan bahsetmemek olmaz.

dizi aslında kim kimdir, neler oluyor, bu karakterler ve davalar da neyin nesi bir edayla başlayıp, sürekli o modda devam ediyor. aklın başında takip edebilmen için de bir yandan wikipedia'yı arka fona açıp, olayları takip etmek gerekiyor. bu bakımdan, çok başarılı bir dizi olmadığını söyleyebiliriz. zira tarihi -hem de yakın tarihle ilgili- bir olaya yer verirken, insanların olay zincirini anlayabilmesi esas koşullardan biri olmalı. ancak monica ve linda arasındaki arkadaş bağı yönünden dizi çok başarılı, zira monica'nın o herşeyi dökülme arzusunu canlı yayın izliyor gibi oluyorsunuz.

bu noktada minik bir parantez açarak ryan murphy'nin adeta muse'u, Sarah Paulson'dan bahsetmemek olmaz. kendisi dizide linda'yı canlandırıyor ama canlandırmak demek ne kadar doğru bilemiyorum. zira linda'nın sarah olduğunu anlamam 2 bölüm sürdü. dahası wikipedia turlarımda ve eski videoları izlerken gördüğüm kadarıyla, gerçekten birebir o kadar uyuşmuşlar ki, ağzım açık takip ettim kendisini. 

şimdi esas bahsetmek istediğim yere geleyim: altıncı bölüm: man handled. resmen koskoca fbi ajanları, linda'nın da çirkef katkısıyla monica'yı bir alışveriş merkezinde kıstırıp, bir otel odasına götürüyorlar. avukat arayamazsın deyip saatlerde odaya kapatıyorlar. bak itiraf et yoksa 28 yıl yersin diyerek de tehdit usulü köşeye sindiriyorlar. zaten dünyanın en güçlü adamıyla yasak aşkının baskısı bir yana, bir de 25 yaşında bir kadının karşısına dikilen ve müebbetle tehdit eden fbi ajanlarını görünce sinirlerim tepeme çıktı. lanet olsun bu düzene diyerek ekranı fıydırıp attım. o sıkışmışlık, o korku, ne yapacağını bilememezlik, hayata dair hemen hiç bir konudan haberdar olmadığın bir yaş ve tecrübe noktasında bir kadına yaşatılanlara bakar mısın? haberlere düşen detaylar, savcının sorgulamasını izlerken yerin dibine geçtim. hayır, yetişkin insanların yaşadığı mahrem konular sebebiyle değil ama bir insanın tüm dünyaya en mahremini dökmek zorunda kalmasını gerektiren düzenden utandım. gerçekten dizinin eksiklikleri, güzellikleri elbette ki var. ama bana kalırsa, sadece bu bölüm için bile bu dizinin izlenmesi şart. ve tam da bu bölümdeki performansı için monica'yı canlandıran Beanie Feldstein'i ayakta alkışlamak gerek. 

belki tüm diziyi izlemeseniz bile, en azından biraz arka plan bilgisi edinip, bu bölümü izleyin a dostlar. görün, kadınların gördüğü muamele ne yazık ki yıllar geçse de nasıl da değişmiyor...

05 Haziran 2022

[Post Kulüp: Dört Mevsim'lik Kavuşma.]

sezonun en güzel dizilerinden biri tartışmasız şekilde Kulüp'tü bence. Gökçe Bahadır'ın muhteşem dokunuşu, olağanüstü bir set, ekip, konu, arka fonda akıp giden tarihin sayfalarıyla birlikte büyük bir keyifle, yüreğim sıkışarak, karakterleri takip edip, hayal ve hayıflanışlara dalarak izledim Kulüp'ü.

benim için tek olumsuz yanı, iki parça halinde yayınlanması oldu, ki şahsen böyle güzel yapımları tek solukta izleyip bitirmek, üzerine düşünmek, sindirmek, kesinlikle araya zaman girip de etkisini azalttıktan sonra aynı kapanışı yapmaya göre tercih ediliyor şahsımca.

tarihsel bilgilerim çok kısıtlı olduğu için çok fazla derinlikli eleştirmek konusunda yetersiz kalacağımı düşünüyorum. ancak sade bir izleyici gözüyle, bahse hikayeleri, bahse konu İstanbul'u ekranda görmek beni o kadar mutlu etti ki. belki de çok eksik, hatta çok daha fazlası gerekiyor belki de. yine de hiç başlamadan şöyle olsa böyle yazılsa diye düşünmektense, en azından bir yapımın gerçekleşip devamını daha da ileriye taşıyarak getirmesi heyecanı, umudu sardı beni.

Gökçe Bahadır'ın canlandırdığı Matilda'nın hikayesinin yavaş yavaş çözülmesi zaten ayrı bir sürükleyiciliğe sahipti ama Raşel'in yolculuğunda o gelmekte olan kalp ağrılarını belki de onun gençlik telaşelerinin, gönül kanatlanışının yıllar ilerisinde biri olarak (elbette ki bu konularda uzman olduğum söylenemez ama kusura bakma İsmetciğim bu kızın kalbini kıracağın belliydi) göz göre göre aleve koşmasını izlemek bambaşkaydı. 

dizi konusunda yüzde yüz bir heyecan ve takdirle kesinlikle izleyin, izlettirin diyorum efendim.

tam bu noktada bambaşka bir konuyu da açmayı bir borç bilirim bu yazıyı kapatmadan. diziyi izlerken hangi sahnede anımsayamıyorum ama bir şarkı çalmaya başladı ve çaldığı andan itibaren beni kalbimden vurdu. tabi o esnada diziyi takip etmenin heyecanıyla şarkıyı araştırma fırsatım olmadı ama hızlıca seriyi bitirince, geri dönüp durun bir dakika, bir şarkı vardı orada diyerek geri döndüm. 

