11 Haziran 2012

[pleaseinsertxyzhere.]

saat 20.08, düşünüyorum.
en son eve gelip soluk bile almadan yazı yazmaya başladığım gün herhalde hayatımın en karanlık günlerinden biriydi. belki sizler okudunuz. belki okurken anlamadınız. ama çocukluğun zamanın altın zerreleri arasında karıştığı anların başlangıcıydı o gün. çocukluğumun yazlarının beni terk ettiğini anladığım, ama kokuların, anıların beni terk etmediğini, etmeyeceğini öğrendiğim gün. dediğim gibi o gün, eve geldim, elimi yüzümü yıkamadan dahi bilgisayarın başına oturdum. yazmaya başladım. yazdıkça açıldım evet. gerçi bilemiyorum ağladıkça mı açılıyordum? işte o günden hemen hemen bir yıl sonra eve gelir gelmez büyük bir yazma isteğiyle kavruluyorum. ama çok şükür, çok şükür hüzünle değil, sevinçle yazıyorum bugün. gözlerim de doluyor ama, aldırmıyorum, sonra insan göremiyor ne yazdığını yahu. 
uzun süredir izlediğim dizilerin, aklıma gelen kişileirn, şarkıların bende uyandırdıklarını yazıyorum burada. yazdıklarımı seviyorum. tekrar okuduğumda o anki hafızamın nasıl işlediğini görmek duymak beni sevindiriyor. ama bugün uzun bir aradan sonra bir resim çizmeye karar verdim. alegorik bir resim. fakat bu resimleri çizmek zor olduğu kadar, görmesi de zordur dostlar. gerçi biliyorum. gören. her zaman. görecektir. hele o minik ayrıntılara takılıp yazılarını harf harf cursor ile takip ederek tekrar tekrar okuyanlar. biliyorum, you are out there.

yurda girdiğim ilk günü sanırım hiç unutamayacağım. gözlerim dolu dolu değildi önceleri. büyük bir merakla yürüdüğüm koridorda, odaların kapısının üstündeki isimlere bakarak, onların kim olduğunu merak ederek koridorun sonuna geldim ve buldum odamı. yatağım, bana ayrılmış 3 ufak, bir büyük dolabım vardı. sonra sürveyanlar geldi. bize yurt kurallarını anlattılar. ışıklar ne zaman kapanıyor söylediler. etüt saatlerinden bahsettiler. banyoları gördük. yavaş yavaş çıkarken nereye ismimiz yazılıyor söylediler. giriş çıkış saatlerinden bahsettiler. bodrum kattaki lounge'a indik. burada hem ders çalışılıyor, hem de depo olarak kullanıyoruz dediler. fazla eşyaları burada bırakabilirsiniz. burada yemek yiyebilirsiniz. ara sıra meyve, noodle, film muhabbeti bile yapabilirsiniz. sonra efendim bilgisayar odasını gördük. nasıl log-in olacağımızı öğrendim. mail adreslerimizi her gün kontrol etmemizi söylediler. word'de dosya kaydetmekten, intranet'ten belge bulmaya kadar tüm zamazingoları açıkladılar. sonra daha da önemli haberleri aldık. nasıl yemek söyleneceğini, yemek söyleyince kime haber verileceğini. genelde grupça yemek söylendiğini, beraber yemeklerin daha eğlenceli olduğunu anlattılar. taksilerin numaralarını verdiler. sonra tam sohbet etmeye başlamıştık ki gözlerim dolu dolu etrafı izledim. hiç unutamayacağım sevgili gülay bana üzülme böyle dedi, hem daha iyi hissedeceksin. hem çok eğleniceksin. burası, hayatında hiç unutamayacağın anılar kazandıracak sana. işte böyle başladı bir yatakhane macerası.  yıllar burada nasıl geçer derken, bir baktım ki son gecem gelmiş yatakhanede. her yıl oda değiştirip, toplam beş oda, binbir insan tanıdığım yatakhaneye ev demedim yıllar yılı, ama orası bir ev oluvermiş benim için. ve yıllar sonra düşündüğümde, her ne kadar ben bunların hepsini zamanla öğrenirdim ama iyi ki birileri bana anlatmış derken, hep gülayın kulaklarını çınlattım evet. 

