27 Aralık 2012

[Clash of the Galaxies.]

Samanyolu'na yakin bir galaksi daha varmis, adi da galiba Andromeda'ymis. Iste bizim galaksi ve andromeda birbirine dogru suruklenip, zamanin bir yerinde icice gececeklermis. Cilgin bilim adamlari boyle bir ihtimalde iki galaksinin merkezindeki kara deliklerin birbirine karisacagini, yepyeni yildizlarin olusumu icin firtinalar kopacagini ve belki de bu muthis olusuma birilerinin kendi galaksilerinden, teleskoplariyla taniklik edecegini soyluyor. Biraz once izledim bu belgeseli. Hakkinda daha cok yazacagim kesin, birkac kitap alip okumali once, en once de hawking'inkiyle baslamali hatta. biz dunyada yasayip giderken, neler olup bitiyor, inanabiliyor musunuz?

Bir de her galaksinin merkezinde bir kara delik olmasina takmis bu bilim adamlari. Ona lakap olarak delilik diyorlar. Ya da aclik. Hep bir uyanistan bahsediliyor ozellikle. Deli uyandi, aclik uyandi. Daha dogrusu ne zaman uyanacak? Dedikodulara gore bu karadelikler isik hizindan daha buyuk bir emis gucuyle cekiyormus maddeleri icine. Ama tam cozemedigim bir sekilde galiba bir noktada doluyorlar. Ve icindekileri sacmaya basliyorlar. Boyle boyle galaksiler olusuyormus. Birbirinin yorungesine giren, birbirinde eriyen galaksiler. Kucugu yutan, kucugu kara deligiyle birlesen galaksiler.

Boylesine buyuk, boylesine guclu bir kuvvet, kudret veya her ne sekilde adlandirilirsa adlandirilsin bu sey, beni oyle buyuledi ki. Keske fizikci olup daha cok sey anlayip, gecenin bir yarisinda kostur kostur gozlemevine yetismeye calisarak gecirseydim hayatimi dedim. En azindan bir kara deligin uyanisina tanik olmak istedim. Yildiz firtinasini gormek, o deligin icini gosteren simulasyonda, hell, deligin icinde suzulmek, girdaba kapilmak istedim. Acaba uzayin sesi nasildir? Wormhole var midir? Doctor who'yla karsilasir miyiz? Ya da o bizi oraya goturur mu korkmadan yine? Kara delik bir poset mi? Yoksa ayri bir yere mi aciliyor? Oyleyse ardinda ne var? Posetse arkadan nasil gorunuyor?

Galaksimizin merkezinde bizi devour edebilecek gucte bir kara delik var. Galaksimiz diger galaksilere dogru cekiliyor ve onlara dogru hareket ediyor.

Buyuk olcekte baktigimda evrende yurek ve aski goruyorum. Bu bir tesaduf mu? Kimbilir...

[Unimpressive v. Unsatisfied]

aranağmede de bahsettiğim gibi doctor who'nun sadece bir bölümünü izlemek bile beni doctor gibi düşünmeye sevk etti a dostlar. dün çalışırken konuştuğumuz bir konu hakkında düşünürken, bambaşka birşey geldi aklıma da onu yazayim dedim buraya. şöyle birşeyden  bahsettik aslında: normlar arası hiyerarşi. tabi tam olarak bu değil ama kategori kategori çeşitli kurallardan bahsettik dün. eve gidip de bunun hakkında düşününce yıllar öncesinin bir başka dizi anısı geldi aklıma. oysa ne alakası var normlar hiyerarşisiyle öyle değil mi? ama yook, doctor's way of thinking it is. alakalı da olmasa alakalı ve circular bir timey wimey olaylar zinciri.

kategorilerden bahsettim. ne demişti illyria angel'dayken, hani spike ile angel yardıranzi onun üstüne saldırıp kendisi tarafından geri püskürtüldüğünde üstelik görüntüsü de o minnoş fred'ken?

"unimpressive."

şaka değil, sonunda da nokta var evet. net. duygusuz. to the point. işte böyle bir kategori geldi aklıma dün. bir de ne vardır?

"unsatisfied."

yarebbim unimpressive olmanın 'normlar hiyerarşisi'nde daha ezici bir üstünlük sağladığına karar verdim. en nihayetinde beklediğin şeyi alamamak ayrı, beklediğinin hiiç orada olmaması apayrı. tabii durumdan duruma subject to discussion. ama ilk bakışta, illyria'nın "losers" "unqualified" vb bir söz söylemesindense bu kelimeyi seçmesi epic win. hem illyria, hem angel dizisi, hem de jossverse aşkına.

26 Aralık 2012

[Post-19 Aralık haftası.]

Gozlerimi acabiliyorum ve ellerim titremiyor. Bu iki eylemi gerceklestirmek oyle imkansizdi ki, gercekten olmek istedim. Olmek ve dinlenmek.
Hayatimda hic boyle hasta olmamistim. Hersey sali aksami basladi. Atesim yukseldi ama kolonya el yuz yikama derken dustu. 


Sonra carsamba sabahi atesli uyandim. Hani atesten cok sicak geldigi bir noktayla, dislerin takirdamaya basladigi bir nokta vardir. Asagisinda yukarisinda o noktanin, ekseniniz sarsilir. Uyandigimda sicakti iste. Sut biskuvi. Oglene dogru yine dustu, ise bile gittim. Corba. Oyle iyiydim ki. Is guc derken, aksam yedi bucuk gibi ciktim yanlis hatirlamiyorsam. Sonra bir sure taksi bekledim. Noolur noolmaz birkac belge hazirlarken, carsamba gecesinin oyle gececegini hic beklemiyordum. Pirinc corbasi. Dusa girdim isinmak icin, isinamadim. Ve muthis titreme basladi. Ilac aldim almasina ama, dusmuyordu iste. Kardesim bizimkilerle telefonla konustu, en azindan bacaklarima, kollarima su tutmaya karar verdiler. Daha once bayildigim olmustu, ama hic boyle hissetmemistim dogrusu. Dizlerim benden ayri titredi. Bir sure o banyodan cikamadim titremekten. Salona vardik. Yine dusmedi. Hayaller aleminde kardesimin elinde beyaz tulbent ve makas. Yazarken urperiyorum. Salonda o soguk ve islak tulbentlerle ne kadar yattim bilmiyorum. Ama, bir sure sadece usumek istedim. Titremekten oyle yorgundum ki, usumeyi kabul ettim adeta. Pirinc corbasi. 

Persembe sabahi annemin telefonuyla uyandim. O sabah sesim gitti once. Pirinc corbasi. Ilac. Savdigimizi sandigim ates yine hapsoldu bana. Dusmedikce usumeye alistigimi hissettim. Basim bir kazan. Oglene dogru dustu, ogleden sonra yine baskin. Titremekten dudagimi kanatmisim, ertesi gun oylesine sismis ki, kapatamiyorum. Persembe gecesi. Ufak carsamba. Yukselen ates. Beyaz tulbentler, kesif limon kolonyasi, gargara, ilaclar, vitamin haplari. Ruhum sikiliyor artik. Bedenen degil, ruhen yoruldum. Duzelmiyor, duzelemiyorum. Neden? Neden? Neden? Ilac almadikca bas gosteren hastalik. Yirmilik disim, bogazim. Yemek yiyemiyorum. Ilac icin yemek yemem lazim. Yemem icin agzimin acimamasi. Acimamasi icin ilac almam. 6 potibor biskuvi, hem de tam yarim saatte. Oglene dogru yine atesli uyanmak. Geceler boyu her saat basi yutkunarak gozlerini acmak. Acim. Ama yiyemiyorum. Delirecegim. Cuma gunu babam geldi. Bir tane suboregi. Yutkunurken agliyorum. Artik ac degilim. Yemek yemek canimi yakiyor. Sadece ilac alip uyumak istiyorum. Atesim geri cekildi. Ama bogazim, agzim, disim, dudaklarim beni olduruyor. Iyi hissediyorum hissetmesine ama, ilac almayinca degil yutkunmak, su icemiyorum. Gozlerimden yaslar akiyor. 4 patates parcasi, 4-5 tavuk ile bir kasik yogurt. Tokum. Ama yutkunmak aci veriyor. 

Cumartesi. Evde temizlik var, babam kadini karsiladi. Kendimi uykumdan acmayi basardim, malzemenin yerini gosterdim. Ama uyku uyku degil ki zaten. Boluk porcuk, oraya buraya donerek, artik iyi uyanmak istiyorum diye bir feryat. Kadin elektrik supurgesinin yerini sordu. Bakin orada dedim, babamla konustular bir iki cumle, ayakta duramadim, yatagima oturdum. Kadincagiz neredeydi supurge dedi, odamin icindeki ayakucumdaki o minik balkonun onune gidemedim. Yatakta bos bos baktim, isaret edemeden babam yataga yatirdi beni. Ilac ve bol su. Midemi delmedigim bir gun daha. Ogleden sonra gozlerimi acabildim. Uyanmisken hemen sut biskuvi. Salona gectim, orada uyumusum biraz daha. Gecmeden yeniden ust bas degisikligi, atesim yuksekce, ama sabit. Inmiyor cikmiyor. Sadece ellerimi usutuyor. Dudagimsa yara oldu. Aksam et yapti babam, bense ayaklanip pilav bile yaptim. Eti cignemeyi gectim, agzima atarken dahi canim yandi. Bir tek bonfile etten iki catal aldim, yarim kibrit kutusu. Yemeye calisirken, yiyemedigim icin agliyorum. Pilav. Annemden kargo geldi. Kek, pogaca yollamis. Gozum gormuyor. Keki yemeye calissam yine canim yanacak, yine olmayacak, dokunamiyorum. 

Pazar. Sut biskuvi. Atesle uyandim, ama hemen dustu terle birlikte. Biskuviyi bitiremedim cunku yutkunamiyorum. Ilac alip agrim gecsin oyle dedim. Sonuc: 4 kasik daha. Cay dudaklarimi yakiyor. Iliklasinca da yirmiligime dokunmadan hicbirseye gecit vermiyor sanki bedenim. Aksamustu, yumusak olur diye kofte patates. Bir tane kofte yemem 8 parca keserek oldu. Agliyorum. Ikinciyi yarida biraktim. Bir tane patates dilimi, sonra bir de yarim patates dilimi. Bu boyle olmaz dediler. Sekerli yogurt. Bir kasenin ancak yarisi. Gozlerim acildi biraz olsun saniyorum. Mandalina geldi bir tabak. Daha once bir tane yiyebilmistim cumartesi. Iki tane koymuslar caktirmadan. Agzima bir tane dilim attim. Eksi degil, ama suyu genzimden gecerken dagladi adeta. Sabah portakal suyu icerkenki gibi, agliyorum. Iki mandalinayi tam bitiremesem de yemem 1,5 saat surdu. Vitamin diye bir de muz getirdi babam. Onu da yine aglayarak, 45 dakikada yedim. Ilac icerken hap canimi yakiyor. Dudagimin yarasi gecmedi. Dudagim sis, kapatamiyorum. Ne zaman sonlanacak bilmiyorum. Ama delirmek uzereyim. Gece ile ilgili sevdigim hersey beni boguyor. Uyuyamiyorum. Yatakta huzuru bulamiyorum. Film izleyecek kadar enerjim olmadigi gibi, yazi yazmak icin hafizam yerinde degil. Gecenin sessizligi gargara fisfislariyla dolu, yutkunmaya calistikca ah diye mirildanan sesim yirtiyor sessizligi... 

Pazartesi sabahi. Berbat bir sabah. Ilac alip hastaneye gidecegiz. Bogazimdan ses cikmiyor, oylesine sis. Kbb'ciye gidiyoruz, belki sesim nefesim gelir diye. Ama sanmiyorum, gelecek gibi degil. Babam kolumda, yigilip kalacaksin bisiyler yemelisin kizim diyor. Yiyemiyorum ki. Ses ve nefes cikmazken, yemek nasil gecer o bogazdan ki? Gecmeyecegine karar veriyorlar. Yari bayginim, yavas yavas hissediyorum tansiyonumun ciktigini. Umit basliyor icimde sanki. Derken igneler, derken daha cok ilac vitamin ve gargara. Biraz atesim cikiyor aksamustu ama, iyi gibiyim. Iki kase corba ictim bugun. Ustelik aglamadan. Bogazim oldurmuyor. Can yakma seviyesinde. Bir tane muz. Yarim mandalina. Duzeliyorum galiba. Ama dudaklarim sis ve yarali. Ates, beni titretirken, vucudumu kavurup gecmis. Agrilarim dindikce fark ediyorum ancak. Dilerim yarin guzel bir gune uyanacagim. Daha da guzel bir gune. Ne olur.

[Salı günü yorgun ama güzel bir güne uyandım. yataktan kalkmak acı vermedi. ateşim öğlene doğru çıkmadı. yemek yemek, canımı yakmadı iyileşiyorum, biliyorum. ve çarşamba, işe geri dönebildim dostlar.]

[Cloud Atlas OST.]