beste fazıl say, seslendiren serenad bağcan, sözler ise cemal süreya'ya aitmiş bu muhteşem şarkının. adı da dört mevsim'miş.  ölümde bile, aşkla, arzuyla,  dört mevsim kavuşmanın şiiriymiş meğersem.

sözlerini de şöyle bırakıp, usulca bu yazıyı terk ederek, sizi şarkıyı da dinlemeye davet etmiş olayım:

Bahar mezarına gömsünler sizi
Bahar mezarına gömsünler sizi
Yapraklar gibi buluştunuzdu
Kokular gibi seviştinizdi
Bahar mezarına gömsünler sizi
Bahar mezarına gömsünler sizi

Yaz mezarına gömsünler sizi
Yaz mezarına gömsünler sizi
İlk kezmiş gibi buluştunuzdu
Son kezmiş gibi seviştinizdi
Yaz mezarına gömsünler sizi
Yaz mezarına gömsünler sizi

Güz mezarına gömsünler sizi
Güz mezarına gömsünler sizi
Salkımlar gibi buluştunuzdu
Ağular gibi seviştinizdi
Güz mezarına gömsünler sizi
Güz mezarına gömsünler sizi

Kış mezarına gömsünler sizi
Kış mezarına gömsünler sizi
Sokaklar gibi buluştunuzdu
Çarşılar gibi seviştinizdi
Kış mezarına gömsünler sizi
Kış mezarına gömsünler sizi

Bahar mezarına gömsünler sizi
Yaz mezarına gömsünler sizi
Güz mezarına gömsünler sizi
Kış mezarına gömsünler sizi
Lala la la la lala lala lala
La la lala la


[Uzun İnce Bir Yoldayım.]

5 Haziran 2022 günü, saat 13.00'te trt2'de Laodikya Antik Kenti açılış konseri başladı. 

saat 14.00 civarıydı belki, uzun ince bir yoldayım çaldı izmir devlet senfoni orkestrası, Dilek Türkan da o harika sesiyle, beni en çok etkileyen bu şarkıyı söyledi.

5 Haziran 2022'ye kadar bu şarkı her zaman benim için özel olmuştu evet. artık yeri bambaşka olacak. 

çünkü tam da bu gün, başımı yasladığım yerde, menzili de, hal'ımı da anladığımın farkına vardım. işte tam da o an, kulağımda duyduğum melodi, dünyanın en güzel metronomuyla bütünleşip göz kırpınca bana, dayanamadım sevinçten ağladım.

asla unutmayacağım, ruhumda süzülen binbir ufak anıdan biri daha gelip yerleşiverdi hafızama...

[Post Scenes from a Marriage.]

yazmak üzere not aldığım konuları zihnimde sıralarken şimdi fark ediyorum ki aslında ben bu yazıyı, scarlet power of grief yazımın içerisine de ekleyebilirmişim. çünkü şimdi bahsedeceğim mini seri tıpkı Sorry for your Loss gibi, tıpkı WandaVision gibi karakterlerin yaşadığı hissi tüm sadeliği ile ekrana yansıtıyor, duygunun özüyle sizi vuruyor adeta. evet, Scenes from a Marriage'dan bahsediyorum.

bu diziyi aslında Jessica Chastain için takibime almıştım ama nihayetinde Oscar Isaac de gönülleri fethetti. bu diziyi, aslında bir evliliğin biyopsisi gibi düşünebiliriz. hatta bir adım öteye götürüp, evliliğin bitişinin biyopsisi gibi yaklaşmamız da mümkün.

ilk bölüm açıldığında birbirinden çok farklı karakterleri ortak bir noktada olmaya çalışırken bulurken, bölümler ilerledikçe tahmin edeceğiniz üzere ortalık karışıyor. karakterlerin birbirinde ayrı ancak ortak bir çocuk sebebiyle bağlı ve alakalı kalışı, hüzünleri, öfkeleri, canlanan tutkuları (ya da hata yapma isteği, bilinmezden kaçmak arzusu mu demeli o duruma, kim bilir?) öyle gerçek geliyor ki, bir evin içinden insanları gözetliyormuş gibi hissediyorsunuz. sebebi bu mudur bilemiyorum ama bence yönetmen de böyle hissetmiş olmalı ki, bölüm başlarken Jessica ve Oscar'ı görüyoruz ve adım adım konumlarını alıp, karakterlerine bürünüyorlar. sanki biz o geçişi görmesek (ve elbette ki bu insanlar ünlü olmasa) inanmayacağız sanki bunun bir kurgu olduğuna, öyle gerçek.

finali hakkında karmaşık duygulara sahip olduğum bu dizi, 5 bölüm boyunca beni peşinden sürüklemeyi, yayınlandığı günü iple çekmemi sağlayarak, mini seri koleksiyonuma değer kattı. kesinlikle tavsiye ediyorum ama dikkat: insanın boğazına dizilebilecek seviyede ağır mevzular dönüyor.

