31 Mart 2013

[Loud and Bright.]

It's been a while since I felt so tired. Funny, I've almost forgotten how loud and bright the world could feel. 

I despise such light and noise. 

There, I said it.

[Les Miserables: The Musical Phenomenon.]

uzun süredir beklediğim şeyi en sonunda yaptım. aslında böyle bir giriş yapınca sanki paraşütle atlamışım, denizin derinliklerine dalmışım gibi bir his uyandırıyorum belki siz okuyucuların gözünde. belki de ne yaptığımı duyunca bu muymuş yani diye sinirleneceksiniz bu yazının yazarına. ama beni bu derece mutlu eden şey, denizin derinliklerine dalmaktan da, paraşütle atlamaktan da büyük bir haz veriyor bana. efendim, geçen hafta pazar akşamı en sonunda sefiller'i izledim. kitabını elbette okumuştum, eski versiyonunu da izlemiştim elbet. beni bu kadar mutlu eden şey hugh jackman'lı bir sefiller izlemek olmadı, hayır. beni bu kadar mutlu eden şey, müzikal izlemek ve bu seferinde de bu müzikalin sefiller olmasıydı.
dört yıl önceki oscar törenini izlerken, keşke dedim, keşke hugh jackman bir müzikal yapsa. bir yandan da hayıflandım. keşke dedim, keşke bu programı hugh sunmasaydı, ondan sonra hiç keyif almayacağım galiba. yine o gece dedim. aaa anne hathaway'in sesi ne kadar güzelmiş. o gece dedim, aaa keşke herkesin sahneye çıkıp şarkı söylediği bir oscar'a daha tanık olsak. işte 2013 yılı, 2009 oscar'ında dilediğim tüm dilekleri gerçekleştirdi.

önce sefiller'in çekildiğini duydum, haberini gördüm. sonrasında ise fragmanıyla tanıştım. o günden beri heyecanla bekliyordum. o gün gelip çattığında üstüste gelen işler yüzünden bir türlü gidemedim. üstelik böyle filmleri ilk gün, bilemedin ikinci gün izlemiş olur, beşinci gününde çoktan albümünü hafızama yerleştirirdim. ama kavuşmamızın önüne kimse geçemedi. oscar gecesi tüm oyuncuların sahnede şarkılar söyleyip fransız bayrakları açtığı anlarda mutluluktan ölüyordum bir de. kör istemiş bir göz, sefiller verdi iki göz sayın seyirciler. içimin yağlarını eritecek diğer bir an, havalı cıvalı michelle obama'nın en iyi filmi sunmasından sonra sefiller'in ödül alması olurdu ki, heralde 384768584193047693488540 yıl gülsem yine hızımı alamazdım. zhehehe.

gelelim film hakkındaki yorumlarıma.

film tam bir müzikal. sorabilirsiniz, bu biraz bariz değil mi diye. olsun, yine de yazmak istedim. diyalog aramayın, hep şarkı var ve şarkıların hepsi süper.

film look down ile başlıyor ve bence it is haunting. çok çok sevdim. şarkı harika olmuş. sahne zaten muhteşem. devlet düzeninin içerisinde bir mahkumun ne kadar ufak olduğu öyle güzel gözler önüne serilmiş ki. o koccaman gemiyi içeri çekmeye çalışan mahkumlar içimi parçaladı evet. sonra janvaljanın (valla böyle yazacağım dostlar, her seferin jean valjean yazamayacağım kusura bakmayın) o bayrak direğini sırtlaması. çamurun içindeki bayrak filan çok güzeldi.

heyecanla beklediğim fantine sahnesine doğru ilerlerken fabrikadaki kadınların şarkısıyla karşılaşıyoruz. bundan önce janvaljanın kilisedeki şarkısı var ama orası artık o kadar umutsuz ki, yazmayacağım, izleyip tanık olmanız şart. fabrikaya geri dönersek, insanoğlunun aslında ne kadar kötü olduğunu burada görüyoruz. o sahnede kadınların yakasına yapışıp, bu kızdan ne istiyorsunuz diye haykırmak, hönkürmek, ellerimle parçalamak istedim. böyle birşey olamaz yani. yazık. çok yazık!

anne hathaway'i, fantine'i anlatmayacağım. aslında çok istiyorum anlatmayı. ama sadece oscar'a layık, muhteşem bir performans sergilediğini söyleyeceğim. yaklaşık 40 dakika görünüyor filmde. ama gördünüğü sahnelerde o kadar güzel ki. mutsuz, kirli, bitap, çaresiz, çirkin. ama öyle güzel ki. oscar gecesinde ışıl ışıl gözlerini gördüğümüz, minik ve acemi bir prensesi oynayan bu kızla, fantine aynı kişi olamaz diyorsunuz. o I dreamed a dream şarkısını söylerken kamera yakın plana geçiyor. hıçkırıklar arasında şarkısını söylerken, duyduğunuz hıçkırıklar onun mu kendinizin mi anlayamıyorsunuz. o an, fantine oluyorsunuz da, çaresizlikle kavruluyor, sinema koltuğunun ucunda, diken üzerinde, zavallı, çirkin, pis, umutsuz halde buluyorsunuz kendinizi. tek dileğiniz, kimsenin rüyalarının bu şekilde öldürülmemesi oluyor. canım benim. canım. öyle üzdün ki beni fantine/anne, sizi hiç unutamayacağım.

javert konusundaki görüşlerime gelince. herkesin bildiği üzere javert veba gibi janvaljanın hayatına dadanıyor. onu yakalamadan da vazgeçmiyor. yani en azından vazgeçmeyeceğini hissediyorsunuz. tabii en sonunda janvaljanın iyiliği, insalığı ve affediciliği karşısında öyle eziliyor ki, bu eziklikle yaşamaya devam edemeyip, intihar ediyor. javert gibi çarpıcı, gururlu, sert, kızgın bir adamı oynayan russel crowe hem rolün hakkını vermiş, hem de o ponpon sesiyle müthiş bir sempati katmış. benim gözümde o şarkı söylerken yanaklarını sıkmak falan istedim böyle  bir sempati uyandırdı düşünün! kendisi kilo almış, birazca yaşlanmış ve javert ne kelime, amcaya dönüşmüş yahu, bayıldım! stars şarkısı muhteşem bir şarkı. adeta diğer tüm şarkılardan önce onu öğrenmek istedim. bilemiyorum, belki de dw'ya başladığımdan beri gözlerimi yıldızlara çevirdiğimdendir. son bir merak konusu mevcut, bilen lütfen haberdar etsin beni. filmin sonunda javert'in intihar ettiği yer neresiydi? enteresan bir rezervuar yapısına benziyordu, ya da gemiler, tersane filan gibi birşeyler için özel bir dock muydu? çok merak ettim ama internette araştırınca sürekli kitap özetleri ve intihar etmesinin nedenlerinin tartışıldığı forumlar çıkıyor.