I don't know which one makes me happier: seeing a director in the musical credits of a movie, or the musical supervisor credited also as a director. cloud atlas' soundtrack is dream like. though the movie is regarded as a chain of stories unfinished, or even inadequately-reflected-in stories, to me, it still stands  as a magical experience. this fact has been confirmed by the soundtrack itself.

after the movie, I searched the 'cloud atlas sextet' on youtube and what I got was excerpts from the movie trailer. however, as I managed to get my hands on the ost, I finally could witness the big picture. though some songs didn't give me the creeps I got at the movie, they generally reflect the feeling you experienced. especially the sloosha's hollow. it was so creepy, I had to change the song.

the first song that got me was the temple of sacrifice. soon as I read its name, I knew what it was. at least, where I pictured it would be. it's my bad that I didn't gave so much attention as to where our two characters were headed  -trying so hard to avoid spoilers here ehem- but again, I think the song was talking about that place. I could even say that I'm almost sure because of the title of the next song. it's a beautiful, emotional piece of music which showed me the souls in that temple.

it's time for 'all boundaries are conventions'. for this song, I have one simple comment. "if only Katherine could meet Sonmi". if only she could listen to this song and witness this movie. sure as hell that she would cry her eyes out, just like I do everytime I listen to her song in daytime. [Yes, daytime 'Katherine's letter causes tears in my system. Same song at night is a different story.] that circular melody which feels like wrapping all the stories is wonderful. moreover, you feel that it's still incomplete and one way or another, it will be completed. as the song comes to an end, you find yourself waiting - or shall I say expecting- for a complete, circular, all inclusive closing. and it comes. in the last piece.

here we are, in 'death is only a door' as I close my eyes, I can see that scene. I won't comment on it. but, with the strings in the song, I can here the doors closing. and a different world opening up. simply in awe. but one must note, it comes to an unsatisfactory end. if the next song wasn't cloud atlas finale, I wouldn't have appreciated it. to me, every song in an OST must have a closure of its own as it tells a story of its own.of course, I'm keeping 'all boundaries are conventions' outside of this generalization. because sometimes, when you have a circular story in your hand, you can complete your story in the time frame of the album. but this song, it should have had a definite closure. on a different note, I also appreciate it. because when a door opens, it's the beginning of a new story, thus creating a loophole of endless stories.

again, I would like to emphasize this: I love circular stories!

and finally, the 'Cloud Atlas Sextet for Orchestra'. everything comes to a perfect end with this song. not only all the stories are interlinked, the music and the themes that are composed for the characters are bounded to each other, too. also, listening to this song, I can relate to Luisa, when she found that record in a record store. brilliant, yet unknown. just like I feel everytime when I listen to the brilliant soundtrack of a movie that I lose my sleep over. though it is not anywhere near legendary james horner or gabriel yared or millions of composers I cannot include in this writing simply due to their number, this album still echoes the events in the movie in my mind. which is what is most important for me.

thank you, cloud atlas. you really made me imagine what's beyond. I can't wait to finish the book.

[American Horror Story S2E9.]

geç kalınmış bir blog post'la selam ederim a dostlar. evet, american horror story'nin geçen bölümü hakkında konuşmamak dünya tarihine büyük bir haksızlık olarak geçerdi.

sister jude'a yaptığınız kötülüğe inanamıyorum. monsenyör, kendinden utanmalısın. hadi o çirkef sapık noel baba kılıklı adam bunu yaptı, hadi o kaltak mary eunice buna destek verdi, hadi yüzsüz arden da bu hile desiseye katıldı, sen ne ayaksın arkadaşım? utanmıyorsun değil mi kendi kıçını kurtarmak için bu oyunu çevirmeye? dünyadan haberin yok lan senin, yüzsüz! hadi o yaşlı rahibe teyzeyi anlıyorum, o jude'u hep korkunç durumlarda gördü, bir ara kendini kaybettiğini gördü de siz yok musunuz siiiz, bir kaşık suda boğuvericem sizi yemin ederim.

bu paragrafın üstüne hemen anlatmalı: jude a.k.a jessica lange yine muhteşem bir performansla bizi salladı geçti dostlar. kadın lana gibi, bir yatakta eli kolu bağlı uyanınca ben bi ayaklandım, kalktım, evin içinde dolaştım pencereyi açıp öyle geldim. accayip kötü hissettim yahu. böyle olmaz ki. kadın o sahnede artık devleşti demiyorum çünkü zaten devdi ama, yani başka birşey oldu yemin ederim. çığlık çığlığa halini unutamayacağım gibi, o noel baba kılıklı pislik herif yaklaşırken iğrenen bakışları da aklımdan çıkaramayacağım bir süre. that creepy guy, sen nasıl birşeysin, bilgisayarımın ekranından özür dileyeceğim neredeyse sana katlandığı için. bu arada bir de son yorumu patlatayim jude hakkında da sonra devamına geçeyim. jude lana'dan özür diledi ve lana'nın tarafına geçti efendim. daha güzeli olamaz. inşallah o arden'in filan burnundan getirirsiniz de o monsenyör geberir diyor, teen anger krizlerimi geride bırakıyorum.

lana. lana yavrucuğum senin çilenin bitmeyeceği artık aşikar. kabullendim. ama vur dedim diye, öldürme be anacığım. zaten bölüm o psikopat adamın grey's anatomy'deki hahn'ı öldürmesiyle başladı. adam lana'yla gıdı gıdı killer'ın oğluymuş. o zaman ne demeye illa askılar çaldırıyorsunuz bu kadına? tabi sorduğuma bakmayın, kadın istemiyor yani o bebeği, böyle birşey yapmasını bekliyordum -istiyordum demiyim, yok artık o kadar vahşi değilim-. ama yine de, youuuv. bir dur lana allaasen. sen o askıyı açıp uzattıkça kanım çekildi resmen. briarcliff nasıl bir kafalarda arkadaşım, kimsenin kimseden haberi yok? kadın çocuk düşürmeye çalışıyor, bir yandan grace gelmiş karnı burnunda hamile, merak edilen pepper çıkmış haydi ben bu çocuğa bakarım diye falan. şok üstüne şok bünyem hasar gördü kesinlikle bu hafta yahu! btw, grace kesin erkek doğurucak. kızın üstüne bir güzellik gelmiş bak ben size diyim. -öyle derler ya hani, erkeğe hamileler güzelleşirmiş filan diye. yani en azından bizim ailede böyle bir dedikodu döner. neyse-

yarebbim o doktor da kaçtı inanamıyorum yahu. adama krizler geçirttin lana ama ne oldu sorarım sana? adam fıydırıp gitti hadi bakalım!

iki lafım da o mary eunice'e tabii ki. yavrum sen nasıl çirkef gudubet birşeysin allah aşkına. lana'ya bebeğin olcak, it's a boy diye sevinip göz kırpmalar filan, ay beni benden aldım bu çirkefliğinle. cidden gıcığım sana. senin hakkından kim gelecek bilmiyorum ama dilerim angel of death, hatta sister jude gelir, ve hatta hızımı alamıyorum sayın seyirciler, ikisi birlikte senin bu kumpaslarını sona erdirirler de, sister jude'cuğum ölüp sizden kurtulur lan çirkefler.

speaking of, angel of death'ten bahsetmek şart. kadın yine geldi, beş dakkada bizi salladı geçti dostlar. vay anasını. kendisine sonsuz teşekkürler yine bölüme renk kattığı için. gelelim monsenyöre. işte böyle bulursun ettiğini yüzsüz herif. sana shakespeare dedik bağrımıza bastık, sen çirkeflik yapmaya devam ediyordun! al işte, böööyle kalakalırsın mihraplarda daaa, save me save me diye sayıklarsın.

noel baba, sana bir sözüm yok, benden uzak ol kafi.

ay heyecandan öleceğim. artık tüm dizilerimin de bittiği düşünülürse -fall finale yaptılar- artık heyecanla american horror story bekleyeceğim dostlar. keşke 21 bölüm olsa da uzadıkça uzasa, böööyle bütün yıl sürse de tadından yenmese. how I wish. neyse efendim, artık perşembeyi bekleyeceğiz. [bir hafta sonrasından gelen edit: lan american horror story de sezon arasına girmiş. yıkıldığım andır. ouf.]

[Aranağme 8.]

efendiiiim, geçen haftadan yazdığım ancak araya giren hastalığım sebebiyle bir türlü yayınlayamadığım iki yazımı yayınlayacağım önce. sonrasında ise, post-hastalık döneminde aklımda kalanlardan yazdığım o süreci anlatan bir yazı var. siz okuyun diye değil, bölük pörçük ve korkutucu anılar burada ve ümit ederim ki uzunca bir süre geride kalır, beni bir daha bulmaz temennisiyle yazıyorum. nasıl dizilerim ve filmlerimden aldığım keyifli dehşetli ve ağzımdan salyalar akıtacak kadar güzel anları yazıyorsam, kötü şeyleri de paylaşmalı ki aklımdan çıksın. ama yine de, daha kötüsünden korusun. bir daha diğer o korkunç yazılardan yazdırmasın bana. bak isimlerini bile anmıyorum. onlar kendini biliyor. 

bütün bunları aradan çıkardıktan sonra beklenen yazıyı yazacağım. beklenen yazı değil aslında, hakkında yazı yazmayı beklediğim şeyi anlatacağım. uzatmiyim efendim doctor who xmas special yorumları yolda :)

ya bir bölüm doctor who yetti tekrar tıkır tıkır onun gibi çalışmaya başladı. bugün alakasız bir konuyla ilgili konuşurken aklıma bir başka konu geldi, herşeyi araya gireyim, onu da yazıp başlayacağım doctor'a. cağnımsın doctor. hayatıma renk getirdin ve salladın geçtin beni. moffat, seni affettim gitti. hiç de kolay unutup affetmem ya, valla bu bölümün tadıyla affettim gitti.

18 Aralık 2012

[Homeland: S2 Season Finale.]

ara vereyim diyorum, üzerine uyuyayim diyorum ama ruhum dayanmayacak. homeland'in sezon finalini yazmak zorundayım! böyle bir güzelik yok cidden. yok.

bir hafta boyunca merakla bekleyip kurdukları düzeneklerin patlamasını ve beni benden almasını istiyordum. hedefime ilk yarım saat ulaşamadım doğrudur. ama o yarım saat geçtikten sonra carrie'nin yüzündeki shit ifadesi ile birlikte dizim sezon finali yapmaya başladı, herşey rayına oturdu. muhteşem bir scheme ile birlikte bombayı patlattılar ulen! üstelik literally patlattılar. muhteşemdi! böyle bir blood lust, böyle bir evil plan daha ben görmedim sayın seyirciler. bu sezon finalinin heyecan katsayısı -üstelik mal sitenin bir türlü bölümü yüklememesi karşısında yaşadığım çile sıkıntı stres- dexter 4. sezon finali, niptuck carver sezon finali, buffy graduation day part 2 ve hatta dark willow sezon finaliyle aynı klasmana girdi. baaak, çok ağır bir liste bu homeland, yerini haketmek için daha çok çalışmalısın.

geliyorum dizinin olaylarına. yarebbim quinn beni şaşırttın. cidden şaşırttın. sana güvenmiyordum. ama beni ne kadar gersen de, sendeki hiç bir yere bağlı olmama hali beni diken üstünde oturtsa da ve hatta koca evde tek fotoğraf tek kitap ve uyku tulumunda hazırolda yatan, yanında kaşık çatal ve bıçağını bir zincirde taşıyıp haşin haşin ton balığı yiyen bir adam olsan da, beni kazandın. dizinin en güzel ikilemlerinden biriyle vurdun yakaladın beni. diziye ilk başladığımda carrie'nin bakış açısından izlemeye o kadar alışmıştım ki, hatta sadece carrie değil, claire danes'i de çok sevdiğim için, brody'i namaz kılarken gördüğümde 'ha! gotcha!' derken yakalamıştım kendimi. oysa ki brody ibadet ediyordu. ve burada yakalayacak, ayıp olan, yasaklı, gizlenmesi gereken hiç birşey yoktu. ama o zembereği öyle bir kurmuşsunuz ki, izleyiciyi de kendi kurgunuza alıp kitliyorsunuz ve bu dizinin en genius yanı bu bence. işte quinn, brody'i göl kenarında gördüğü an, tıpkı benim gibi nasıl bir scheme'in içine girdiğini anladı bence. bu durum quinn'le beni yaklaştırmakla kalmadı, diziyle de bir kere daha gurur duymama sebep oldu. böyle bir noktayı yakaladığınız için çok teşekkürler homeland ekibi. 

neyse efendim geliyorum bölümün ortasındaki the en kritik yere. bomba patladı hassiktiri bastım çok afedersiniz. beklemiyordum dan diye böyle birşey. üst düzey 200 kişiyi öldüren abu nazir anacım sen ne genius'mışsın da valla fark etmemişiz! ama beklemeleri gerekirdi, sanki o ölünce başka biri/birileri yokmuş gibi laylaylom kutlama yapmaları saçmalıktı şimdi, o ayrı. [bu noktada estes yaşayaydı quinn'in ağzına sıçardı muhtemelen 'bre haysiyetsiz, bak başımıza ne boklar açtın!' diyerekten ama yıh yıh yıh, o ezik de öldü çok mesudum.]  insanın kaderine nasıl gittiğini görmek de ayrıca ürpertti beni. oldum olası böyle ufak şeyler beni germiştir. misal uçakta yan koltuk boş olunca oraya kaymak, biletini son anda değiştirip başka bir otobüsle dönmek gibi. kaderin beni çağırmasından korkuyorum ne yalan söyleyeyim. daha çok şey var. neyse bu ölümle ilgili bir yazı olmayacak. böyle şeyleri düşünmeyi dahi yüreğim kaldırmıyor, yazmayı hiç kaldıramaz. neyse dönüyorum carrie'ye. carrie sen ne zaman mutlu olacaksın ben çok merak ediyorum. insanın hayatı bir anda nasıl da değişiyor yarabbim! bir an, herşeyi bırakacağın adam bir saniye sonra güvenmeyerek uyanıyorsun. bin bir bomba, bin bir zombi ve çığlıktan daha da korkunçtu bu. içim parçalandı. senin dizlerinin bağı çözülürken benim içim parçalandı carrie. cidden çok üzüldüğümdür. hele de o herşeyi ayarlayıp arabadan indiğiniz an, gitmeyeceğini çoktan anlamıştım. sadece araba yolculuğu boyunca değil, CIA binasından çıktığın an anlamıştım. içim acıdı. cidden. helal olsun sana claire danes, canımsın. tekrar tekrar söylüyorum,  o kırılgan juliet'ten CIA ajanı bipolar carrie'ye dönüşüne tanık olmak olağanüstü bir his.