şimdi diziyle ilgili konuyu kapatmışken, mini seri koleksiyonumdan da bahsedeyim. tabi bu lafın gelişi bir tabir a dostlar, ama yine de öyle uyuyor ki. 24 bölümlük diziler, 18 bölümlük diziler, aman 15 bölümlük hatta 10 bölümlük diziler bile bana biraz fazla gelmeye başladı pandemide. zaten hızlandırıp izliyorum, o konu ayrı ama sanki mevzuları toparlayıp derli toplu 6-8 bölümde yayınlayıverseler bana daha iyi geliyor gibi hissediyorum. öyle ki, biraz da kızıyorum izlerken, mesela bölüm 7'deyiz ve boş beleş geçen bir bölümün sadece son 10 dakikasında dev katkısı olan bir sahne izleyince, şart mıydı bu bölüm yani, şu konuyu bir yere dahil edebilirdiniz gibilerinden. o sebeple, kısa bölüm sayılı, hatta one shot tek sezonda şakır şakır toparlanan diziler yeni favorim. ister istemez çok izleyici talebi gelince (big little lies gibi) uzatılabiliyor olsa da (ki çok tercih etmiyorum çünkü herşeyin çözüleceği dramatik etkiyi hafifletiyorlar (ki big little lies özelinde belki toparlayıcı bir bölüm de yapılabilirdi ama ben ikinci sezonu gerçekten anlamsız buldum)) ki gerçek bir dizi tutkununun en istemeyeceği şey de bu olsa gerek. neyse efendim, işte bu bu da böyle bir anımdır. mini seri koleksiyonumdan daha anlatacağım bir kaç konu daha var, arkası yarın (iddialı oldu ama mutlaka devamı gelecek, 4 yıla kalmayacak bu sefer)

[Post This is Us.]

hazır geçen zamanda izlediğim dizilere başlamışken hemen sonraki gelsin efendim:

en son yazdığım yazılardan biri de post this is us season 2 olmuş. heyhat, geçtiğimiz günlerde this is us 6. sezonuyla birlikte final yaptı a dostlar. sonradan izlemeye başladığım ve hayranı olduğum bu dizi, harika bir son yaparak öyle bir final yaptı ki, ne yürek kaldı, ne akacak gözyaşı.

herkesin hikayesi mükemmel şekilde tamamlandı. kardeşlerin bağları, aslında final bölümünü olağan bir bölüm gibi çekip ince dokunuşlarla geleceğe umutla göz kırpan havayla jeneriğin akışı beni mahvetti.

tabi bu noktada her oyuncuyu tebrik etmek gerekir ama special thanks bölümünü tabiki de mandy moore'a adamak gerekiyor. zaten eskileri oynarken yanında milo'muz gibi bir partnerle oynamasının çok da zor olduğunu düşünmüyorum açıkçası. ama yaşlılık dönemini oynarken hali, tavrı, yürüyüşü, bir yandan da ilerleyen hastalığıyla soru işareti dolu ifadelerle bakan gözleri ve hemen ardından gelen o net ifadeleriyle muhteşem bir rebecca oldu mandy. 

özellikle küçük jack'in kaybolduğu bölümde anneanne gücünü gösterirken içimin yağları eridi. bu arada bu bölüme ekstra bir selam olsun. zira dizinin en sevdiğim çiftlerinden olan toby ve kate'in nasıl bittiğini anlatan harika bir bölüm oldu. derken nişan bölümüyle de öyle hızlı ve yerinde bir geçiş yaptılar ki, sanki herşey olması gerektiği şekilde olmuşçasına bir hisle, hiç yadırgamadan diziyi izlemeye devam ettik.

doğrusunu söylemek gerekirse madison'dan tut sophie'ye, nick'ten toby'e, tüm kardeşler ve çocuklukları, queen'imiz beth, miguel (ah miguel beni mahvettin) herkes herkes harikaydı dizide. ama oyunculuklar ve öykü bir yana, sondan bir önceki bölüm olan tren bölümünde kalbimi bıraktım a dostlar. o nasıl güzel bir fikirdi öyle? hayatın vagonlarında ilerleyiş, vagon içerisindeki anonslar, bize eşlik edenler...

yakın zamanda birini yitirmiş biri olarak, tam da yaşananları o trendeki gibi hayal etmenin gönlüme verdiği hafiflik... tarif edilemez.

william'ın vagondan vagona eşlik eden hali, rebecca'nın bekleyişi, miguel'in son hazırladığı kokteyl, tüm bunların bir kaç bölüm öncesindeki caboose'a bağlanması. yani her anıyla mı mükemmel olabilirdi bir dizi? çıtayı bu kadar yükseltmek şart mıydı gerçekten? gibi gibi sorular soruyor insan ister istemez.

geriye dönüp baktığımda this is us'ı ılık bir aile hikayesi olarak tanımlasam, acaba nasıl olur? evet, çok mutlu çok özel anların yaşandığı kadar, gerek çocukluklarda, gerek yetişkinlikte insanın kalbini tuzla buz eden buz gibi dramlarıyla, karakterlerin anne babalarının hikayelerinden çocuklarına kadar süzülen bir evrende, one perfect circle bir dizi. aslında hakkında yazmaya başlasam sayfalarca yazılabilecek, çocukluk ve yetişkinlikle kurulan paralelleri yazsam tek okuyuşta birçok insanı kendine bağlayabilecek bu dizi hakkında kendimi spoiler vermeden durduruyor ve sizi davet ediyorum.

this is us dünyasına mutlaka gelin, pişman olmayacaksınız.