bu noktada minik cosette'ten bahsetmek gerekli. o minicik bedeni, gözlerinin feri gitmiş haliyle o ufak çocuk ne kadar güzeldi fantine'in kızı cosette'i canlandırırken. içimi parçaladı. castle on a cloud içimizi parçaladı. canımsın janvaljan, canımsın. helena bonham carter ve sacha baron cohen'den bahsetmye çok gerek görmüyorum. gerçi yok, haklarını yemek gibi olmasın, özellikle sacha baya iyiydi. iğrenç pislik çıkarcı bir adam olmuş o smokinli adam! şok şok şok! ama helena  bonham carter istisnasız her filminde oynadığı takıntılı-deli-aklını kaçırmış rolünü yaparak yine farklı birşey göstermedi bize. kendisine puanım sıfır değil de, statik yani. öyle diyeyim. 

gelelim genç cosette, marius ve eponine üçgenine. itirafımdır. on my own şarkısının sefiller'in şarkılarından biri olduğunu bilmiyordum. şarkı şimdi daha çok şey fısıldadı kulağıma. başkasına aşık bir adamı bekleyen aşık kadın. bundan daha acıklı ne olabilir bilemiyorum. son anlarında it's ok diyen eponine, you'll be ok I promise diyen marius'un gözlerinin içine bakarak bu dünyadan kayıp gitti ya... bundan daha mutlu bir an olabilir miydi onun için, sanmam. marius, seni izlerken sürekli mariyln monroe'ya aşık çocuğu gördüm kusura bakma. ama sesin gerçekten güzelmiş. hatta inceymiş! şaşırttın beni yahu! cosette cosette. amanda ne kadar cuk oturmuşsun sen bu role şoklardayım. aferim aferim diyorum. janvaljana şükret sen, onu oralardan çekip çıkardığı için. böyle çıtkırıldım, böyle hassas, narin, akıllı fikirli kız rollerine uyan akıllardaki yeni isim sen olmalısın. sesin de çok güzel evet. üstelik marius'la da çok uymuş. casting director, adamımsın.

enjolras. harikasın bebeyim. çok karizmatiksin! kurban olurum sana yemin ederim. çok karizmatik, çok yakışıklısın yahu, bu kadarı fazla! senin o devrimci hallerine bayıldım. adeta gossip girl'deki tripp olmanı kabul edemediğimdir. sen her zaman elinde kırmızı bayraklarla sokaklarda eylem yapmak, onuruyla ölmek ve tüm halkı gülümseyerek selamlamak için doğmuş olmasın! koccaman kalpler fırlatıyorum yoluna.

gavroche. kalbımı kırdın be çocuk. zaten hüzünlü bir sonun vardı ama, bilemiyorum, gözlerinin ışığı kalbimi kırdı. bu olmadı...

fark ettiniz mi bilmem, birkaç şarkıdan bahsederek yazdım. çünkü filmden çıkar çıkmaz albümünü aldım sefillerin. hatim turlarına başladım evet. şimdilik albümde en sevdiğim şarkılar "at the end of the day", "castle on a cloud", "stars", "on my own", "one day more" "red and black", "epilogue" ve tabii ki "I dreamed a dream". albüm başlı başına dinlenilesi. ama filmi izlemeksizin pek anlam ifade etmeyebilir. ama filmi izledikten sonra inanın her seferinde çok keyif alıyorsunuz. daha önceki bir yazımda bu konuya yer vermiştim ama tekrar belirtmekte fayda görüyorum dostlar. filmin şarkı ayıtları canlı yapılmış. yani oyuncular stüdyoya girip şarkı söyledikten sonra oynamamışlar. o sahneyi çekerlerken kulaklarında piyano ile o şarkı çalmış ve şarkıyı canlı okumuşlar. yani duyduğunuz tüm o hıçkırık sesleri, çığlıklar, yutkunma sesleri gerçek. muhteşem bir his. adeta o sokağın başında çatışmanın içerisindesiniz. harika harika harika! filmin sonuna kısaca referans yapmam gerekirse, titanic gibi bir son olmuş. herkesin toplandığı. if you know what I mean. çok tatlı. tadından yenmeyecek bir son. elimde bayraklarla bastille meydanını doldurasım geldi adeta öyle bir galeyana geliş. anladım ki güzel bir müzikal ve başarılı bir theme song'la manipüle edilemeyeceğim konu yok. muhteşem muhteşem muhteşem! bazı dostlar filmin uzun tutulduğunu söylediler ama bir an bile saate bakmadan izledim ben. kimbilir, belki de müzikallere bayıldığım içindir. ama şunu söyleyeyim, janvaljanın en son sahnesinde saatime ilk kez baktım ve filmin başlamasının üzerinde 2,5 saat geçtiğini görüp, "aman tanrım" film bitmek üzere deyip accayip hüzünlendim. 

rica ederim bu filmi sinemada izleme zevkini kaçırmayın ve filmi izleyip izlememeyi değil, kaç kere izleyeceğinizi konuşun. benden söylemesi!

   

30 Mart 2013

[Doctor Who: S7E7.]

doctor who'nun yeni bölümü!!!!!!!

yareppim daha mutlu olmam müthiş bir mutlulukla yazıyorum bu yazıyı. açıkçası soluk soluğa izledim. wifi aracılığıyla kontrol altına alınmamız bence harika bir fikirdi, tebrik ediyorum. 

summer falls. by amelia williams. seriously moffat, are you trying to seduce me or what? deli olucam arkadaş deli olucam bu nedir ya?! iki favori companion'a siktiri çektin, şimdi böyle ufak hareketlerle gösterip vermiyorsun! cidden o angel heykelleri sana girsin diyorum başka birşey demiyorum! bir de what the fuck happens in chapter 11!?!?!?! 11. doctor'la ne alıp veremediğin var? who the fuck is st. john? yoksa bu konuda sadece tardis'in üzerindeki yaızya referans yapmakla mı yetineceksin? rycbar123 nedir amk? kız aklında tutmak için birden o cümleyi yazmış olabilir mi? daleklerin aklını başından alan kızla bu kız yine mi aynı değil ağzına sıçayım senin lan?! öldür öldür çatlamadın mı daha? bir kere de başbaşa bir maceraya atılsınlar lan beyinsiz? numarayı veren kim bu arada?! doctor'u en son gökyüzüne park ettiği tardis'te bırakmıştık niye keşişlerin yanına gitti!? yani bu kadar bodoslama girilmez ki bir konuya. sezonun ortasındayız lan göt! ve son olarak river nerde! river'ı istiyoruz! evet, yeterince hızımı aldıktan sonra devam edebilirim.

bence bölüm gayet güzeldi. keyifle izledim. sorularım oldu ama yine de, keyiflendim be ya. canlarım benim. ya da o kadar özlemişim ki artık good judgment'ımı kaybettim. konuya bayıldım en başta dediğim gibi. ama bu tipler kim en sonunda öğrensek iyi olmaz mıydı? great intelligence great intelligence. ne intelligence'mış arkadaş? where the fuck is silence allah aşkına? bir hikayeyi bağlamadan diğerine geçmek nedir hakkaten? herşeyi birbirine mi bağliycan moffat? ne bok düşünceler geziyor aklında? o kadar merak içerisindeyim ki! amy pond ve doctor'un hikayesini süper bağlamıştınız. şimdi bok gibi havada kalan bir hikayemiz olursa kahrımdan ölürüm. cidden ölürüm yani.