bu arada o kontrast çekim muhteşemdi. cenazelerden bahsediyorum evet. kötü bir adamın bu kadar yüceltildiği diye başlamamalı cümleye. ama enteresan hisler uyandırdı bende. törenin bıraktığı izlenimden mi bahsetmeli, iki yüzlülükten mi, yoksa cenazelerde ne olursa olsun yalanları duymaya ihtiyacımız olduğunu mu? iki farklı din cephesinden iki cenazeye tanık olmak da çok enteresan oldu bence. tabi sadece cenaze töreni demek yanlış olur ama iki farklı bakış açısı diyelim en iyisi. memorial ve defin anı. ay yok valla yazamayacağım burayı, içime ufunetler bastı. ama şunu sormayı bir borç bilirim: neden denize atıyorsunuz adamı? lisede ölüm hakkında yazılmış bir kitabı hatırlarım ne zaman böyle bir sahne geçse. o kitapta öldükten sonra da ölümün devam ettiğini yazıyordu. doğru, vücudun ölümü devam ediyor gerçekten de. o yüzden ne kadar iki sezonun kötü adamı olsa da abu nazir'in denize atılması hiç hoşuma gitmedi. bilinmeyen bir yere gömmeniz bu kadar zor değildi. saygısız buluyorum bu tutumu. brutal. disrespectful. hele de söz konusu deniz olunca. su ile ilgili tüm ölümler ve ölüm sonrası ölümler son derece kötü. ali kaptan'ın denize karışması değil yani bu, bir yere, cismini kaybederek vuran bir vücut. neyse. bu da böyle bir düşünce işte.

geliyorum hassiktir 2 anına. yarebbim brody'nin o videosu nerden çıktı ya, bu kadar haber maber olayını önceden kurgulamalarına hayran oldum hayran! böyle mi olacaktı kurgusunda bir güzellikti o sahneler. veeee tanık olduğumuz brody'lerin evinden bahsetmek isterim şu an. a pinch of 'the killing' demeden edemeyeceğim. killing'i sevmemin en önemli yanı polisiyenin yanı sıra kızlarını kaybeden bir ailenin dramına da tanık olmamız, meraklı izleyiciden mutsuz izleyiciye yönlendirildiğimiz o muhteşem dakikalar işte bu bölüm homeland'de bizzat yaşandı dostlar. jess ve chris değil de, dana'nın şokunu unutamayacağım. worst nightmare ever yani bunlar için o durum. cidden sarsıldım. kendimi onlar yerinde koymaya çalıştım tabi de olmadı. benim babam bir tane brody filan fiiiiiii, o da kimmiş diyorum =) 

en son sahne çok etkileyiciydi. saul'un onlarca ceset (ay yarabbim ceset demek istemiyorum ama torbalardaydı hepsi, vücut demek de gelmiyor içimden, vücut çok insanı bir isim bence yaşam uçup gittikten sonra kullanılmalı mı emin değilim. ceset de çok ruhsuz. rahatsız oldum resmen. buffy'nin en en en korkunç bölümü olan'the body' geldi aklıma kalktım tahtaya vuruyorum. neyse kapatıyorum bu bölümü.) arasında dururken ürperdim. carrie gelince attığı sırıtan bakışta carrie'nin ölmeyişinden kaynaklanan o güzel duygu olmakla birlikte sanki bir işgüzarlık daha çıkabilir diye düşünüyorum ya, du bakalım hayırlısı.

homeland'in ikinci sezon finaliyle birlikte artık kendisi hakkında 'mutlaka izleyin kaçırmayın' diyeceğim ele güne karşı. ilk sezonunu izlerken başlarda sıkılmış, sezon sonunda heyecandan baygınlıklar geçirmiş, ama yine de, başlamadıysanız başlamayın mesajı vermiştim. ikinci sezonun tadını aldıkça izleyin izleyin diye baskı yapmaya başlamış, geriye dönüp ilk sezonu düşünürken dahi kendisini arkadaş grubumda yaymayı bir borç edinmiştim hatta. artık kesinlikle eminim. homeland'i mutlaka izlemelisiniz. mutlaka!


birkaç ay sonra görüşürüz carrie, seni daha iyi bulacağımız bölümler dilerim!

17 Aralık 2012

[Dexter S7 Season Finale.]

efendiiiim, dexter'ın sezon finaline en sonunda kavuştuuuuuk. yorumum ne peki? valla ne diyeceğimi bilemiyorum. do what you gotta do demiş senaristler ve yazmışlar bu bölümü. arkadaşım böyle şey mi olur allaasen?

takır takır tüm iplerin düğümlerin ilerleyip daha da karıştığını görüp, amaaan çözülür nidasıyla sona bağlanacağını anlıyorsunuz. bu noktada sıkıntı basıyor.

önceleri heyecan dalgası yaşanıyor tabii. özellikle o kaltak laguerta'nın göt oluşu karşısında gevrek gevrek gülünceye kadar muhteşem bir şekilde heyecan dalgası yükseliyor. ay dexter böyle bir mallık yapmış olamazsın hayır hayır hayır kafayı yiycem böyle bir mallık yapmış olamazsın diye krizler geçiriyorsun. ama o çöp konteynırından laguertanın parmak izi çıkıyor ya, pure happiness. böyle bir zevk yok. dexter'ın soru işaretli bakışlarıyla herkese bakıp salağa yatması muhteşemdi. yarebbim muhteşemdi.

debranın da çilesi diye ayrı bir başlık açmak lazım. yarebbim herşey bu kızı buluyor, maria'nın (artık laguerta ile first name basis'e düşürüyorum ilişkimizi evet) da vay neden benzincideydin diye sorası tutmuyor mu, of ya, ne zordu debranın işi. bu kız yalan söyleyemiyor, en başından beri dosdoğru kızın düştüğü çile, valla anlatılmaz yaşanır. ben bile kendimi onun yerinde koyup yerin dibine geçtim. ama ne demişler, do what you have to do. şu noktada bunu da belirtmek lazım. debranın o suyun içine hapları kendisinin karıştırmadığını öğrendiğim için accayip mutluyum. eğer o karıştırıp kendi kendinin başına böyle bir iş açsaydı delirirdim. uymazdı yani hikayeye. it's the survival instinct we cannot run away from en nihayetinde.

ara verdim yazmaya şimdi başka bir yerinden tutup en sevdiğim dizinin ardından yazmak istiyorum ama maalesef hızımı alamamanın doruğundayım dostlar. hannah'nın intihar edeceğini sanıp, bir an yok ama bu kızda o potansiyeeel diyerek kendi kendime hayıflandıydım. senaristlerin doğru kararı burada beni mesut etti. velhasıl kızımı seizure'lar geçirirken endişelendim yahu. bir daha böyle şeyler yapmayın lütfen. c'mon. devam ediyorum hannah muhabbetinden. allaaasen hannah dexter'ın evine gidiyordu en son, nooldu ona? böyle sezon finali mi olur yavrularım? böyle şey mi yazılır? tam eve gidecekler ordan mı peydahlanacak bu kız? kaçtı mı? sıçtı mı evin ortasına? nedir yani? kafayı yiycem kesin senaristler değişti yarebbim. dördüncü seoznun finalini yazıp beni şoklardan şoka soran, nerdeyse ikinci kattan hobareeeeey allaaaah yangın var diye kendimi atmama sebep olacak sezon finalini yazanlarla bu sezon finalini yazanlar aynı mı? sekizinci sezona uzatıcaz diye kıçınızı yırta yırta bir hal oldunuz bu nedir ya! bu nedir soruyorum size?

aranağme olarak quinn'i de yazmassam hatrım kalır. ya quinn sen ne kafalardasın ya, en sonunda striptizci sevgilin de kaçtı gitti çok mesudum valla. adamı çekip vurmanın mallığıyla kalmanı gevşek gevşek izliyorum. iki çift lafımda angel'ın kardeşine. yarebbim kızım sen bu mıymışık quinn'e olacak kız mısın? bu yavşaşmalar filan beni benden aldı. aman en nihayetinde sizin ikinizin olacağı belliydi de, eağh yani. ne kadar gereksiz bi sahneler filan. 

[sonradan gelen edit] doakes, seni hiç özlememişim. shaşin detektif hallerin zaten oldum olası beni gıcık ederdi mr. her boku ben bilir ben farkederim. aradan çıktığına yine çok sevindim doğrusu. ama itiraf ediyorum, son bölümün fragmanını gördüğümde ve sen o fragmanda 'surprise motherfucker' dediğinde, ohannesburger bu adam yok ölmedi mi gibilerinden bir telaşa kapıldım. you still give me the creeps. kayıtlara geçsin efendim.

angel. bebeğim. seni çok seviyorum. hastayım sana. ispanyol bebişim benim. seni çoook seviyorum ya. valla bak. şapkana ve comic relief'ine kurban olayim cidden. bu gudubet karakterler bi senin kadir kıymetini bilemedi. oh emekli oldun da kurtuldun bu mıymışıklardan. oh çok şükür. eğer dizinin eeen sonunda laguerta ile end up etseydin delirirdim. 

masuka, dizinin rengi olma konusunda bu sezon biraz ara vermiştin ama son yılbaşı partisindeki ceketinle geri dönüşün muhteşem oldu.

maria'nın yine kendine tom'dan bir destek bulmasına inanamıyorum. kendisinin en sonunda yaşadığı son karşısında salyalarım aktı doğrusu. durup durup iki kardeşin arasına girebileceğini düşündüm ya ben sana inanamıyorum maria. bu arada debra sana da inanamıyorum, bir an yüüzndeki ifadeyle gerçekten dexter'ı vuracağını, o benzin bidonunu anlatırken gerçekten dexter'ın kim olduğunu anlatacağını sandım. aferim kız. aferim valla. hele de en sonunda guertayı vurup ona doğru koşup ağlayarak sarılman douze points! muhteşemdin deb, muhteşem! helal valla bu bölümde izlenilmeye değer yegane şey senin performansındı. 

dexter. dexter dexter dexter. naabıyorsun allah aşkına? onu öldür, bunu kes, bunu biç, hop uyut, hop bayılt bu nedir ya? sen böyle savsaklama iş yapmazdın beybi? nedir o öyle gün ışığında adamı bagaja atıp debra'yı bagajda adamla karşılamalar filan. polis çevireydi de sıfır kilometre hızla hapsi boylayaydın lan! valla onu ona onu ona yedirme genius'lıkların bölüm başında zevk verdi ama bölüm sonundaki o hallerin, ay valla dağıldın dexter, topla götü. reca ederim.

bu yazının da böyle sonuna geldim. sezon finali hiiiiç de sallayıp geçmedi beni. mutsuzum tabiiy. gelecek sezon muhteşem şeyler yapmanıza güveniyorum. lütfen. kıçınızı kırın da yüreğimie indirin. bunu yapabilirsiniz. hadi bakiyim.


[post reviews]

yarebbim kafayı yiyeceğim. dexter'ın en iyi sezonu olduğuna dair yorumlar okuyorum. bu yorumlarla ilgili bir yorum daha patlatmazsam çatlarım. öncelikle saygı duyarım arkadaş. doğrudur, bu sezon dexter ve deb'in ilişkisinin çok başka boyutlara taşındığı, aile üzerinden ilerlediğimiz bir sezon oldu. hele de deb'in oyunculuğu açısından kendisinin çok farklı yerlere gidebileceğini gördük. kabul. hatta I dare say it, kendi sınırlarımızı düşündük, acaba ne yapardık böyle bir durumda diye. kabul. bu açıdan güzeldi. zaten tüm bu yorumlar hannah'nın deb'e bakıp sen beni hapse yolluyorsun da kardeşini niye yollamıyorsun bacım konulu konuşmasında vücut buldu. ama. kocaman bir ama. ben dexter'dan ne bekliyordum, dexter bu sezon bana ne verdi sorusunu cevaplamaya başlarsak, beklentilerimin hiç birini alamadığım noktasında buluşuyoruz dostlar. en nihayetinde bu diziyi izleme sebebimin biraz kan ve cinayet olduğunu söylesem yalan olmaz. dramatik dizim var demiyim, ama yeterince dramatik roman ve film izliyorum. komedi dizim var. aile bağlar dizim var. cinayet dizim var. vahşet dizim var. ama sadece kan için izlediğim, görsel dizim dexter'dı benim. tabii ki dexter'ı bir karakter olarak seviyorum. neden? çünkü bu dizi aynı zamanda benim için sınırlarımı sorguladığım, ben ne kadar ileri giderdim diye düşündüğüm dizim. hatta içimdeki potansiyeli zaman zaman görüp, korktuğum dizim. bir adamın, sezonlar boyu nasıl insancıl duygulara düşüncelere kapıldığını gördüğüm, ama nasıl asla tamamen kapılamayacağını gördüğüm muhteşem dizim. e siz şimdi bu diziden kanı çıkardınız. tabii ki birileri öldü öldürüldü ama, kandan kastım, kötü adam oluyor bu noktada. kötü adam yoktu bu sezon, dahası olabilir mi? rus mafyası, yangın çıkaran adam vesaire. deb ve dexter'ın sarmallar halinde karışıp uzayan kısalan ve farklı bir form alan ilişkisinin yanında bir ayrı hikaye daha görsek fena mı olurdu? sezon finaline gelirken sekizinci sezonuna uzayacağı belli olan dizide, dexter'ın başına hiçbirşey gelmeyeceğini bile bile sezon finaline oturmak nasıl bir his bilir misiniz? tamam, kabul, deb'in son anda laguerta'yı vurması ve akabindeki müthiş sahnesi çok güzeldi. ama ben bu diziyi deb'in devinimleri ve dönüşümleri için mi izliyorum sizce? hayır. kocaman bir hayır. o yüzden üzgünüm. bu sezon benim için son derece sönük bir sezon olarak geçti. ve eleştirilerin aksine, 5 ve 6. sezonları çok severek izledim. üzülerek bir daha söylüyorum ki, bu sezonu 3. sezon kategorisine almak zorundayım dostlar. sadece son karesi hafızamda kalan üçüncü sezon. çok acıklı. keşke daha fazla şey kalabilseydi aklımda bu sezondan. ama yine de umutsuz değilim. öteki sezon, bu sezon da yeteri kadar aile vesvesesi yaptığınızı düşünerekten güzel sahnelere, kana, vahşete, ve hopefully kana alışmış deb'e tanı olacağız inşallah maşallah. ksımet.