04 Haziran 2022

[Scarlet Power of Grief.]

haydi hiç hızımızı kesmeden bir başka diziden bahsedelim. 

nerden başladım, nasıl duydum da bu diziyi izlemeye karar verdim gerçekten anımsayamıyorum. ama sorry for your loss'la yolum ne şekilde kesiştiyse, iyi ki kesişmiş be dostlar. 

first things first: allahım sen böyle acılardan hepimizi koru. tabii dizinin konusu gereği büyük bir kayıp ve ardından gelen yas süreci var, dizinin adı da buradan geliyor zaten. elbette ki böyle bir acıyı yaşamayanın anlayacağını düşünmüyorum. benim bir seyirci olacak naçizane düşüncem ve gözlemim, saf hüznün olduğu gibi aktarıldığına, aktarılabildiğine inandıran dizi ve oyuncu üzerine bir görüş elbette ki. 

sorry for your loss, ekranda izlediğin en etkileyici, en vurucu dizilerden sevgili okurlar. üstelik sadece konusu gereği değil ama yazımı gereği de bu durum böyle. öyle incelikler üzerinden bazı mesajları, alışkanlıkların, güneşin yatağa vuruşunun değişimindeki özlemi böylesine bir gerçeklikte aktarmak, aktarabilmek olağanüstü. üstelik dizinin platformu da facebook watch. tabii bir alıp veremediğim yok facebook watch'la ama genelde böyle çarpıcı diziler showtime, hbo, netflix vari dev platformlardan çıktığı için, bu cephede de oldukça şaşkınım ve dizi underrated kaldığı için biraz hüzünlüyüm. Elizabeth Olsen, dizide müthiş. şimdi böyle demek de belki bir garip olacak ama sanki hüzün yüzüne yakışıyor kendisinin. umarsız, ne yapacağını bilemez, çıldırmanın eşiğinde, pişman, kendine öfkeli, gidene öfkeli bakışları beni derinden etkiledi. kesinlikle izlemenizi öneririm ama hani keyifli bir gününüzde, enerjiniz yüksekken izlemek daha faydalı olabilir, zira karanlık bir dizi, şimdiden söyleyelim. ben normalde çoğu diziyi artık hızlandırarak izliyorum 1.3 tadında ama bu dizi öyle de değil. hayranlık uyandırıcı bir şekilde, herşeyin normal hızdaki akışını görmek, deneyimlemek istiyorsunuz. zira acıyı hızlıca geçirmenin bir yöntemi olamadığından, sanki diziyi hızlandırsanız, özündeki bir parçaya zarar verecek gibi hissediyorsunuz ki kesinlikle kabul edilir bir endişe.

şimdi tam da bu noktada wandavision'a geçiyorum. neden? her ikisinde de Elizabeth Olsen oynuyor. hayır, aslında sebep bu değil. sebep her iki dizide de yas tutmanın farklı ama bir yandan da aynı hislerini gözlemleme fırsatımız oluyor. tabi bu gözlemi aynı oyuncu üzerinden yapınca da, sanki o oyuncunun kendisi hakkında bir keşif yolculuğu yapıyormuş gibi bir hisse kapılıyorsunuz.

efendim wandavision marvel'ın ilk dizi projesi ve dolayısıyla tahmin edeceğiniz üzere çok büyük beklentileri de beraberinde sürüklemiş bir dizi. ben çok çizgi roman insanı değilimdir ama endgame'i ve ona doğru gelirken gerekli filmleri (hepsini izledim desem yalan olur ama gerekli dersem en azından temel yapıları izlediğime dair güzel bir refarans vermiş olurum bence) izledim. tabi vision'ın taşını alan thanos ve ardından wanda'nın korkunç çığlığı kulağımızda ama aslında hikaye devamında daha büyük, daha iddialı konulara ve başıma birşey gelmeyecekse -izlemeyen kalmamıştır ama yine de spoiler olmasın- çok daha popüler şekilde takip edilen karakterlerin sonlarına odaklanıldığı için, wanda'nın dramını çok izleyememiştik. işte bu dizide, olduğu gibi wanda'nın acısına odaklanıyoruz dostlar. üstelik wanda'nın acısına odaklandığımızı hissedemeden.

hele de çizgi roman insanı olmayan biri olarak sürekli "neler kaçırıyorum acaba" hissiyle diziyi izleyip boş gözlerle bakarken, mevzunun ne olduğu, her bölüm değişen yıl temaları altında nasıl bir sebep yattığını çözmeye çalıştığım doğrudur. bu sorunu cevabını verdikleri bölüm ise muhteşemdi. kimse kusura bakmasın şimdi yazacağım spoiler olacak -kadın o kadar acı çekiyor ki, sevdiği adamın ölmediği ve sonsuza dek mutlu yaşadıkları bir evrenin geçtiği kasabayı oluşturmuş! yani bu kadın daha ne yapsın, ölüyorum anne diye firdevs'in ayaklarına mı kapansın? vay anam neler dönmüş derken dahi yavaştan büyünün bozulduğu -hayır kasabanın büyüsü değil, wanda'nın yas sürecini reddettiği aşamadan yavaş yavaş diğer adımlara geçişini kastediyorum- anlarda, parmaklarının ucundan çıkan literal alevlerle bir kayıp olgusu daha ne kadar güzel anlatılabilirdi, bilemiyorum.

bu iki diziden günümüze geldiğimizde aslında doctor strange'in son filminde wanda var ve hikayesini izlemeyi (hatta tamamlanıyorsa, tamamlandığını görmeyi) çok istiyorum ama henüz sinemaya gitmeye cesaretim yok. dedikodulara göre film disney+'a düşecekmiş, onunla birlikte internetlere de düşer diye düşünerekten heyecanla evde izlemeyi bekliyorum. ben mevzuların devamını / sonunu öğreninceye kadar ise sizi bahsettiğim bu harika diziyi ve marvel takipçisi değilseniz bile en azından sorry for your loss'a davet etmiş olayım.