şimdi bu resmi bir kenarda, hafızanızda dikkatlice tutun olur mu? bir başka resmin hikayesini anlatacağım sizlere.

yıllarca aynı evde yaşadık biz ailecek. evin salonundaki eşyaların yüzleri, yerleri değişse de, duvarlar yeniden boyansa da, seramik yüzeylerin yerini parkeler alsa da evimiz aynı oldu. çocukluğumun ateşli hastalıkları, gıda zehirlenmeleri, dünya kupası heyecanları, teenage krizleri, dizi izlemeleri, sınav sabahları, kahkahaları, pazar kahvaltıları hep aynı evde geçti. sonraları bir başka eve taşınmaya karar verdik. heyecanla bekledik o evin bitmesini. her hafta inşaatına gittik yenilikleri görmek için. an be an beton duvarlar alçıyla kaplandıkça sevindik. duvarların renkleri, duvarların kağıtları, kapılar belli oldukça daha da sevindik. bahçeye çeşit çeşit bitkiler diktik. biz gelinceye kadar tutsun diye. sonra gün geldi, taşınma vakti dedik. iki tur taşınma oldu bizde. önce karşıdaki minik daireye yatak yorgan tadında ana eşyalar taşındı, oradaki evi kapatmadık. sonra yeni evimize mutfak eşyaları ve kıyafetlerle taşındık. işte o taşınma curcunasında yılların anısını barındıran bomboş odamın ortasında durup etrafa baktım. hiç birşey kalmamıştı geriye. ne pencerede sticker su damlaları, ne dolaplarda kıyafet. sadece ve sadece bana bakan boş raflar. yatağın yıllarca durduğu yerde ufacık izler. bir başkasının asla fark edemeyeceği izler. sonra tam çıkacakken geri döndüm. aylardır duvarda duran posteri fark ettim. içimden bir parça koptu. düşündüm kendi kendime o an. meğer o posterin orada olmasına öyle alışmışım ki, orada olduğunu fark etmeden ben evin kendisiymiş gibi bırakıp gidiyordum neredeyse onu. sanki o poster orada kalacakmış gibi. kendi kendime söylenirken mırıldandığım poster. kahkahalarıma tanık olan poster. günün ilk ışığını üstüne alıp, gece ay doğduğunda dahi etrafımda görmeye alışık olduğum poster. önce onu oradan hiç çıkarmamayı düşündüm. yeni gelenler o odada kimin olduğunu bilsin istedim. bu odada bu posteri seven biri yaşıyordu. zamana ufak bir anı olarak iz bırakır gibi, vazgeçtim posterimden. bilsin ki o poster, filmleri seven, yazan çizen, teknolojiden pek anlamayan, ama az çok takip eden, çılgın insanlardan çılgın şarkıları öğrenip bangır bangır dinleyen bir insanın posteridir. bilsin ki o posterin sahibi aslında mükemmeliyetçi. o posterin uçları düzgünce kesilmiş. bir sonraki evine gittiğinde asarken cuk oturacak şekilde katlanmış. bilsin ki o poster, o odadaki o evdeki bir sürü şeylere tanık olmuş katlanmış aylar yıllardır. çıkardım posterimi duvardan. arkasında siyah bir izden toz çerçeve kaldı. hani kendisi yok ama varlığını hatırlatır misali. tıpkı bir kütüphaneye girince kitapları göremesen de, sistemde o yazarın adını görmek gibi...
daha sonraları evimize birileri taşındı. duvarlar boyandı. raflar değişti. mutfak seramikleri kırıldı yeniden yapıldı. eski usül aspiratörler gitti, janjanlı davlunbazlar geldi yılların mutfağına. salondaki mobilyalar değişti. kapılar değişti. eski eşyaların yenisi eşyaların konulduğu yerler değişti. or so we've heard. düzen değişti mi bilmiyorum. değişir mi bilmiyorum. su yolunu bulur dedikleri cinsten ama, içim rahat garip bir şekilde. bakacağız önümüze artık tadında yorumlar yapıyorum. şimdiki evim benim evim, evimi özledim deyince o evimi kastediyorum ama orası da evimmiş, her zaman da evim olacak biliyorum. neşeyle geldiğim, binbir muhabbet çevirdiğim evim. uzun uzadıya yemekler yediğim, ders mers derken yoğunluktan yemek yiyemediğim evim. ama overall,yalar gelip gidiyor, yenileniyor. ama ben kendi eşyalarımın yerini hala hatırlıyorum. unutacağımı da pek sanmıyorum.

