27 Haziran 2012

[aranağme 2.]

Bir süredir aklımda tren garlarını yazmak. bana ilham veren o fotoğrafı gördüğümden beri aklımda hatta. yazacak çok şeyim de var aslında belki de yıllardır hafızamda yer edinmiş. ama önce tren garları neden benim için önemli onu yazmak isterdim. yazmayacağım. hani filmlerde derler ya, birine karşı öfke beslemeyin yorulursunuz diye. benimki bunun bir türevi aslında. öfke beslemiyorum. yormuyorum kendimi. yorulmayı çoook uzun süre önce bıraktım. sevmiyorum sadece. sevmenin tersi, zıt anlamlısı neyse ben tam olarak onu hissediyorum. o adının ne olduğunu bilmediğim ışık küresini yerlere vurmak istiyorum aslında. tuz buz olsun, her minik kum tanesi camı süpüreyim, yokolsun gözümün önünden. ama bir yandan da kürenin ışığını seviyorum. zayıfladı artık, sanıyorum ömrünün sonuna geldi. yine de o ışığı seviyorum. gülümseyerek bakıyorum, hani bulutlar dağılınca ne güzel bir fırtınaydı deriz ya, o usül. o küreyi parçalayıp atamıyorum.

[-Uzak-/-Yakın-/-Orada-/-Burada-?]

dün bilgisayarımı şööyle bir karıştırırken eski bir fotoğraf buldum. eski fotoğraf dediysem öyle ucu yanmış, can yakmış da saklanmış fotoğraf değil yahu, benim çektiğim eski fotoğraflardan birini gördüm. lise sondan bir önceki sınıftayken basmıştım ben onu hiç unutmuyorum. unutmamamın birkaç sebebi var. ilk sebep kullandığım teknik. o hafta hoca negatifleri üstüste koyup basabileceğimizi söyledi, ama riskliymiş, çünkü ya overexpose olurmuş ve iki fotoğraftan da karanlık dışında hiiiç birşey görünmezmiş, ya da under-expose olurmuş ve karanlık bile çıkmazmış. ama o iki fotoğrafı görünce üstüste koymadan, basmadan, tek kareye hapsetmeden yapamadım o gün. bir iki test strip aldım ve sonuç itiraf ediyorum mütevazı olamayacağım, muhteşem oldu. şimdi gelelim fotoğrafın hikayesine. fotoğrafı unutmamamın diğer sebebi daha sonraki yazılarda gelicek gibi düşünüyorum şu an, not to spoil the meaning diyerekten.

2007 yazında cuma pazarına elimde fotoğraf makinası ile gittim. üstelik sadece elimde bir makina yoktu, sırtımda kocaman çanta, içinde objektifler, binbir pimpirik yaratan bünyemin icadı olan yedek piller, filtreler ve bilimum fotoğraf eşyası. hava da öyle sıcaktı ki, gölgede çekmek istiyorsun ama gölgelerden o yüzlerdeki kırışıkları yakalaman mümkün değil. neyse efendim başladım ben muhabbete pazarcı teyze amcalarla. kimi fotoğraf çektirmek istemedi, kimi gazeteci misin deyip kötü kötü baktı, kimi koşarak geldi bizi de çek bizi de çek ama yolla diye söz kopardı benden. ama kimisi vardı ki öyle sessiz, mağrur, yorgun, güzel... sanki onlardan bir enerji beni güel bir parfüm gibi kavrayıp avcunun içine almışçasına yanlarına gittim. işte bu teyze, sıcaktan mı demeli, yorgunluktan mı bilemiyorum bir kenara oturmuş uzaklara bakarak birinin gelişini bekliyordu sanki. dünyadan habersiz, kendinden habersiz. güzelliğinden habersiz, yüzünde gördüğüm mutsuzluğunun farkında uzaklara dalmış bakıyordu.makinamı kaldırdım, gözlerinin üstüne netledim ve çektim o fotoğrafı. uzaklara bakan bir kadın zamanda dondu kaldı öylece.

ikinci fotoğrafın anısı da bambaşkadır onu da anlatmayı bir borç bilirim. akşamüstüydü o fotoğrafı çektiğimde. güneş şehri terk etmiş ama o yumuşak aydınlığı hala hüküm sürüyordu. makinalarımızı aldık, koştur koştur yıllarca önünden geçtiğim tren garına bir kere daha girdim-- girebildim. (başkaaa başka hikayeler evet) çok kalabalık kalmamıştı o saatlerde. demiryolu işçilerini çektik önce. tanıdık bankların önünden geçtim makinamı kaldırmadan. sonra karar verdim tren geçerken bööööyle kaymakta olan bir fotoğrafını çekecektim. babamla tartıştık aman enstantane kaç olsun diye, haklı çıktı evet. 21 nolu makasın yanından geçerken tren bastım deklanşöre, zaman aktı geçti, o akış elimde belge olarak kaldı adeta. artık son pozuna gelmiştim makaranın. evet, hala film kullanıyorum dijital pek sarmıyor beni konser filan gibi olaylar dışında. peron boyunca yürüdüm. insanların burada kimleri beklediğini, kimleri yolcu ettiğini, nasıl ağladığını, nasıl kucaklaştığını düşündüm. peronun sonunda döndüm ve o fotoğrafı çektim. insansız, trensiz, yapayalnız bir fotoğraftı belki dışardan bakanlara göre. ama ben o fotoğrafta neler gördüm neler gözlerimi kapatınca, anlatmak zor...

işte bu iki fotoğraf kıvrımlı koridorlardan geçip girdiğimiz karanlık odanın en arka sağ tarafındaki enlarger'da hayat buldu. ellerim titreyerek suya attım. sararır da bir daha aynı ayarı tutturamam diye çıkmadım bi süre. fixer'da dakikalarca beklettim pembe mor olmasın diye. sonra suyun içerisine bırakıp 15 dakika sonra elimde tepsiyle çıktığımda ortaya çıktı o fotoğraf. ülkenin bir ucunda bilinmeyeni bekleyen bir kadın, ülkenin diğer ucunda bomboş peronda bekleyişleri gören ben. kilometrelerce öteden hiç tanımadığın biriyle gözgöze gelmek gibi. sanki beni bekliyormuş da kavuşmuşuz gibi. anne gibi, kız gibi, dost gibi. daha önce yazmıştım aslında. göremiyorsan uzaksın, görmek isteyip gelemiyorsan daha da uzak. ama gözlerin kapalı görüyorsan, yalnızlıkta tenha sokakta kalabalığı hayal edebiliyorsan, uzanabiliyorsan öteye uzak değilsin işte. ölçü birimleri kendi ölçümlerini yapadursun... sen. oradasın. sen. burada.

21 Haziran 2012

[Ölçü birimleri ölçebiliyor mu?]

Birşeyleri ölçme biçme arzusuyla kavruluyoruz. modern insanın bu arzusunu anlıyorum anlamasına ama, çok çok garip buluyorum. ortak zaman ortak uzaklık ortak para ortak ağırlıklar oluşturmak güzel, kolay ve pratik. ama misal neden kilo değil? neden pound kilo ve bilimum ağırlık birimleri var? bu kadar mı ölçmeye meraklıyız diye düşünmeden edemiyorum. sakın şu an birisi tarihi olarak o ordan şu şurdan geliyorum demesin. biliyorum. sadece bir düşünce benimkisi.

misal incir çekirdeğini doldurmayacak kadar diyoruz, 3 adım atamayacak kadar yorgunum. omzumda tonlarca yük var. saatlerce beklettin beni. aramızda fersahlar var. 3 adım da uzak, fersahlar da. okyanuslar ötesi de uzak, İstanbul'un karşı yakası da. incir çekirdeği çok ufak, ceviz büyüklüğünde yağmur çok büyük.

oysa bence çok net bazı tanımlar, mesafeler. göremiyorsan, uzaksın. görmek istediğinde gidemiyorsan daha da uzak. tabi bu demek değil ki her gördüğüne yakınsın. ve gördüklerini özlemediğin de bir yalan. nasıl gözünün önündekini özlemeye başlayabiliyorsan, yanındakine de bir o kadar uzak olabilirsin.

şarkıdaki gibi kavuşmak bir dakika ama kavuştuğuna doymak pek mümkün olmuyor o dakika içerisinde, hasret bir ömür.

şu hayatta elbette çözemediğim şeyler var. tanımlayamadığım, üstelik daha da tanımlamayı düşünmediğim, tanımlamanın aklıma gelmediği. ama bu dağınık yazı sanıyorum şunları söylemek içindi: insan her zaman hasret duyuyor özlediklerine. kavuşsa dahi devam ediyor o ayrılıktan sonra özlemin devam edeceğine ilişkin iç sesin sızısı. bitmiyor. ama bir süre sonra onunla yaşamayı öğreniyor. gürültüye sağır oluyor, günlük hayatına devam ediyor. bazen edemiyor  belki üzülüp. bazen. pek sık olmayan bir bazen. ama o bazenler gelince--

cabin crew slides arm and cross check.

[Photo-graph: Unutmak, unutmamak, unutamamak.]

aklıma geldikten sonra yazmadan uykuya dalamayacağım bir yazı bu galiba. ilham geldi evet.

herkes fotoğrafçı bu aralar. herkesin elinde telefon, herkeste bir kamera, herkes, herşeye tanık. herkes, kayıt halinde. bu çılgın platforma önceleri biraz öfkeyle yaklaşsam da -ağzı olan konuşuyor tadında bir bakış açısıyla- sanıyorum ki artık yanıldığımı anladım. seviyorum bu hali ben. herkesin herşeye uyanık olması, "o an"ları kaydetmesi görsel şeylere benim kadar ilgi duyan biri için çok, çok güzel. yalnız şunu sormak istiyorum: fotoğraf ne demek biliyor musunuz?

photo-graph ışıkla resim yapmak demek esasen. öyle güzel bir dil ki türkçe. karşındaki somut varlığın yaşadığı zamanın, akışkan ışıkla, resmini yapıyorsun. büyüleyici değil mi? rüya gibi değil mi? belki anlattım daha önceden fotoğrafa ne zaman gönül verdiğimi. karanlık oda dersiydi, orta okuldayım. hıncahınç dolu karanlık oda, herkese bir iş düştü, bana da kartı developer'a atmak düşüverdi. fotoğrafı attım kimyasala, yavaş yavaş belirdi görüntüler. hiçliğin ortasında çokluk belirdi. işte o an bu işle uğraşmaya karar kıldım.

zamandan o anıyı koparmak nasıl bir kudrettir aklım hayalim almıyor. unutmak unutmamak olgusu ile bağlantılı aslına bu durum. neden unutmuyoruz? neden unutuyoruz? sınavda cevapları yazarken o en son unsuru unutturan ne bize? ya da ben neden kristen stewart'ın ismini hatırlıyorum sevmediğim halde? tamam, herşeyin biyolojik açıklaması nöronu sinapsı filan var. ama mantıklı açıklaması nedir? sevmek midir ölçüt? brad pitt'i o yüzden mi unutmuyoruz? adı bir milisaniye için aklıma gelmezse o yüzden mi dehşete kapılıyorum? ama o zaman neden o bella'yı hatırlıyorum? peki nefret mi bu hatırlatma mekanizmasını kuran tetik? frollo'ya gıcık olduğum için mi unutamıyorum acaba? bu tip konuları düşünüp düşünüp bir yere vardıramıyorum.o yüzden düşünme kısmını deklanşöre bırakıyorum bazen. her ne kadar uzun süredir elime almasam da makinamı, fotoğraflar bana neden hatırladığımı, neden unutmadığımı hatırlatıyor.

unutuyorum, çünkü insanım.

unutmuyorum, çünkü o anı zamandan koparıp aklıma hapsediyorum ben. sakin bir denizden bir avuç su alıp şişeye doldurup eve götürüyorum. ne kokusunu kaybediyor, ne rengini, ne dalga sesini. hiçbiri fotoğrafta kayıtlı değil ama gözlerimin gördüğü alabildiğine ışıkla aklıma kayıtlı galiba.

bir yere bağlayamayacağım bu yazıyı. işte öyle diyeyim ve bitireyim olur mu?