şimdi genel yorumlarım: jeneriği beğenmedim. kusura bakmayın. be-ğen-me-dim! yuvarlanıp giden tardis istiyorum, time vortex istiyorum amk! böyle janjanlı alevler istemiyorum. pof. neyse artıkın. alışıcaz.

tardisin içini de beğenmedim. ya ben niye böyle oldum hakkaten? eskiye mi alıştım? modernliğie mi karşıyım? nedir yani olayım? bence olayım şu: 5 aydır bekliyoruz serinin devam etmesini ve en acısı, hiç beklemiyormuşuz gibi alışkın olduğumuz herşeyi değiştiriyorsunuz bu nedir? pondlar'ın gidişi kalbimizi kırdı, sabit olan şeylerle toparlanmak istiyoruz. o çatlağı gördüğümüz, doctor'un ölüm tarihini yazan ekranı olduğu yerde görmek istiyoruz. kıçıkırık bir kitap ismi ve yazar yollamasıyla eskileri anmak istemiyoruz. daha sezon bitmedi el insaf moffat. jeneriği değiştirdiniz, tardis'i değiştirdiniz ve bir türlü oswin'i hayatımıza sokamıyorsunuz. bak yazdıkça kızmaya başlıyorum. yapmayın allah aşkında. 

haydi bakalım. haftaya daha yummy ve daha az sorulara sebep olan bir bölümle karşımıza çıkın, yazılı yoklama yapıcam.

29 Mart 2013

[Shameless S3E10.]

çok yorucu bir günün en güzel yanı düşüncelerinizin bir hap haline gelmesi sanıyorum. frank fiona ve hatta mike'ın michigan yumurtlaması hakkında yorumlarım vardı ama gücüm kalmadı yazmaya. ama şu kayıtlara geçsin:

karen ve jody. seriously guys wtf?!

joan cusack "I stole her prince." derken içimi parçaladın. unutmadık seni de.

yareppim inşallah fiona artık mutlu olur o iş yerindeki tatlı patron çocukla. 

evet efendim, yorumlarım bu şekilde. lip'in şok dalgası ne zaman geçip de mandy'i boğacak merak etmiyor değiliz.

[About Cinematic Experience.]

Sinemada ne kadar zaman harcarsam harcayayim, o saatleri sanki gercek dunyada hic yasanip erimemis, ucup kaybolmamis gibi yasamaya devam ediyorum.

Hayat saat 18.15te sinemaya girdigimde durdu bugun mesela. Gozlerimi devrim sonrasi fransa'da actim. Filmin sonunda aglarken tekrar kapattim, gozyasi tuzu yanaklarimi daha fazla yakmasin diye.

Uyandigimda 2013'e geri donmustum. Saat 18.16 sanki. Bir dakikalik bir ruyayla dunya ve hayatlari gezip gelmisim.

[The Walking Dead: S3E15.]

walking dead'in bu haftaki bölümünü yazmassam çatlayacağım. o kadar vahşi ve yummy bir bölümdü ki, dedim helal valla, bir süredir heyecan içerisinde beklememize değdi!

michone'u verdik vermedik, bunları tartışmayacağım. rick doğru olana karar verdi dediler izledik, vazgeçti dediler izledik. artık sen ne dersen rick izliyoruz. bu döngüyü kırdın this is a democracy dedin tamam dedik. açıkçası pek umrumuzda değil.

iki çift lafım da glenn ve maggie'ye. SİZİ KİMSE SALLAMIYOR KİMSENİN UMRUNDA DEĞİLSİNİZ. oh rahatladım gibi. bu nedir ya kendinize gelin. yok zombinin yüzük parmagını kırmalar yüzüğü koparmalar bilmemneler. ay siz evlenseniz ne olur, evlenmeseniz ne olur allah aşkına. dünyada kıyametler kopuyor miller zombi olmuş geziniyor, sizin gün batımında evlenme teklifi edip öpüşmenizi izliyoruz bu nedir?! ortalamanın da altında güzellikte bir çiftsiniz, eziksiniz zaten, nedir bu kaygı sizi göstermek için gösterilen? peh!

gelelim esas olaya.

merle, adamsın sen ya! adam! o sözlerin beni benden aldı yemin ederim. düşündürdün valla çok düşündürdün beni. iyi bir lider olmak, çöpü çöpçülere çıkarmaktan mı geçiyor? görev dağılımını belirleyebilmek midir liderlik için gereken vasıf? ya da birilerine pis bir işi attıktan sonra vicdanen rahatlamak mümkün müdür? ya da bu kadar kolay mıdır? çok güzel bir noktadan yakaladınız doğrusu, tebrik ediyorum. malesef tarih bize, vicdani hiç bir sorumluluğun yüklenilmediğini gösterdi. peki ya doru şeyi yapmak için kendinden vazgeçen adam? iyi olduğu için doğru şeyi yapmaktan vazgeçecek lider yerine pisliğe bulanmayı tercih eden adam? o adam daha mı temiz? yoksa biz mi kirletiyoruz onu? çok, çok enteresan bir bakış açısıydı bu. valla tebrik ediyorum.

daryl. canımsın daryl canımsın. seni çok seviyorum. net, dobra, görev bilinciyle yaşayan, herşeyi kafasına takmayan, iyi kalpli, sophia için beyaz çiçekten getiren daryl. seni böyle mutsuz göreceğime hiç başlamayaydım bu diziye. oklarıyla zombileri öldürüp, oku ziyan gitmesin diye fıçşk diye okunu geri alan bu adam, bu manzarayı görmeyeydi. merle'ü, kendisini hep tease eden abisini bir ceset başında, cesedi parçalarken, gözleri iştahla alevlenen şekilde görmeyeydi. ah keşke görmeyeydi. önce itti. uzaklaştırdı. ama yapamadı işte. o noktada yapacak tek şey kalmıştı. abisini öldürdü. üstelik bir bıçak darbesiyle değil, birkaç kez. yüzünü yok etmek istercesine. kimse tanımasın diye. ah be daryl, ah be merle. valla çok üzüldüm sizin için. çok. dizinin en güzel bölü ve sahnelerinden birisiydi.

governor. senin ölümün benim elimden olacak o kesin. andrea'yı bağladın mağladın işkence ediyorsun muhtemelen ama, korkmuyorum lan! boğucam seni, yakındırç bekle. bu sezonun sonunda bu eşşoğleşşek ölmezse ben orta yerimden çatlayacağım. dünya alem bilsin.

