24 Ocak 2013

[22 Ocak 2013.]

Insan kaybettiklerine aglar hani. Ardindan veda ederken veda etmeyi hic bir zaman aklindan gecirmedigi sevdiklerine, gozyaslarina engel olamaz. Sanki onlarin gidisleri sadece bir devrin/cocuklugun/askin/dostlugun kapanisi degil, anilarin canli ogesinin de hafizayi terk etmesidir. Kirilan kalp, canli anilari tum gucuyle hafizadan atmaya calisirken, geride kalan gecmis zaman kurulugu gozlerde yanma hissine sebep olur, yanma hissi ise kisa surede yerini gozyaslarina birakir. Ama yaslar o yanmayi sonduremez. Tipki aci bir yemegin ustune icilen kola gibi, daglar gecer genzi.
Bugun, 22 Ocak 2013, sevdigim dostlarimi teselli edemedim. Teselli edecek bir kelime bulamadim ki. Konusmak istesem, ne diyebilirim? Konusmasan, gozyasina mahkum sessizlik can yakiyor. Haberleri izledim ve bitmesini diledim bu kabusun. Kayiplarin ardindan aglamak cok zor. Anilarin canliligini kaybetmek cok aci. Bilirim. Ama canli yayinda, gecmisin yanginina tanik olmak, benim icimi sizlatti ve o anilarin sahibi dostlarimi aglatti. Cok uzgunum.

Ttum Galatasaray camiasina gecmis olsun, bu olay tum camianin gerisinde kalsin dilekleriyle...

22 Ocak 2013

[Once Upon a Time: S2E12.]

once upon a time'ın bu bölümünden bahsetmeye başlamadan önce şunu söylemek lazım:

bu yazarlar genius. bir cümlede bir diziyi nasıl sonsuz uzunluğa kadar uzatırsınız? 

"henry: eğer başka masallar da etkilendiyse, storybroke'da kimbilir başka kimler vardır düşünsenize!" dediği anda şapka çıkardım. ağzım sulandı resmen. dizi tuttukça ve siz konuları böyle güzel bağladıkça -ki ruby / whale elektriklenmesi sempatikti, bunlar da mutlu olsun yahu, bu koldan devam madeni buldunuz anacım- bu dizi sonsuza gitsin ve biz merakla izleyelim.

belle, sözüm sana. neden bu kadar çok çığlık attın sen? tamam kaza şoku filan. tamam you witnessed some magic filan. ama seriously wtf? rumpel bir kere mutlu olamayacak mı?

hook, seni boğucam. cidden. allah belanı versin. onun kalbini acıttım da intikamımı aldım da filan fıstık hay ben sıçayım senin intikamına götüm! sen kısasa kısas kısmını çoktan aştıydın, şimdi başa döndürdün. götüm! çok kızgınım. rumpel'ı seviyorum ya, zorla değil ya?

regina, şükür kavuşturana. merak ediyordum geçen haftadan beri nerdeydin diye. ama ben sana söylim, bu cora çötenk diye senin de kalbini sökecek gibime geldi, aman dikkat. kolayca inanma. bence seni parçalamak için değil, senin inanmaya meyilli hale getirmek ve hatta seni acıyla kör etmek için bu plotting'i ördü cora. aman dikkat anacım. canımsın ya, hala henry'i düşünüyordun, dilerim senin kıymetini bilirler.

cora: ya seni görünce zaten tüylerim diken diken oluyor, bir de karşımda dark magic'le yardıran eski kötü kalpli kraliçeyi oynuyorsun ya, valla pes öncelikle! böyle şans mı olur! black swan'ın her bokun içinde olan anası bu obsesyonundan kurtulamadın gitti. ay bir de ne göreyim, let's see this the way we used to. ya sealing an oath sealing an agreement filan derken biz el kesmeye, kan akıtmaya, kurban vermeye, burun kanamalarına, düşüp bayılmalara, saçların beyazlamasına, alev toplarına, ruhların vücutları ele geçirmesine filan tanık olmuştuk. bu en korkuncuydu. sen, cora the gudubet, nasıl rumpel'cığımla öpüşerek seal edersin o sözleşmeyi! master diyorsun bi de ay bi de herşeyi rumpel öğretmiş sana bayılıcam şurda. I defy you stars! tamam, iki güçlü power junkie'nin bu havalarda bir geçmişi olması doğal da, yine de, ben bu durumu sindiremeyeceğim galiba. cora, you are way too kaltak for this canım. sue me. 