20 Haziran 2012

[Buzdağı tekniğiyle yazılmış bir yazı değildir. Bu.]

ne zaman hatırlamıyorum, ama geçenlerde bir konu bir konuyu açarken bir cümle geçti sohbet esnasında. it gave me chills. hayır ne olduğunu yazmayacağım, ama kendime not olarak buraya birşeyler karalamak istiyorum. hani asla acı yemem diyorsun. ASLA. sonra bir bakıyorsun ki, herşey acı. ASLA yemem. HERŞEY. ACI. ASLA. HERŞEY. işte o muhabbette şöyle bir cümle geçti aynen: aç kalmaktansa acı yiyerek yaşamayı tercih etmek zorunda kalabilir bazen insan. yoksa tercih edebilir miydi orjinali? düşündüm ben bu cümleyi. tahtaya vurdum, başımı salladım başka şeyler düşünmeye başladım sonra. ı-ıh hoşuma gitmedi. ama tıpkı filmlerde olduğu gibi -film uykumu kaçırıyorsa güzeldir bence- bu cümle de uykumu kaçırdı o gece. demek ki o sohbet de çok güzel bir sohbetmiş. self-reflection'a itip tahtaya vurdurduğuna göre.
[bu bir hemingway tarzı yazı değildir. buzdağının ucunu gösterip devamını hayal etmenizi beklemiyorum. hatta rica edicem, hayal etmeyin. kendi kendinize bir anlamlar çıkarıp vay efendim yazar burada (fahrenheit'a dönüş yapıyorum) faber diyerek faber castell'e gönderme yapmış, (catcher in the rye) vay holden caulfield aslında hold-on caulfield'in açılımıymış da bilmemne demeyin. böyle de sert yaparım evet.]

[The Borgias Season 2 Finale: Best. Ever.]

BORGIAS SEZON FİNALİ MUHTEŞEMDİ LAAAAAN!!! ÖEAAAAAĞĞHĞHH! sanıyorum ki şu cümleleri ardarda haykırsam, sesimi kıssam ne kadar haz aldığımı anlatmam mümkün değil yahu. nıhahahahhahahhahhaha. çok güzeldi!!!!!! ov yesssss! evet, aranağme olarak bir süre daha zevk çığlıkları atmaya devam ediciim. yani zaten bölüme başlarken kana vahşete susamış haldeydik. yani geçen bölümde ezikella juan öldürüldükten sonra holy father'cığımızın bunu nasıl karşılayacağını merak etmekten ziyade, lucretia ve cesare'ciğimin tepkilerine ne tepki vereceğini çoook merak etmekteydim. nitekim şoklardan şoka girdi adam orası güzeldi. yalnız annenin bu kadar donuk olması beni tekrardan şoklardan şoklara soktu. şimdi sırayla gelelim minnoş detaylara. ay lucretia bebişim sen nesin yaa? minnoş musun yani çocuk musun nesin bacım nesin? o prens ne peki? yarebbim bir insanın yüzünden bu genö yaşında böyle mi nur akar! seni kucağıma alıp yanaklarını sıkmak istiyorum yemin ederim. tabi ilerleyen bölümlerde sende çılgın potansiyeller görürsek bu fikirden cayabiliriz. ama şimdilik bu şekilde. aaa tabi o şemsiyeye de bayıldığımı söylemeden edemiyciim. çok şık bir şeydi, tam 15-16. yy suları yapımı. neyse efendim lucretia'yı mutlu mesut everdik çok şükür. tabi ben yine bi hayal kırıkları yaşadım çünkü the beklenen ilişki yine ortaya düşmedi. ne zaman lucretia ve cesar'yi görücez laaan? ay yok meraklısı değiliz bu the tarihin en meşhur ensest ilişkisinin. ama iki oyuncuyu da seviyoruz. ve on screen görmek istiyoruz. nokta. gelelim micheletto'ya. bebeğim sen ne vahşi çıktın? ilk kez tırstım. hani o dil koparırken nieaahhğğ ifademi bürünüp ufak bir ürperti geçirsem de o odun yığınını ateşe verirken senden cidden tırstım. aaa bir de tabi savanarola'nın adamın suratına bakıp i know your kind demesi ürpertti. hey allahım. sickness in mind, sickness in soul demek istiyorum bu peder bozuntusu için. ama dirayetli çıktı, sonuna kadar tripler attı ve cayır cayır ve hatta çığlık çığlığa yanarak öldü. ne feciydi yarebbim, gerçekten düşmanımı düşürmesin bu hallere! şimdi geliyorum the en güzel sahneye. her zaman dediğim, dost muhabbetlerinde anlattığım -zaten bir o muhabbetlerde paylaşıyorum, çünkü bu sevdiğim bir konu, ve bu şekilde bakmayı görmeyi bilemeyenlere o bakışı da anlatmak benim için özel birşey, dış kapının dış mandalına anlatmakla uğraşamam öyle değil mi?- happiness in sadness. hatta perfection in sadness. joy in sorrow. ve her ne şekilde adlandırırsak adlandıralım işte bu konsept. yani juan'ı günahım kadar sevmiyordum. ölmesine çok da sevindiydim. hatta kendisini bıçaklayıp köprüden atınca sanıyorum ki mutluluktan bayıldıydım. hatta bayıldık. bu dizi sayesinde maşallah biz diye konuşmayı adet edinmek istiyorum. ama rodrigo'nun oğlunu kucağına aldığı ve kucağında minicik bir çocuk gördüğümüz sahne ölümcül derecede acıklıydı. yani onun gözlerinden buna tanık olmak gördüğüm en genius sahneydi. o kadar güzel, o kadar acıklı. neredeyse gia filminin tagline'ı: too wild to live, too beautiful to die tadında birşeydi. hele de adamın düşünüp taşınıp, seni biz -ben demek istiyor- bu hale getirdik demesi. vah vah vaaaah, çok süperdi yahu. aa bir de sen benim gibisin, similar faces ve favor muhabbeti -ki muhabbeti tam hatırlayamadım ve o kelimeler o kadar güzeldi ki özetle bozmak istemiyorum, açın izleyin dostlar- çok harikaydı. ve the beklenen an. abi o çocuk ne cevvalmış haberim yok. güm güm içti şarapları önce bir bok olmadı. ama gözlerinden kan gelmesi filan, beklemiyordum tabii. kan kusmalar filan, whatever. yani overall bir dizi filmde kusma sahnesinin olmasını komple saçma buluyorum. görsel efekt şovunu daha başka karizmatik şeylere odaklanarak gerçekleştirebilirsiniz. neyse, yine de çocuğun kendi kanı içinde yatması güzeldi. ama bebişim cesare'yi affettim diyemeden papa'nın yığılıp kalması olmadı hacı. ve aynı zamanda çok güel oldu çünkü herşey üstüste kurulurken -yeni düğün, juan defterinin kapanması vs.- bi yerde bi ucu açık olay bırakmaları lazım öyle değil mi? açıp okumadım hala, ölüyor mu yoksa?? neyse efendim iki kelam da jeremy irons'tan bahsedeyim. o boşluğa deli deli bakıp, sessizce dururken burnunun akması, gözlerinin dolması... jeremy adamsın diyorum başka birşey demiyorum. aaa machiavelli de yorumlarıyla maşallah beni benden aldı. öyleyse, öyle. şöyleyse şöyle. hey allahım, ne kıl bir adamsın gözümde tarifi yok. neyse efendim. seneye görüşürüz diyeyim olsun bitsin. izin verirseniz bir süre daha bu bölümü düşünüp zevk almaya devam edeceğim. zira sonrasında gözüm öyle bir geçer zamanki'ye takıldı, beynim böcelendi, algım kapandı, salak oldum filan. yes. back to basics. kan barut gözyaşı. oooh.

[Muhteşem Yüzyıl: The muhteşem sezon finalinin ardından.]

efendiiiiiim, uzun bir süre sonra tekrar dizi yorumlarımla geri dönüyorum. gerçi çok uzun bir süre değil esasen takvim günlerine vurduğumuzda. ama bu kadar güzel dolu muhteşem bir bölümü anlatmamın üstünden yıllar geçti a dostlar. en son böyle bir hazzı dexter sezon finalinde -artık kimse kusura bakmasın hangi katilin öldüğünü söyleyeceğim- trinity killer'ın kalbine çötenk diye bıçağı sapladığımızda, miguel'i öldürdüğümüzde ve niptuck'ta carver'ın kim olduğunu yaptıklarını nasıl yaptığını öğrendiğim anda,  dark willow'un warren'ı paralayıp parçaladığı dakikalarda filan yaşamıştım. düşünün yani o tatmin hissiyatını. hani öyle birşey ki illyria'nın spike ve angel'a bakıp unimpressive demesi, spartacus'un crixus'un kalkanına basıp zıplayarak house of batiatus'u basması tadında bir güzellikti bu. except, kan yoktu. üstelik bu bölümü güzel yapan özelliklerden biri de kan olmadan vahşiydi be anacım. şimdi bu intro'dan sonra patlatıyorum yorumlarımı. hürrem sezon finali: the best of best moments.

valla bölümün başlarını kaçırdım, o yüzden tam yorum yapamiyciim. ama ortalarına doğru geldikçe şu hacıhoca efendinin vezir olduğunu görmek şaşırttı indeed. zaten ezik birinin böyle güçlü biri olmadığını ilk bakışta anladıydım ben şeyhim diye ortalara düşen tipi görünce. efendim devamına gelirsek, ki bu siyasi tarihi olaylar zincirinin bayıklığından bu entrika kısmına geçiş daha da önemli, üç cepheye ayırıyorum: ibo-hatice, hürroş-mahidevran ve naçizane gülfem cephesi. gülfem cephesi çok minik bir cephe oradan başliyim bence. şimdi efendim biri gülfemi öldürmeye kalktı, vay efendim mahidevranmış, vay canınaymış, kovuldun sen mahidevranmış. bu kısım beni pek ilgilendirmiyor şu an, çünkü ben bu olaylar zincirini daha ziyade hürroş cephesinde anlatıciim. benim ete kana susamış çılgın zombi köpekler gibi ağzımın sularının aktığı an şuydu: hani yahudi bir kadından borç aldı ya mahidevran, o kadın gülfeme gelip param ödenmezse kadıya gitmek zorunda kalacağım dedi ya  ofofofof. muhteşemdi o an ya! bir an için o senaryoyu hayal ettim. padişahın zevcesi parasını ödemiyor diye kadının karşısına olay gideydi the muhteşem senaryo olurdu desem yeridir! maşallah diyorum maşallah. şimdi bu kısmı bitirip ezik ibo cephesine geçeyim, zira hürroş cephesi en tatlı cepheydi, orayı böööyle yaya yaya keyifle anlatmak istiyorum. efendim beklemediğim bir şey oldu açıkçası. ressmen hatice öğrendi. önce mal gibi inanmadı, matrakçıya filan sordu amaaaa en sonunda jetonları bir düştü pir düştü hele şükür. ben en az 10580978956 bölüm kadar uzatırlar diyordum bu muhabbeti. üstelik kendisi bir de boşanmaya karar verdi ki iyice şoklardayım açıkçası. ayılıp bayılıp mıymıy halleriyle geri dönmesini bekliyorum iboya. nitekim öteki sezonun başında o şekil bir birleşme bekliyorum. sonuçta ibo hala mevut ve kanuni benim tarihten bildiğim kadarıyla böyle atraksiyonlu ihanet haberlerini öğrenmiyor. a tabi ibonun çöt diye evet o benim çocuğum demesi de şoklardan şoklara soktu. hani iyi etti gerçeği söyleyip dolandırmamakla, ama yani böyle çöt diye söyleyince benim içime bile oturdu. ay bak gıcık olduğum dakikalara geldim. ya adam yüzsüz yüzsüz senin yüzünden seni aldattım dedi lan! göt! kendine gel lan! tamam hatice de sıkıntılı çileli dönemlerden geçti ama what the fuck! sinirlendim bak şu an. devlet benim demiş de bilmemneler. ya gerçekten söz konusu ilişkiler olunca insanların bir ilişkinin içinden birkaç cümle çekip o ilişkiyi 2 cümleden çekilmez hale getirmesi sanatına bir isim konulmalı bence. cidden. tabi bunu ben yapmadım demiyorum şu an. ama böyle dışardan izleyince öyle garip, öyle hastalıklı bir durum ki resmen rahatsız olup self reflection pozisyonu aldım. neyse efendim. geliyorum hatice cephesinin vuruu cümlesine. hatice bu sözler üzerine dedi ki, ben evladımın yasını tutarken sen beni aldatıyor muydun ibrahim? oy. bu cümleyle birlikte şöööyle bir yerimizde sallandık yahu. baya damardan girmiş senaristler. düşüp bayılana böyle serum takılmaz o derece! [şimdi efendim en yakın zamanda hürroş cephesini yazacağım. bu şekilde to be continued deyip bırakacağım. hohohooh, hep gıcık olmuşumdur dizilerde böyle bitince, bir kere de ben yapiyim. hah. (devam ediyorum efendim.)] gelelim hürroş cephesine. allahım allahım böyle güzel bir zevk olamazdı. hürrem2in minnoş minnoş sırıtıp, bildiğimi yaparım şirinliğimi takınırım kimsenin de ruhu duymaz tadındaki ifadesi o kadar güzeldi ki yani kelimeler yetemez. aaa tabi itiraf edeyim, ben cidden mahidevran'ın gülfem'i öldürtme cüretini göstereceğini düşünmüştüm ama meğersem heeeerşeyleri hürrem ayarlarmışmış! dınınıınınıı! çok güzeldi vesselam çoook! mahidevran'ın bir kere daha kapana kısılmış hali gözlerimin önünden kolay kolay gitmeyecek. ben de çok zeki akıllı entrikalar çeviren bir insan değilim misal, öyle binbir böyle mi olacaktı entrikasını ancak izleyip görebilirim, anlatsalar inanmam o derece! ama en azından ortalara vay ben haremi yöneticem, vay ben dünya padişahının padişahı olucam diye düşmüyorum öyle değil mi mahidevran? geliyorum en son sahneye. an be an yazacağım. tamam, mot-a-mot yazmıyorum, ama o cümleler daha da benim aklımdan çıkmaz. hürrem, kanuni'nin odasından çıktığından dünyanın fatihiydi dostlar. tabi önce bir de o odadaki konuşmaya değinmek isterim. ay kanuni sen beni benden aldın, bir gün beni öldüreceksin be adam! mahidevranın bu işi beceremeyeceğini biliyordum ama yine de son şans verdim tadındaki konuşman neydi öyle? hani hürroşçum sana güveniyorum ama yazıktır yani buna da bir kemik atalım tadındaki davranışın tam bir padişah artistliğiydi hihohoho diye gülüyorum. yes. back to hürremin odadan çıkış sahnesi. bir kadın düşünün ki ailesinden koparılmış, bir kadın düşünün ki dilini yemeğini dinini bilmediği bir ülkeye bir geminin ambarında getiriliyor. bir kadın düşünün ki ömrü boyunca duymadığı, görmediği şeylerin eğitimini almak zorunda, o kadın, belki kendi dışındaki olaylara kurban olacak, bir kadın ki, kaderi başkasına bağlı, üstelik o başkası dediği, kadının varlığından haberdar bile değil. işte benim gördüğüm hürrem böyle bir kadın. hiçliğin ortasından dünyanın tepesine kızıp hatalar yaparak, kovularak, zehirlenerek, aşağılanarak, elleri sevdiği adamın kanına bulanarak çıkmayı başardı. dark willow'un fragmanda dediği gibi "no mortal had this much power" diyorum şu an. ve hürremin ağzından söylediklerini yazıyorum:

Ben Alexandra Lisowska 17 yaşımda, annemin, babamın, kardeşimin katledildiği evimizden zorla alınıp bir gemiye hapsedildim. Daha o yaşımda gördüm dünyayı, o yaşımda yaşadım tüm acıları. Denizin ortasında sürüklenirken her an ölmeyi istedim. [...] İntikam ateşiyle kavruldum önce. Nerden bilebilirdim ki o intikam ateşinin zamanla aşk ateşine dönüşeceğini? Ben yıllar önce, eteğini öptüklerim benim de eteğimi öpecekler diye yemin etttim. İşte bugün, haremi ben yönetiyorum. Harem ne ki, dünyayı ben yöneteceğim.


Çok, çok güzeldi yahu. Daha da bunun üstüne birşey söylenmez. Sadece fahir atakoğlu dinlenir.

15 Haziran 2012

[darkest moments in life. vol.3]

iki ay oldu. ancak elim yazmaya ancak varıyor. ancak hafızamdaki detayları harflere dökerken boğulmayacağımı hissediyorum.
19 nisan gecesiydi. titanic'e gidecektik o akşam m ile. ama annem eve dön telefonda konuşacağız deyince bir programı iptal etmenin hissiyatı ile -bu hissiyatı tanımlayamıyorum şu an ama mutsuzluk ve hayalkırıklığı ve utanca yakın birşey.- eve döndüm. aradım, herşey yolunda mı dedim, evet deyince kapattım. m ile konuştuk. o da merak etmiş herşey yolunda mı diye. yolunda dedim, bir aile meselesiymiş, çözüldü. sonra annemle tekrar konuştuk. anneannemin pek iyi olmadığını söyledi annem. nazla birbirimize bakıp ağladık bir süre. sonra yok dedim, iyi olacak. daha iyi olacak. yattık. ertesi gün erken çıkıp, evden çantamı alarak eve dönecektim. pazartesi ile birleştirip tatil yapacaktım ailemle. oysa o sabah saat 6.30'da annemin telefonuna duydum. telefonda adımı söyledi annem. yapma dedim. anneannem deme. deme... içimden söylemeye devam ettim, söyleme, deme, hayır bahsetme. yapma ne olur. otobüs ayarlayabilir misin dedi. kalktım. hemen ayarlayıp yola çıkıyoruz dedim. salona geldim, koltuğa oturdum. 5 dakika kadardı sanıyorum. hani filmlerde bir karakter vurulunca biraz daha koşmaya devam eder, sonra yaralandığını anlar. işte ben, odamdan çıkıp 5 metre yürüyüp salondaki koltuğa çöktüm. 5 dakika kadar hıçkırdım olduğum yerde. sonra saate baktım ve kardeşimin odasına gittim. o saatte ne desem bilemedim. dedemi kaybettiğimiz zamanki gibi hemen söylemek istemedim. ama ne diyeceğimi de bilemedim ki. yola çıkmalıyız dedim... anladı... çantamıza sweatshirt, pijama, çamaşır koyup çıktık. arada bilmemne turizmi aradım. bilet rezervasyonu yapmıyoruz dedi. güçlü durdum durmasına o ana kadar. ama o an, cenazeye yetismemiz lazım lütfen dedim adama. yalvarmadım ama, yalvardım. o üç cümle ile tüm enerjim akıp gitti. çantamızı aldık. taksiye bindik ve otogara doğru yola çıktık. tabii otobüs bulmadan önce yenikapıdan binmeyi düşündük. arada annem aradı, otobüs şu saatte varmış dedi. onu düşündüm. bir de bunları düşünmek zorunda olmasına üzüldüm... taksici adam bizi yetiştirdi otogara. ne olur dedim, yetişmemiz lazım... takside uçak biletlerimizi açığa aldım. konuşmak, sesimi duymak, bizim evrenimizin dışında bambaşka evrenler yaşandığına tanık olmak istemedim. ama el mahkum, yaptım. otobüse bindik, arka koltuklardan birindeydik. o hiçbirşeyi atmayan ben, istanbula dönünce en önce o iki bileti attım. yol boyu ağladım. ağladık. sürekli değildi hayır. sadece düşündükçe. aklıma minikminikminikminik onlarca anı geldikçe ağladım ağladım ağladım. açılmadım ama. canımın yanması bitmedi. sonra mola verdi otobüs, benzin almaya durduk. yakın bir arkadaşımı aradım. konuştuk 5 dakika. gerçi bulamadık ki konuşacak birşey. ofisi aradım. yoldayız, anneannemi kaybettik derken sesim titredi. kendi beynim, kendi aklım, kendi sesimi, kendi sözlerimi algılamak istemedi, anlamadı o an. kabul etmedi. sonrası müzik, sonrası yol, sonrası saate baka baka geçen bir yolculuk. mesajlar geldi telefonuma. öyle güzel, öyle anlamlı mesajlar ki. hani etrafında sevgiyi hissedersin, tıpkı sıcak havaya çıkmışsın gibi, seni sarıp sarmalar ya bir buğu. çok güzel mesajlar. bakıp da, şu hayatta yalnız değilim, birilerinin hayatına dokunmuşum ben demek ki dedirten mesajlar. önce silmek istemedim. ama sonra, o günün kaydı hiçbir yerde bulunsun istemedim. sildim. sildim. sanki silsem, silinecekti son 3 saat. bir yandan bağırmak istedim dünyaya. bugün dedemden geri kalan çocukluğumun yarısı da gitti diye. yazdım da sanıyorum. ama varolan tüm sesimi kullansam, o çığlığı istediğim kadar atamazdım, biliyorum. indik otogarda. taksiye bindik. üzüntüden yürüyecek halim yoktu. fiziksel olarak değil hayır. ama aklımla yön tayin etmek bile öyle büyüdü ki gözümde. sonra feribota bindik. parfüm satan bir adam dadandı yanımıza. satmak istedi birkaç tane. alın abla, çok ucuz dedi. gözlüklerimi çıkardım. gözlerinin içine baktım. ne olur yapma dedim, cenazeye geldik, yapma. kusura bakmayın bilmiyordum dedi, tüm samimiyetiyle bize baktı, birşey ister misiniz diye sordu. ne isteyebilirdik ki? hayır dedik, çok teşekkürler. sonra henüz arabası olanlar varmadığından, elimizde çantalar eve yürüdük. ayaklarım geri yürüdü aslında dedemlere yürürken. çünkü o evi nitelendirecek bir kişi sıfatı kalmamıştı ki hayatımda... kuaförle karşılaştık, başsağlığı diledi. sonra ağır ağır, çocukken dedem ve anneannemle dondurma almak için yürüdüğümüz yoldan yürüdük. dondurmacının önündeki sıraya baktık. iç çektim... hala çekiyorum. eve yengemlerle aynı anda vardık. onlar da adanadan yola çıkmışlardı. eve girdim. herşey yerli yerinde. saatli maarif takvimi duruyor duvarda. dedemin hırkası kapının arkasında asılı. arka odaya geçtim eşyalarımı bırakmaya. ütü bekleyen gömlekler, ilaç kutuları, tamir edilmeyi bekleyen tüm mekanik parçaları açılmış guguklu saat. daha önce böyle acı bir manzaraya tanık olmamıştım allahım. dışarı, balkona attım kendimi. mor salkımlar sarmış her yeri. her yer yabancı. her yer tanıdık. anneannemle dedemin minik çay bardaklarının arasından bardaklar seçip, onları özenle bir kenara ayırıp servis yaptık. konuştuk. gülümsedik bile an gelip. cenaze saati geldi. evde yemekler dağıtıldı. ve sonra ben bir kere daha koyu renk şalımla bir cenazeye daha katıldım. ailemin ikinci cenazesine. gittiğimizde anneannemi toprağa vermişlerdi. akşam güneşi tam mezarının üstüne düşüyordu. akşam tam da o saatlerde, güneşin vurduğu çekyata yatıp dinlenirdi anneannem. geçen yaz da yatağını oraya kurmuştuk, orada yatıp laf atardı bize. oraya geçip titreyen elleriyle fasulyeler ayıklardı. orada salataları yapardı. o koltuğa geçerken mario onlarca kez düşmüştü uçurumlardan da o bana dönüp gülümsemişti, ben de eh be anneanne demiştim. o akşam yattık, uyuduk. ertesi sabah biraz önce bahsettiğim o korkunç derecede acıklı manzarayı bir başka gözle gördük. eşyaları toplamaya başladık. dergiler, onlarca cd, bir sürü çocukluk albümümüz, çeyizler, anneannemin sakladığı kumaşlar, naftalin kokulu çekmecelerde saklanmış temizlik kokan şallar, her bir bilgisayar programının nasıl kullanılacağını anlatan minik notlar, halıların altında tüm elektronik aletleri birbirine bağlayan kablo zincirleri... iki kutu atari. biri 86 yapımı sanıyorum, diğeri ise hep kullandığımız. printer'lar, minik masa vantilatörleri. herşey halloldu elden ele. ama en çok üzüldüğümüz an ne oldu biliyor musunuz? sehpayı yerinden kaldırdık bilgisayar masasını çıkarmak için, malum artık pek mukavim durmuyordu. sehpanın altından tavla çıktı. her zamanki yerinde bekleyen tavlayı görünce herkes birbirine baktı. dayım bir kenara kaldırdı. birşey söylemedi kimse, söyleyemedi. atamadık. kaldıramadık. öylece baktık biz. bütün yıl sehpanın altında, her zamanki yerinde bekleyen, sadece yazları kullanılan tavlamız da kenara kaldırıldı. kimse -ne annem ne dayım- kıyafetleri ayırmaya cesaret edemedi. o kadarını yüreğimiz kaldırmadı. annemin gelirken getirdiği bluzlar, gömlekler getirildikleri hediye paketlerinin içinde muntazam şekilde dururken, bir de kıyafet dolabını açarsak bulacaklarımızdan korktuk. kim bilir, annemin lisedeki şalı çıkacaktı oradan, belki de çok sevdiği, anneannemin diktiği elbisesi... en son, dayımın öss sınav giriş belgeleri, annem ve dayımın tüm karneleri çıktı bir dolaptan. derin bir iç çekti annem. dosyaladık, arabaya indirdik. ve sonra o gün öğlen dayımlar yola çıktı. biz de akşama doğru istanbula doğru yola koyulduk. annemlerin yengesi, annenizin babanızın ışığını söndürmeyin dedi. annemle dayım geleceğiz mutlaka dediler. feribota yetiştik. hava bozsun diye bekledik ama nafile, müthiş güzellikte bir güneş açtı. aynı güneşi 15 dakika öncesinde yine anneannemin mezarının üstüne vurmuş gördüğümde anlamıştım, havanın bozmayacağını. trabzon fırın ekmeği aldık, köy ekmeği aldık yolda. eve geldik, ertesi gün tüm cd'leri düzelttik. dedemin izlenilecekler listesinde hungover 2'yi gördüm. ağladım. işte insan, planlı yaşadığını düşündükçe, aslında ne kadar plansız yaşıyor diye. hemen gözyaşlarımı sildim annem üzülmesin diye. şimdi ise şeftali öksüz. kesilip soyulup buzdolabına konulmadıkça eski tadı yok. vişne şurubu nasıl yapılır hiç birimiz bilmiyoruz. yemek olarak mücver söylüyorum ama onun adı kabak köftesi diyorum içimden. köfte kızartırken anneannemin kulağını çınlatırım diyorum, yaklaşıp atarsan hiçbirşey olmaz deyişi kulaklarımda. ben biraz yorgunum hadi kapatıyorum çocum demişti bana. çok öptüm seni annaniş deyip kapattım o gün telefonu. işte o günden 2 gün sonra kaybettik anneannemi. dayım, annem ellerinden tutup gözlerine bakıyordu. ah anneanne, haftaya kep atıyorum ben. keşke görseydin. keşke o gün evden çıkmadan seni arayıp bugün mezun oluyorum diyebilseydim. erken mezuniyetimin kepli fotoğraflarını getirseydim yazın. bakıp bakıp dedikodu yapsaydık. olmadı. ben uzun tatil için kepli fotoğrafımı sana yollamak için çantama koymuşken, o çantayı bırakıp, içinde simsiyah şallar olan çantayla yola çıktım, sana geldim o gün. o gün, 20 nisanda ben anneannemi kaybettim. nurlar içinde olduğunu biliyorum. hatta bunları yazarken döktüğüm gözyaşı bile sana dert olmuştur. binbir dua okundu arkandan ama ihtiyacının olmadığını da söylüyorum kendi kendime. öyle iyiydin ki sen. gittin ve arkandan bize demek ki çok sevmişler birbirlerini demek düştü. orada çok mutlu olmanızı diliyorum tüm kalbimle, herşeyden çok. annem, cenazede söylemişti, sizi çok severlerdi, şimdi sevmesinler. ben ömrümün 23 yılında sizi çok sevdim, sevmeye de devam edeceğim. çünkü hala dilim sizden geçmiş zamanda bahsetmeye varmıyor. bir süre de varmayacak galiba...