[House of Cards.]

efendiiim, uzun süre sonra aklım başımda bilgisayarımın başına oturdum, yazı yazmaya hazır ve nazırım. öncelikle dizi update'lerimden başlayacağım tabii ki. yepyeni dizim hakkında konuşmazsam içimde kalır sayın seyirciler.

house of cards.

aman tanrım bu dizi çok güzel. ama öyle doctor who evreninin vay anasını bu işler nasıl bağlanıyor tadındaki telaş ve heyecanlarıyla boy ölçüşemiyor o ayrı. ama zaten biz o evrenin düzenini hiç bir diziden beklemiyoruz. bu arada çok özür dileyerek araya girmem gerekli, böyle arasıra doctor who yorumlarıyla bütün blog'umu darlayabilme potansiyelim var. çünkü doctor'u çok özledim ve en sonunda bu pazar yeni bölümüyle geliyor. çok heyecanlıyım, içtiğim çayı bile bu diziye bağlayacak kafalardayım. neyse efendim devam edelim house of cards'a.

kevin spacey başrolde oynuyor bu dizide ve kesinlikle muhteşem! onun o ifadesiz yüzüne hayranım. bir insan soğukkanlılığını nasıl böyle koruyabilir aklım almıyor doğrusu. bir diğer söylenmesi gereken şey ise tabii ki dönüp dönüp kameraya konuşması. harika bir seçim olmuş bu tarzda bir özet geçme tekniği. aferim çocuklar.

linda. ya bebeğim senin işin de zor ya. linda başkanın asistanı oluyor sayın seyirciler. ortamı idare etmede üstüne yok valla. çok zor iş, ben böyle ince çizgi üzerinde yürümeli işlerde heralde çatlardım.

claire. bu paragrafa ne yazsam bilemiyorum doğrusu. ben böyle karizmatik bi insan görmedim yahu. karizmatikten kastım da şu, kadın hiç istifini bozmuyor. böyle birşey olamaz yani. o-la-maz! koşusunu yapıyor, işine gidiyor, kocası -francis a.k.a kevin spacey- için entrikalar olaylar çeviriyor, draft law hazırlıyor filan! bi de o fotoğrafçı sevgilisi yok mu. behey claire! sevgilisi de dememek lazım, still subject to discussion da, yine de öyle diyelim öyle olsun. adamın kafası rahat, izlemek çok keyifli o koyver gitsin yaşam tarzını.

gazeteci kız zoe. ya sen benim american horror story'deki ben'in çirkef sevgilisiymişsin! bu nedir? tüm dizilerimin birbirine girmesine bayılıyorum tamam da, nerden nereye zıpladın anacım sen? ay bi de senin işin de yapılmaz valla. söylemeden edemiycem. muhbirler, yok efendim source'lar, aman yukarıdan gelen baskılar, kimse kusura bakmasın da kevin spacey'le yatağa girmeler filan, valla bu iş yapılmaz. gençsin güzelsin, kendi yolunu başka türlü çiz anacım. boğuldum senin hayatından. o evinin hali nedir, o pislik mikrobiklik nedir allaasen? hayır olan, o sana aşık olan gazeteci minnoş oğlana olacak. oğlum bu kız senin harcın değil. bak buraya yazıyorum.

zoe'nin gazeteci işveren/kankası. ay valla 1000 yılda bir hikayeye uyanıyorsun, o da yılın hikayesi. ne ballıymışsın sen yahu? ama bence francis'in sağ kolu bu işe izin vermez. neyse. son bölümü izlemedim bir tek. bakıcaz artıkın.

christina. ya sana üzülüyorum çok. cidden yani. yerini bulamamak mı desek, yoksa eksikliğini dolduramamak mı, cidden üzülüyorum. tam mutluluğa bir adım madım attın dedik, olanlar oldu. ulen francis, ne cold blooded mıssın be ya?

russo. dizinin temasında her raydan çıkmışın sonunun böyle olacağına ilişkin bir hüküm yok tabiy. ama yine de, bu nasıl bir congressman hayatıdır peter? valla el elden su gölden yani. ayıp. kendine gel diyorum. ama tabiy rhetorically diyorum. en nihayetinde 11. bölümü izledim.

dizi çok başarılı. game of thrones'un amerika tahtı bağlamında bir dengi denilebilir. 9-10. bölüm gibi francis'in asıl amacını anladım ama önemli olan anlamak değil bu dizide. bakalım nasıl ulaşacak diye izlemek. çünkü francis'in kurduğu o kumpaslar o kadar güzel ki asla ucu kendisine dokunmuyor. ama kendisi bu kumpasın içine düştüğü zaman bakalım neler olacak?

son bölümü izledikten sonra belki de soluk soluğa bu yazıyı güncellemek için otururum. ama oturmasam da bilin ki, izlenilmesi ve francis underwood karakterinin dağarcığa katılması gereken bir dizi bu. 


[sonradan gelen edit burada başlıyor sayın seyirciler.]

sezon finalini izledim en sonunda. çok çılgın highlightları olan bir sezon finali olmadı açıkçası. esas bomba haberi öteki sezona bırakmışlar ki, eğer yine 13 bölüm birden yayınlarlarsa, hiç esprisi olmayacak, bu da bir başka boyut tabii. bu arada claire'in kabuslar görmesi beni şaşırttı doğrusu. ikinizin de karı koca çok soğukkanlı katiller olduğunuzu düşünmüştüm, şaşırdığımdır doğrusu. 

aa bir de bir önceki bölümün sonunda "diz çökmiyciim!" diyen francis nasıl oldu da böyle kafa tutmalar haline geldi açıkçası çözemedim. o adam -soyadını unuttum valla- bence kendisine sadık birini 4 günde parasıyla ayarlayabilir de francis kadar zeki olur mu bilemem. nedir yani bu sürtüşme. obvious sonuca geldik en sonunda. gairp bir bağlantı olmuş doğrusu. bir de what the fuck is going on with the musluk allah aşkına? aa bi de sadece kürek çekerek sen claire'in koşu kondisyonuna yetişemezsin de hadi neyse frank. worldwell kızının da bu kadar dişli çıkması beni şaşırttı doğrusu, du bakalım ikinci sezonda nasıl bir skandal bizi bekliyor. janine, zoe ve fedakar çocuk. surprise us, bombanın pimini çektiniz, sona erdirin allons-y!