evet efendim, bu haftalık yorumlarım bu yönde. bakalım neler bekliyor bizi.

bu noktada geçen haftaki bölüme pek değinmiyorum. bae'nin şalıydı, belle'in leyla leyla gemilere dalmasıydı, regina'nın suçsuz çıkmasıydı derken çok çılgın şeyler kalmamış aklımda. zaten kalsa durduramaz yazardım. ama şu durum kayıtlara geçsin: hook, belle'i vurup onu sınırın öteki tarafına düşürüp hafızasını alarak rumpel'ın kalbini kırdığın için senden nefret ediyorum. seni sevme potansiyelimi sıfırladın. eşşooleşşek. içim acıdı, soluğum kesildi, çığlık attım o sahnede! olmadı. bu olmadı.

[Self Reflection About Magic.]

bak bugün ne düşündüm ben kendi kendime. 

yüzümü yıkamaya gittim, baktım eyeliner'ın bir kısmı gözümün içine dolmuş. baktım baktım. aklıma dark willow geldi. siyah lens mi alsam diye düşünürken buldum kendimi. tıpkı yıllar önce shakespeare'in fırtına adlı oyununda, başrolde gördüğüm bembeyaz lenslerin dark willow şubesi. tabii dark willow olarak kısıtlamamak lazım. en nihayetinde enough magic can juice your eyes up çocuklar. hele de dark magic'se. tabi öyle çılgın bir yola sapar mıydık öyle bir gücümüz olsa, subject to discussion. goddess olma, english coven'la tüm dünyayı birbirine bağlantılı hissetme kafaları, öfke ve şimşeklerden daha güzel olsa gerek. neyse efendim, büyü olayını geçiyorum. bu kadar lak lak yeter.

düşündüğüm ve kendime sorduğum ikinci soru: 

izlediğim ve müthiş bir heyecanla soluksuz takip ettiğim ve hala izlediğim, hala bildiğim, hala oyuncularını dahi takip ettiğim ve bilimum fan fiction'da ilham kaynağı olan tüm 'doğaüstü' dizilerim neden california'da geçiyor? nedir bu CA hikmeti? biri bana cevap versin hemen. olrayt, washington'da geçen dizim oldu, dünyanın çeşitli yerlerinde geçen maceralara tanıklık ettiğim de oldu ama buffy, angel ve charmed diyorum size şu an. the en kült diziler ever. charmed'ı bir kenara atsam bile -ki müsebbibi fikirsiz phoebe olsa gerek, alyssa milano'yu sevemedim gitti ve overall sezon kötülerini iyi seçmek yerine her sezon bir kız kardeşin kocası/sevgilisi/nişanlısı bilmemnesi hakkında bir plot geliştirmenizden olsa gerek ama yine de güzel bir referans dizisiydi for premonition and astral projection and all.- angel ve buffy. youuuuv. yorum yazacak halim yok ve yoruma da gerek olmayan iki dizi bunlar yani. o yüzden bir daha soruyorum, CA, olayın nedir senin biri bana açıklasın. 

yine normal again bölümü aklıma geldi buffy'deki. bambaşka dünyalarda kaybolup, orada kalsaydım mutlu olurdum evet. ama henüz kaybolmadım. relativedimensionsinmind logging off, reporting from real world, içiniz rahat etsin dostlar.

[Shameless S3E1-2.]

shameless shameless shameless. görmeyeli iyice utanmaz olmuş bu dizi yahu! 

uzuuunca bir aradan sonra dizimin başlamasıyla birlikte çok sevinçliyim ey dostlar. accayip özlemişim. öncelikle ilk izlenimler: karen diziden komple çıkmış sanki. jenerikte yoktu. heralde kendisinin bir bölüm konuk geldiğini görürüz. onun dışında eski tas eski hamam. peki neler oluyor?

jimmy - steve ya da her neye karar verirsek verelim, bu çocuğun başı beladan hiç kurtulmuyor. yarebbim cozur cozur adamı parçalara ayırıp kestikleri bölümün sonunda çocuğun eve ruh gibi gelişi muhteşemdi. cidden fiona, neler olduğunu bilmek istemezsin anacım.