[Aranağme 7.]

bundan bir önceki yazımı şimdi tekrar okudum da, bambaşka şeyler uyandırdı bende. oysa ki ben onu yazarken, kulağımda kulaklış müzik dinliyor, minibüs içerisinde oturup trafikte daha ne kadar takılacağımı düşünüyordum. insanın kendi geçmişinin geleceğini şekillendirdiği doğru. ama kendi sözlerinin, hak verdiği düşüncelerine şekil verdiğini, o sözcükleri yazarken fark edemeyişi çok enteresan. ama yine de kayıtlara geçmeli for the sake of continuity. 

if you are stuck in that moment where you can't decide, bear in mind, you've already did. it's just a matter of time before you understand you decision, that's all.

16 Aralık 2012

['My turn' as Nina once put it.]

For more than a decade, I've been a fan of Aerosmith. But only now I realize why that outward cry of Steven Tyler gets me. Everytime he screams his heart out with a feeling that sounds like anger, betrayal and even regret, the words of love, passion and joy pours out of him.

What happens between the moment when you desperately have to act in a certain kind of way you desire and the moment you realize that in fact you wouldn't have to do what you did and what's worse, you mustn't have done that? What exactly brings you to the verge of regret? Is it listening to your inner gut, which makes you feel the shame? Or another person's exclamation points in his/her voice? Or a simple trigger that gets you unprepared for what you are about to bring upon yourself? The lighting in a room, a verse in a song, an unfeeling kiss from a stranger, a long lost passion hidden in the eyes of an ex-lover or worse, that unfeeling kiss you couldn't give even though you always thought you could.

Steven Tyler with his brilliant words and protesting idea of rock -to me at least, I'm not a music critique afterall- sings out the life itself. Each note can claim to be that moment where you started to feel the conquest of regret upon your soul. Each comma can take the form of a bullet, shot right through your heart, with a simple trigger mechanism put into action right before that comma.

Just as I have witnessed in a beautiful play this evening, listening to his music, I can feel that I'm right there/here with blood running down my chest. It's not much -the amount of blood I mean- as when you are shot at your heart, no more blood is pumped to your body. But still, your heart stays warm for a little longer as if you're alive.

And there, it dawns on you. That moment of truth when you realize that your insecurities of which you were sure kept you away from the reality you were supposed to live -if you were courageous enough that is- are in fact true and showed you the right way to act in a certain moment.
Another perfect moment when you realize that above mentioned feeling with good memories tingling inside, but not dread surging and overwhelming your soul.

In a world where every man acts for himself, we walk alone on the surface of the earth. What matters is whether you'll walk whistling with plugs in your ear, listening to the songs of the people who actually had the courage to live and write them, or whether you'll open yourself up and hear the other whistlers to make your own harmonic piece of music. It doesn't matter whether it's good or bad as it's yours and yours only.

I can't shake that taste of iron in my mouth today. So be it. At least, it's my piece of music, eh?

13 Aralık 2012

[The Words - Çalıntı Hayat.]

the words - çalıntı hayat. geçen hafta izlediğim keyifli bir film kendisi dostlar. bradley cooper'ın sadece geyik yapmak üzerine kurulu bir oyunculuk hayatı olmadığının birebir göstergesi.  anlatayim aklımda kalan birkaç şeyi film hakkında.

kendisi bir yazar rolünde. tutunamayan bir yazar. bir gün bir çantada basılmamış bir kitap taslağı buluyor bradley. yayınevleri tarafından o kadar çok reddediliyor ki onu yazıp bastırıyor. çünkü kendi kitabının yeniyetme yazar olarak basılıp tutması mümkün değil. hep bu şekilde reddediliyor zaten. ama efendim, kitabın esas yazarı ve onu kaybeden yaşlı amca geliyor. ben yazdım diyor bradley'e. bradley kahroluyor. çünkü bu yalanı yaşadıkça o kelimelerin kendisinden çıktığına inanıyor. inanmak istiyor. her yazara olur ya hani, keşke bunu ben yazsaydım ya hissi, aynen öyle, vicdanen kavruluyor bir de esas hikayeyi öğrenince. ama burada çok ilginç bir olay var. bu esas yazar hiç bir şey talep etmiyor bradley'den. çok garip. kendimi düşündüm de, nasıl talep etmez diye düşündüm sonra. insanın yazdığı birşeyden vazgeçmesi kolay değil çünkü. hele de onu yazarken yaşanılan acılar, sıkıntılar, o yazıyı ortaya çıkarmanızda etkiliyse, yok... vazgeçemiyorsunuz. öyle ki, yazdığınız şeylerin çalınması korkusu sizi sarıyor. öyle ki, aklınıza gelen düşünceleri burada paylaşıyorsunuz ama kaleme aldığınız hikayeler, senaryoları hala hard copy defterlerde, en okunmayacak yazınızla tutuyorsunuz. böylece bulunsalar bile, asla okunamayacaklar. işte bu adamın o kitaptan vazgeçişi çok garipti. kendisinin hayatta geldiği noktayı da anlıyorum tabii ama, yine de, eksik bir parçaydı bence.

filmin bir de başka bir ekseni var bu arada. onu buraya dahil etmedim. ben yukarıdaki özet çerçevesinde gitmiştim izlemeye. o başka ekseni görünce bir şaşırdım. o şaşkınlığı bozmamak için hiç dahil etmiyorum buraya. sadece, görün dostlar. it's interesting enough.

dipdipnot: esas yazarı dear jeremy irons oynuyor. onun o sesini nasıl özlemişim izleyinceye kadar fark etmediydim! sakallı, yorgun, yaşlı, ihtişamı bitmiş bir adamı oynasa da, gözlerimin önünde borgia pope'u gördüm kendisinde. özledik. haydi artık aylardan nisan olsun öyle değil mi?

[The girl who __ ?]

dün aklıma bir soru geldi ve daha sonrasında böyle bir soru aklıma geldiği için sevindirik oldum. ya böyle bir soru aklıma geldi ne genius bir insanım gibi değil de, doctor'u benimsemişim, onun düşüncesini bekliyorum demek ki bu dizi de benim için kült dizilerden birine dönüşüyor vay anasını tarzı bir sevinme oldu daha doğrusu. soru ne peki?

amy pond doctor'un hayatına ilk girdiğinde doctor değişim geçirmiş ve yuvarlanarak tardis'iyle beraber dünyaya düşer haldeydi. sonra amy'nin bahçesine 'park edip' onunla konuşup 'fish fingers and custard' muhabbetini çevirip, 5 dakka sonra geliyorum diyerek yıllarca kaybolmuştu. ama sonrasında anlamıştık ki aslında doctor o gece tekrar geri dönmüş, amy'i yatağına yatırmış, onunla konuşmuş ve o konuşma esnasında kendisini de kurtaracak bir cümle ile something old something blue geyiğini yaparak gönüllerimizi fethetmişti. doctor'un minnoş amy'i kucağına alıp (minnoş amy'nin gerçekten de karen gillian'la akraba olması gerçeğiyle şoklara girmiştim, lütfen siz de girin şu an) yatağına yatırdığında, saçlarını okşadığında david tennant'tan sonra doctor'un o şefkatlü yüzünü görmek beni çok mutlu etmişti doğrusu. bir dostun söylediği gibi 'young face old eyes' ifadesine bayılmıştık efendim. (bu dostun cümlesini belki yanlış quote etmişimdir, ama inanınki eğer yanlış yaptıysam, benim hatamdan, onun cümlesi çok güzeldi a dostlar) işte tüm bu maceralar olaylar (pond'ların diziden nasıl ayrıldığını bir kere daha anlatmak istemiyorum çünkü hala gıcığım, hala moffat'ı affedemedim, hala mutsuzum, hala doctor için üzülüyorum ve hala inanamıyorum) silsilesi boyunca doctor  amy'e 'the girl who waited' dedi. öyle ki, bu isimde bir bölüm daha yapıp, amy'i yaşlandırıp, bilmemneler düzleminde bıraksaydık amy nasıl biri olurdu'nun cevabını aldık. o bölümün sonunda gerçek amy'i kurtardıktan sonra rory'nin kapının arkasında old amy'i bıraktığı sahneler beni öldürmüştü. çok ama çok acıklıydı. canımsın rory, senin bu diziye veda edişin üzerine lanetim moffat'ın üstünde olsun cidden. 

ayrıca aklıma gelmişken şunu da söylemek isterim: doctor who'nun karakterlerin kimlikleriyle oynaması o kadar hoşuma gidiyor ki, bazen bölümleri izlerken ya da sonrasında düşünürken zevkten kendimden geçiyorum. nasıl ve neden? örneğin, rose'la tekrar karşılaştığımız bölümlerin sonunda doctor, doctor donna, human doctor (HuDo zhehehe), rose, mickey filan vardı hani, (çok da spoiler vermek istemiyorum, çünkü muhteşem bir journey's end bölümüydü if you know what I mean. işte bu bölümün sonunda [spoiler başlıyor burada sayın seyirciler] doctor, rose'u yollamadan önce yine darlig ulv stranden'a geldiler. bu sahnenin ne kadar acı bir sahne olduğunu bu diziyi izlemeyen bilemez. o yüzden özet geçmem gerekli a dostlar. sadece sizin için değil ama aynı zamanda kendim için. doctor'u çok özlüyor, muhteşem bölümlerini sürekli anıyorum. üstelik bu bölümler öyle güzel bölümler ki tekrar tekrar izlemeye gücüm yok, çünkü ağlıyorum. 

doctor'un ilk sezonla birlikte hayatımıza girmesiyle birlikte rose tyler da hayatımıza girdi en favori companion olarak. dünyanın sonuna tanık olduk (dünya patlıyordu filan 5.000.000 yılında, muhteşemdi aaah ah), plastik adamlarla mücadele ettik, dalekler'le savaştık filan. one hell of a ride diyorum. ama sonra ilk sezonun sonunda doctor değişti ve david tennant geldi. şahsen benim efsane doctorum oluyor kendisi. rose'la doctor'cuğumun maceraları devam etti tabii. doctor değişirken hafızası aynı kalıyor. yani gördüğümüz adam gidiyor ama tanıştığımız adam aynı. bunu hayal edin bi reca ederim. sadece tarzlar ve motto'lar değişiyor. misal doctor 1: fantastic! doctor 2: brilliant! tarzlar değişiyor, giyimler değişiyor, ama hafıza aynı. yani işin özü, sevdiğiniz adam aynı ama farklı. (bu noktada doctor 1 ve 2 dediğime bakmayın, aslında bunlar 9 ve 10. doctor, dizinin önceden 23 sezonu olduğunu unutmayalım öhöm, tarihin en uzun soluklu bilimkurgu dizisi bu ooo) neyse, yine bilimum maceralarla sınanıyoruz. ama rose -ve biz- her zaman biliyoruz ki ne olursa olsun doctor gelecek ve rose'u kurtaracak. no matter what. no matter how hopeless -titanic quote'u girmeden edemedim evet- biliyoruz ki doctor son dakikada birşey düşünüp bizi sallayıp geçecek. ve sezonun son bölümü geliyor. tam bir kıyamet yaşanıyor bu bölümde. bir kere bölüm rose tyler'ın bir kumsalda durup 'this is the story of how I died' demesiyle başlıyor. ben bu cümleyi bir önceki bölümün fragman kısmında görüp kriz geçirmiştim bir hafta boyunca, aaah ah, ne acı bir haftaydı! efendim dizinin o ana kadar bilinen en kötüsü dalekler dünyayı istila ediyor. üstelik toplam 3-4 (tam hatırlayamadım) dalek. bir yandan da cybermen var bölümde. milyonlarcası istila etmiş ama dalekler bunları paralayıp parçalayıp atma gücüne sahip. doctor genius bir plan bulup hepsini paralel evrenler arasında insanoğlunun mallığıyla yarattığı boşluğa atmaya karar veriyor. uzuun teknik açıklamaları geçiyorum ama en nihayetinde rose ve doctor kapıları açıyor, dalek ve cybermen boşluğa düşmeye başlıyor. ama ne oluyor orada? ağzına sıçtığımın kaderi yüzünden, rose'un eli kayıyor. tam boşluğa düşecekken, pararlel evrenden babası gelip onu kurtarıyor (teknik açıklamalara giremiycem, kurtardığını bilseniz yeter) ve boşluk doluyor! bu ne demek? bu şu demek sevgili dostlar, doctor ve rose, bir daha asla görüşemeyecekler. rose tüm hayatını doctor ve maceralarla geçirmeye hazırken, bunun hayalini kurarken, aralarında geçiş yapılamayacak iki evrene düşüyor bu ikili. misery içimize sızıp zehirliyor yavaş yavaş. nefes alamıyoruz. doctor duvara dokunup diğer evrenin aynı odasındaki rose'u düşünürken, rose duvarlara vurup take me back diye bağırıp ağlıyor. ölüyoruz. ve rose onun sesini duyuyor: Rose! az gidiyor uz gidiyor, darlig ulf stranden'a varıyor: kendisi arka planım iş yerinde. burasının adı bad wolf bay. bad wolf sezonlar boyunca recurring bir kalıp, bunu hiiç anlatmiyim, ama bilin ki önemli bir yer burası. neyse. rose ve doctor kumsalda karşılaşıyorlar. ama doctor'un sadece görüntüsü, rose'u son kez görebilmek için, iki evren arasında kalan azıcık boşluktan sızabilmek için bir süpernovanın enerjisini tüketiyor. 2 dakikaları var vedalaşmak için. rose ağlayarak I love you diyor. doctor'sa rose'un yüzüne bakıp, 'And I suppose... if it's my last chance to say it... Rose Tyler...I-' diyor ve görüntüsü kayboluyor, süpernovanın enerjisi bitiyor, rose kumsalda tek başına ağlayarak kalakalıyor. doctor ise tardis'inin içinde, gözünden bir damla yaş akıyor, yapayalnız kalıyor. (sonrası ayrı bir hikaye donna geliyor filan oraları anlatmıyorum) işte tüm bu yaşananlardan sonra journey's end bölümünün sonunda müthiş teknik olaylar ve açıklamaya çok üşendiğim olaylar silsilesi sonucunda bir tane daha doctor oluyor. ama insan bu sefer. hafızaları aynı. tipler aynı. sadece tek kalpli, ölümlü bir doctor. üçü yine o lanet kumsala gidiyorlar, artık doctor'la rose sonsuza dek vedalaşacak. doctor diyor ki, rose bak bu da doctor, hafızası aynı, hisleri aynı, sadece tek kalpli (doctor'un iki tane var, o insan değil time lord) ve ölümlü. o seninle yaşlanacak rose. rose inanmıyor. diyor ki esas doctor'a, sen o gün kumsalda bana ne söyleyecektin? human doctor rose'un kulağına eğiliyor. birşeyler fısıldıyor. tüm hayranlar 'I love you' dedi yeyyy kafalarında. bence de. ama aynı zamanda da değil. rose tüm o maceradan sonra bir cümleyle tav olacak biri değil gibi. neyse. velhasıl human doctor'la rose öpüşüyorlar. bizim doctor tardis'ine binip gidiyor. işte bu durumu bir düşünmek lazım. görüntü ve hafızan sen, ama acaba sen sen olan o musun? çok enteresan. amy'nin karakteri ile de 4 sezon sonra böyle oynamaları muhteşemdi. tebrikler çocuklar, sezarın hakkı sezara. 