[Post Wentworth.]

geçtiğimiz yıllar içerisinde dünyada ve ülkede yaşanan birçok gelişme bir yana, her ne kadar pandemi sinema ve tiyatro salonlarındaki keyifli anlarıma bir virgül koymuş olsa da, yepyeni diziler takip etmeme engel olamadı. elbette ki ben şanslı güruh içerisindeydim, zira benim ilgi alanlarım, hobilerim, ekran başında gerçekleştirilebilecek türden olup, eve kapanmanın verdiği o virgül koyma hissi, beni sadece nispeten kısıtlı alanlardan vurdu. dizi cephem ise tam gaz ve hatta eskisinden de hızlı devam etti. çünkü normal hayat akışı içerisinde zaten bambaşka hayatlara tnaıklık etmeyi seven RDIM, anormal bir dünya düzeni içerisinde bambaşka hayatlara daha çok tutunmayacaktı da ne yapacaktı?

işte arada izlediğim ve kısa veya uzun olması hiç fark etmeksizin bende büyük bir hayranlık bırakan, üstünden yıl geçmiş olsa da mutlaka bahsetmek istediğim yapımlardan ilkiyle karşınızdayım:

wentworth.

ah sevgili dostlar, bu avustralya dizisini nereden duydun da nasıl izledin de bitirdin derseniz, tabii ki cevabım avlu. bu dizi, meğersem avlu'nun uyarlandığı dizinin ta kendisiymiş. aslında yıllar evvelinin prisoner isimli dizisinden günümüze uyarlanmış haliymiş, oradan da avlu'ya evrilmiş. 

aman ben de aksiyonlu birşey izledim sanıyorum avlu izlerken (ki aksiyonlu, ona şüphem yok türk dizileriyle karşılaştırınca) ama meğersem orijinali yıkılıyormuş da haberim yokmuş. meğersem o kudret çılgını (ki anımsarsanız 2 sezon boyunca kanırtmıştı hepimizi) wentworth'ün bir sezonluk bir hikayesiymiş, sonrasında neler neler kopmuş.

tabii ki bu noktada bea, franky, liz, boomer, vera ve halen beni içine düşürdüğü dehşetin etkisinde bırakan ferguson'dan bahsetmek gerekli. her birinin öyküsüne girsek, çıkamayız. ama şunu söylemekte fayda var: dizi, kimin top dog olacağı konusu etrafında dönüyor. top dog dediğim de bir nevi hapishanenin kraliçesi gibi düşünebiliriz. öte yandan, gelen yeni mahkumlar, korkunç gardiyanımız ferguson ve çılgınlıkları ve nihayetinde wentworth koğuşlarında birine düşmesiyle de yönetim cephesindeki olaylara tanıklık ediyoruz. 

karakterlerin başladığı ve bittiği noktalar -bence- enfes zira hepsinin gelişmesini, ilerlemesini, evrilmesini görüyoruz bu dizide. iyilik belki bir süreç ama kötülüğün bir anda gelişivermesini inceliyoruz adeta. sanırım bu diziyle ilgili en sevdiğim detaylardan biri de bu: bir an geliyor, o anda ya sola döneceksin ya sağa. döndüğün yön, kaderini çiziveriyor ve geri dönüşün olmaksızın bambaşka bir kader rotasına giriyorsun. belki hayatın kendisi böyle diyeceksiniz ama tabi arka planda bir hapishane hikayesi olması sebebiyle, bu seçimlerin sonuçlarını o kadar dramatik şekilde görüyoruz ki, hayran olmamak elde değil.

bir de mesela sessizlerin korkutucu gücü de çok vurucu bu dizide. bir yanda lou, kaz, franky var, bir yanda da ferguson, marie winter var. bir cephe gümbür gümbür, paldır küldür, çatır çatır ilerliyor hayat yolunda, diğer cephe ise sessizce, adım adım, cümle cümle düzenini kurup, sinsice sızıveriyor zirveye. 

peki ya kötü yanı yok mu bu dizinin? açıkçası kötü yan demeyelim de, pek sarmayan hikayeler oldu beni diyebilirim. mesela judy bryant hikayesi (karakter çok pişkin geldiği için hoşlanmadım sanırım, aslında ann reynolds cephesi oldukça etkileyici bir yankılanmayı anlatıyordu), ruby ve rita cephesi (kişisel hikayeleri etkileyiciydi ama hapishanenin içinde bu kadar mevzu dönerken bu iki kardeşin kaçışları, kendilerine tuzak kurulması, aman iyi polis kötü polis mevzuları o kadar sarmadı ki) ve tabii ki de marie winter'cığımın (son sezonlarda belki top dog allie olduğu için ilginin/başrolün onda olduğu gibi bir izlenim edinilebilir ama favorim marie winter'dı) hikayesinin bir nebze daha güçlenebileceğini hayal etmiştim. 

ancak herşey bir yana, eğer aksiyon dolu, her bi karakterin geçmişine dair izlenimler görmek istediğiniz, karakter gelişimini gözünüzün önünde görmekten keyif almayı hedeflediğiniz, başrollerin bile güvende olmadığı bir dizi arayışındaysanız kesinlikle wentworth izleyin, izlettirin efendim. 

dipnot: dizi avustralya'da gerçekten çok sevilen bir dizi ve birçok ödül topladı. sekizinci sezonun sonunda sona erdi ama ah o sekiz sezon nasıl da mükemmeldi. hiç bilmediğim ve takip etmediğim avustralya televizyonu da çok başarılıymış a dostlar, bunu da öğrenmiş oldum.