elelim lip'e. lip seni çok seviyorum ya. adamımsın bu dizide. süpersin. cidden. either you scam it. heh. valla hüzünlendirmekle beraber gülümsettin de beni. siz ailecek çözmüşünüz anacım bu işleri. carl bile direksiyon başında.

carl bıraktığım gibi. küçük ergen olma yolunda devam ediyor kayda değer birşey oluncaya kadar senden bahsetmeyeceğim carl.

debs. debbie ya seni bizim eve kardeş olarak almak istiyorum biraz huzur bul ya. frank'in ikinci bölümde abe lincoln (BU FİLMİ İZLEMELİYİM ACİLEN) projesini kırıp, it looked like shit demen, sonra deb'in üstüne atlayıp hıncını alıncaya kadar o minicik haliyle seni dövmesi içimi parçaladı. benim bile bu kadar parçalamışken, fiona'nın orada ne kadar üzüldüğünü de gördüm ya, ay valla içime dert oldu o sahne a dostlar. you deserve better ya çocuklar. sıçayım böyle işe. güya komedi dizisi izliyoruz.

sevgili joan cusack, seni izlemek bir keyif. muhteşemsin ya. o koşa koşa gidip bebişi çöp kutusunun üstünden alman ve histeri krizi geçirmen muhteşemdi. üstelik seni dışarda görmek doğrusu heyecan dalgası yarattı bende. unutmuşum yahu ben senin dışarı çıkabildiğini! 

v. ve hatta v ve kev. ya beni kahkahalarla güldürdünüz ya, allah da sizi güldürsün ya. muhteşemsiniz.dizlerime dizlerime vura vura öldüm ya. çok iyisiniz bebişler! ama ikinci bölüm oldu mu sorarım size? ne karısı çocuğu lan! kev allah belanı versin. bunu kabul etmem mümkün görünmüyor! v'ciğimi çok kırdın. artık nerenden bir açıklama çıkaracaksın bilmiyorum ama, çıkarsan iyi olur. v'yi fionaların kapısının önünde mutsuz mutsuz otururken görünce, hem dizide düzgün giden yegane şey olan ilişkinize sıçtığın için, hem de her bölümün an gelince voice of reason'ı, an gelince neşesi olan v'yi kırdığın için üzerine benzin döküp seni yakmak istedim. peh!

frank. ilk bölüm sana kıçımla gldüm çok afedersin. zhehehehe. ikinci bölümde de bar muhabbetleri çok iyiydi hahahaha! ama sen yüzsüzlük ve utanmazlığı geçtin, öküz oldun. öküz olmuşun daha doğrusu. hiç haz etmedim. pull your shit together. or else. bak söylüyorum. that red bitch ne lan, seni klozette boğarım yemin ederim. debs lan o kız. bok! 

fiona. emmy rossum. dünya alem şahit olsun: bu kız gerçekten iyi bir oyuncu. bu açıklamadan önceki tüm açıklamalarım hükümsüzdür. phantom of the opera'daki o şaşkın bakışların ve sezarın hakkı sezara güzel sesini beğenmekle birlikte çok da çılgın bir potansiyelin olduğuna inanmamıştım. iki sezon boyunca beni hep yanılttın ama, bu ikinci bölümde deb'in başında bir an için dondun kaldın ya, ay valla bravo bacım. muhteşemsin. bu konudaki puanımı gerçi o fikirsiz anne monica'nın sezon finalinden bir bölüm önce hepimizi dağıtmasıyla verdiydim. o herşeyi halleden fiona gidip de, çocuk fiona'nın dehşet içindeki donup kalmış bakışlarını uzun süre unutamayacağım. helal.

haftaya görüşürüz en sevdiğim televizyon ailesi! yalnız unutmayın, siz bir komedi dizisisiniz benim için. lütfen bu sınırı koruyun çocuklar.

17 Ocak 2013

[Post-Pargalı.]

bu akşam pargalı ibrahim'in konuşmalarını dinlerken öyle hüzünlendim ki... oysa tarihi bir karakter olarak hiç haz etmem kendisinden. neden böyle oldum onu da bilmiyorum aslında. nedendir acaba hürrem'e olan bu sevgim? ailesinden koparılması mı beni bu kadar derinden yaralayan? okul için evden çıkıp gidişimi mi hatırlatıyor onun sürgünü bana? hayır, ben sürgüne gelmedim. hayır, böyle vahşice işlenen cinayetlere kurban vermedim çok şükür ailemi. ama onun bir kalyonun içindeki boş boş bakan gözlerinde, uçakta başını yaslayıp iç çeken bir parçamı görüyorum galiba. bilemiyorum. 