esas kısma bağlıyorum efendim: dün şunu düşündüm, doctor beni nasıl tanımlardı acaba? dün ciddi ciddi oturdum bunu düşündüm. the girl who what diyorum sana doctor. ne yapıyorum ben? the girl who dreamed, the girl who wrote, the girl who believed, the girl who travelled, the girl who laughed, the girl who read, the girl who wrote, the girl who watched. ne derdin doctor? çok merak ediyorum ne derdin?

text me çocuklar, I wanna know.

[Zaman Yanılsamaları.]

Yatagima uzandim, ama aklima dolusan dusuncelerin her birini not etmek istiyor, bu muthis istekle uykumu feda etmeye hazir gorunuyorum kendime.

Oncelikle enteresan zaman yanilsamalari:

Dunden beri telefonumun sarj gostergesi azalmiyor. Sarji azaliyor azalmasina ama o pil sembolu en cok yariya kadar dustu benim gorebildigim. Sonra hic kirmizi isik yanmadan pil dusuk demeden cat diye kapaniverdi alet. Surekli telefon numaralarimin silinecegi gibi bir paranoya icindeyim ama enteresan bir sekilde de, sarjim daha uzun dayaniyordur diye hayiflanip mutlu oluyorum. Deli miyim neyim?

Bir diger yanilsama ise hemen hemen 2 haftadir aklimda. Hipotiroid dolayisiyla hergun tiroid hapi aliyorum. Normalde bir blisterde 20 tane hap (ya da oyle bir sayi iste) olur ve hergun bir tane aldigimdan mutevellit, ayni blisterle bir ay boyunca karsilasir, onu kaybeder ve yeniden onu bulurum. Iste bu blisterdeki hap 100 mg'lik. Ama yaklasik 2 hafta once basladigim blisterin haplari 50 mg'lik. Bu da, her gun bir degil iki hap alacagim anlamina geliyor. [uyuyakalmışım, kaldığım yerden devam] tabi bir yerine iki tane hap alınca, blisterler daha çabuk tükeniyor. fark ettim ki, onların daha çabuk bitiyor olması bende zamanın hızlı geçtiğine dair bir izlenim yaratmış. dün mesela, biten blisteri atıp yenisini çıkarırken fark ettim ki ilaç kutusunda başka kalmamış. düşündüm, bir kutu daha levotiron almak lazım diye. ama yine de düşündüm, en iyisi 50'lik alayim, öyle daha iyi oluyor sanki. enteresan tabii. kendi kendime böyle düşünüp gülümsememe, bir kere daha gülümsedim doğrusu. çok enteresan.

11 Aralık 2012

[Dream-like State.]

dün akşam rüyamda neler gördüm bilmiyorum. ama sabah uyandığımda sol elimin içinde tırnak izleri vardı. üstelik parmaklarım uyuşmuştu. korktum mu rüyamda, yoksa öfkelendim mi, üzüldüm mü bilemiyorum. hatırlamıyorum. ama fiziksel olarak beni böyle etkileyen bir şeyi hatırlayamamak beni hayrete düşürdü doğrusu. tabii bir yandan da hoşuma gitti. yok, hatırlayamamak hoşuma gitmedi, zihnimde olan birşeyin fiziksel olarak beni etkilemesi hoşuma gitti. tabi aslında hoşuma da gitmedi de, izlediğim birkaç diziyi hatırlattı, karakterlerin kulağını çınlattım sempatik oldu. yoksa 'that vision thing' bölümündeki cordelia'nın yaşadığı ile benim uyuşmuş elim arasında en ufak bir benzerlik olmadığı gibi (zavallı cordelia'yı bilimum demon'lar yaralıyordu hatırlatmak gerekirse) kabusundaki alevin yaktığı henry ile de bir bağlantım yok çok şükür. düşündüğümde sadece bir grin yüzüme yayılıyor hepsi bu.

dream-like state'i fascinating bulmakla birlikte, insan beyninin işleyişini herhalde tüm bilimadamlarından daha çok merak ediyorum.

[Güneş görmeyen şehirde, nasıl yaşanır?]

dün akşam homeland'i izlerken eileen hakkında düşündüm ve bambaşka yerlere vardım. anlatmak için çok kısa eileen'in kim olduğunu anlatmam gerekli.

eileen, amerikalı bir terörist. onu yakalayıp özel bir hapishaneye atıyorlar. orada hayatını sürdürüyor. derken bir gün, vereceği bir bilgiye ihtiyaç duyuluyor. ajanlarımızdan biri onunla konuşmaya gidiyor. bilgiyi veriyor vermesine ama, yanlış bilgi veriyor. çünkü tüm amacı, tüm gün güneşi ve gökyüzünü görebileceği bir odada oturabilmek ve odada kendisine sözleşmeyi imzalaması için verilen gözlükle kendini öldürmek.

izlerken birşeylerin ters gideceğini hissetmiş, ama yadırgamamıştım. onun yaşadığı hücrede onun yaşayabildiği süre kadar kalmak... güneş ve gökyüzü için neler yapardım bilemiyorum, ama bir daha geri dönmemek için eileen'in yolunu seçmek, uzak bir tercih olmazdı, doğruya doğru. ama aslında benim burada yazmak istediğim başka. o hücreyi yazmak istiyorum esasen.

terörizm. tüm devletlerin korkulu rüyası desek yalan olmaz da, geniş bir tanım olur galiba. çünkü terörü yaşamamış bir halk, böyle bir kabusun varlığından dahi haberdar olmaz, nasıl olsun ki? ama kırmızı ışıkta beklerken ölüme gidenlerin hikayesini, intihar saldırısından sonra vücudundan şarapnel parçalarıyla birlikte katilinin de kemik parçalarını taşıyan bir kadının hikayesini ve bizzat bombaların sesini duymuş bir insan olarak açıkça söyleyebilirim ki, kalabalık bir yerde o yerin açık hedef olduğunu düşünmek fobisi, çok ama çok zor. her zaman düşünmek değil elbette bu. ama böyle bir düşüncenin aklına gelmesi dahi, çok acı. o yüzden tüm bu korkuyu ruhlarımıza saran, derinlere sızdıran herkesin dünya üzerinden kaybolmasını istiyorum, yalan değil. ölsün yok olsun, parçalayın gibi iddialı bir dilek değil benimkisi. yok olsun, bir daha çıkamasın gibi sakince bir yerde tutabiliyorum galiba hayalimi. ama yine de ele geçirilen kişilerin insanlık dışı yerlerde tutulmalarına kesinlikle karşıyım.

işte homeland'i izlerken bu durumun dehşetiyle sarsıldım. güneşi 1 saat, o da binanın içinden görebildiğin bir hapishane insanlık dışı bence. hücrenin boyutu, metresi, şusu busu muhtemelen hesaplı kitaplı ve standarda uygundur diye ümit ederim. ama güneşi görmemek... bir insan bununla terbiye edilmemeli, diğerleri böyle bir cezayla caydırılmaya çalışılmamalı. yanlış. kim yaparsa yapsın, yanlış işte.

[Homeland S2E11.]

Efendiiim,  homeland'in muhteşem bir bölümüyle daha başbaşaydık dün. sezon finaline bir bölüm kalmışken tüm olayları çözüp büyük bir havadisi de ortada patlatmadan bölümü bitirdiler ve ben resmen kendimden geçtim bölümü izlerken. tabi bu kendinden geçmenin arkasında birkaç sebep aramalı: bölüm gerçekten o kadar güzel miydi yoksa diğer dizilerimin bayıklığı karşısında homeland olimpiyatlar gibi bir tat mı bırakmıştı damağımda? kimse bilmiyor. ama şu var ki soluk soluğa, kalbim yerinden fırlaya fırlaya izledim. kabul ediyorum, 30 tane swat ekibi üyesinin bulamadığı nazir'i carrie'nin bulması fazlasıyla abartılmış bir sahneydi. ama aynı zamanda doctor'un sesiyle it was "fantastic!" and "brilliant!" carrie'nin herkesin gözünden kaçmış olan çılgın bir ayrıntıyı kaçırmayıp, zamazingo borulara bakıp burda bir yanlışlık var şuraya bakalım demesi o kadar doğal geldi ki bana, açıkçası oturup da vaaay carrie sen neymişsin swat'ın bulamadığını sen buldun yıh yıh yıh diye gülenlere gülesim geliyor. çünkü sezon birden beri carrie diğerlerinin görmediği gerçekleri görüp hareket ederek tüm kötü adamlarımızı yakalıyor anacığım. speaking of kötü adamlar, ya biri de carrie'ye "good job carrie well done" desin arkadaşım bu nedir ya? kız yardıranzi ordan oraya sürükleniyor, sorgu odalarına giriyor, kaçırılıyor, pes etmiyor, yemiyor içmiyor uyumuyor siz gerizekalıların yakalayamadığı abu nazir'i yakalatıyor, o tehdidin ortadan kaldırılmasına vesile oluyor ama kimse de biz malız carrie kusura bakma bacım tadında yorumlar yapmıyor. sen neymişsin be CIA, biraz göte yakın yerden et ye kurban olayim. hele sizin o gudubet estes midir nedir başkanınız yok mu? allahım onu öldüresim geliyor! zaten oldum olası CIA ve FBI başkanlarına bir gıcıklığım vardır x-files'dan beri, bu adamın kumpasları ve o mıymıık quinn'le bakışmalara girip, çözelim bu işi, öldürün ve cinayet süsü verin geyiklerini yüzlerine çarpasım geliyor! gudubet herif, walden da öldü, dur bakalım senin kıçını kim koruyacak diye soruyorum ama, carrie sayesinde abu nazir'i yakaladığın için yine yırttın tabii. yüzsüz. neyse efendim, geliyorum brody cephesine. brody ailesi tabi. dana'nın en sonunda dayanamayıp kriz geçirmesi bence çok doğaldı. en nihayetinde insan en zor günlerinde kendini evine kapatıp biraz olsun huzur bulmayı ümit ederken, bunlar süper lüks otel odasında kalakaldılar. üstelik tüm krizin sütten çıkması da müthişti bence. hani özellikle dişi cins büyük olayların ağlama krizlerine ufacık şeylerden ötürü girerler ya, bayıldım o sahneye. mike mevzusunda abarttı tabi dana ama o da haklı, zor anlarda hiç brody'i görmedi ki yanında, hep zavallı mike geldi kaldı öyle değil mi? bu noktada yazar jess'e nefret kusuyor ama çaktırmıyor sayın seyirciler. ama bu sahne sayesinde galiba jess ve brody artık en sonunda anladılar artık yürümediğini. ve kendimizi son sahneye doğru giderken bulduk dostlar. ama yine carrie cephesine gitmeden duramayacağım. ya carrie sen ne çılgın bir insansın hakkaten ya? yüzünü yıkamak için 2 gün bekledin kendi kanınla bu nasıl bir dünya? brenda leigh johnson'la beraber çalışmalı ve dünyayı refah içindeki gotham city'e çevirmelisin cidden. ama sana kızmadım desem yalan olur. bölümün başında ay düştü, aman düşücek, aman bayılmasın, aman vurulmasın diye kalp krizleri geçirdim alacağın olsun! ya bir de sen de madem giriyorsun swat'larla beraber, neden bi çelik yelek bi silah almıyorsun eline arkadaşım? zeus musun sen evladım? ay o gudubet nazir'e de hiiç üzülmedim doğrusu. adam sinsi gümbür gümbür boğaz kesmelerden hala vazgeçemedi bu nedir? iyi oldu sana lan göt! bi de carrie'ye saldırdın filan o an cidden ekranın içine girip o pis depoya inivericektim. sonra yakalandın vuruldun tamam anladık da, esas cebinden ne çıkaracağını merak ediyorum ben, ne vardı acaba bir söyleseydiniz iyiydi. kötü adamlardan bahsediyorken bir de roya'dan bahsetmek lazım tabii. havalar cıvalar bitince çirkinleştin bakıyorum roya? zhehehe diye gülmekten kendimi alamadım. carrie'ciğimi düşürdüğün miserable duruma da gıcık olmakla birlikte, çok dişli çıktın valla bravo. hikayenin bir kısmını öğrenmek hoşumuza gitti. eileen'in hücresine sen giriceksin heralde diye düşünüyore. ay bi de saul'dan bahsedeyim de hatrı kalmasın. saul senin bu her bokun farkına sonradan varıp etrafa ateş püskürmek kaderin ne olacak anacım? yalan testlerine girdin bi atarlar yaptın filan sanki bir halta yarayacak gibi. estes miydi neydi o gıcık olduğum başkan da seni çok sallardı eminim. peh! en nihayetinde eileen'e intihar aletini veren sensin yani. şaraplar açtın çok bilmiş bilmiş, gözlüğünü verdin filan, bak elinde patladı işte. bunu da kabul etmen lazım yapacak birşey yok. soruları soran beyimiz de sakinliğiyle göz doldurdu, pes! demeden geçemeyeceğim. ama o da çaktı bir durumlar olduğunu tabii. ama üstünü kapattı, hadi neyse. dur bakalım brody'i de aradan çıkarabilecek misiniz? ve daha da önemli soru, siz onu öldürdükten sonra bu dizi nereye bağlanacak, kismet tabi bir yerde.
gelelim son sahneyeee. abu nazir'in ölümü anından itibaren alırsak bu sahneyi, carrie'nin abu nazir'in başına çöküp kalması çok muhteşemdi bence. insanın hayatındaki en büyük sorundan kurtulması, dizlerinin bağını çözer, bilir ve inanırım a dostlar. sonrasında ise brody'den bahsetmek şart. brody abu nazir'in ölümünü öğrendiğinde sergilediği müthiş oyunculuk harikaydı damien lewis'in, helal olsun! üzüldü mü, sevindi mi, rahatladı mı çizgileri arasında öyle güzel dans ettin ki, gözyaşlarını silerken seni tekrardan sevdim brody. canım benim. en sonunda eve dönüp arabada jess'le konuştunuz ya, ben bile derin bir nefes aldım. ikinizin arasındaki fiziksel ruhsal ve bilimum boyutlardaki gerginlik ve stres beni bile germiş farkında değil mişim yahu!         neyse ne, olmuyor temalı sohbetiniz içimize su serpti, hadi evli evine köylü köyüne. bakalım yüzsüz quinn brody'i öldürmeye çalışırken carrie'ye birşey olacak mı temalı yüreğimize indirmeceli sezon finalinde bizi neler bekliyor a dostlar. bunu merakla bekliyorum çünkü en sonunda bu ikilinin bir araya gelmesine çok sevindim ben ciddi ciddi. brody "not even close" derken ifadesi, carrie'nin ifadesi ve en sonunda başka şeyleri düşünmek zorunda kalmadan kendilerini düşünmeye başladıkları bir dünya...