24 Mart 2013

[Once Upon a Time S2E17.]

snow ve depresyonu. 

geçen bölümün sonuna doğru ahanda bu kız biraz olsun bu öldürücü iyiliğinden kurtuldu artık aklını başına aldı dedik, löp diye haberleri regina'a yumurtlamanla hevesimiz kursağımızda kaldı. bu bölüm de depresyonunla bu durumu taçlandırdın, bravo yani, ne diyeyim!

regina, snow'un kalbindeki o siyahlığı bize gösterdiğin için çok teşekkürler. bu da sana yeter kızaaaam temalı konuşmanla valla seni tüm hatalarınla kusurlarınla yeniden sevdik.

the kaza yapan adamın eski hikayeye bağlanmış olmasına inanamıyorum, valla hiç beklemiyordum, tüm bölüm bu kim yeaa demedim bile, o adamı da hiç sorgulamadıydım. sadece nereye bağlayacaklarını merak etmiştim. tebrikler diyorum sevgili senaristler!

başka da birşeyler hatırlayamıyorum. bakalım diğer bölümlerde neler görücez, merakla beklemedeyiz.

[Shameless S2E9.]

hangisinden başlasam hangisinden başlasam diye düşündüm taşındım ve shameless'tan bahsetmeye karar verdim a dostlar. 

mandy'nin karen'ı ezip geçmesi bölümün son sahnesi olmakla birlikte en başından söylenmesi gereken birşey bence. beheeey, milkovichler'den uzak durun anacım.

karen, senin kaltaklığını anlatmaya değil bir yazı, bloglar ve hatta internetin tüm kaynakları yetmez. die miserable bitch diyorum.

lip, ortada gidip geliyorsun da gel sen bu karen'dan vazgeç. bu kız sana hiiç iyi gelmiyor.

debs, sen ne iyi kızsın ya, kıyamam. joan cusack, sana da kıyamıyorum valla. bir mutlu olamadın ya bu nedir? dilerim o çirkef karen yine kalbini kırmaz canım.

mandy'nin lip için mit dahil olmak üzere heryerlere başvurmuş olması, o essaylerin hepsini kendisinin yazmış olması ve bunun üzerine mit'ten birinin yine de mülakata gelmesi. valla bilemiycem. ama lip'in verdiği cevap süperdi. kısa vadede birşeylere tanık olmak ne güzel olurdu yahu? logaritma değil uzay çalışın uzaay, time travel işini çözerseniz size kul köle olurum. sevgiler selamlar.

valla sindiremediğim bir yere geldim. steve, jimmy, her ne boksan, senin mızmızlıkların ve sürdürdüğün alternatif hayatın (şu kadın bir amerikan vatandaşı olsa da kurtulsak amk) içimi bayıyor. fiona'cığım öğrenip de üzülecek diye kalbim sıkışıyor. ama eğer siktir olup gidersen var ya. cidden seni öldürürüm. bak buraya yazıyorum. fiona da birine güvensin ve o güven yerle yeksan olmasın istiyorum ya bu kadar zor bişey mi?

frank. inanılmazsın ya. inanılmaz. ben böyle her renge giren birini görmedim diyeceğim ama yani, senden beklenir, ne diyim ki ben? şaşırmadık. merakla bekliyoruz maceralarını.

[Spartacus: War of the Damned 8.]

allahım allahım bu hızla ben birşeyler yazmadan uyursam kafayı yiyeceğim! 

spartacus'ün bu bölümü öyle güzel öyle güzeldi ki adeta kan vahşet overload yaşayıp zevkten bayılacaktım. ama bir noktada vücudum sanırım şöyle bir tribe girdi: bayılırsan bu güzellikten baygın olduğun sürece mahrum kalırsın ve bu kabul edilemez!

vallahi geçen haftalarda neler olduğunu filan yazmaya girmiyorum. ama mıymışık köle kız, hani gannicus'a göz koyan, sen neymişsin be? valla bravo ne yaptın ettin adamı en sonunda kafalardın tebrik ediyorum demeden geçemeyeceğim. neyse efendim bu bölümün olaylarına dönersek.

açıkçası spartacus ilk başladığında oturup tarihi bilgileri okumamıştım. en nihayetinde epik bir hikaye izliyoruz, tüm hikayeyi öğrenmenin bana bir harı yok öyle değil mi? ama ikinci sezon başladığında şöyle bir wikipedia patlatmışlığım vardır. ordan sadece crixus'la spartacus'un ayrıldığını gördüm. sonra çöt diye kapattım valla. işte the okunan tarihi olay bu bölümde geldi çattı çocuklar. crixus roma'ya doğru yürüdü! beheeey, ne yürüyüştü be yaaa! muhteşemdi muhteşem! bir an için roma'ya girebileceklerine ben bile inandım ki, o anki muhteşem duygu için herşeye değmiştir heralde yeminlen. ama crixus'un ölümü hoş olmadı. naevia'yı sevmem. ama hiç bir kadın sevdiği adamın bu şekilde ölümüne tanık olmamalı. hele bir de o eşşoğleşşek oğlan tarafından. herif o kadar silik, o kadar ezik, o kadar güç delisi olmuş ama bi sikim elde edememiş biri ki, adı marcus crassus'un oğlu. hay götüne girsin o mızrak senin. hay o kılıcın boğazına saplansın geber lan! bak yeminlen sinirlerimi tepeme çıkardın bana ettirdiğin laflara bak! geber lan geber! hele de julius sezar'a yaptığın  var yaaaa, seni kazığa oturtucaz lan! eğer steven deknight öyle bir son yazmazsa ben kafayı yerim aha da buraya yazıyorum! geber lan geber yoksa seni ellerimle paraliycam zombilere yediricem parmaklarını mideni filan!

julius sezar, sana hastayım. sindiremediğimdir. 

gannicus, bebeğim sen ölme ya allaasen.

spartacus, inşallah huzurlara kavuşucaksın bebeğim. sanmıyorum mighty rome'un senin peşini bırakacağını ama yine de bunu canı gönülden diliyorum. 

agron'la suriyeli çocuk. yazık kıııız. valla size üzüldüm. agron sen bu hallere düşecek adam mıydın be ya? sezar'cığımla proper bir dövüş yaşayamadan öldün valla çok üzüldüm. ayrıca senin o gözlerinin dolduğu hallerini yerim yerim, çok seviyorum seni bilesin.

dur şimdi esas meseleye de gelelim: ulen spartacus hele şükür seni de bir yatak sahnesinde gördük. tabii bize ne elalemin yatak sahnesinden ve zaten gannicus sahnelerimizin eline su dökemez bir sahneydi bu sahne ama, artık it was about time anacığım. ne asker, ne fedai, ne yoldaş, ne focused adammışsın hayretler içerisindeydik ki, senin de çok şükür ölümlüler seviyesine inip kendi keyfini düşündüğüne tanık olduk. şükür yani bringer of rain. çok şükür. 

yine de kayıtlara geçsin son olarak: liam, bir andy değil. maalesef.