kendi okuduğum kitaplar ve gittiğim oyunlar ve izleme fırsatı bulduğum gösterilerde aşık bir kadın olarak görmedim hürrem'i. onun kanuni'ye olan aşkından emin olmadım hiç bir zaman. gencecikken büyük kayıplar yaşayan bu kadının, aslında kanuni'ye mi yoksa güce mi aşık olduğunu çözemezken, muhteşem yüzyıl, içimde eksik kalan o duyguyu tamamladı. ben, bu dizinin yorumuyla hürrem'in aşık bir kadını oynadığına karar verdim. onun, 'sen yoksan ben de yokum süleyman' deyişiyle beraber, aşka tüm gücüyle inanan yüreğim, ruhum, aklım mutlu oldu inanır mısınız? tarih boyu anlatılan tüm olayların, aşkla, aşktan ötürü, belki de aşk için yapıldığını bilmek garip bir mutluluk verdi bana. bu olaylar ardındaki nice ölüm, nice kötülük, hatta halkın cadılık dediği bilimum planlar, meşrulaştı gözümde. aşkın herşeyi meşrulaştırabildiği bir dünyada, aynı durumun 500 yıl önce de yaşanabileceğinin farkına vardım. ve ben, bir zaman gezgini, çok mutlu oldum.

tabii bir de şöyle düşünmek lazım, ben ne yapardım? vallahi ben haremde kesin öldürülürdüm. kesin yani. nerde bir gudubet iş var, ucu bana dokunur, ben de minnoş minnoş cinayetlere kurban giderdim. yok arkadaş, bana göre değil böyle sürekli diken üstünde otur, heryeri gözle, herkese şüpheyle bak, sürekli plan yap, sürekli bir alt metin olsun aklımda, hep ona hizmet et filan. yok yoook, bana gelirler. olmaz yani anladım ben. insan en azından kendini bilmeli. 

ama hürrem ne yaptı? kadın sürekli tehdit altında olan hayatını ve daha da önemlisi çocuklarının hayatını ne yapıp edip koruma altına almaya karar verdi. önce ailesinin intikamını almak için başlayan bu hikaye, kendi ailesini koruma görevine ve aşık olduğu adamı herşeyden herkesten çok kendine bağlama arzusuyla hareket etti. kızmak mümkün mü? hayır. osmanlı'nın sonunu getirdi, selim gelmese başka olurdu, onun yüzünden sonun başlangıcı dönemlerine girdik filan. osmanlı'yı ben de severim, osmanlı'yı severek okurum, severek izlerim. kaybettiğimiz savaşları biz kaybettik diye anlatırım. bak hala kaybettiğimiz savaşlar diyorum. ama osmanlı'dan sıyrılıp, bir adım geriden bakabilmek lazım bazen. geçenlerde bir kitapta geçiyordu, being like a Turk, boasting about the past glorious days. bu durumu aşmak lazım. ve bu kısıtlayıcı zinciri koparıp tekrar bakabilirsek -ki şahsen ben öyle bakmaya çalışıyorum naçizane- hürrem'e kızmak mümkün değil. o doğadaki her dişi gibi davranıyor. tek farkı, bunu yapacak kudreti bulup, yaptıklarıyla ünlü olması. what can I do sometimes? en nihayetinde kabul ediyorum, Mustafa'nın ölümü kötü oldu. İbrahim'in ölümü acı birşey. her giden, arkasında başkalarını bırakıyor. geride kalanlar için hiç bir ölüm kolay değil. ama bu insanları öldürmeye çalışmak yerine, üzerinde oturduğun güce rağmen, onları izlemek ve daha sonrasında kendi sürgününe, çocuklarının ölümüne tanıklık etmek daha mı insancıl, daha mı az acı? 