dilerim bu dünya kısa sürmez. dilerim sizin dünyanız üçüncü sezonda da benim dünyamı sallamaya devam eder. haftaya son kez görüşürüz çocuklar.

10 Aralık 2012

[Dexter S7E11.]

hiçbir dizimi izlerken böyle bir muamele yapmadım kendisine ama maalesef bugün o gündür. hem izleyip aynı anda yazı yazacağım. yani dexter'ın bu sezonundan o kadar çok sıkıldım ki ey dostlar, izlerken kendimi başka kelimelere vermekte bir sakınca görmüyorum. shame on you madırfakırs. shame on you.

dexter'ın aşık olup hülyalar alemine girdiği bir bölüme başladık. yarebbim sana geliyorum. dakka bir gol bir dexter'a bir telefon geldi sayın seyirciler. date at the movies tadında bakışmalar eşliğinde cinayet planları yapmalar filan allahım cidden bayılıcam. bu sezonki dizilerimdeki kan vahşet eksikliği özellikle son 2 bölümdür ölüyorum. american horror story ve walking dead'de de mallıklar ötesi bir bölüm yaptılar.

gelelim quinn cephesine. quinn, kaldığı yerden mal pozisyonuna devam ediyor. yok böyle bir olay. nadia nadia içimiz çıktı bu kadından. bir kurtulamadık. hey yarebbim, csi'ın figüran striptizcisine dakikalar ayırıyoruz şaka mı lan bu?

hadi bi de hannah cephesindeki tanık kızın peşinden koşmalar çıktı. deb artistlik üstüne artistlik bakışlarla it's my call geyiklerinde. inanılmaz. angel sen emekli ol da bu zıpçıktı yerden kurtul lütfen.

dexter da lafı ortaya hattı, bir bu doakes muhabbeti eksikti. yani haftaya sezon finali, daha çözülecek bir olay yok ortada sinirlerim tepeme çıktı, tansiyonum yükseldi, duvarları yumruklayasım, yok yok, daha ziyade senaristleri yumruklayasım var.

la guerta ne zaman tüm bu deliller artık eline dizine duracak çok merak ediyorum. seriously shut the fuck up sezonun içine sıçtın, 5 sezon geriden geliyosun bu nedir? beş haftadır aynı şeyleri yazıp yazıp nefret kusuyorum, sen hala bıkmadın mal karı.

yarebbim dexter kısmet dedi. şakadak düşüp bayılıcam şimdi.

debra eğer bilerek fazla hap alıp kaza yaptıysan ölürüm.


dexter'ın kalbinin kırılacağını düşündükçe ruhum daralıyor.

ayrılın da kurtulalım of. teenage drama oldu tam bi siktirin gidin çay demleyin allah aşkına bu nedir ya

la guerta seni şu masaya yatırıp parçalara ayırdığımız bölümü de görürsem gözüm arkada gitmem yemin ederim.

hannah'nın da çilesi ayrı yani. kimseye güvenemedi şu hayatta.

anam deb'e saçlarını açmak ve bu renk yakışmış. aferim

nooluyo lan sezon finalinde!!!


doakes mu geliyo, yoksam ölmedi mi? 

how i met gibi 3 dakikada sezon finalinde çözülecek olay yaratıp son on dakikada çözerek bu sezonu bitirirseniz tüm hazır vize belgelerimi bir de amerikan konsolosluğuna sunar, atlayıp oraya gelir ve üstünüze benzin döker yakarım lan sizi!

[From beneath me, it devours.]

yazmak istemiyorum ama kulağımda çınlayan konuşmaları yazmassam onlar asla oradan çıkmayacak ve ben delireceğim galiba.

hastayım demişti. bu aralar biraz hastayım. ne oldu dedim, neyin var annaniş dedim. grip sandım önce, malum her ikisi de illa ki kışın bir grip atlatırlardı. kimi zaman aynı anda olurdu da endişelenirdik. mutfak soğuk mu, sobaya odunu atarken yoruluyorlar mı diye. sonra yine aradım. keyfin nasıl annaniş dedim, toparlandınız mı bakayim. karnım şişiyor dedi. neden olur ki böyle? bilmem ki annaniş, yoruldun heralde sen iyice dinlen en önemlisi o dedim. doktora gittiler. mualloş da geldi. çözemediler. adanaya getirdiler. bir önceki yıl da ağır bir hastalık geçirmişti de, adanada hastanede kalıp kendine gelmişti. balkonda güneşli bir bahar sonu/yaz üstü oturmamızı hatırlıyorum. çanakkale balkonlarımızı elbet hatırlıyorum ama onları bir de mualloşla adanadaki balkonumuzda görmek öyle güzeldi ki. üstünde bordo sabahlığı, ayaklarını da güneşe uzatmış. it was the moment. a true moment of happiness. that I never understood. [the words filmini izlemeli herkes...] sonra okula döndüm, tatil bitmişti. her gün konuştuk annemle. hastanede testler yapıldı, verem bile kontrol edildi. çıkmadı. kanser için biyopsi yapıldı, elim yüreğimde bekledim o da çıkmadı. o bu şu oradaki buradaki şuradaki şey değilse neyi vardı onun, bilemedik. sonra bir biyopsi daha yaptılar, mezotelyumda yayılmış bir kitle var dediler. ameliyat için çok büyük. kemoterapiyle küçültmeye çalışmaya karar verdiler. 6 seans kemo aldı anneannem. her bir terapiden sonra birkaç gün iyi olduğuna, sonrasındaki birkaç gün ise tamamen çöküşüne tanık olduk. çok kötü günlerinde onu öyle görmek içimden gelmiyordu ya, annemle gittik, o uyurken bekledik. gözümüz monitorde, oksijen seviyesi ve kalp ritmini takip ettik. düşük olunca hareketlendik ve o an geçtiğinde ikimiz de birbirimize sezdirmeden derin nefesler verdik. her çıkışımda elim yüreğimde. istanbula her dönüş kalp sancısı. hastaneden her görüşürüz sultan diye dizlerim titreyerek uzaklaşma. yazın ortasına gelirken son kemo da bitti. serviste pasta kestik. annem pastaneden birşeyler götürdü. ah bir görecektiniz, tüm servis oradaydı, anneannem çok iyiydi. hemşireler, doktorları, asistanlar, biz. birine veda ediyormuş gibi bir his havada süzülüyordu. ama herkes bu his orada değilmiş gibi yapınca, bu hissin görünmediğini düşünüyordu. ya da gerçekten görmüyordu. hissetmiyordu. ya da herkes görüyordu da, bir tek anneanneme hissetirilmiyor, o zaten hissetmiyordu. of. içim acıyor. çok acıyor şimdi düşünürken bile. üçüncü sınıfın yazında işten döndüğümde oturduğum balkon sandalyemin dili olsa neler anlatırdı? bir gün o ufak kasabanın kokusunu duyup evime geldiğim gün hıçkıra hıçkıra ağladığım o balkonun karşısındaki güvercinler uçarken neler düşünmüştü kim bilir? uzakta olmak oydu işte. kilometreler, saatler, güneşler, gezegenler, ışık yılları ve hatta ruhlar ötesinde bir uzaklık. bir yerde olmak istemek, olmak istememek, aynı anda istemek istememek, istemek istememek, kaçırmak, yakalamak istemek, yakalayamamak, yakaladığının az gelmesi, az gelenin uçup gitmesi, uçup gitmesinin korkusu, havada yakalama telaşı, telaşın uykusuzluğu, uykusuzluğun şarkısı, şarkının sesi, sesin ölümü, ölümün ise ağza alınamaz soğukluğu.

izledim. okudum. yazdım. ama tüm o doğaüstü eserlerin beni ölümlü olma olgusundan ne kadar uzaklaştırdığını kendi içime kapanıp düşündüğümde anlıyorum. daha da ilginci, uzaklaşmayı ben değil, beynim istiyor. herşeyi düşünmekle başa çıkamıyor. çünkü kapasite, hafıza, akıl, mantık, yürek bir yere kadar dayanabiliyor. beynim bunu biliyor bence. başka türlü aynı noktaya, aynı diyaloglara, aynı cümlelere, aynı tuzla akan gözyaşlarına bağlanıyor olamazdım. 

soluk almam daha kolay şu an. sanki bisikletten düşmüştüm ve dizlerim yara bere içinde kalmıştı çok değil bir buçuk saat önce. kanıyordu dizlerim. yanıyordu. üflemeye çalışıyordum da canımın acısından üfleyemiyordum ki. mendiller silmeye çalışıyordum, yapışıyor, daha çok canımı yakıyordu. suyla yıkamak istiyordum, sıcaktan soğuktan ılıktan korkuyordum. sabunu değdirsem, ya da çocukken düştüğümde anneannemin koşup getirdiği oksijenli suyu sürsem içim rahat edecekti belki, ya da o yakar deyip batikonla gelen dedemin yüzünde benden yine de canımın yanacağını saklamaya çalışan ifadeye inansam, dizlerimdeki kan kuruyacak, yine oynatabilecektim onları. bir süre ağlayarak salonda oturdum düştüğüm o gün. sonra batikonladık dizlerimi. iyi gelmişti o zamanlar.

benim can yakan batikonum yazmak şimdi. ama keşke canım, bisikletten düşmelere yansaydı hep.

09 Aralık 2012

[A rare and dark moment, if not the darkest.]


içimden çok şey geçiyor.

hiç bir şey geçsin istemiyorum.

ama bazı acılar hiç geçmiyor.

hayatın doğal akışı diye geçiştirmeye çalışıyorum.

olmuyor.

ayten alpman'ın o gün kayıp gitmesi tesadüf müydü bilemem.

ama çığlık çığlığa volver dinlemek istiyorum.

içimden ağlamak geliyor.

yatağa kıvrılıp ağlamak, ama tüm çığlıklar kulağımda uğuldarken, sessizce.

akıp, dökülüp, yağıp kurtulmak hafızadan.

gözyaşıyla sarhoş olmak.





ve bir daha uyanmak.