bu yazı burada bitiyor. arka fonda se pieta di me non senti var. böyle güzel, böyle hüzünlü bir şarkı. dilerim hiç kimse dinlemez...

[The Borgias Sezon Finalinden Bir Önce.]

bölüm 5 dakika önce bitti ama bu süre içerisinde yazamadım. neden? çünkü zevkten bayıldım! gerçekten bayıldım diyorum. gözlerim filan karardı o derece. holy shit! bebeğimsin cesare! ressssmen nefret kustuğum, bıçak bilediğim, silahları hazırladığım bu iğrenç karakterden kurtulduğumuz için çok mutluyum! borgias never forgive diyerekten beni benden aldınız. yani adeta cesare bir yanda micheletto bir yanda vur dedim öldürdünüz oğlum! neydi o öyle! savanarola'nın nasıl başını yediğinizi anlatmıyorum. elbet floransa'nın bu saçmalık silsilesinden kurtulacağını hissediyorduk. ama yani juan'dan bu şekil kurtarmak genius bir hareketti! bir an için öldürmeyip acıyacaksınız sandım, çatladım evet. anam ne kana susamışlık varmış bende kendime de şaşırmadım değil yani. aaa iki çift lafım da sezon finali fragmanına! allah belanızı versin neler oluyor! papa zehirleniyordu, lucretia ile cesare öpüşüyor mu? beklenen entrika olay sapkınlık zinciri bizi mi bekliyor! gerçekten çatlayacağı meraktan ulen. haydi hayırlısı. dilerim uzun bir final olur. çünkü bu ezik yapımcılar yüzünden 1 yıl bekliyoruz yeni sezonu. neyse efendim. haftaya inşallah nefes kesici bir finalden sonraki yorumlarımla görüşmek dileğiyle.

13 Haziran 2012

[aranağme 1]

bu gece eski sandıklardan yazılar çıkarıp yayınladım. çok eski bir dostla olan eski dertleşmeler, eski düşünce akışları, eski serbest çağrışımları tekrar okuyup gülümsedim hep. ne iyi ettim hem de! belki haberi yok ama bir kısmını da paylaştım bu çılgın matrikslerin. oysaki dün bir başka dostun verdiği ilhamla doctor who ve mesafeler üzerine birşeyler yazacaktım bu gece. meğer hepsini önceden söylemişim, çok sevindim. biraz daha düşünmeye devam edeceğim o yüzden. kafayı ölçü birimlerine taktım bu sefer. kilometre, dakika, okyanus, çin seddi, ışık yılı, arpa boyu, incir çekirdeği. biraz daha düşüneyim, yeniden gelecek mesafeler üzerine birşeyler. bunca yıl, bunca mesafeden sonra bunu yazmayı düşünmemiş olmam hayretler verici heyhat.

[Sandıktan çıkanlar vol. 4]

Herşey nasıl, nasıl gidiyor herşey? Düşündüm düşündüm, bu iki sorunun farklı olduğuna karar verdim.

[Sandıktan çıkanlar vol.3]

Şubat 2011.
insanın kendini karanlıkta, rutubette, hatta sanki onyıllardır çürüyormuş gibi hissettiği yerde buluvermesi beni hep düşündüren birşey aslında. çünkü bazen hakikaten öyle şeyler geliyor ki başımıza, oraya fırlatıp atıyor bizi o şeyler. bir anda, tıpkı o rüyayla gerçeklik arasındaki boşluk gibi, tırnaklarını gerçirmişsin duvara ama, kayıveriyorsun canın acıyarak, elinde değil, düşüveriyorsun. sıçrayıp uyanıyorsun tabi, ne çare, uyandığın oda eski odan değil artık. ama bazen de böyle olmuyor. kendi kendini çekiyorsun oraya. hastalık hastası insanlar gibi, bir kere ağlamaya başladı mı insan hep kendini üzen şeyleri mi düşünür yarabbim? bir kere alerji oldu mu, herşey alerjik midir insanın kalbine? aşk filmi mutlu bir günde ayyy, ne aşkmış dedirtirken, korkunç bir günde yeter artık, dayanamıyorum ben bu hayallere, yok öyle birşey işte! diye delirtir mi insanı? diyorum ya, derin derin düşünürüm o karanlık yere insanın kendini nasıl götürdüğünü. bir çözüm bulamadım tabi, ama idrak etmeye çalışa çalışa, o korkunç günde o aşk filmini izlememe aklını kendime vermeyi öğrenmeye başladım. hala çekiniyorum öğrendim, çözdüm bu işi, evreka diye bağırmaktan. çünkü batılım bu konuda, oldu diyince, sarpasarıyor yine tüm mantığım. dileğim, o karanlık yere sen kendini itmemiş ol, itme, noolur, kapat o filmi, çıkar o hikayeyi aklından. çünkü öylesi kötü, çok kötü, insanın sorunu kendisi oldu mu nasıl yanıyor canı, bu can yanmasını yazarken bile! bir olay olunca canın yanarak düşmesi daha iyi, tırnaklarımız kırılsın tutunmaya çalışırken, sesimiz kısılsın, ama kendimize çare olabilelim, korkmayalım kendimizden. o daha az yakar canımızı.

işte o tarif ettiğimiz yere doğru yol aldığımı fark edince ben de o oyunu oynarım hep! önce sözlerle tedavi olurum: iyisin iyi, amaaan ne dertler var, düşünme bunu düşünme düşünme düşün düşün düş düş düş --hayal. serbest çağırışım! bir hayal kurarım ben, sonra o kadar canım acımamaya başlar, omuzlarımı serbest bırakırım, sımsıkı gerilmiştir ben farkında olmadan. bu oyunun sonu hep akan suyun altında biter. onyüzbinmilyon tane romanda suyun temizleyici etkisi, sembolü geçer ya hep, ben çok inanırım ona. ağladıysam, o gün mutlaka banyo yapmalıyım mesela. üstümden bütün dertlerin aktığını düşünürüm, nefes almaya başlarım, hayat daha kolay gelir, canım daha az acır en sonunda. hele bir de o sahnenin içinde bir anne varsa ki oooo tadından yenmez o oyun. hep kulagımda 'Lal' çınlar. Annemin sesiyle güne uyansam diye mırıldanırken bulurum kendimi. İnsan büyüse de annesinin gözünde çocuk olan kısmı hiç vazgeçmiyor dizlere yatıp saçlarını okşatmaktan, bilmez miyim?

[sandıktan çıkanlar vol.2]

 Ocak 2011.
ingiliz hasta hayatımda en etkileyen filmlerden biri diyebilirim. en çok etkiledi desem de yeridir, ama emin olamam, ruh haline göre farklı cevaplar veriyorum evet. oradaki katherine'in mektubunu okudum bilgisayarımda. kulagımda all by myself. ilk kez celine dion'dan dinledim hiç unutmam. titanic filmine biletler dogumgünü hediyem olunca onunla ilgili herşeyi aldım, celine dion albümleri dahil. o şarkıyı hem de burcu güneşten dinledim, ilk okuldaydım çıktığında. sonra fatih erkoç geldi, when i fall in love, nat king cole'la aynı günde doğduk biliyor musun? my way'ler girdi araya Robbie Williams ilk gençlik aşkım, fly me to the moon Sinatra, ilk gönül yaramı almadan neşeyle söylerdim ben onu. Sonra yıllar yılı bazen ağlayarak, bazen aman tanrım çığlıklarıyla gözlerimi kapatarak, hatta bazen itiraf ediyorum gözlerim karararak izlediğim ER'daki Mark'ın son mektubunu okudum. sevgiyi hep taşımalı insan dedim içinde. Hala her ayrıntısını bildiğim bir Buffy bölümü geldi aklıma. Başrol Buffy kendini tımarhanede bulmuşken, düşündükçe inandı gerçekten hayal gördüğüne herşeyi. O büyünün altındaydı ama ya biz, korkmadık mı acaba aman tanrım 6 yıldır boşa mı izliyoruz diye? insan geçmişini düşünüyor, özlüyor. geleceği hayal ediyor. gününü yaşıyor. ama hiç o anlamları kaydıramıyor dedim kendi kendime. geçmişini hayal eden var mı tanıdık? hiç lise yıllarında olduğun bir zaman dilimini hayal ettin mi üniversitedeyken? hayal kurmak kötü mü, olamayacakken? geleceğini özledin mi mesela? en yorulduğun, boğulduğun anda tatil olsun demek mi geleceği özlemek? gününü öldürmek ne peki? boş boş oturmak mı? yoksa canını dişine takıp çalışmak mı nefes al(a)madan? Böyle düşündükçe başka yerlere gitti aklım. Mesela bu akşam bir dizi izledim, başrol öldü. Daha neler dedim, başrol ölür mü, toplanmaz bu dizi, oooo, bir sürü dram şimdi, kesin on yıl sonra diye başlar. düzen kırıldı, diyorlar ya, sistemde bir kayma oldu, kilitlendim kaldım, şoka girmek dedikleri böyle birşey herhalde.

işte böyle düşündüm düşündüm nereye vardım? klavye bana şunları yazdırdı. belki de şiirsel birşey diye, el akıl hafıza alışkanlığı. ama ben tesadüften fazla olduğuna inanıyorum. hayat minikminikminikminikminik detaylar bütünü, hepsi öyle bir şekilde bir araya geliyor ki, şu anı oluşturuyor. ama bu an, işte tam bu an, aslında şimdiki zaman değil, onu her zaman yaşayabilmek en güzeli. Doctor Who söyledi geçen gün, zaman linear değil, küre gibi, tam bir küre. aynı anda, hep. insan onun -o kim? işte o. the one. hatta the chosen one. gözlerinin tek gördüğü. başkalarının görüntüsünü, tüm yakışıklılığını, cazibesini varlığıyla silen. aşkın değil. aşk'ın ta kendisi. iye değil. nesnenin kendisi- yanındayken o yüzden böyle mutlu değil mi? çünkü herşey onunla tanışmak için, bu anı yaşamak içinmiş diye düşünüyor. herşeyi ona yoruyor. aşk, bu yüzden güzel. işte o yüzden rahatlıkla aşka aşığım diyebiliyorum. (edith piaf'ı bu yüzden seviyorum. yaz sıcağında mezarına bu yüzden gidip, elimde tek adet araklanmış gülle gözlerim doluyor. aşk yemek gibi, soğuyunca onu yiyemezsin diyor o. öyle kuvvetli ki etkisi, marion oscar alınca kodak tiyatrosunda, ben istanbulda iki gözüm iki çeşme ağladım, işte o an, bir küreydi zaman. 7 saat fark, binlerce kilometre, fransa amerika türkiye.)
herkes aşka aşık değil biliyorum, kimisi inanmıyor, ama ben buna inandığım için zamanı mekanları sıra değil de küre olarak düşünüyorum bazen. bana çok huzur veriyor çocukluğumdan beri. düşünüyorum, o ben buradayken bir başka yerde, benimle büyüyor. gülümsüyorum. ufak tesadüfler, minik ayrıntılar. ona doğru gidiyorum hissi veriyor. o kim? o ne? gelecek dedikleri. işte bu yogun dönemde öyle bir his kaplıyor ki içimi tarifi mümkün değil. gelecek hiç olmadığı kadar yakın. ne bekliyor beni bilemiyorum. ama umut doluyor içime. bir şarkı buldum, güneş doğacak diyor. hep doğuyor ya belki de bir başka doğar gelecekte.