gelelim bu akşam beni hüzünlendiren İbrahim'in hikayesine. çocukluğu gördükçe içim parçalandı. 10 yaşında evinden alınan bir çocuk. ailesi geride kalmış. yürüdüğü sokaklar, yaşadığı kasabanın kokusu, denizin sesi, ağların yosunlarını, herşeyini herşeyini geride bırakmak zorunda kalmış. an gelmiş adını unutmuş. gün gelmiş kendi dininden vazgeçmiş, kendi dilinden vazgeçmiş. hani insan ayağını çarpınca sehpanın kenarına bağırır ya can havliyle, o dil değil midir içinde yaşattığı dil aslında? ama öyle, şiiit, faaaak demeye benzemez bu bağırış. en beklenmeyen anda ettiğin bir küfür, aah çığlığı, aman beee nidasıdır o. merak ediyorum, acaba pargalının dilinin ucuna gelmiş midir bir gün kendi dilinin çığlıkları. gelse de söyleyebilmiş midir? çocukluğunda duyduğu melodiler bırakır mı insanı? kestane gürgen palamut melodisi zihni terk eder mi acaba? daha dün annemizin kollarında melodisini duyunca, cümlenin geri kalanını zihnimizde tamamlamaktan vazgeçebilir mi dil? 9/8 şarkılar çalınca, yerinde durabilir mi bir trakyalı? gurbette yaşayanların en sevmediği kelime gurbet olmaktan çıkabilir mi mesela? aygaz melodisi yazlığı anımsatmaktan biraz olsun uzaklaşabilir mi? bugün annemin gözlerinin dolmasına sebep olan o cümle, hiç hafifler mi acaba? sevdiğin birine, olmayacağını bildiğin gelecek günlere ilişkin bile bile, gülümseye gülümseye yalan söylemek, hangi dilde daha hafiftir bilen var mı?

bugün, ibrahimin konuşmalarında, hünkarım diye bağrışında, tüm cihanın veziri azamı olarak yerde bembeyaz pijamalarıyla beli açık yatışında, gözlerindeki dehşette, gözünden akan yaşta, geride bıraktıklarının gelecek haftaki kayıplarında boğuldum. nefesim tıkandı. uyku bastırdı. kabıma sığamadım. ölümünü kendisinden haz etmeyerek, keyifle, heyecanla, nasıl bir çekim yapacaklarını merak ede ede bekleyen ben, çok üzüldüm. günahını aldım mı bilemiyorum ama, ben galiba seni anladım ibrahim.

15 Ocak 2013

[70th Golden Globes.]

yarabbim eva longoria ve catherine zeta jones'un kıyafetine bayıldım çok şükür güzel iki kıyafet gördüm. çok mutluyum ya. dilerim catherine'li bir müzikal izlemek daha nasip olur bu gözlere. doğrusu artık çok geç artık olmaz diyor olabilirsiniz ama bakıııın, sophia loren de çekti 3 yıl önce. it's never too late. özledim velma kelly'i. bastır catherine. gerçi önemli olan sağlık. aman iyi olsun da, diğerleri sorun değil aman aman.

salma hayek'in güzelliği karşısında kelimeler yetmiyor. kıyafeti güzel olmasa da çok güzeldi kadının makyajı ve saçı. kadın hiç değişmemiş 20 yıldır pes. kulağındaki e elindekine bayıldık salma. bebişimsin.

claire'ciğimin ikinci sezon boyunca hamile olması ve benim bunu bilmemem ve hiç fark etmemem. inanamıyorum! ay kadın 8 aylık hamile güldür güldür kaçtığını bileydim abu nazir'den, heralde ruhumu teslim ederdim.

adele ben senin çılgın heyecanını yerim yerim. ama konuşman dizimize kadar bokun içinde yüzmekti yani. bi kendine gel adele'ciğim, böyle konuşma olmaz aaa.

sherlock ben seni yerim, o saçlarını filan arkaya atmışsın sırıtıyorsun minnoş minnoş ay yarebbim beni benden aldın seni yerim yaaa. benedictim benim.

jessica alba neden gülmüyor?

kevin costner kaç yaşında allaaasen? gergory peck için sunumunu izledim dedi. canımsın ne içten konuştun öyle. yerim ya, kimse beni tanımıyordu, durmamı söylemiyordu diyor. ah bebişiiiim.

jennifer sahnedeyken kıyafetine bayıldım. küpelerin çok güzelmiş. kızın yüzü ne kadar donuk esasen. yarebbim bu filmi izlemem lazım. kız doksanlı. yarebbim kafayı yemek üzereyim hasetten. ama bir yandan da accayip destekliyorum. of. soluğum tıkandı. hem sevinç hem hasetten. of.

bill clinton, hiç değişmemişsin. bebeğimsin.

victor garber çok yaşlanmııııış. çok üzüldüm ayol. bebeğim yaaa.