17 Mart 2013

[Once Upon a Time S2E15-16.]

once upon a time o kadar muhteşem oldu ki yazmadan edemeyeceğim a dostlar. mıymışık konuları geçip -emma, kocası, oğlu, rumpel ve aile bağları- en sonunda hard core bir savaş ortamına vardık çok şükür! bu arada bir arkadaşımın yorumu gözlerden kaçmadı, ulen henry'nin babası, sen peter pan misin yoksa?! ikinci yorumum da şu olacak ki ay valla rumpel gibi karizmatik bir adamı böyle zayıf göstererek içimizi baydın kusura bakma. şimdi bazı söylenmesi gereken şeyleri söyleyeyim 2 bölüm önceden kalan.

snow. bebeğim sen mal mısın? yani bu kadar da saflık mümkün dğeil yuh! bu nedir allah aşkına! cidden cora'yla regina'nın o kadını öldürmeyeceğine inandın mı? biraz olsun öğrenemedin mi tüm yaşadıklarından! al işte kadını savurdular gitti sen de göt gibi kaldın çok afedersin. bu arada bölüm çok üzücüydü. çocuk snow beni öyle hüzünlendirdi ki... iyi queen'in bu ani ölümü, sonra zehirlendiğini öğrenmemiz filan, kızının yüzündeki o iyilik, o iyilik, o iyilik. vay canına, hala yazarken tüylerim diken diken oluyor. takdirlerimizi kazandınız. 

gelelim son bölüme. cora'nın gençliği olarak rose mcgowan'ı görmek müthiş bir duyguydu. galiba en sonunda tüm fantastik dizilerimin oyuncuları birbiriyle tanışıcak hihihih. rose'u kötü gördüm yalnız. daha doğrusu charmed'da oynarken gördüğümüz o güzel kıza birşey olmuş sanki. kötü bir estetik ameliyat diye içimden geçirip sorgulamadım. ama meğersem rose çok ciddi bir kaza geçirmiş ve bir seri estetik ameliyat olmuş. o yüzden her zamana alıştığımız rose'dan farklıymış. cidden üzüldüm kendisine geçmiş olsun diliyorum. başka da birşey yazmayacağım. çok çok geçmiş olsun. bu arada casting direktörüne selam ederim buralardan. müthiş bir iş çıkarmış! bence rose'dan başka kimse cora'nın gençliğini oynayamazdı. harika olmuş. harika harika harika bir seçim. aa bir de tabii rumpel'la olan ilişkileri meselesi var. kadın o zamandan güce kudrete aşıkmış. which makes sense, given her position yani. neyse efendim. kalbinin tek zayıf yanı olduğunu düşünüp onu bir kutuya saklayan bir kadın. etrafındakileri kendisinin önünde dize getirmek için kalplerini alan bir kadın. en nihayetinde cora'ya kızamıyorum. her birimizi, kalbimizi bir kenara atacak gücümüz olmasını istemez miydik? neyse efendim, bu bölümün sonunda snow'un yaptığı çok caniceydi. ama yapacak birşeyi yoktu gördüğümüz kadarıyla. yoksa ailesi ölecekti filan fıstık. ama bari söylemeseydi iyi olmaz mıydı? kızım hadi pişman oldun, bari çaktırma. al işte. regina'nın annesini ödürdün abi bu kadın senin popondan alev topu atsa haklı şimdi, hiiiiç ahkam kesme. peh! 

son dipnot: eğer son sahnede regina'nın gözleri simsiyah olsaydı zevkten ölecektim. keşke öyle yapsaydınız. güzel bir dark willow göndermesi olurdu aaah ah. gözlerden kaçmadı jane espenson. hastasıyam.


[Shameless S3E6-7-8.]

efendim uzun bir süre sonra ilk kez dizilerim hakkında yazı yazmak için vakit buluyorum. en önce shameless'tan bodoslama gireceğim. en son bıraktığımız yerde evdeki durumu gören sosyal hizmetler görevlisi çocukları alıp götürmüştü a dostlar. ölen kalan olmadı. kıyamet kopmadı. zaten çocuklar 5. kez filan foster care sistemine düştüler. velhasılı kelam çıkışları muhteşem oldu, çünkü fiona onların artık resmi olarak guardian'ı. çirkef frank çocukları vermiyceeeeğm diye tuttursa da en sonunda bir şekilde güvence altına aldılar kendilerini efendim. bir tek evlerini almaları önemliydi, onu da yüzsüz kuzenleri miras yoluyla aldı ki orda hınk diye kaldık bir süre. üstelik bu kuzen rosie larson'ın babası! şoklardayım. o adam çirkef bişeye dönüşmüş pes pes pes. carl'cığım öldürecekti adamı, orda bi yarıldım gülmekten o ayrı. velhasıl debs'in genius fikri sayesinde -true survivors the gallaghers- oturma hakkı patlattılar. yıh yıh gülüyorum. neyse efendim, esas şu meseleye gelelim: v ve kev'in meselesi. bildiğiniz üzere v hamile kalamadığı için taşıyıcı anne arıyordu. annesi, taşıyıcı anne olmaya karar verdi. hatta dur yanlış aktarmiyim, yumurtayı da o bağışlayacak, çünkü paraları yok filan fıstık gibi bir olaylar. neyse efendim v'nin annesi ve kev'i bir hayal edin. etmeyin. üyv. olacak iş değil. oluyor. birkaç bölümdür kadın kev'e iyice yavşamaya başladı, date'miş gibi giyinip uşanıp cd'ler getiriyor filan. kev'e de mesaj attı bir önceki bölümün sonunda. kafayı yemek üzereyim. kadın zaten adamı annesiyle yatağa sokuyor durum bok. ama kev v'yi annesiyle aldatmaya filan kalkarsa geberir giderim abi!

jimmy'nin zehirli atık temizleme bilmemne işinde hali inanılmazdı! bunu söylemeden edemiycem. iğrençti ya iğrenç! böcekler benim bile içimde geziyor gibi hissettim. iğrençti laaan! allah sana sabır versin fiona diyor, gözlerinizden öpüyorum sizi gallagherlar! 

aaa son bir yorum, karen kaltağı geri geldi. kimse kusura bakmasın, bu karen'a bir türlü ısınamadım. lip'i süründürdü süründürdü basıp gitti, şimdi de geri geldi elinde avcunda bi bok kalmayınca alavera dalavera mandy'le lip'in arasını bozuyor. lip'in mutlu olmasına tüm benliğiyle karşı I believe. ama lip'in de bu kıza karşı bir zayıflığı var. dur bakalım neler olacak. merakla bekliyoruz.

13 Mart 2013

[Prefix Effect.]

Sozlukten bakmali:

Assumption.

Presumption.

En nihayetinde hayat bunlarla geciyor.

Ya da bir yerde takilip kaliyor galiba.