[Aranağme 6.]

önümde bomboş bir sayfa açmıştım dexter'ın son iki bölümünün sadık bir izleyici olarak beni nasıl hayal kırıklığına uğrattığını anlatmak için. bıktık diyecektim hannah'dan. bıktık rus mafyasından. hatta diyecektim ki nedir bu çektiğimiz yangın çıkaran katilden. çok büyük birşey gibi gösterip hiç bir yere bağlanmayan konularla mı devam edecekti dexter diyecektim. bir süre summertime sadness dinledim. sonra amy'e sardım, will you still love me tomorrow dinledim. amy deyince adele dinlemeden yapamadım. don't you remember geldi önce, sonra skyfall, make you feel my love derken artık bira.fm vaktidir dedim. geçmişte'ye tıkladım. şarkıları ilerlettim. ve ayten alpman çalmaya başladı.



[American Horror Story: S2E8.]

hazır hızımı alamayıp yazarken bir kere daha american horror story'den bahsetmeyi bir borç bilirim. evet efendim, bu seferki bölümden accayip büyük beklentilerim vardı ama acık içinde söylemeliyim ki bu beklentilerin hiç birini alamadım. tamam biraz abarttım. ama doğrudur, beklentilerimin çoğunu karşılamadı bu bölüm.

bir kere jude'un hikayesini köpürtüp coşturdunuz, nerede sister jude'un monolog kısmı sorarım sizlere? yani tamam o çılgın noel babayla aynı odaya koymalar arden ve mary eunice'in kaltaklığına kaltaklık katan bir sahneydi ama ben o kadar alışmışım ki her bölüm emmy'lik sahneler izlemeye, bu hafta hevesim kursağımda kaldı maalesef. keşke şu mary eunice'ten şeytanı çıkaraydık da ben sesi kapatıp korkudan baygınlıklar geçirerek sadece altyazı ile takip ederek izleseydim, fena mı olurdu sorarım sizlere?

ikincisi, valla bu santa hikayesi beni kesmedi pek. adam psikopat tamam da, yeani. nedir? daha creepy hikayeler bekliyoruz anacım.

arden sana bir söz bulamıyorum. sezonun sonunda senin kıçında tutuşan odunlar filan bekliyorum bak buraya da yazdım. bir karakterden tüm ruhumla nefret etmem de hayret uyandırıcı doğrusu. gıcığım lan sana. nazi subayı diye midir nedir accayip gıcığım. doktorsun sen lan kendine gel, böyle gudubet deneylerle uğraşacağına işini yap. terbiyesiz, ahlaksız, sapık herif! sana bi lafım daha var mary eunice'e olan bakışlarından okunan bir yorum amaaaa yazmiyciim. neyse.

lana, yavrum senin çilen bitmek bilmiyor. maşallah kavak yellerinin minesi gibisin. üstelik suskunlar şubesisin! arkadaş kadın rahata eremedi, sevgilisine kavuşamadı, katilden kaçamadı, briarcliff'ten kurtulamadı, ölemedi, deliremedi. bu nedir? bir de tutturdu kit'e yardım edicem diye. nereye yardım edicen allah aşkına you can't help yourself yani. ama neyse, doktor the katili hapsettiniz bi yerlere, du bakalım noolucak. o doktora da iyi oldu, ama bak yine söylüyorum, öldürmediğinize pişman olacaksınız.

kit filan demişken grace'ten de bahsetmek lazım şimdi. kızı resmen uzaylılar aldı. uzaylılardan çok korkarım öyle böyle değil. tabi burada kast ettiğim doctor gibi uzaylılar değil. farklı türler ırklar vesair olabilir ama benim esas tırstığım x-files uzaylıları. hani yeşil kocaman kafalı koca gözlüler. o kadar korkuyorum ki bir gün ciddi ciddi panik atak krizi geçirdim x-files gece tekrarı izlerken. o uçak enkazındaki uzaylı cesedi, allah belanı versin diyorum başka da bişiy demiyorum. ama şimdi yiğidi öldür hakkını yeme, grace yamyamlara kurban gideceğine uzaylılar geri aldı. iyi oldu. bakalım bu grace'in cesedi ya da ruhu bedeni bişiyleri nerden karşımıza ne şekilde çıkacak. hayırlara yazsın valla.

ay yazının sonuna geldim diyordum ama monsenyöre de iki çift lafım var. ulan şekspir dedik bağrımıza bastık sen de arden gibi mal bişiy çıktın! sister mary eunice de ne sistermış anacım herkes yavşak yavşak bakışlar atıyor ay beni benden aldınız. ulan jude'un ilk falsosunda kapı dışarı ettiniz ne biçim kilisesiniz lan! monsenyör sana da iyi oldu o mıymışık zamazingo ağaç yıldızın paramparça oldu. bak haklıymış jude. ay yarebbim bi de tebrik ediyorsun mary'i. karı manyak elalemin takma dişlerini çam ağacı süsü yaptı yuh lan! serum şişeleri, saç kurdelası, şırınglara filan. o nedir abi böyle bir şey olabilir mi? tuvalet kağıdı filan tamam da devamı nasıl bir hastalıktır? senin de notunu verdim anacım. bence sister jude defolsun gitsin, siz de boka bulanıp ölün briarcliff'te bak çok net söylüyorum.

bakalım vahşet ve dehşet kaldığı yerden devam edip bizi çoşturacak mı ey dostlar. heyecanla beklemedeyiz.

[Gözlerin Anatomisi.]

Gozyasi kanallarin dolmus, gozlerin kurumus iyice. Doktor vakti zamaninda boyle demisti hic unutmam. Oyle ask acisi cektigimden de degil hani. Eyeliner'dan oturu benim tahminim. Bisiyler bazli cok guzel bir malzemeydi ve cikarmaya calisirken zorluyordu insani. Demek ki ben onun tamamen ciktigini sanarken, gozlerimi dolduruyormus siyah boya.

Demek ki varligiyla mutlu olsaniz bile, kurtuldugunuzu sandiginiz an, geride kalan parcalariyla size zarar verebilirmis bazi seyler.

Tibben men edilirmissiniz bir sure makyaj yapmaktan da, oyle duzelirmis gozleriniz. Ama yine de aglamak gerekirse bu esnada, uretiverirmis dolmus gozyasi kanallari inci tanelerini. Akacak gozyasi, zaten gozde durmazmis ama, akamayacak gozyasi da bir sekilde akiverirmis gozlerinizden.

[yillar sonra bunu düşünmek nereden aklıma geldi bilemiyorum ama, geldi iste.]

[Once Upon a Time: S2E9.]


once upon a time bölüm 9'dan ayrı bir kayıt içerisinde bahsetmemeyi düşünemiyorum bile. snow ve emma'nın storybroke'a dönüşüne bu kadar sevineceğimi hiç hayal etmemiştim doğrusu. cora ve hook'la kapışma sahneleri filan çok heyecanlıydı. hani kim geri dönecek diye değil de, tam tersi, storybroke'a döenrken kim ölecek, acaba ölecek mi tadında bir heyecandı bu. son bir hareketle hook'un uyuyan güzelin kalbini kurtarması ve evli evinde köylü köyünde tarzı benimsemek çok isabet oldu doğrusu. sonuçta mulan ve uyuyan güzelin bulunduğu bir gerçek dünya fazla gelirdi. zaten kendileri oradaki yolculuğu şenlendirmek için geldiler.

efendiiim geliyorum esas anlatmak istediğim yere sayın seyirciler.  regina'nın kuyu başındaki sahnesi oluyorum kendisi. öncelikle neden bu sahneyi beğendiğimi anlatayım. efendim yeteri kadar büyü içeren dizi film ve hatta romana tanık olanlar bilirler ki bazı güçler, sizden çok daha büyüktür. kendi kişisel gücünüz ne kadar büyük olursa olsun magic itself o kadar güçlüdür ki, bedeninize giren o büyü, sizi kavurur, sizi ele geçirir ve hatta karakterinizi değiştirir. hatta willow'un dediği gibi 'no mortal had this much power' der kendinizden geçersiniz. işte regina'nın henry'i kırmamak için tüm bu muhtemel kara büyünğn başına geçip böyle bir büyüyü emmesi müthiş bir sahneydi bence. ki kendisinin bu dünyada hemen hemen hiç gücü olmadığını düşünürsek hard core bir cesaret örneğiydi, resmen kendini riske attı. işte tam da bu noktada neden bu sahnenin eksik kaldığını anlatacağım çünkü bu dizinin beyinlerinden biri olan jane espenson'a hiç yakıştıramadım. kadının bu kadr çok gücü ölümü vesaireyi emdikten sonra sadece yere düşüp kalması imkansız birşeydi benim algıma göre. hiç olmadı. saçlarından birkaç telin beyazlamasını beklerdim en azından. ya da burnunun kanamasını. ya da herşeyi geçtim, biraz sersemlemesi gerekiyordu. yani jane'ciğim, sen willow'un çılgın olaylarını yazmış olduğun bir diziden buraya geçerken böyle birşeyi nasıl atladın hala çözemedim. ama yine de bu ufak nokta önemli değil, önemli olan bizim en sonunda hele şükür böyle büyülü bir sahneye tanık olmamız. sonuçta rumpel büyüyü bu dünyaya üç için getirdi ve bir türlü o güce tanık olamadık. en sonunda şu bölümde gördük ki çok mesudum.

bölümün sonunda mutsuz olduğumu söylememe gerek yok zannımca. regina elinden gelen çabayı gösterirken onun bu kadar yalnız bırakılmasını hazmedemiyorum. en nihayetinde onun neden kötü olduğunu anladık artık öyle değil mi? snow'un mallıkları ve hatta işgüzarlığı, cora'nın obsesif halleri bi de rumpel'ın bir şekilde bu kadını ele geçirmesi, aşkını kaybetmesi, storybroke'ta bir kere daha kaybetmesi, ay hatta lütfen onu bir kere daha göreyim diye yalvardığı sahneler o kadar insaniydi ki, bu kadına artık kızamıyorum. kötü kraliçe henry için büyüyü bırakmaya çalışıyor! bunu willow tara için yapamadı bir düşünün yani. ama ne oldu? mıymışık emma ve kankaları ve öpüşken prince ile snow hep beraber yemeğe çıktılar regina yine yapayalnız kaldı. lütfen bu kadını da mutlu edin valla çok bozulmaya başlıyorum. onun dışında cora ve hook'un gelişinden bahsetmiyciim çünkü bu durum sonuçlarını daha yeni bu bölümde gösterecek, haydi hayırlısı ey dostlar.

06 Aralık 2012

[Film Tanımları.]

hani bir müzik grubu bir albüm çıkarır, ülke ve hatta dünya çapında yankı uyandırır. herkes tek bir şarkısına özellikle bayılır, hayran olur. öyle bir şarkıdır ki, herkes söz birliği etmişçesine 'onu' dinledin mi diye birbirine sorar da durur. aynı durum filmler için de yaşanır. herkes başrole hayran olur, herkes birilerinin ölümüne ağlar, herkes birilerinin yere tüm hızıyla düşmesine kahkahalarla güler. oysa benim için, aklımda kalan, hafızama yerleşen sahneler ve şarkılar, hiç kimsenin gözüne batmayan sahne ve şarkılar olmuştur. hani kimse fark etmedi ben fark ettim yıh yıh yıh gibi akıl oyunu değil de, film/şarkı beni o noktada kıskıvrak yakaladı ve benim kaçacak hiç bir yerim yok gibilerinden bir gönül oyunu bu.

I'll never let go diyen Rose'u her zaman için parçalanarak izlediğim aşikar. "+Iceberg right ahead! - Thank you" diyaloğuna sinir harbi içerisinde gülecek kadar çok izlediğim ve her seferinde ilk kez izliyor gibi heyecan duyduğum Titanic'i kimseye anlatmama gerek yok. ama biliyor musunuz, bu filmde beni paramparça yapan, titanic nedir desen iki nokta üstüste koyup yazacağım bir cümle var ki, onu daha kimseden duymadım şu ana kadar. Titanic:  I don't even have a picture of him. He exists now... only in my memory.

sadece titanic mi, hayır, defalarca izlediğim her film bende böyle ufak sahnelerle yer ediyor. örneğin 'aman aman müzikal geliyor, nicole var ewan var, baz yönetiyor, gidelim de güleriz oooh' diyerek gittiğim, beni bohem dünya hayallerinin kucağına atan Moulin Rouge nature boy'dan ibaret değil benim için. "this is your song!" derken zıplayıp hoplayıp, roxenne diye kulaklarım uğuldadığı doğrudur. Moulin Rouge, tıpkı christian'ın yazdığı gibi "A story about a time, a story about a place, a story about the people. But above all these things, a story about love." olabilir, ama benim için Moulin Rouge: Hurt him to save him. [...] We are creatures of the underworld. We can't afford to love."


aklıma geldikçe yazarım artık buraya film tanımlarını. şimdi kulağımda ingiliz hasta çınlıyor ama onu yazmayacağım. çünkü bir de tanımlamanın çok zor olduğu filmler vardır. onlar ayrı bir hikaye.