03 Haziran 2022

[MTV Unplugged: Mariah Carey.]

son yazımın kasvetinden içime fenalıklar gelmişken, hemen çok sevdiğim bir listeye döndüm ve hazır 2 Haziran 2022 tarihi itibariyle 30. yılını doldurmuşken, harika bir albümden bahsetmeye karar verdim, zira ben de arka fona aldım bu albümü. evet efendim, MTV unplugged serisinden Mariah Carey'den bahsediyorum.

açıkçası ben unplugged serisinde şahsen alicia keys'i, belki genel kanı itibariyle nirvana'nın aşılamayacağını düşünüyordum ama çok geç keşfettiğim bu albüm bütün önyargılarımı yıkarak yine ters köşe hissiyatıyla ders verdi adeta.

içeriğe ilişkin yorumlara başlamadan önce tekrar yazıyorum, dün itibariyle bu kayıt 30 yaşını doldurdu. sahnede dünya gözüyle görme imkanı bulduğum sevgili mariah carey'nin gerçek bir diva duruşu ve tüm konser salonuna yayılan özgüveninin yanında, ürkek bir kız çocuğu edasıyla sahneye çıkışı gerçek bir kontrast yaratıyor bu konser görüntülerinde. ama onun ürkekliği olarak mı adlandıralım, yoksa çekingenlik / sahne heyecanı mı diyelim, ilk şarkının ilk birkaç saniyesinde dağılıveriyor. zira sesiyle, yorumuyla, şarkılara kendisinden kattığı ruhla seyirciyi (seyirci görselini hiç bir zaman göremesek de en azından ilk kez ve sonrasında defalarca bu albümü dinleyen beni) sarıp sarmalıyor, kendi dünyasıyla tanıştırıyor, seyircinin kapısından içeri bir nefeste sokuluyor.

açıkçası bu albümde can't let go ve if it's over dışındaki bütün şarkıları biliyordum, defalarca dinlemiştim ama tabii unplugged versiyonları apayrı olmuş. hele de emotions zaten inanılmaz bir şarkıyken, arşa değmiş adeta. hayatımda hep gururla yineleyeceğim bir bilgi olarak, dünya gözü (ve kulağıyla) mariah'cığımı dinlemiş biri olarak, emotions unplugged'daki versiyonla birebir söylüyor mariah'cığım, ayağına taş değmesin.

ama bu albümde bir şarkı var ki (can't let go'yu da seviyorum ama nedense şimdi bahsedeceğim şarkı bana çok dokundu hiç sebepsiz), ilk duyduğum anda vuruldum. wonderful tonight gibi, unchained melody gibi, still got the blues gibi, ruhuma işleyiverdi. evet, If It's Over'dan bahsediyorum. nasıl da kaçırmışım ben bu şarkıyı? neden #1 olmamış? neden youtube'da karşıma ancak bu kadar geç çıkabildi? asla cevabını bulamadığım sorular tabi bunlar ama gerçekten de geç olsun, güç olmasın. üstelik yaklaşık 5 dakika önce şarkı listesini kontrol ederken öğrendiğim dev bir bilgi olarak, şarkıyı mariah ve gönüllerin en sevilen şarkı sözü yazarlarından carole king'in bu şarkıyı birlikte yazmış olması gerçeğine de kavuştum ki, bu şarkı ayrıca gözümde bambaşka bir mertebeye ulaştı. 

dinleyin, dinlettirin efendim. yanlış anlaşılmasın, sadece bahsettiğim son şarkıyı değil, tüm albümü dinleyin, dinlettirin. tadını çıkarın. bir efsanenin doğuşuna tanıklık edin. pişman olmayacaksınız.

[Post (?) Pandemi.]

aranağmede kısaca bahsetmişken, elbette ki bir başka yazıda pandemiye yer vermemem pek mümkün değildi. geriye dönüp baktığımda, 2 yılın göz açıp kapayıncaya kadar geçtiğini düşünsem de, aslında o 2 yılı, özellikle de başındaki o umutsuz/belirsiz/amaçsız günleri yaşarken zaman hiç de geçecek gibi gelmemişti bana.

aslında kasım ayından beri ekşisözlük üzerinden wuhan'daki virüsü endişeyle takip ediyor, ailemle ve çevremdekilerle de paylaşıyordum bakın böyle birşey söyleniyor diye. derken mart 2020 gelip çattı ve ilk vakanın ilanıyla birlikte kapandık evlere. bilinmezlik, ne yapacağını bilememezlik, teknoloji çağında ilk kez bilgiye erişememe olgusu.

herkesin ekmek yapmaya sardığı, mutfaktaki hünerlerini sergilediği, ekşi mayaların marketlerde kalmadığı dönem. houseparty'lerde eve kapanmışlığın havasını dağıtmak telaşesi. sosyal medyada tüm ülkelerden yayılan korkunç haberler, üzücü görüntüler, terk edilen yaşlılar, hastane kapılarındaki gençler.  elmaların sirkeli sulara batırıldığı, yumurtaların yıkanmadan dolaba konmadığı o karanlık dönem.

oldum olası ev kuşu olarak adlandırırdım kendimi, evde olmaktan sıkılmadım sıkılmasına ama, hayatın yarım kalmışlığı hissi beni pençesine aldı.

düşündüm:

bu kadarmış. artık pariste bir kaldırımda oturup, şarap kadehimi yudumlarken seine nehri kıyılarında gezenleri izlemek yok. foz'daki deniz fenerine yürüme imkanı yok porto'da. meydanın ortasındaki havuzun yanından geçerken havuzun içindeki bozuk paralara bakıp, tutulan dilekleri hayal etmek bitti floransa'da. beyaz örtüler serilmiş masalardan birine oturup tapas keyfi kalmadı sevilla'da. 

gittiğim oyunlar kadarmış tiyatro. izleyebildiğim filmler kadarmış sinema.

kiraz çiçeklerini fotoğraflardan görebilecekmişim ancak, fiyordların yakınında tekneler kartpostallarda kalacakmış, afrika'daki o aslan kral ağaçlarının gölgesinde zürafa silüetleri ancak belgesel kanallarında görülecekmiş. hayat buraya kadar yaşanabilmiş sayılacakmış.