[aylar sonrasından edit: fly me to the moon'u söyleyemediğim uzun geceler ve ayları hatırladım. garip, insan hafızası unutmak istediği şeyleri öyle bir kaybediyor ki, hatırladığında yaşadığından dahi emin olamıyorsun ve üzerine yepyeni anılar kodluyorsun. insan beynini seviyorum evet.]

[sandıktan çıkanlar vol.1]

Aralık 2010.
geçen gece türkan'ı izlerken (evet bu aralar büyük bir kalp çarpıntısıyla izliyorum bu diziyi, çok içten, çok sade, çok gerçek... tüm akşam etkisinde kalıyorum) şöyle bir cümle duydum. aslında aynısını yazmak istiyordum o konuşmanın ama evde internetim kesik olduğundan okuldan video paylaşım sitesine ulaşamadım. özetle şöyle dedi türkan küçük kız kardeşine: büyümek bir bebeğin dünyaya gelmesi gibi. hani bebek çığlık çığlığa ağlayıp ciğerlerine hava doldurmaya çalışır ya. ama büyüdükçe ağlayamıyor insan. ağlamamalı çünkü, büyük ya. ciğerlerin yırtılıyor, nefes almak istiyorsun ama olmuyor, tüm o ıstırap yakıp kavuruyor seni. ona katlandıkça ben büyüdüm diyebiliyorsun. bu konuşmayı dinlerken gözlerim doldu sebepsizce. kendi çocukluğumu ilk gençliğimi düşündüm. kalp kırgınlıklarım, aşk acılarım, ev özlemlerim. resmen o an dünyadan koptum gittim...türkan bunu söyledikten sonra kardeşi turhan ona şöyle dedi. abla ağlamak istiyorsan ağla, bu çok doğal. hem ağlamazsan ben sana yardım edemem ki.
türkan gözyaşlarını akıtırken ben de kendiminkilere engel olamadım.
hayatımda çok büyük sıkıntılar yaşamamakla birlikte herkesin çektiği aşk acılarını atlattım diyebilirim, dost kazığı, kalp kırgınlığı, küskünlükler de yaşadım. hele hasreti öyle çektim ki, saatlerce ağladığım oldu bir vapura binip. uzaktan sis altındaki istanbulu izledim vapurlarda, bunu istiyordum, bunun için geldim dedim, ama engel olamadım ağladım ağladım sessizce. sonra bir gün bir mucize gerçekleşti.
vapurdaki bi teyze geldi, yanıma oturdu, elimi tuttu, gözlerime baktı ve gülümsedi. o vapurda bir daha aglayamadım. aglasam da biliyordum birileri var orada elimden tutacak. oda arkadaşım geldi yatagıma ilişti bir gün, ellerimi tuttu, ağlamak yok, çok üzülüyorum ben, noolur yapma dedi. gözyaşlarımı sildi, ağlamadım.
bir gün de en yakın arkadaşım telefonda sesimi begenmedi. eve geldi, beni ağlamaktan gözlerim akmış, hayatımda herhalde daha umutsuz olamam derken buldu. sarıldı sımsıkı. artık ne olursa olsun ayakta kalacağımı hissettirdi bana.
böyle böyle anladım ben, ağlamak, onu durdurabilecek kişiler varken ne kadar da güzel!

[aylar sonrasından edit: Bak, ağlamak güzeldir şarkısına bir güzelleme yazmışım da unutmuşum bile. nerden nereye dostlar? ama yine de çok güzel bir noktaya parmak basmışım evet. yanındakilerle güzel ağlamak çoğu zaman.]

11 Haziran 2012

[pleaseinsertxyzhere.]

saat 20.08, düşünüyorum.
en son eve gelip soluk bile almadan yazı yazmaya başladığım gün herhalde hayatımın en karanlık günlerinden biriydi. belki sizler okudunuz. belki okurken anlamadınız. ama çocukluğun zamanın altın zerreleri arasında karıştığı anların başlangıcıydı o gün. çocukluğumun yazlarının beni terk ettiğini anladığım, ama kokuların, anıların beni terk etmediğini, etmeyeceğini öğrendiğim gün. dediğim gibi o gün, eve geldim, elimi yüzümü yıkamadan dahi bilgisayarın başına oturdum. yazmaya başladım. yazdıkça açıldım evet. gerçi bilemiyorum ağladıkça mı açılıyordum? işte o günden hemen hemen bir yıl sonra eve gelir gelmez büyük bir yazma isteğiyle kavruluyorum. ama çok şükür, çok şükür hüzünle değil, sevinçle yazıyorum bugün. gözlerim de doluyor ama, aldırmıyorum, sonra insan göremiyor ne yazdığını yahu. 
uzun süredir izlediğim dizilerin, aklıma gelen kişileirn, şarkıların bende uyandırdıklarını yazıyorum burada. yazdıklarımı seviyorum. tekrar okuduğumda o anki hafızamın nasıl işlediğini görmek duymak beni sevindiriyor. ama bugün uzun bir aradan sonra bir resim çizmeye karar verdim. alegorik bir resim. fakat bu resimleri çizmek zor olduğu kadar, görmesi de zordur dostlar. gerçi biliyorum. gören. her zaman. görecektir. hele o minik ayrıntılara takılıp yazılarını harf harf cursor ile takip ederek tekrar tekrar okuyanlar. biliyorum, you are out there.

yurda girdiğim ilk günü sanırım hiç unutamayacağım. gözlerim dolu dolu değildi önceleri. büyük bir merakla yürüdüğüm koridorda, odaların kapısının üstündeki isimlere bakarak, onların kim olduğunu merak ederek koridorun sonuna geldim ve buldum odamı. yatağım, bana ayrılmış 3 ufak, bir büyük dolabım vardı. sonra sürveyanlar geldi. bize yurt kurallarını anlattılar. ışıklar ne zaman kapanıyor söylediler. etüt saatlerinden bahsettiler. banyoları gördük. yavaş yavaş çıkarken nereye ismimiz yazılıyor söylediler. giriş çıkış saatlerinden bahsettiler. bodrum kattaki lounge'a indik. burada hem ders çalışılıyor, hem de depo olarak kullanıyoruz dediler. fazla eşyaları burada bırakabilirsiniz. burada yemek yiyebilirsiniz. ara sıra meyve, noodle, film muhabbeti bile yapabilirsiniz. sonra efendim bilgisayar odasını gördük. nasıl log-in olacağımızı öğrendim. mail adreslerimizi her gün kontrol etmemizi söylediler. word'de dosya kaydetmekten, intranet'ten belge bulmaya kadar tüm zamazingoları açıkladılar. sonra daha da önemli haberleri aldık. nasıl yemek söyleneceğini, yemek söyleyince kime haber verileceğini. genelde grupça yemek söylendiğini, beraber yemeklerin daha eğlenceli olduğunu anlattılar. taksilerin numaralarını verdiler. sonra tam sohbet etmeye başlamıştık ki gözlerim dolu dolu etrafı izledim. hiç unutamayacağım sevgili gülay bana üzülme böyle dedi, hem daha iyi hissedeceksin. hem çok eğleniceksin. burası, hayatında hiç unutamayacağın anılar kazandıracak sana. işte böyle başladı bir yatakhane macerası.  yıllar burada nasıl geçer derken, bir baktım ki son gecem gelmiş yatakhanede. her yıl oda değiştirip, toplam beş oda, binbir insan tanıdığım yatakhaneye ev demedim yıllar yılı, ama orası bir ev oluvermiş benim için. ve yıllar sonra düşündüğümde, her ne kadar ben bunların hepsini zamanla öğrenirdim ama iyi ki birileri bana anlatmış derken, hep gülayın kulaklarını çınlattım evet. 

şimdi bu resmi bir kenarda, hafızanızda dikkatlice tutun olur mu? bir başka resmin hikayesini anlatacağım sizlere.

yıllarca aynı evde yaşadık biz ailecek. evin salonundaki eşyaların yüzleri, yerleri değişse de, duvarlar yeniden boyansa da, seramik yüzeylerin yerini parkeler alsa da evimiz aynı oldu. çocukluğumun ateşli hastalıkları, gıda zehirlenmeleri, dünya kupası heyecanları, teenage krizleri, dizi izlemeleri, sınav sabahları, kahkahaları, pazar kahvaltıları hep aynı evde geçti. sonraları bir başka eve taşınmaya karar verdik. heyecanla bekledik o evin bitmesini. her hafta inşaatına gittik yenilikleri görmek için. an be an beton duvarlar alçıyla kaplandıkça sevindik. duvarların renkleri, duvarların kağıtları, kapılar belli oldukça daha da sevindik. bahçeye çeşit çeşit bitkiler diktik. biz gelinceye kadar tutsun diye. sonra gün geldi, taşınma vakti dedik. iki tur taşınma oldu bizde. önce karşıdaki minik daireye yatak yorgan tadında ana eşyalar taşındı, oradaki evi kapatmadık. sonra yeni evimize mutfak eşyaları ve kıyafetlerle taşındık. işte o taşınma curcunasında yılların anısını barındıran bomboş odamın ortasında durup etrafa baktım. hiç birşey kalmamıştı geriye. ne pencerede sticker su damlaları, ne dolaplarda kıyafet. sadece ve sadece bana bakan boş raflar. yatağın yıllarca durduğu yerde ufacık izler. bir başkasının asla fark edemeyeceği izler. sonra tam çıkacakken geri döndüm. aylardır duvarda duran posteri fark ettim. içimden bir parça koptu. düşündüm kendi kendime o an. meğer o posterin orada olmasına öyle alışmışım ki, orada olduğunu fark etmeden ben evin kendisiymiş gibi bırakıp gidiyordum neredeyse onu. sanki o poster orada kalacakmış gibi. kendi kendime söylenirken mırıldandığım poster. kahkahalarıma tanık olan poster. günün ilk ışığını üstüne alıp, gece ay doğduğunda dahi etrafımda görmeye alışık olduğum poster. önce onu oradan hiç çıkarmamayı düşündüm. yeni gelenler o odada kimin olduğunu bilsin istedim. bu odada bu posteri seven biri yaşıyordu. zamana ufak bir anı olarak iz bırakır gibi, vazgeçtim posterimden. bilsin ki o poster, filmleri seven, yazan çizen, teknolojiden pek anlamayan, ama az çok takip eden, çılgın insanlardan çılgın şarkıları öğrenip bangır bangır dinleyen bir insanın posteridir. bilsin ki o posterin sahibi aslında mükemmeliyetçi. o posterin uçları düzgünce kesilmiş. bir sonraki evine gittiğinde asarken cuk oturacak şekilde katlanmış. bilsin ki o poster, o odadaki o evdeki bir sürü şeylere tanık olmuş katlanmış aylar yıllardır. çıkardım posterimi duvardan. arkasında siyah bir izden toz çerçeve kaldı. hani kendisi yok ama varlığını hatırlatır misali. tıpkı bir kütüphaneye girince kitapları göremesen de, sistemde o yazarın adını görmek gibi...
daha sonraları evimize birileri taşındı. duvarlar boyandı. raflar değişti. mutfak seramikleri kırıldı yeniden yapıldı. eski usül aspiratörler gitti, janjanlı davlunbazlar geldi yılların mutfağına. salondaki mobilyalar değişti. kapılar değişti. eski eşyaların yenisi eşyaların konulduğu yerler değişti. or so we've heard. düzen değişti mi bilmiyorum. değişir mi bilmiyorum. su yolunu bulur dedikleri cinsten ama, içim rahat garip bir şekilde. bakacağız önümüze artık tadında yorumlar yapıyorum. şimdiki evim benim evim, evimi özledim deyince o evimi kastediyorum ama orası da evimmiş, her zaman da evim olacak biliyorum. neşeyle geldiğim, binbir muhabbet çevirdiğim evim. uzun uzadıya yemekler yediğim, ders mers derken yoğunluktan yemek yiyemediğim evim. ama overall,yalar gelip gidiyor, yenileniyor. ama ben kendi eşyalarımın yerini hala hatırlıyorum. unutacağımı da pek sanmıyorum.