Prefix'lerin hayatimizda yarattigi cilgin alternative universe takdire sayan. If only we could live in it. Or not. Assumption'in kendisine bagli tabii. Ya da presumption'in.

Yersen.

[Hastalık]

Bugun [o gün] 14 subat. Tum dunya sevgililer gunu sevgililer gunu kampanyalari, firsatlari, hediyeleri, kartlari, oyuncaklari, mesajlari, emailleri, surprizleri, yemekleri, bulusmalari, gorusmeleriyle calkalaniyor.
 

Ve ayni anda tam da bugun birilerinin kalbi kiriliyor.

Dilerim bir gun iyilesebilirler.

[About Book Covers.]

Speaking of les miserables, bu filmin boyle anilmasina bayiliyorum. Sefiller diye cevrilmemis. Miserables denmemis de les miserables. Yey!
 

I've dreamed a dream dinlerken dinlerken, hayatta cesitli zamanlarda tekrar tekrar ayni sonuca vardigim, cesitli vesilelerle tekrar tekrar ne kadar dogru bir cumle oldugunu gordugum ve her zaman kulagimda kupe olarak tasidigim bir sozu paylasmayi bir borc bilirim: never judge a book by its cover.
 

Britain's got talent'ta susan boyle'un tum salon ve hatta suratsiz simon cowell'i sallayip gecmesini izlerken -dinlerken yani sarkiyi- insanlarin yuzlerine burunen ifadeyi gordum ve gevsek gevsek sirittim. Poponuza kacicak o ifade kimse kusura bakmasin diyerekten. Helal sana susan ooh diye sirt ustu fok baliklari gibi hareketlenip yatarak meksika dalgasi yaparken de icimin yaglari eridi evet.
Iste bu vesileyle, gecen haftalarda dinleye dinleye yine ayni sonuca vardim a dostlar. Asla unutmayin bunu, benden soylemesi.

 

Never judge a book by its cover.

Never.

Ever.

[Seçmek v. Terk etmek: Dizi Seçimlerinin Anatomisi.]

[Yazip yayinlamaya firsat bulamadiklarimdan. O gun hangi gun hatirlayamiyorum maalesef.]
 

Bugun anladim. Bugun resmen anladim. Tam bir epiphany yasadim desem yeridir hatta! Neden yillar yili dogaustu ogeler iceren dizileri her zaman daha cok sevdigimi bugun anladim! Biraz once dank etti. Ve o an, bunun farkina neden daha once varamadigimi sorarken kendime, bir yandan da ne kadar dogru bir sebeple bu dizilere baglandigimi gordum.
 

Yillarca, aylarca, uykusuz, sorgulayarak, nasil olur diyerek, parmaklarimin ucundan buyuler akmasini dileyerek, dertlerine care dusunerek, aglayarak, gulerek, senaryosunu okuyup bolumu oyle bekleyerek izledigim dizilerimin tek bir ortak paydasi var. Onlar, hayalgucumu besliyorlar. Ustelik bu dunyada neler yasanabilecegine iliskin yani beslemiyorlar sadece. Beni dusunduruyorlar. Ben olsaydim ne yapardim? Ben bu durumla nasil basa cikardim? Bir yandan kendi tehlikeli dunyalarina cekerek beni, insanin doganin otesinde durumlarda nasil tepkiler verecegini, gucunun nereye kadar kendisini hayatta tutabilecegini, hatta tutup tutmayacagini dusunduruyorlar bana. Ask acisiysa ask acisi demekten ote, acilarin, huzunlerin, kavusamamalarin ve kayiplarin en kotusunu gosteriyorlar da, bana bir sans taniyorlar. Hayal et, ya da gozlerini kapat, kendi dunyana don. Oyle guzel ki...

Bir suredir 'gercek dunya' dizilerini izliyorum. Diger dizilerim ya ara verdi, ya sezonlari bitti ya da baslamadi. Daha da acisi, bazi dizilerim coktan bitti. Elimde malesef onlar gibi halen yayinlanan ve hala 6 sezonu dvd halinde duran diziler yok except one or two. Iste bu 'gercek dunya' dizilerini izlerken fark ettim ki they make me sick. Insanin hayalgucu sinirlarini, sinirlarinin sinirlarini, gucunun sinirlarini hayal etmeye iten dizilerimin aksine, hepsi insanin kotu, cig, guc pesinde, hirslariyla bogulmus yanini gosteriyor. Dahasi, ruhuyla kavrulan bir vampiri anlarken, ben bu insanlari anlayamiyorum. Tipki bir alkoligin bagimliligi gibi kendini sona surukleyen willow'un sonunu sezerken, kendine makam saglamaya calisan bu insanlarin bu sacma sidik yarisi bende hic bir sempati uyandirmiyor. Tam tersi, agzindan kan damlayan, vahsi, gozu donmus kurt adamlar geliyor gozumun onune. Aciyorum onlara. Ustelik ben ilk gencligimi hayal ederek gecirmisken, simdi karsima bunlarin cikmasi, bir hayalkirikligi yaratti dogrusu. Hayalim x-files turevlerinin devami, buffy'nin cizgi roman cosmasi, belki bir spinoff ve doctor who'nun zirt pirt araya girmeden akip gitmesiydi. Simdi jessica ve frank ve claire turevleriyle filan kalakaldim. Wtf diyorum. Ne iliskiler, ne kafalar yasiyorsunuz anacigim siz? He promised me I'd never be bored filan.

gercek dunya dizilerinin dogaustu guclerin anlatildigi dizilerimden cok daha absurt oldugu bir dunya. i-ih. istemiyorum.


I want that mad man with a blue box to take me where I feel safe. Now.
 

Ha soyle, mart ayina girdik, doctor who'ya bir kiii.

[Les Misérables.]