bu kadar çok taşınma merasiminden, her yaz tatil valizi toplamasından, uçağa yetişme telaşından, uzun telefon konuşmalarından, sessiz telefon diyaloglarından, dokuz yıldan, 3 ayrı şehirden, gün batımında geçen yolcu gemisini ertesi gün görmeyecek olmanın hüznünü sindirdikten, 3 ayrı hatta -anneanne dede evini de saymak isterim- 4 ev ve o 4 evin ayrı ayrı kokusunu ayrı ayrı sevip, ayrı ayrı terk etmek istememenin can yakıcı hissiyatını yaşadıktan sonra insan dayanıklı olduğunu düşünüyor. dayanıklı da değil ya bu kelimenin aslı. başka birşey aslında. bilemiyorum. ben belki çok film izliyorum, çok okumaya çalışıyorum, çok yazıyorum kendi çapımda, burcumdan geliyor belki, belki merkürle mars bugün o şekilde dizilmiş gökyüzünde ama duygulanıyorum işte, engel olamıyorum evet. o yüzden tıpkı o posteri duvardan kaldırdığım an gibi, garip bir burukluk doğuruyor içime. oysa yepyeni yerlere gitmek güzel olduğu kadar heyecan verici. beklediğin kadar, bildiğin bir şey. malum olan.  benim şahsen yaşadığım, o yüzden gönül rahatlığıyla "çok sevindim yahu" diyebileceğim bir macera. ama yine vurgulamayı bir borç bilirim. cidden duygulandırıyor beni bu aklıma doğan düşünceler.

işte insan hafızası öyle birşey ki, 15-20 dakikalık bir konuşma yıllar öncesinden çeşit çeşit resimler getiriveriyor gözlerinin önüne.  önce onları gülümseyerek hatırlıyorsun. çünkü mutlusun. daha mutlu olabilir misin acaba? gevşek bünyen daha ne kadar heyo diyebilir içinden? ama bir yandan, ama o öbür yanın -candan'ın dediği gibi- üzülüyor. cidden mi? heralde cidden kızım. üzülüyor. çok sevinip üzülüyor. 

işte bu yüzden bugün eve geldim. bilgisayarı açtım, saati aralıksız yazarak 21.34 yaptım. derseniz ki bu blog'un son cümleleri ne, hemen efsanevi birinden alacağım, bilen biliyor azizim:


"Désolée, je venais juste dire un mot. Cela fait longtemps que je n'ai pas vu Paris. Mais ce soir, tant que vous chantiez, Edith, j'étais là-bas... Dans ses rues, sous son ciel. Votre voix est comme l'âme de Paris.. Vous m'avez fait voyager, vous m'avez fait pleurer... Merci de tout mon cœur, Edith."

gözü yaşlı filmler, diziler, olaylar beni zaten zorluyor, o yüzden şimdi bu sulara girmiyciim hiç. o yüzden de bugün konuşmadım sakladım da yazıyorum bunları ki, konuşurken sesler titremesin, gözler dolmasın.pek tarzım değildir ya dostlar =)
[pleaseinsertyouaremysunshinemyonlysunshineyoumakemehappywhenskiesaregreysonghere.]