bu kadar çok taşınma merasiminden, her yaz tatil valizi toplamasından, uçağa yetişme telaşından, uzun telefon konuşmalarından, sessiz telefon diyaloglarından, dokuz yıldan, 3 ayrı şehirden, gün batımında geçen yolcu gemisini ertesi gün görmeyecek olmanın hüznünü sindirdikten, 3 ayrı hatta -anneanne dede evini de saymak isterim- 4 ev ve o 4 evin ayrı ayrı kokusunu ayrı ayrı sevip, ayrı ayrı terk etmek istememenin can yakıcı hissiyatını yaşadıktan sonra insan dayanıklı olduğunu düşünüyor. dayanıklı da değil ya bu kelimenin aslı. başka birşey aslında. bilemiyorum. ben belki çok film izliyorum, çok okumaya çalışıyorum, çok yazıyorum kendi çapımda, burcumdan geliyor belki, belki merkürle mars bugün o şekilde dizilmiş gökyüzünde ama duygulanıyorum işte, engel olamıyorum evet. o yüzden tıpkı o posteri duvardan kaldırdığım an gibi, garip bir burukluk doğuruyor içime. oysa yepyeni yerlere gitmek güzel olduğu kadar heyecan verici. beklediğin kadar, bildiğin bir şey. malum olan.  benim şahsen yaşadığım, o yüzden gönül rahatlığıyla "çok sevindim yahu" diyebileceğim bir macera. ama yine vurgulamayı bir borç bilirim. cidden duygulandırıyor beni bu aklıma doğan düşünceler.

işte insan hafızası öyle birşey ki, 15-20 dakikalık bir konuşma yıllar öncesinden çeşit çeşit resimler getiriveriyor gözlerinin önüne.  önce onları gülümseyerek hatırlıyorsun. çünkü mutlusun. daha mutlu olabilir misin acaba? gevşek bünyen daha ne kadar heyo diyebilir içinden? ama bir yandan, ama o öbür yanın -candan'ın dediği gibi- üzülüyor. cidden mi? heralde cidden kızım. üzülüyor. çok sevinip üzülüyor. 

işte bu yüzden bugün eve geldim. bilgisayarı açtım, saati aralıksız yazarak 21.34 yaptım. derseniz ki bu blog'un son cümleleri ne, hemen efsanevi birinden alacağım, bilen biliyor azizim:


"Désolée, je venais juste dire un mot. Cela fait longtemps que je n'ai pas vu Paris. Mais ce soir, tant que vous chantiez, Edith, j'étais là-bas... Dans ses rues, sous son ciel. Votre voix est comme l'âme de Paris.. Vous m'avez fait voyager, vous m'avez fait pleurer... Merci de tout mon cœur, Edith."

gözü yaşlı filmler, diziler, olaylar beni zaten zorluyor, o yüzden şimdi bu sulara girmiyciim hiç. o yüzden de bugün konuşmadım sakladım da yazıyorum bunları ki, konuşurken sesler titremesin, gözler dolmasın.pek tarzım değildir ya dostlar =)
[pleaseinsertyouaremysunshinemyonlysunshineyoumakemehappywhenskiesaregreysonghere.] 






06 Haziran 2012

[Game of Thrones Season 2 Finale.]

Bu diziye bu bölüme ne kadar söylensem az gelir, hıncımı alamam! cidden! en son kaldıpı yerden aklıma geliş sırasında göre yazıyorum. theon, umarım geberirsin göt! gıcığım sana. öyle dangır dungur konuşup adamlarını ölüme götürmek istedin ya neremle güldüm belli değil. üstelik adamın biri seni bayıltıp kaçırdığı dakikalarda babanın seni 103876597 yıl kadar tefe koyacağını bilmek, kız kardeşinin sonsuz alaylarını çekeceğini hissetmek bana inanılmaz zevk verdi! ooooh, içimin yağları erisin şov. geliyorum rob'a. robcuğum tamam o kızla seni yaptık, evlendin. anneciğin cate'e de atarlandın. senin dizideki görevin bu zaten. maşallah bir ilerleyemedin king landing'e. geliyorum stannis'e. allahım sen ne -çok afedersiniz ama dayanamayıp ağzımı bozup söyleyeceğim çünkü sinirlerim bozuldu artık- am salak bir adamsın ya. kalıbından utan kalıbından. alevlere bakmalar, rahibelere kaymalar. tamam kadın hoş kadın vesair de yani bu kadar da beynini kullanmayı geri planda bırakmazsan çok seviniciim. bi güzel yandı tüm gemilerin, bu da sana kapak oldu oh! şimdi geliyorum Jaqen'a. allahını seven üstüme jaqen atsın! sen ne muhteşem birşeysin yarebbim. seviyorum seni! arya sizi o yangından kurtardığında baya tırsmıştım sonradan baş belası olucaksın diye. ama bebeğim sen cennetimiz oldun şu koca dizide yeminlen. hem milleti öldürdün içimizin yağları eridi. hem de o kapıdaki görevlilere sen ne yaptın yahu! ne kadar yaratıcı ne kadar ürperticiydi! ba-yıl-dım! bir de o altın sikkeyi verip beni bu isimle herkese sor tadındaki yorumların seksapeline seksapel kattı. vay anasını. meğersem sen man with no face tadında biriymişsin yea. ancak yeni dönüştüğün amcayı hiç beğenmedim yahu! bu işin bir icabına bakmaları lazım senaristlerin! dilerim o güzel yüzün hiç değişmez. geliyorum şimdi kingslayer ve onun bekçisi kızımıza. kızım nasıl yardırdın sen ya! iki tane quick death bir tane de çileli olan ölüm konusunda muhteşem bir ana imza attın! aferim! aradığım kan hırsını biraz olsun aldım. devam ediyorum tyrion'a. aman bir üzüntü bir çile bir depresyondur gitti. neyse sibel'le de aşk tazelediniz. bir an önce bu mıymışık hallerinden çıkıp çılgın plot'larla karşımıza çıkmanı bekliyciim. aaa bu noktada jeoffrey'den bahsedeyim. j, umarım ölürsün ve ölümün hızlı olmaz diyorum öncelikle. çok şükr sansa'yı da bıraktın. ama dedikodulara göre bırakmayacakmışsın, o üzden dilerim little finger bu kızcağızı kaçırır. üstüne üstlük, o sevdiğimimsi kızla evlenmeye karar kıldın. allah bu kıza sabır ihsan eylesin. çok bok bi şekilde başını yaktı ya du bakalım neler olucak. gerçi bu kızla uyumlu olacaksınız gibi hissettim. neyse. şimdi geliyorum jon snow muhabbetine. ay bi ölemedin kurtulamadık senden jon. ezik birşeysin zaten. komutanını da öldürdün, haydi artık bir step up yap da iki entrika çevir içime fenalık geldi. şu kızla yatar mısın kalkar mısın amaaaan, sexual tension'dan ölücez. devam ediyorum duvarın ötesinden. king beyond the wall'u hiiiiğç merak etmiyorum. ama üç tane boru sesi duyunca sıçtım korkudan. walking dead season 1 atları yeme sahnesi oldum tam! o minnoş çocuğa bakan cesedimsi amcanın yüzündeki delici mavi gözler! AMAN TANRIM! çok pis sıçış geliyorum diyor sayın seyirciler! bunları duvar muvar durdurmaz hacı. hele o amcayı değil duvar, aradaki deniz bile durduracak gibi değildi. neyse efendim geliyorum dizinin benim için en güzel en harika anlarına. tabii ki de targaryen'den bahsediyorum ey dostlar! dany'ciğim geçen hafta görünmedi ama en sonunda görünüp bizi fethetti evet. şak diye düşüp bayıldım onun kısımlarını izlerken. ayıldım. bir kere daha izledim o derece güzeldi. bir kere o mr.qarth'ın en zengin adamıyım ben'i yatakta hizmetçisiyle basıp kasaya kapatması muhteşemdi. hele de verdiğin ders için çok teşekkürler deyip boş kasayla ilgili bir yorum patlatması yemin ediyorum güzellikten bilgisayar ekranına sığamadı. dehşetle ürperdim o kapı kapanırken. boğularak mı ölecekler dedim, yoksa açlıktan susuzluktan mı? pislikten mi? of çok güzeldi ulen! devamına gelince, dany'nin o bıdı bıdı şatomsu yere girişi muhteşem oldu. valla hiç gözünün korkmadığı belliydi. house of the immortals mıydı yarebbim neydi şimdi unuttum. veeee the sezonun en harika muhteşem ölümcül güzellikte anına geliyorum hazır mıyız? kız buzlarda yürüdü, kapılardan geçti ve en sonunda kimin yanına geldi???? KHAL DROGOOOOO! aşkımsın khal drogo. my moon and my stars diyen dillerini yerim ben senin. kucağında minnoş bir bebişi almış bööyle bakıyordu. canım benim dany ne kadar duygulandı ne kadar üzüldü asla onun olamayacağı ve güzellik ötesi sevdiği aşık olduğu adamı izlerken. asla yanında kalamayaağını bilmesi beni öldürdü ey dostlar öldürdü! hele de o bebeğine bakarkenki ifade... ay valla içim parçalandı. gelelim sonrasına, o ezik immortal herif dany'i zincirlemesin mi ejderha yavrularının başına! ama dany naaptı, viseryhs miydi yarebbim hangisine dedi hatırlayamiycim ama heralde adını khal'cığımdan alan ejderhaya seslendi. vooooooooooooooou alevler içinde kaldı o immortal sümsüğü! zaten creepy pedofilin tekiydin oh çok şükür öldün valla içimin yağları eridi. sonrası malum, heryeri talan edip bir güzel yola koyuldu bizimkiler minnoş gemileriyle. all hail before the queen deyip dereyi görmeden paçaları sıvıyorum. haydi hayırlısı!

05 Haziran 2012

[How I Met Your Mother: Sezon Finali a.k.a Farewell.]

how i met'in sezon finalinden bahsetmeyi uzun zamandır erteliyordum. nitekim bu erteleme bile bölüm bittiği an içerisine düştüğüm çılgınlarcasına öfke fırtınasını dindiremedi. öncelikle good news. efendim lily doğurdu. velhasıl benim için dizi bitti. şu sahneleri de izledikten sonra artık ben anneyi merak etmiyorum. hah. buraya yazıyorum. gelelim doğum sahnesine. marshall ve barney'nin dönme çabaları eğlenceliydi, otobüsteki minnoşlar da iyiydi. ama lily'e bir hikaye anlatalım tadındaki kurgu saçmyadı afedersin. tama hikayeler güzeldi ama yani, dile kolay doğum yapıyor, o öyle unutulacak bir aı değil diye düşünüyorum. aa bir de diğer olay da lily'nin 4 dakika aralıkıl sancıları tutuncaya kadar hastaneye gitmemeleri oldu. what the fuck diyorum! tamam ben doktor değilim ama yeterine dizi izledim ve kafam yeterince çalışıyor çok şükür. vajina ağzın açılmışken dangır dungur bilmemkaçıncı kattaki evinizden nasıl indiniz artık bilemeyeceğim. buradan ER'a selam ederim. aaa gelelim meşhur düğün sahnesine. allah belanızı versin diyorum. benim hayalim bütüüün sezon birşeyler kurup son 10 dakikada genel konsepti anlayıp, öteki sezonun ilk iki bölümünde aydınlanacağımız üzerineydi. ama siz ne yaptınız? sağ gösterip sol vurup, bi sikim açıklamayıp sonra da sezon finali yaptınız. tadında bırakmak gerek bazı şeyleri ama siz bilememişiniz o kadarını ben söyliyim bak. aa bir de gelelim barney'nin evlenme teklifi geyiğine. barney çok afedersin ama siktir git çay demle diyeceğim. havaalanında tutuklanmalar, bi laflar şaklabanlıklar olaylar büyüler filan nedir?! bana böyle birşey yapsan seni paralar parçalar atarım. kusura bakma ama quinn de bu kafada bi insan. ama ne yaptınızsa yaptınız onu da romantik hale getirdiniz. ok. hadi. bunu da kabul ettim. gelelim ted'e. valla ben bu diziyi yıllardır izlemiyorum, sonradan düzenli takibe başladım açıkçası. dolayısıyla ted'in victoria ile olan çileli sürecine dair yorum yapamiyciim. ama eskiye dönüşlerden haz etmiyorum desem yalan olmaz. yeni bir soluk getirin yahu nedir bu ufuklara doğru beraber kaçmalar filan. overall, dizi sezon finali yaptığı için mutluyum. çünkü tüm sezon boyunca ya beğenmedim, ya kesmedi bölüm, ya da ağladım durdum. artık içime bu bölüm güzel olur mu acep diye umut partikülleri serpmekten bıkmıştım. çok şükür lily doğurdu ve ben o defteri kapattım. see you later alligator guys. önemli birşey olursa haber alır izlerim artık. 

04 Haziran 2012

[Adele v. Edith Piaf.]

Bu bir karşılaştırma  yazısı değildir. çünkü edith piaf, bambaşkadır. sadece bir perception diyelim.