o günleri aydınlatan en güzel gelişmeyi ise herhalde bir ömür unutamayacağım:

andrea bocelli, duomo'nun önce içerisinde söylemeye başladı o şarkılarını. televizyonumuza bilgisayarı bağlayıncaya kadar ilk şarkıyı kaçırdık ama sonra ağzım açık şekilde tüm konseri dinledim. dünyanın en kalabalık noktalarından birinde, tek başına, aryaları söylerken ürperdim. acaba yeniden o sokaklarda keyif süreceğimiz günler gelecek mi diye... derken kapının dışarısına çıktı ve amazing grace söylemeye başladı. tüm dünyada canlı yayını izleyen 42 milyon kişi kimbilir nasıl hissetti ama o anda ben huzurla, umutla doldum bile.

boş sokakların üzerinde gezen kameranın getirdiği görüntülere hem içlendim, hem de büyülenmiş bir şekilde hiç bir zaman boş olmayan o sokakları izledim. insanlığın kenetlendiği, aynı şeyi büyük bir arzuyla istediği, kate winslet'ın da, RDIM'ın da derdinin aynı olduğu günler yaşanırken, bunun altından insanlığın hep birlikte kalkacağını ilk o an hissettim.

aşı geldi, umut geldi. evet, benim şahsi korkularım henüz geride kalmadı ve kalabalığa, eski alışkanlıklarıma olan tavrım halen biraz soğukta kaldı ama en azından dünyanın bu kadar olmadığını, gezilecek, görülecek yerlerin bitmediğini, ayvalık'taki gün batımının ve norveç'teki gün doğumunun beni halen beklediğini yeniden derinden hissettim. 

müziğin gücü mü diyelim, bir bir biraraya gelindiğinde, toplamın birlerin toplamından çok daha fazla olmasından mütevellit ortaya çıkan o müthiş kolektif ruh mu diyelim, bilemiyorum. ama işte o zamandır benim ilk umutla doluşum. ne mutlu ki o umut, bilimle taçlandı ve yeniden -evet, belki ben henüz manen dönmeye hazır olmasam da- normale geçtik.

bu arada yazıya öyle dark bir yerden başlayıp daha dark yerlere taşıdım ki, yakaladığım umut kırıntısı ve nihayetinde tünelin ucundaki ışıkla dahi kapatırken zorlandım. bir daha hiç böyle belirsizliklerle denenmemek dileğiyle diyelim, bu da son cümle olsun madem.

[Be Still My Heart.]

büyük bir hızla klavyenin başına oturup, yıllar sonra gelen ilk 2 yazımı soluksuzca yazdım. bu yazıları yazarken, aranağmede bahsettiğim gibi, zihnimde uçuşan bütün düşünceleri hale yola koyup bir sonraki taslağı açtığımda, kendime engel olamaksızın tek bir konuya doğru uçuştu ruhum.

öyle bir konu ki, sabaha kadar anlatmak istiyorum. öyle bir konu ki, kimseler bilmesin bende kalsın diye yanıp tutuşuyor zihnim.

hani bir video var ya, rakuna şeker veriyorlar -rakunlar da meğersem yemeklerini suda yıkarmış yemeden önce- rakun da tutuyor bu şekeri suya sokuyor, bir bakıyor ki elinde avucunda hiçbir şey kalmamış. suya bakıyor, ellerine bakıyor, suya bakıyor. işte öylece bakıyorum ellerimdeki şekere. hayatım pahasına, hayat nedir ki, ruhum ve dahi kalbim pahasına---

ikilemim beni bu yazıda daha fazla ileri gitmekten alıkoydu, bir satır aralığı bıraktım. ve sevgili orhan veli'yle bir mola verdim:

"Gemiler geçer rüyalarımda,
Allı pullu gemiler, damların üzerinden;
Ben zavallı,
Ben yıllardır denize hasret,
"Bakar bakar ağlarım.""

zihnimden de böyle gemiler geçiyor, beni bambaşka günlerin anılarına götürüyor.

bir anımda çemberimde gül oya izliyorum, Mehmet'le Yurdanur konuşuyorlar gemiler hakkında. 

ötekisinde daha da geçmişte, 33 ekran televizyonumun başında ally mcbeal izlerken buluyorum kendimi. bu şarkıların albümlerini kesinlikle almalıyım diyorum ve hemen takip eden anıda, tüm albümlerini ellerimde tutarkenki mutluluğumu anımsıyorum.

düşünüyorum, kapağında ally ile vonda'nın yanyana oturduğu o albümde ruhuma dokunan şarkının kulaklarını çınlatıyorum. umutsuzluğa en kapıldığım anlarda kucakladığım o şarkının ruhuma yansıttığı o ışık hüzmesi, hayatımı aydınlatıyor şimdi. 

derken ilkokuldayım, Tuba Önal'ın sesi kulaklarımda, bir kuşun kanadında süzülüyorum göz yüzünde.

ve şimdiki zaman.

sokak lambasının kapalı perdelerden içeri süzülüp kalemiyle çizdiği o silüeti izliyorum sessizce.

denizin kollarındayım. huzurla dolan kalbimin sesini duyuyorum suyun içerisinde. güneşe göz kırpıyorum.

ve bambaşka o an: 

bir kuşun kanadından o eşsiz manzarayı izliyorum, gülümseyerek.

[Geride Kalanlar.]

first things first, yıllar sonra yazılarımın listesine geldiğimde, kaleme almak üzere unutmamak için not aldığım konuları gördüm. taslak tarihleri 30 Eylül 2018... önce onlardan bahsetmek istiyorum. daha doğrusu onlardan bahsediyor gibi yapıp, zamanın nasıl da planları savurduğuna, adeta "siz plan yaparken tanrı gülermiş" sözüne bir referans yapmak niyetim.