helen hunt'ın kostümünü yakın planda hiç beğenmedim yalnız.

anne hathaway'in konuşmasında sally field'a teşekkür etmesi. bu sevgi ve sempayi seli içerisinde boğulup ölmek istiyorum. allahım ağlayacağım duygusallıktan. amy nicole helen ve sally diye başladı herşey. prenses olark başladım ve senin sayende nasıl normal rollerde oynayacağımı öğrendim dedi. how humble. ah anne, beni fethettin canım. dilerim oscar'da da iddian devam eder.
 

tarantino ne kadar kocamansın sen yaaa

jeremy irons hastayım sana. senin o frakına kurban olsun bunlar. sör olacak adamsın yemin ederim. muhteşemsin. artık papayı özledik hadi gel ya.

[hayran hayran izledikten sonra sonlara geldim.]

jodie foster. konuşman, ne kadar güzeldi. no words for this. just, beautiful..

julia roberts seni çok özlemişim ve seni çok çok çok seviyorum. ama bu kıyafet olmamış be anacım.

ay daniel day lewis'in konuşmasında neredeyse ağlıyordum, ne sempatik adamsın, ne mütevazısın sen ya.

14 Ocak 2013

[70th Golden Globes: Post-Kırmızı Halı.]

allahım sana geliyorum bu kırmızı halının hali nedir ya! claire'ciğim seni severim, her hafta da üşenmeden izlerim biliyorsun. ama bu kıyafet nedir kurban olayım? bir takı yok mu o chopard'a benzeyen yüzüğün dışında? o kolunun altını potlatan elbise nedir, o makyaj nedir, saçın başın nedir yavrucuğum?

ya sen alyssa milano. yani seni şu kadarcık sevmem ama ben de seni şık bir kadın sanırdım bu naasıl bir elbise. aceba hamile misin şu an buna bakmak istiyorum! valla senden de geçmiş anacığım.

hatta overall, tüm sevdiğim oyunculardan geçmiş, allah aşkında yardıranzi bir kıyafet giyinen kimse yok mu?
 

jessica chastain. ödül aldın. üstelik marion'un karşısındaydın galiba ama yine de desteğim tam. ama bu kıyafet ne? olmuş mu o göğüs altındaki bolluk. yapmayın ne olur bunlar beni kalpten götürecek. izlemeyince her tören boka sarıyor yemin ederim!

rachel weisz. ya sen beni saatlerce ağlattın utanmıyor musun bu kıyafete? hadi kıyafeti affettik diyelim, hadi takını çantanı beğendik diyelim. ya sen nasıl poz evrilir bunu da mı bilmiyorsun ayağının altında toplanmış tüller. ay içime fenalık geldi

sally field. sana hiç bir sözüm yok. seni o kadar seviyorum o kadar seviyorum ki. yaşını aldığın ortada, kimse saklamıyor bunu. kıyafetinin tamamını göremiyorum ama, dekolten biraz fazla olmakla birlikte -ki normalde çok ölçülü güzel bir dekolte ama senin yaş vücuduna uymamış sanki zannımca- yakanın şekli çok güzel. hele bir de kolunu darlamadıysa kıyafetini ve özellikle rengini sevdim. bastır anacığım.

kaley cuoco. seriously dude? kıyafetin idare eder de, o makyaj konusunda ne demeliyim bilmiyorum. kıyafetin de, yeani, ben sarışın olsam başka tonlar seçerdim. neyse. cidden.

nicole kidman bir kuğu. kuğuymuş yani. eskiden. eski hayatında. kadının güzelliğine diyecek birşey yok. mütevazı kıyafetini kabul edebilirim. check. yine de kolsuz kıyafetleri sevmediğim kayıtlara geçsin.

oha dün gece okuduğum yoruma katılıyorum. jennifer lopez'in kıyafetini daha önce halle berry giydi. kusura bakma jen.

hellen mirren, her yıl seni keyifle izlerim ama bu yıl olmamış. çantan güzel yalnız. böyle siyahlar ve korsenle fazlaca yaşını kabul etmişsin ve yaşını fazla fazla gösteriyorsun.

marion. pek dear marion. çok sevdiğim marion. kırmızı halı üzerinde turuncu kıyafetine ne desem henüz bulamadım. ama sanıyorum sevdim. ojen mavi mi cidden o kısımdan emin değilim. ama bileziğin filan uymuş. saçlar çok düz kalmış ama, başka ne yapılabilir bu kıyafete o da tartışılır.