Adele'i çok geç keşfettim evet. hayır televizyonda keşfetmedim. radyoda da duymadım. bir gün bir derste tesadüfen karşıma çıktı kendisi. adını ajandama yazdım ve tüm şarkılarını buldum. hatta ilk albümünü bile indirdim. sonra birkaç konser kaydını izledim. grammy'ler aldığına tanık oldum. müziği bıraktığını da gördüm. sinirlendim. salak! diye bağırdım kendi kendime. sevgilisine zaman ayıracakmış, düşündüm, ayrılsalar ne kadar çok şarkı dinleriz en damarından. tahtaya vurdum. mutlu olsun yahu diyerek. sonra fark ettim ki bu kız bana edith piaf'ı hatırlatıyor. hayır tipi değil, hayır sesi değil aslında mesele. o siyah elbiseleri. ellerini iki tarafa açıp şarkı söylemesi. hani asso'nun edith'e önerdiği gibi. acıklı şarkıları da güzel tabii. ne bileyim. öyle işte. edith piaf gelmedi, geleceğini de sanmıyorum ama tekrar onun gibi, siyah elbisedeki muhteşem sesin bu kadar yankı uyandırması beni çok mutlu ediyor. aaa derseniz ki hangi şarkısını en çok seviyorsun, don't you remember derim. albümlerini bulduğum ilk gece, ilk kez dinlerken bu şarkıyı hüngür hüngür ağladım. sebepsiz demek istiyorum ama demek ki sebepsiz değil, şarkı ruhumda belleğimde bir yerlere dokunmuş.

[Muhteşem Yüzyıl: Farewell.]

Son iki haftadır hüzünlü sahnelere tanık oluyoruz malesef bu dizide. ama yadırgamadan izlememe engel olmuyor hiçbirisi. çünkü herşey yerli yerinde, herşey tam. olması gerektiği gibi sanki. o yüzdendir ki bu dizinin tek bir bölümünü bile kaçırmadan, kaçırsam dahi mutlaka izleyerek takip ettim. meral okay'ın yarattığı o destansı, aşk dolu öykü, onun arkasından da şekil bulurken şimdi bu birkaç kayıptan bahsedesim var.
valide sultan'ın zamanının geldiğini nebahat çehre açıklamıştı daha önce. biliyorduk kendisinin öleceğini. ama böyle şiirsel ama gerçek bir öykü yazmaları beni çok üzdü doğrusu. ağlattı desem de yalan olmaz hatta. gerçi ilk hastalandığı ve selim'in beyaz atını gördüğü, kendini anlattığı şiiri okuduğu bölüm ölmesini beklemiştim. ama yine de devamının güzelliği bu detayı unutturdu. gamdan öldü dediler hep. hürrem öldürdü. hürrem'in sözleriyle gitti. böyle düşünmek istemiyorum. hatice'nin öğrenmesini istemediği doğru, çok üzüldüğü de doğru. ama bence aklında şüphe kalmadı, kızı daha fazla kanmayacaktı ve bu yüzden tüm dertlerinden kurtuldu diye düşünmek istiyorum ben. o giderken aklımda gençliğini oynayan kız gülümseyerek baktım. itiraf ediyorum. huzura mutluluğa gittiğini düşündüm günlerce günlerce bir yatakta yattıktan sonra. yalnız bu noktada hatice ile olan diyalogunu yazmak isterim. yer gök aşk'ta yaptığım gibi hepsini yazmak isterdim ama çok ağladım orada. bir kere daha izlemek içimden gelmiyor. sadece hatice'nin annesine şöyle dediğini özet geçeyim: benim çocuklarım, senin gibi bir anneye sahip olamayacakları için çok şanssızlar anne. beni ne olur bırakma..
geliyorum ikinci büyük üzüntüye. daye hatun. sen ne esaslı kadınmışsın diye söze girmek istiyorum. biliyordum senin bir handa bir başkası için çalışarak yaşayamayacağını. biliyorum, yaşardın ama kaldıramazdı ruhun. her gün kahrolacağına bir kerede gitmeyi tercih ettin. bence bölümdeki en kritik rolün, senin karakter olarak rolünün yanı sıra o kolyeyi alman oldu. çünkü valide sultan öldükten sonra kanuni'nin o kolyeyi ne yapacağını çok düşündüm ben. atamaz. gözünün önünde tutamaz. çok şık bir olaydı daye'ye vermesi, ona sarılması. bir de sen o tabureye çıktığında o yün çorapların, yeleğin... içimden bir parçayı kopardın daye hatun. helal olsun senin gibi kadına.

02 Haziran 2012

[Arabayla yokuş aşağı inerken için havalanır ya hani.]

geçen gün yer gök aşk izlerken öyle bir içim cız etti ki o diyalogun aynısını buraya yazacağım. başka yorum yapar mıyım bilemiyorum bittikten sonra. ama it is self explanatory, o yüzden sanmam. diyalog havva ve teyzesi arasında geçiyor esasen. sultan hanım, havvaya aşk üzerine birkaç soru soruyor aslında. amacı da reşit bey'e hissettiği şeyin ne olduğunu anlamak. dolayısıyla sultan bambaşka şeyler düşünüyor havva bütün bunları söylerken. tabii havvanın başına neler geldiğini uzun uzadıya yazmak lazım ama kısa bir özet geçeyim for the record. havvanın müstakbel kaynanası havvayı ölmüş gibi gösterdi, oğlunu ve memleketi kandırdı. sonra havva çıkıp gelince yusuf (havva bu eziğe aşık) önce boşanıcam sonra da senle evlenicem dese de, yapamadı ayrılamadı, kıza bir çanta para yollayıp hayatını kur dedi. havva da şimdi yusufun sonradan ortaya çıkan üvey kardeşiyle evlendi, konağa taşındılar. velhasıl sürekli bir karşılaşma, sürekli bir tartışma ve entrika diz boyu bu aralar dizide. buyrun efendim: 

S- Hani karşına çıkınca ne hissediyorsun?
H-elim ayağım kesiliyor, içimde kuşlar havalanıyor, hani böyle arabayla yokuş aşağı inersin de için havalanır ya. öyle havalanıyor içim. ama duruyorum teyze, kaskatı duruyorum. yaptıklarını unutmuyorum çünkü. unutmuyorum. sen niye sordun ki bunu bana? hayırdır?
S-hiiç. haydi kocanın yanına.
H- sevdalık güzel birşeymiş gibi geliyor önceden. ama sonra yıkıp yakıyorrmuş teyze. kasıp kavuruyormuş. aklı yokmuş, mantığı yokmuş, hiçbirşeyi yokmuş. ama de ki bana bunların hepsini yaşayacaksın, öyle sevdalanır mısın? sevdalanırım teyze, ona böyle sevdalanırım.


[Once Upon a Time Season Finale.]

once upon a time hakkında zibilyarlarca yorumum vardı evet. ama araya vakit girdi diye yazmayacağım. yok yahu şaka, araya zaman girmesi mesele değil, unutmuyorum sonuçta. ama yazmamamın başka bir sebebi var! gıcık oldum çünkü sonuna! trip atıp yazmıyorum ey dostlar! herkesin herşeyi hatırladığı an muhteşemdi. snow ve charming birbirine bakarken eridim bittim kül oldum. ama daha da güzeli rumpel belle'i karşısında görünce yaşadığı mutluluk ve sonradan da belle'in herşeyi hatırlamasıydı. o derece ki the beauty and the beast 3D çizgi filmine bir daha gideceğim evet! henry de kurtuldu. hmm ok kib bye. true love's kiss fuck you. bu kadar bekledik bu muydu yani ana oğul bonding anı. hey allahım! yok true love potion ejderha midesindeymiş de bilmem ne! ok. bu da kabul, rumpel'dan şık bir oyun daha. ama en sonunda bringing back the magic because magic is power tam bir bullshit oldu rumpel. heyecanla bekliyorum bakalım nasıl sikindrik hikayelere bağlayıp, kötü kraliçeden kalplerinizi nasıl alacaksınız öteki sezon. ama şunu söyliyim, dilerim bokunu çıkaracağınıza kısa kesersiniz. top sizde writers and producers. 

[Dizi aşermesi: Steven Moffat kıçını kaldır ve yaz!]

çok kısa bir yazı esasen bu. geçen gün düşündüm de hiç dizim kalmadı. sadece borgias, killing ve game of thrones var şimdilik hayatımda. türk dizilerini saymıyorum onlar sayılmaz. şimdi hal böyle olunca geçen yaz izlediğim dizileri düşündüm. doctor who hasretliği çektim. sonra dedim ne zaman başlıyordu bu dizi. hayallerimde haziran başı var. fall 2012 yazısını gördüğüm an içim acıdı. çok alıştırdınız siz beni ya. çok kızgınım size. aaa bir de merak ediyorum ki delicesine sen sabır ver yarebbim. river, bu sezonu sadece senin için izliyorum desem yalan olmaz. tamam doctor'u sevdim, tama the question will be asked at the fall of the eleventh ama yine de daha çok bilgi istiyorum! süreç içerisinde yeni companion'ları tanımak istiyorum. yeni doctor istiyorum da istiyorum. fuckthisshit! dizim başlasın istiyorum ben yahu! oh! bağırdım çağırdım rahatladım!

[Desperate Housewives Finale: Farewell.]

desperate housewives hakkında yazmak istiyorum. benim için çok çok farklı yeri olan bir dizidir bu dizi. resmen onunla büyüdüm desem yalan olmaz. dile kolay tam sekiz yılımı beraber geçirdiğim bir dizi bu. buffy'den de uzun bir zaman dilimi bu farkında mısınız? asla hayal kırılığı yaratmayan bir dizi bu. tamam kabul ediyorum, yıkıldığım, üzüldüğüm, sinirden delirdiğim bölümler oldu. hele ki mike'ın ölümü beni çok üzdü daha önceden de yazmıştım. ama geriye dönüp baktığımda hemen her bölümünden inanılmaz bir keyif aldığımı hatırlıyorum. tüm o pürüzler silinmiş, geride ışık dolu bir enerji topu kalmış gibi hissediyorum. böyle hissetmemde finalin - yok hayır, büyük final demeliyim- etkisi çok büyük. öyle güzel, öyle harika bir bölümdü ki... herşeyin sonlandığı, herşeyin tekrar başladığı böyle bir finali daha önce hiç görmemiştim.
part 1 daha çok bree'nin davası üzerindeydi. gabriel'in kürsüye çıkıp benim delicesini cesur bulduğum bir hareketle ifade vermesini beklerken bölümün başında bu şövalyelik görevini karen'ın üstleneceğini anladım. onun bakışları, o esprili üslübu her zamanki gibi keyif verdi. kızların yüzündeki sevinç ve şaşkınlık ifadesi ise tek kelimeyle muhteşemdi. aaa tabi bu noktada tom'un öküzlüğüne değinmek lazım. boşanalım dediği an lynette'in içinde kırılan kalp parçalarının sesini duydum resmen. öyle etkiledi ki beni...
part 2 ise tam bir closure tadındaydı. tam kıvamında, biraz acı, biraz ekşi, an gelip çok tatlı, bazen de gözyaşı tuzlu. bree ve avukatı kısmı mesela...allahım bree'nin o cümleleri ne kadar güzeldi. benim gibi birini nasıl seversin anlamıyorum dediği an 8 yıllık süreden sonra mutluluğu yakalamayı hak etmediğini düşünen bir kadına tanık oldum, öyle üzüldüm ki... ama avukatın cevabı beni benden aldı. gerçek birini istiyorum dediği an, hem ağlıyor hem marc cherry'e teşekkür ediyordum. lynette ve tom cephesinde ise o buz poşetinin yere düşüp de biraraya geldikleri, öpüştükleri anı herhalde hiç unutamayacağım. böylesine beklediğim bir barışma, böylesine sevdiğim bir çift ve böylesine kırıldığım bir tv ilişkisi olmamıştı herhalde. yalnız tom sonradan bi kere daha gıcık etti beni. kadın sana 31257349857 tane çocuk doğurup büyüttü daha ne istiyorsun göt diye bağırmak istedim. aa lynette2in de 8 yıl süren macerasının sonunda özür dilemeyi öğrenmesi, sadece bu değil, biliyordu elbette, ama alttan alması büyüleyici bir andı. ben o sahneyi bu gözle izledim sizi bilemem. gabriel'e gelince, dediğim gibi ifade vererek bölüme başlayacağını düşünüyordum ama karen bu görevi üstlendi. onun dışında tabii kendi işini kurması filan çok hoştu. ama esas noktaya geldiğimizde gabriel'in 8 yıllık macerasının sonunda kendisini carlos için feda etmeye hazır olması beni fethetti. hem de gözü kırpmadan yaptı yahu helal diyorum başka birşey demiyorum. e tabi they happily fought ever after dediklerinde gülmekten çatladım cidden. neyse efendim geliyorum the en gıcık olduğum karakter olan fikirsiz susan'ın hikayesine. her zaman dediğim gibi ben bu kadına gıcığım. hatta son bölümde şu taşınma muhabbetini yine bunun üzerinden başlatmalarına gıcık oldum. ama yanlış değildi, çok güzeldi o ayrı. benim gıcıklığım alışkanlıktan. julie için herşeyden vazgeçmesi şık bir hareketti kabul edeyim. mj ile olan ilişkisinde beni ağlatması da güzeldi. ama o arabayla tur atarken karşımıza çıkan sokağın ruhları beni mahfetti. susan yine çatlattın beni ama bu sefer ağlamaktan. gelelim aranağmelere...
karen gitmek üzereyken herkesin ona sahip çıkması beni çok ama çok duygulandırdı. dedim ya bu bölümde her tat vardı diye. işte an be an tanımlayamasam bile o an, çok ama çok tuzluydu. karen'ın sadece bir komşu, sadece bir ihtiyaç olarak değil de dost olarak görüldüğünü öğrenmesi aradığım şeydi bu neşeli kadın için. bree'nin ona böylesine sahip çıkması, eve geldiğinde yüzündeki o "yoo hayır" ifadesi çok güzeldi... roy için bir söz bulamıyorum. sadece şunu söyleyeyim: roy, sen çok özel bir erkekmişsin. seni çok seviyorum. cidden. bölümü izlerken, karen'ın an be an gidişine tanık olmak beni dağladı. bana bambaşka şeyler hatırlattı yazmayı düşünsem bile beni ağlatacağını bildiğim. işte o şarkı çalarken karen'ın kayıp gitmesi... derin bir enfes alıp daha neşeli bir konuya geçmek istiyorum... vanessa'cığım! senin en önce gerçek adını öğrenip sonra dizideki adını bir türlü hatırlayamamam çok garip olsa da sevgili renee, seni çok seviyorum ben yahu! gelinlikle limuzine binip, julie'nin suyunun gelmesi o kadar komik o kadar komikti ki gerçekten çatladım gülmekten. hele bir de fıtı fıtı koşup gelinliği çalıp ortamları terk etmen, bunu da gabriel'le yapman çok iyiydi bacım! susan tabi bu esnada çeşit çeşit mallıklara koştu ama normal yani, kızı doğum yapıyordu! neyse efendim, ben de beni benden aldı. zhehehe. bu cümleyi kurdum evet. Ben, renee'nin müstakbel kocası dostlar. çok güzel olmuşsun dedi ya o aksanıyla. allahını seven üstüme Ben atsın dedim o derece. aaaa bir de tabii mahkemede kızların açığını vermemesi, bree'yi yakmaması çok harikaydı. renee'nin onları ele vermesine şaşırmıyorum çok doğal bir tepkiydi, sonuçta kimse onun o kadar yakını değil lynette kadar ve adama aşık. ama neyse efendim orası da karen sayesinde çözüldü. velhasıl yeni kadın gelip kutuyla birşey saklayarak bittiğinde dizi (marc cherry'nin kargocu adam rolünde ekrana çıkması çok şık bir nüanstı evet) oh dedim. iyi ki izlemişim. izlemeyen öyle şeyler kaçırdı ki...
bu özel diziyle ilgili son yorumum şu olsun. pazar gecesi yayınlanıyor amerikada. dolayısıyla burada internete pazartesi günü düşüyor. ben de akşam izliyorum eve dönünce. ama bu sefer, forumlara girip tüm herşeyi okudum biliyor musunuz? son 10 dakikayı -ki the 10 dakika diyorum, herkesin sonunu, dizinin son sahnesini burada görüyoruz düşünün- izledim. buna rağmen yine aynı heyecanla eve gidip baştan izledim ve kah gülüp kah ağlayarak bu macerayı bitirdim. ah desperate housewives, 8 sezon daha izlerdim seni, çünkü biliyorum sende olaylar asla bitmez bitemez. tek üzüntüm kızların bir kere daha poker oynamamış olması oldu. ama inanıyorum. poker bahane.. onlar kopmamıştır. çünkü ne olursa olsun partners in crime'dı bu kişiler. hayır sadece son sezonda değil, 8 yıldır hemen herşeyde. kanserde, ihanette, alkolizmde, meraklılıkta. şimdi son cümleyi yazacağım: no matter how desperate you are, this life is worth living bebeğim!