[Sense8: Post Finale.] diye bir taslak oluşturmuşum mesela, başlığı var, yazısı kalbim kadar boş bir sayfa. heyhat, ben bu harika dizinin keyifli sonunu yazmayı planlarken, nasıl da kopmuş ve kendi evrenimde koşturmaya kapılmışım ve geçen zaman, adıyla sanıyla başlık açtığım bu konuyu nasıl da anlamsız kılmış geriye dönüp bakarken.

Sonra yepyeni bir taslak daha açıp, bu sefer başlıksız ama yazıları yazdığım boşluğa sıralamışım:

Handmaid’s tale
Aretha
Oscar 2018
euphoria

Hey gidi, Oscar 2022 yayınlanmış, Will Smith yumruk savurmuş, Jessica Chastain Oscar heykeline kavuşmuş, West Side Story'nin Anita'sı herkese inat ortalığı yakıp geçmiş, şimdi ne mana ki Oscar 2018. geriye dönüp kazananlarına baktığımda, heyecanla Frances McDormand'ın Oscar'ı kucaklaması ve harika konuşmasından bahsetmeyi hedeflediğimi düşünüyorum ama emin de olamıyorum hani.

Aretha'yı neden not aldığımı yazmama gerek yok. o kusursuz sesi ve ruhuma dokunan şarkılarıyla bu blogda her zaman yer vermek istediğim bir kraliçe. ama mesela geçtiğimiz yıllarda Aretha'nın hayatının filmini, dizisini izledim. bir kere de aklıma gelmedi, aman ben bu konuda yazacaktım diye. ne garip, unutuyoruz. unutmak değil de, zihnimizin köşesinde öncelik çekmecelerine ayıkladığımız onca şey, nasıl da arka planda kalabiliyor, hayret doğrusu.

Handmaid's Tale için bir çok sözüm vardır eminim ki ama hey gidiii neler koptu, Kanada'ya kimler vardı, anın önemini, yıllarla kapanan bir iz olmuş tüm bu konular. 

Son olarak da euphoria. hiç izlemediğim, sonradan çılgın popüleritesi bir yana, en başlarda çok da ilgimi çekmediği için, sonraki çılgınlık trenine hiç katılmadığı düşünmediğim bu dizi, notlarıma nasıl girdi acaba? yani genelde izleyip üzerine konuşurken -ehem, yazarken- izlemediğim bir dizi nasıl da bu blogun konusu oldu, kim bilir?

ben biliyordum tabi ama eskiden. 

ne garip... mürekkebi uçup giden sinema biletleri gibi, bomboş bir sayfa kalmış zihnimde. darısı zihnimdeki diğer konulara *olmasın*...

taslağı sil. onayla.

[Aranağme 19.]

neredeyse 4 yıl geçmiş son yazımı yayınladığımdan beri. gözlerimi kapattım, açtım ki tam şu andayım gibi zamanın hızla geçişine vurgu yapan bir yorumla bu yazıyı taçlandıramayacağım çünkü gerçekten de çok uzun bir dört yıl oldu. neler yaşanmadı ki... pandemi girdi bir kere araya, hayatlarımız belirsizliğin pençesinde askıda kalakaldı. evlere kapandık, bir çözüme dair umut olmadan önce. sonraları aşının heyecanıyla, havaların güzelleşmesiyle biraz daha rahatladık da dünyaya normal gözlerle bakmaya başladık. ya da bu sözlerim en azından bu şekilde bakmaya başlayabilenler için. 

mesela ben, halen kalabalıklara girmekten çekinen, tutkum olarak nitelendirebileceğim sinema ve tiyatro salonlarından uzak duran bir garip huzursuzlukta asılı kaldım. neyse ki bu huzursuzluğu bahar ve yaz aylarında az biraz aşıp (en azından dost meclislerinde yemeklere koşarken), sonbahar kışlarda yeniden kapanmayı seçtim.  neyse efendim, çok da detaya girmeyeyim, bu yazının konusu başlıkta da yazdığım gibi aranağme. 

tekrar klavyenin başına, harflerin bir dokunuş uzağına oturdum. geri döndüm. belki de takip edenler -if at all varsa tabii- diyecek ki, hani yazmak senin için bir varoluş biçimiydi, 4 yıl yazmadın da yok olmadın, biraz abartmışsın diyebilir miyiz RDIM?

geçen hafta, yazmak üzerine, daha doğrusu hayatıma yazıların, hikayelerin nasıl girdiği üzerine bir sohbet içerisindeyken, tüm varlığımla özlemini çektiğimi hissettim bu klavyenin başında olma hissinin. evet, doğru, yazmadım. ama dün geçtiğimiz yılları temize çekercesine tüm  yazılarımı gözden geçirirken, zihnimin bir köşesinde farkında olmadan yazdığımı fark ettiğim binbir konuyla karşılaştım, kavuştum. 

bu geçtiğimiz 4 yılın olaylarından biri olan kırmızı oda dizisindeki doktorumuzun tabiriyle, "meğer ne çok şey sığdırmışım" ben zihnimin benden sakladığı ve tam da vakti gelince önüme döktüğü o yazı çekmecesine. 

derleyip toparlamaya çalışarak, belli bir akış -ya da belirsiz bir akmayış- içerisinde yayınlayacağım. ta ki zihnimdeki o çekmecenin yüklerinden ya da hadi yük demeyelim de, eserlerinden kurtulduğumu hissedinceye kadar. en azından günün geri kalan tüm saatleri boyunca.

allons-y!