[American Horror Story S2E7.]

hazır yazmaya başlayıp hızımı alamamışken geçen haftaki american horror story bölümünden de bahsetmem şart. o kadar güzel birşeydi ki bu bölüm, kendisine bir dizi bölümü demek az kalır, bir film tadında, bir şaheser görselliğindeydi. bu dizinin hiç bir bölümünü izlemeseniz bile lütfen bu bölümü izleyin ey dostlar. korkutucu olabilir, gerilim gerilim dakikalar yaşatabilir ama en azından angel of death adına sinemaya yansıyan bilimum görüntüler arasında en güzel kanatları görmek için tüm bunlara değerdi.

karakter karakter değinmek istemiyorum aslında ama yine de kendime engel olamayacağım galiba. çünkü lana'nı no zavallı hali aklımdan çıkmıyor. ne çilen varmış senin lana vallahi içim acıdı desem yeridir. hele de o amcaya denk gelip yine kendini briarcliff'te bulman konusunda dehşete kapıldım. sister jude'u gözlerimin arayacağı hiiç aklıma gelmezdi, bahse girerim senin de gelmezdi. bu mıymışık şeytan karıya oranla daha net en azından kendisi.

speaking of, sister jude veyahut jessica lange demeliyim, bu bölüm yine muhteşemdi. karakterin geçmişi hakkında bilgi öğrendikçe öğreniyoruz ve ilk bölümde kendisini gördüğüm andaki dehşet yerini acıma/üzülme/sevgi karışımı arasında bir hayranlığa bıraktı. tuvalette bileklerini kestiğin an gözlerimin önünden gitmeyecek jessica. bir an gerçekten intihar ettiğini düşündüm. neyseki bizim daha fazla yüreğimize indirmeden it was just a fantasy dedin angel of death'e. yine de, ufacık bir kesikten o kadar kan çıkmasına hala inanamıyorum. bilekleri enine değil boyuna kesmek gerektiği -ölmek için tabii- gerçeğiyle flesh and blood yüzleştik. sen keserken benim içimde birşeyler devrildi galiba. ruhumun başı döndü. kötü hissettim. insanın yalnız olması, çaresi olması ne acı birşey yarabbim. düşmanımın başına gelmesin dedikleri böyle birşey işte. hele de bir kadını bu halde görmek, yüreğimi daha da çok burkuyor. erkekler ağlamaz klişesinin ortasında büyüyüp yaşıyoruz ama esasen bir kadın kolayca koyvermez ağlamaya. bence tabii. subject to discussion. hani bir ağlamak vardır, bir de koyvermek vardır. bizler, ağlarız ama öylesine kendini bırakmak... bilemiyorum, kontrolü kolay kolay bırakmayız. bırakmam. belki de bırakamıyorum. neyse efendim, geçelim başka bir konuya.

o açılış sahnesine de değinmek lazım. kızın adını şimdi unuttum ama kit'in kankası uzaylılar tarafından kaçırıp kısırlaştırıldıktan sonra kendisini bir kan gölü ortasında bulmak dehşetli olmasa da, şaşkınlık verici oldu. en nihayetinde uzaylıların bu kadr yeteneksiz çıkmış olması beni şoka soktu. arden'in kızı iyileştirmesi -kendi kıçını koruması- şaşırtmadı, kendisi baş çirkef olduğu için it was expected.

lana'nın meşhuuur doktorundan yani katilimzden bahsetmek istemiyorum bu noktada. çünkü kendisine camları bilmemneleri saplayarak inşallah uzun süredir kurtulmuşuzdur diye ummalardayım. şimdi öldü mü ölmedi mi hatırlayamadım. ama çok gıcık olmuştum artık, bu bölümde de tavan yapmıştı, vaktidir. bsg doktor bey.

frances conroy, son sözüm sana. seni her görüşüm bende ayrı şaşkınlıklar uyandırıyor öncelikle bunu belirteyim. nerde six feet under'daki ruth, nerde crucible'daki çirkef kadın, nerde hizmetçi çok afedersiniz orospu kadın, nerde angel of death. şeytan kadınla karşılaşma anın ve ona kuzen demen beni benden aldı öncelikle. kalp. çok güzel bir metin olmuş the fallen one diye bahsedilmesi. senin kiss of death muhabbetleriyle insanlara yaklaşmandan haz etmedim doğrusu, çünkü sen galiba gözümde hep bir parça ruth'sun. ama insanlara ölümle getirdiğin huzur ekran başına hissedildi, o kanatlarını açışındaki ses, enteresan bir şekilde huzur verdi. belki de ölümü bu şekilde düşünmek insanın ruhu için daha iyidir. tabii kimin çilesi, neye göre çile, kime göre çile boyutunu henüz netleştiremedim ama, yine de, huzurlu bir ölüm, herkesin dileğidir ve sen, bunu muhteşem bir şekilde bize sundun. ruhuna sağlık frances conroy.

american horror story'nin her bölümünü müthiş bir heyecanla bekliyorum. öyle böyle değil. ama dizinin 4-5  bölüm içinde sona ereceğini bilmek beni üzüyor. ama ne yapalım, katlanıciiz artık bu dikene öyle değil mi? heyecanla bekliyoruz efenim.

[Homeland S2E10.]

homeland sen bize bunu neden yapıyorsun allah aşkına bi söyle eteğindeki taşları dök ya.

her hafta sıfır heyecan, bin beş yüz merakla başlıyorum yeni bölümüne. her hafta bölüm biterken coşouyor da coşuyorum. ama bu bölüm neydi böyle bi kendine gel lütfen ya.

carrie'nin kaza geçirmesi başlı başına main event desek yalan olmaz heralde. başka bir dizi olsa, başka bir karakter olsa diyeceğim ki olabilir, dizide zaman geçsin olay dönsün diye bir trafik kazası  koymuşlar. ama söz konusu homeland ve carrie olunca sular duruyor. yani brody'nin abu nair tarafından arandığını bizzat gözlerimle görmesem, carrie'nin yine hayaller aleminde uçtuğunu sanıcam o derece bir heyecan dalgası yaşandı.

ikinci bir olay da gıcık olduğum saul'un en sonunda burnunu boka saplaması oldu. estes yavrum sen ne boklar peşindesin, o gudubet quinn'in patronu amca kimdir neyin nesidir daha fazla öğrenmek istiyorum.

tabi en önemli notu abu nazir'in cümleleri aldı benden dostlar. o nasıl bir konuşmaydı öyle, beach houses, pension plans and organc fruit filan? abu nazir sen ne hardcore bir amca çıktın, bir iki maksimum üç yüz yıl derken kanım dondu resmen. 

carrie, seni yeni neslin suclly'si ilan ediyorum. zaten alnın başın kanıyor, zaten yeterince elin ayağın bağlı tutuldun, ne bok yemeye geri dönüyorsun allah aşkına! bir kendine gel, silkin yahu! ne bok yemeye dö-nü-yor-sun! yok anacım insanın içine ajan geni bir kere girmeye görsün, maşallah tuvalette bile istihbarat terörist düşünüyor zaar. 

brody sen neyin kafalarındasın evlatçım? her boku tıngır tıngır yapıyorsun da kimse şüphelenmiyor mu? hep bi bi insan dört ayağının üstüne düşer valla pes doğrusu. adam ölüyorken fırsat bu fırsat deyip bütün atarlarını yapmana popomla güldüm çok afedersin. yiyorduysa önceden söyleyeydin, bak çok etik havalara girdin, dana'nın olayını çözemediniz, susup kaldınız. gerçi böylesi iyi oldu, yoksa bir de sizin gereksiz entrikanızla uğraşırdık.

jess, sana artık bişey demiyorum. ama şu brody ile ayrılın cümleten huzura erelim. mike'ın yan bakışları, gevşek gülüşleri filan, ay yarebbim bu çift dünyanın en bi itici çifti olabilir mi? olur. valla olur işte. 

dana'yla konuşmaya gelen finn. sana da iki çift lafım var. lan nasıl sıfırdan başlayacaksınız allah aşkına? senin yolunu o otelin en tepesinden atlamak diye gördüm, zaten nevrotik bakışlar kapşonlar havasındasın ya, dur bakalım başımıza neler gelicek. walden da aradan çekildi, bakalım itiraf edebilcen mi o meşhuuur suçu. 

neyse efendim, haftaya bir kere daha homeland sonrasında buluşmak dileğiyle, tabi benim yüreğime inip heyecandan ölmezsem

sezon finaline iki bölüm kala, heyecan dalgasında boğulucam ya, du bakalım hayırlısı.

05 Aralık 2012

[Once Upon a Time S2E8, Walking Dead S3E7-8, Revolution S1E10, Homeland S2E9.]

uzun süredir yazmaya fırsat bulamıyordum. gerçi yazmaya değecek bir bölüm başımıza gelmedi desem de yalan olmaz doğrusu. misal walking dead, çatışmalar çıktı, governor'ın kızını öldüren vahşi michonne'a tanık olduk, glenn'le maggie'nin direnişlerini, iğrenç governor'ın maggie'yi tacizleri, carl'ın büyük adam olma tripleri filan maşallah hiç sevindirmedi beni. sanıyorum gittikçe daha kanlı ve vahşi şeyler bekliyorum bu diziden. heyecan bitti sanki. yani. bakalım şubatta neler olacak.

revolution. valla bu dizimde de pek bi heyecan olmadı. charlie yine düz yolda başını belaya sokmak konusunda heyecanla devleşti. ama neyseki en nihayetinde tüm aile buluştu. aferim adam'a, bombayı da patlattı millet kaçtı. ama ne oldu sorarım sana lost'taki chick? eninde sonunda çalıştırdı bebeğim monroe helikopterleri. kaldığımız yerden ekran açıldığında sizin çok afedersin popo oluşunuzu izliyciiz. ama  bunun dışında beni heyecanlandıran birşey oldu mu diye sorsak ı-ıh diyeceğim. ama yine de hakkını yememek lazım, bir momentum kazandık. haydi hayırlısı.

homeland yine coş coş devam ediyor. gerizekalı jess artık orospulukta sınır tanımamak konusunda yepyeni çığırlar açıyor maşallah. brody carrie'yle, jess mike'la işi pişiredursun, yeminlen içime fenalık geldi sizin şu aile dramlarınızdan. besides these, o meşhur törende neler olucak çok merak ediyorum ebu nazir (abuğğ nayziyr) bakalım nasıl bir yardıranzi giriş yapacak, bu haftaki bölümün yüklenmesini bekliyorum. heyecanlıyım. ama mutlaka izlemeli izlemeli heyecanı değil de, düşününce uuuuu yeeee kavrulmasıyla takip ediyorum bu diziyi. son üç bölüme girdik. bastır carrie. son bi bomba patlatın da şööyle ağız tadıyla spring season'ına girelim dizilerim cephesinde.

once upon a time cephesinde de durumlar aynı efendim. charming kendine sleeping curse yaptırdı ve snow'la buluştu. kabul, güzel bir sahneydi. yani sonuçta o korkunç yere henry'i göndermek kabul edilemezdi filan filan. ama uyuyup kalması ve snow'un birden bire gaza gelmesi saçmalıktı çok afedersin. adam zaten orda zaten snow, gitmen gerek yani true love filan filan. aaa tabi regina'nın annesi bebişim cora'yı da takdir ettiğimi söylemeden edemiyciim. kadın kötü kadın rolünün hakkını vererek oynuyor maşallah. harikasın cora. gerçi seni her görüşümde aklıma black swan'daki takıntılı manyak anne hallerin aklıma geliyor ve sinirlerim oynuyor ama yine de, çok iyisin canimu. bu hızla devam et. onun dışında hook, senden bu çirkef hareketi beklemezdim. kalbini sökmen filan hiç yakışık almadı uyuyan güzelin neyse. başka bir yazıda yazacağım fall finale baya güzeldi. o yüzden seni affettim gitti.


29 Kasım 2012

["Vazgeçemediğim"]

temastan yoksunuz. ne acı. bizi hayatta tutan havaya sürekli temas halindeyiz mesela, ama onu hissedemiyoruz. yaz aylarında çok sıcak diyor, kış aylarında çok soğuk diyoruz ama balıklar gibi değiliz işte. bizi hayatta tutan suyun soğukluğu, sıcaklığı bizi sarıp sarmalamıyor. havamızın tükendiğini başımız ağrıdığında anlıyoruz, baş dönünce oksijen için ciğerlerimiz yanıyor. temastan yoksunuz. dokunuyoruz. ama öylece kalamıyoruz işte. doğamız buna müsait değil. en nihayetinde birey olarak yürüyoruz dünya üzerinde. farkında olmadan.

oysa ne çok isterdim evrendeki doğaya bağlanacak fiziksel bir bağlantı noktamın olmasını. avatar'daki ikran'lar gibi mesela. ya da o muhteşem ağaçların altında oturup dua ettiklerinde onlarla birlikte hareket eden toprak gibi. veya parmaklarımın ucundan hiç durmadan damlayan bir şelale olsaydı da, keşke hep suya bağlanabilseydim. yatağıma kıvrılıp uzandığımda kendi geleceğimin parçası olduğumdan, ailemin bir parçası olduğumdan, dostlarımın bir parçası olduğumdan başka bir aidiyet hissedebilseydim. insan olmak bir tanım olmasaydı benim için. şunun veya bunun parçasıyım ben deseydim. kendini doktor, avukat, mühendis olarak tanımlayan dostları hayretle izlemeseydim. hayır, sen şunun bir parçasısın diyebilseydim. kar yağarken duyulan o hışırtı sesi gibi, kar bulutun bir parçası. bulut okyanusun. kendimi böyle bir sonsuzluğa bağlamak için yaşam zincirini düşünmek zorunda olmasaydım. 

gökyüzüne kanat çırpsaydım. denizlere dalsaydım. topraktan filizlenen tohumların çıtırtısını duyabilseydim. bambaşka olurdu. 

'deli eder insanı bu dünya. bu gece, bu yıldızlar, bu koku, bu tepeden tırnağa çiçek açmış ağaç.' diyorlar...

deli olsaydım da evrenin sesini dinleyebilseydim.

yorulur muydum?

sever miydim?

hiç bilmiyorum.