Bu aralar sefiller dinliyorum surekli. Hatta spesifik bir zaman vermek gerekirse, sefiller takintim gecen cumadan beri suregeliyor, malum turkiye'de vizyona gecenlerde girdi. Dogrusu tum sarkilarini dinliyorum seviyorum ve sevecegime eminim de, I dreamed a dream'in yeri bambaska. Ustelik bu noktada ironik bir noktaya da parmak basmak istiyorum. Sefiller'i okuyali baya zaman gecti. Kelimenin tam anlamiyla klasik, eski klasik donemlerimde kaldi cidden. Bu kitaptan geriye aklimda birkac isim kaldi. Obviously, jean valjean. Yani. Oeah. Javert. Mufettis javert hatta. Amanin bir ara bu adamin adini unutup yana yakila dusundukten sonra daha da unutmam. Ve tabii ki de cosette. Bu uc isim yer etmis bende, fantine filan hak getire valla. Surculisan ettiysek affola. Bu noktada en enteresan durum ortaya cikiyor. Muzikalin en unlu sarkisi en hatirlamadigim isimden cikmis a dostlar, what kind of sorcery is this? Inanilmaz cidden. Iste efendim, surekli bu sarkiyi dinleyip soklara soklara giriyorum boyle birsey olamaz. Dusundukce daha enteresan geliyor. Dahasi, sadece anne hathaway'den degil -ki bence gayet guzel bir yorum. Filmin studyo kaydiyla degil de canli cekimden alinan seslerle cekilmis olmasi genius! Bu olayi o kadar takdir ettim ki! Ustelik daha kismet olup da filmi izleyemedim! Sarkiyi dinlerken -tenks tu yuutub- fantine'in hickirik seslerini, goz yaslarini, ic cekmesini duyuyoruz. Oyle muhtesem ki! Iyi ki boyle genius bir fikri ortaya atmislar bebeyimler- tuuum yorumlarini dinliyorum sarkinin. Susan boyle'dan 95 opera kayitlarina kadar cocuklar, imaginez-vous! Hizimi alamayip ayaga firlayip ben de eslik ediyorum filan, gormeniz lazim. Gozlerim doluyor. Kanim cekiliyor. Tahtaya vuruyorum. Bulundugun anin gercekliginde hayallerinin olduruldugunu aglaya aglaya anlatan bir kadin... Daha aci bir sahne olabilir mi? Neyse efendim. Velhasilikelam bu filme gitmek istiyorum. Cok acil. Denk getiremiyorum da ama, mutlaka mutlaka denk gelicez ve russell crowe'un ponpon sesi, anne ve hugh'un cosmalari, amanda'nin goz devirmeleri, devrim, ask, ihanet, pismanlik, onur, gurur ve insanlik hakkinda heerseye tanik olacagim. Bekleyin beni anacim.

06 Mart 2013

[Natural logarithm.]

ln(x) or not ln(x). That's the main question cocuklar.

[Clear Mind in Cold.]

[İş çıkışı, bunaldığım bir vakit. Bunalmaktan da öte sıkılmışım galiba. Which is worse. insan bunalınca o bunalma hissini dağıtabiliyor keyif alacağı birşeyler yapıp. ama sıkıntı öyle değil? hain bir mikrop gibi yerleşiveriyor bünyeye. sanıyorum bir süredir yazmamaktan geliyor o sıkıntı. uykularım kaçıyor ya da gözlerim kapanıyor. ekstremlerden kurtulamadım son 10 gündür niyeyse. neyse. bunları düşünüp yürürken efendim, aklıma birşeyler geldi. şimdi düşünüyorum da, bunların arasına bol bol ye koyulabilir gather ye rosebuds tadında. ama bu silsile isim sıfat zamir definite ile indefinite articles'a dahi üşendiğim bir silsile. buyrun. hatta Allons-y, Alonso.]

Cold clears mind.

Mind clears cold.

Clarity colds mind.

Mind colds clarity.

Clarity minds cold.

Cold minds clarity.

Ya da oyle birseyler.

[Pin.]

Pin.

Yataga yattigim tam da su anda bu kelimeyi dusunurken buldum kendimi. Daha da net soylemek gerekirse "to pinpoint" hakkinda zihnimi zorlamaktayim.

Taa lise biyoloji dersinde vardi pin'ler. Kelimenin tam anlamiyla uygulamali bir derste, pin denilen minik igneler vardi ortadaki masada, hoca her birini kullanacak gibi bakiyor, herkes hoca her birini kullansin ve gostersin diye bekliyor. Tip gozu o zaman da yoktu bende. Istemeyen girmesin bu derse demisti, kantinde muhabbet etmistik 3 kisi hic unutmam. Dokulari bile isaretlemek isteyisimiz neden diye soruyorum kendime. Cevap veremiyorum.

Sonra bir hard rock cafe'de karsilastim baska bir pin'le. Hard rock paris pin'i. Gitar seklinde -pek tabii elektronik- bir eyfel, altinda bildigimiz karakterde yazi, arkada minik bir igne. Aldim onu. Hala odamda duruyor. Takiyor muyum? Hayir. O ana bakiyorum, bana yetiyor. Zamani isaretlemek boyle birsey galiba. Fotografsiz fotograflar.

Cocuklugumun butun merakiyla izledigim olimpiyat acilislari... Gozlerimi kapatik kosarak tum dunyayi selamladigimi dusundugum kosu pistleri. Medal pinning ceremonies. Basarilari dekore etmeye insanoglunun uzerine yok. Ama onlari omzundan ziyade kalbinin ustunde tasimak... Iste gercek sportmentlik, gercek centilmenlik bu olmali. Oyle ki seni oldurecek kursundan kurtarmali bu madalyalar. Ah o filmlerdeki maddi, gonlumuzdeki manevi kursunlar... Keske gogsumuzde tasimayi kabul edebilseydik bazi zaferleri.

Iyi ailelerin hazineleri. Gerci iyi ve merakli demek gerekir buna. Broşlar, yaka iğneleri... insan hazinesini çeşitli sebeplerle yakasında taşırken, cenazesinde kendi resminin yakalarda taşınacak olması, çok ironik değil mi?

herşeyi işaretleme sevdası... herşeyi kayıtlara geçme hevesi. ajandalar, minik not defterleri, post-it'ler, koli koli a4'ler, e-maillerin minik task bayrakları, telefonların not ve taslak sms e-mail bölümleri. yıllar önce de böyle binbir araç var mıydı bizi işaretlemeye iten? yoksa değişen dünya ve büyüyen zamanla mı bu hale geldik, kestiremiyorum. sadece düşünmek, birşeyleri bir yerlere kaydetmek zorunda olmadığım, kayıt altına alındığına tanık olmadığım yerlerde olmak istiyorum galiba. kimselerin bilmediği bir kumsal. saat takanın alınmadığı bir sinema salonu. gün içerisinde hangi anda olduğumu kestiremeyeceğim bir kumarhane. ya da belki bir geminin güvertesi gecenin soğukluğunda. ve hatta evet, kutuplar. dünyanın tepesinde duran RDIM. hiç bir şeyi işaretlemek istemeyen, zaman algısını tamamen gerisinde bırakmak isteyen, ama kaydetmeyince/yazmayınca uykusu kaçacak olan RDIM. her tasayı bıraksa, sonsuz beyazlığın üzerinde bir pin.

isn't it ironic?

02 Mart 2013

[Uykuya Mecal.]

Cok uykum var. Oyle ki gozlerim aciyor karanliga acinca bile. Oyle ki konusmak icimden gelmiyor, mecalim yok.

Gozlerimi kapatiyorum. Uyuyamiyorum. Ruhum elvermiyor. Canim istemiyor. Icimde bir ofke hali, ruhumda uykular aleminin savunmasizliginin korkusu, zihnimde yapilacak seyler. Gozlerim yanarak yaziyorum ancak.

Neden?

Bilmek istemiyorum.

Ama soylemek lazim:

Bu havalarda bir gariplik var.