[Ringer cancelled, Secret Circle Finale.]

valla cbs'çim, çok büyük ayıp ettin hepimize karşı ben sana diyim. ringer'ı iptal etmeni anlayabilriim. çünkü en azından herşeyi sonlandırdılar. bridget'ın bi şekilde kendi hayatına devam edebileceğini anlıyorum. malcolm ölmüş ölmemiş pek de umrumda değil açıkçası. ama secret circle çok muhteşemdi sen bize bunu neden yaptın söyle bakayım! muhteşem dizimin malesef series finalini yaptığını yazıyorum şu an, ki gerçekten beklemezdim hele de o finali izledikten sonra. ama yine de bu son bölümün vahşi güzelliğini anlatmama engel olamayacak. hell yea, başlıyorum.
diana, seni son bıraktığımdan çok daha iyi görüdğüm için açıkçası çok sevinçliyim. canım benim, mutlu olmanı diliyorum senden. yani o nevrozları filan çok çabuk atlattın çok şükür bize krizler yaşatmadın tüm bölüm aferim. seninle ilgili yorumlarıma bölümün sırasıyla gittiğimden daha sonra terkar döneceğim.
jake ve faye, şu dizideki en sevdiğim ekip sizsiniz evet. bu aralar melissa ve adam'ı da birbirlerine yapmaya çalışıyor bi süredi r senaristler, çünkü neden dawson's creek ruhu ölmemiş. ama yine de en sevdiğim çift ikinizsiniz. jake senle ilgili yorum yapamiyciim, tamam güzel çocuksun filan stating the obvious tarzım değil. hele ki asi hallerinin bizi fethettiğini söylemeye gerek bile görmüyorum. ama faye, you are a piece of dish sevgili rose calvert'ın dediği gibi. hayır çok güzel çok harika bağlamında dmeiyorum. o yorumların, yüz ifadelerin, o cassie'nin ve an gelip diana'nın mıymışık hallerine yaptığın yorumlarınla beni gülmekten öldürdün. üstelik bu noktada tv.com'da screen cap alarak se4nin konuşma metnini yazan adama da selam ederim, kendisine hayranım. acayip hem de. o büyü yapabildiğini öğrendiğin andaki yüzündeki ifade muhteşemdi! resmen kendimi gördüm sende! ben de o kadar sevinirdim, ben de yardırırdım veee dizinin sonunda ben de o kadar dans ederdim itiraf ediyorum, bastır anacım! ayrıca da fikirsiz bir mal gibi davranmayıp ananı filan çağırman bütün grubun da kıçını kurtardı aferim bebişim. 
geliyorum melissa'ya. valla minnoş kızımız, seni dizinin başından beri jack için umutsuz (o ölen çocuk jack'ti dimmi?) aşk beslerken sevmeye başlamıştım. hele o çocuk öldükten sonra -oy o demon olayını muhteşem yapmışlardı, gerçekten de 6 kişiden birinin ölmesini HİÇ ASLA KAT'A beklemiyorduk- o haberi aldığın an, beni öldürdün. artık sen guinevere'i bile oynasan seni seviciim canım. yalnız bir kere daha söz faye'e geldi, çok sağlam kızmışsın faye, böyle sağlam bir dostluk için helal diyorum. neyse dağıtmiyim konuyu. melissa son dakikada adam'a bakıp aman dikakt et met dedi, orada zaten yaratılmaya çalışılan o minnoş aşk kırıntılarını bi kere daha sezdik. aaa bir de geçen bölümün sonunda o soğukkanlı, hüzünlü ama mutsuz olmayan bakışla birlikte çocuğu bıçakladığın an beni fethettin melissa. hani o artık bizim tanıdığımız kişi değil dedin ya, valla çok üzüldüm yahu. şimdi efendim devam ediyorum blackwell'den. allahım sen ne sinsi ne bok ne çirkef bir adam çıktın arkadaş? uçan kaçan herkese yardırmışsın kesköse bu nedir? neyse ki cassie ve diana birlik oldular da o kafatasını senden aldılar. zaten sen onları bayıltıp ellerinden aldığında çok şükür 22 bölüm sonra senin kötü olduğunu anladık. üstelik iskeledeki yangının sebebi de belli oldu oooh. şimdi geliyorum en muhteşem sahneye. ulen cassie, aferim kafayı çalıştırdın diyorum en önce. bir an için gerçekten diana'yı öldüreceksin sandım. dark magi konsepti bende çok çok önemli ve ayrı olduğundan, gerçekten o gücün esiri olduğunu sandım. içimden harika bir his geçti o an. keşke dedim bende böyle güçler olsaydı. keşke. ellerimi kaldırdım boşluğa doğru, bir hayal ettim. neyse efendim, kurulan hayaller, kafada yazılan öykülerimi anlatmayacağım şu an. ama şunu bir kenara not etmekte fayda var, 2 farklı dünyanın hayalini kurup yazıyorum. birincisi normal hayat. hani ünlük telaşların, aşkların, kalp kırıklarının vesaire olduğu. bir de diğer hayat. büyülü olan. supernatural kategori diyeceğimiz tür. power of three, willow rosenberg, emrys, jean grey'li hayat. onların gücünü kıskandığım, onların gücünü kendime yazdığım hayat. o hayatı kurmak öyle eğlenceli ki inanamazsınız. bazen iki dünyayı birlikte kuruyorum mesela, tadından yenmiyor. neyse back to seret circle dünyası.  işte efendim cassie seni öldüreceğim dediği anda gözlerimden ışıklar çıktı resmen. corrupt karakterler hep ilgimi çekmiştir. üstelik bu ccorruption büyüden kaynaklanıyorsa oyoyoy, bayılırım bu fikre. ama cassie beni de ters köşeye yatırdı. tıpkı river2ın kim olduğunu anladığım o 3 saniyedeki gibi, durdurdum, OHANNESBURGER! dedim ve ne yaptığını anladım. diana'nın üstüne gidip onun kara büyüsünü ortaya çıkardı ya, vay anasını sayın seyirciler. blackwell'i öldürdüğünüz an muhteşemdi. harikaydı. daha böyle güzel bir sahne yoktu yani o derece. arada cassie'nin burnunun kanadığını kaçırmadım bu arada. esas diana'dan böyle bir performans bekliyordum. çünkü 1 cassie diana'dan daha mı güçlü bir tek o sınırlarını zorluyor yani? 2 diana daha bu işe yeni girdi, onun zorlanması lazım en çok. gelelim limanda olanlara. charles. sen nasıl bir adamsın ulen? aferim kırk ılda bir gözüme girdin. latince chanting'lerle demon'ları çıkarman göz doldurdu, kendi içine almansa vahşi dereede güzeldi. hele o yüzündeki ifade çok korkutucu bir güzellikteydi. ay içinde gezdiklerini aklıma getirdikçe ürperiyorum shit. kendi kendini boğman da mantıksızdı bu arada. insanoğlu ne kadar isterse istesin nefes almak için su yüzüne çıkarmış sonuçta. aa bir de en sonunda seal yapmaları ve senin boşluğa bakıp uçup gitmen üzücüydü ne yalan söyliyim. yazık. shame on you guys. ama hikaye tamamlandı, güzel bir twistti. aaa bu arada dawn, senin gibi bir kaltaktan böyle güçler beklemiyordum. bir kelimenle tüm yangını söndürdün. bir önceki nesil bahse girerim daha karizmatikti. neyse efendim gelelim sonunaaaaaaa. en sonunda irle'ı bind etmemeye karar kıldınız. ok. diana da ortamları terk etti. ok. peki ne bok yemeye o kafatasını adam'a verdiniz sorarım size? babası junkie'lerin önde gideni, siz gümbür gümbür the tarihin en güçlü silahını ona verdiniz. sünepe herif. sana baştan beri gıcığım. su damlalarını uçurduğun an güzeldin, sonradan iyice sümsükleştin. aaa tabiki de jake ve faye'den bahsetmeliyim. gemide faye'in kurtulduğu, jake'in ona sarıldığı an tam bir kalp kalp kalp anıydı. minnoş bir birleşmeydi, çok şükür içimizi baymadan harika bir çift oluverdiler. prom'da gideriniz zaten vardı, o son öpüşme sahnesiyle iyice sevgi pıtırcığı oldunuz. kalp kalp kalp yeniden. aaaa grant miydi neydi diana onla gidiyor tamam dedim ama bence o çouktan birşey çıkıcak. too good to be true gerçekten. haydi hayırlısı. veeeeeeee en sonuna geldim ey dostlar. ellerinde iz olan assie ve diana. balcoin soyu. kara büyü. ve gerçekten caption yazan adamın hakkı var, kafalarının arkası bile güzel yakışıklı olan 4 diğer kardeş. ah bebeğim muhteşemdi o izler. gerçekten devam etmeliydi bu dizi. ama varsın etmesin, devamını yazarız biz hayranlar. en azından kendime bu tip bi senaryo kuruciim. çok çılgındı çünkü. 6 kardeş var, bizim circle'dan 4 kişi, kara büyü, elder'lar, kafatası, ohoooooo. fanfiction dünyası tadınadn yenmez şimdi. haydi bakalım. farewell secret circle.unutulmayacaksın, söz.