işte en sevdiğim oyunculardan biri. helen hunt. kadın yaşlanmış kabul. kolsuz da giymiş kabul. ben sarışın olsam başka renk tercih edebilirdim ama. yaşına filan uymuş sankilim. aferim.

kate hudson kadar güzel bir kadının bu kadar koyulara bürünüp kapanması: enteresan. hadi madem boynundaki o atraksiyonlu şeyi giydin, saçın niye açık kate?


julianna margulie. yavrucum ben seni er'dan beri izliyorum. good wife'ı da takip ettim bu sezon başına kadar. havadisleri aldım, iyice bir coşmuş, zincirleri neyin kırıp atmışsın. ama bu kıyafet olmamış kusura bakma. hem sırtın hem bacağın hem tülün hem dantelin. yani lütfen. pull your shit together.

julianne moore. bayıldım sana. mal internet sitesi sadece belden yukarını gösteriyor ama yanındaki beyle yanyana bu halin muhteşem. saçlarının rengine hiç dokunmamana bayılıyorum -jodie foster'ın kızıl olması?!- küpelerin ne aceba, onu merak ettim. bir de ruj renginde anlaşamıyorum kızıl insanlarla. merakla bekliyorum elbisenin aşağısını ve ayakkabı çantanı.

julia louis-dreyfus. sana bayılıyorum! senin kadar komik bir kadın görmedim. elbiseni de beğendim. ama sanki o sana olmamış yahu. olduğundan çok çok çok kalçalı göstermiş. yazık yani.

ay yazarken fark ediyorum ki çok taraflıyım ya. misal jennifer garner'a bayılıyorum. çok severim bu kızı oldum olası. hele de törende çıkıp "kocacığım şu isimleri unutmuş ben teşekkür edeyim bari hihihi" tadındaki konuşman harikaydı, sizi ailecek yerim yerim. normalde kırmızı halıda kırmızı tonları görmeyi sevmem. ama valla senin kıyafetini sevdim. üstü nasıl bir doku nasıl bir kumaş bilmiyorum ama takıların filan derken yine ışıl ışılsın. yey.

tim burton ve zevcesi. ya da helena bonham carter ve eşi. allahım yarebbim şu ikiliden beni koru. dinimiz amin.

adele keşke sahne kostümlerinden birini giyseydin. bu olmamış bacım.

demiyim demiyim diyorum ama sürekli onun fotoğrafı çıkıyor. jennifer lopez. yanındaki adam cidden çocuk gibi. sen şuh şuh pozlar atıyorsun, yan bakıyorsun filan ama, adam a kid in playground bakışıyla senin bakışlarını sıfırlamış. benden söylemesi.

salma hayyek. yakın planda yüzünün yaşlı buldum. senle beraber biz de yaşlanıyoruz elbet. ama uzaktan ne kadar güzelsin ya! twitter'da hot mama dendiğin kadar varsın doğrusu. kıyafetinin endamını göremiyorum ama olmuş bu haller sana, onu söyleyebilirim.

veeee julianne moore'un kıyafetiyle buluştuk. çok güzel. çok ölçülü. tam bir julianne. takıların sarı, kıyafetinin bir kısmı beyaz ama bunu kabul edebilirim. çok beğendim ya. çok.

overall, ntv galerisi itibariyle kırmızı halı gözlemlerim bu kadar. henüz altın küre sitesine düşmedi kıyafetler. bakalım. düşünce belki "aman tanrım the kıyafet of the gece!" diyeceğim birşeyler çıkar. inşallah maşallah.

biradan törenin tekrarını izleyeceğim. dediğim gibi, belki birşeyler gözüme çarpar da yardırır yazarım. ya da üşenir yazmam. kısmet. update edeceğimi sanmıyorum gerçi. what a shame dostlar.

[Ghost: A movie with an 'Unchained Melody'.]

Hayalet filmini izlemeyenler... Ne güzel bir film kaçırıyorlar öyle...

biraz önce kulağımda çalmaya başlayan unchained melody beni ilk notasıyla vurdu. her zamanki gibi üstelik. ve hatta patrick swayze'nin bu dünyadan kayıp gidişinden sonra daha da derinden, daha da ıstırap vererek. ama bir yandan da sevindirdi. gözlerimin önünde dans eden çifti, o 'for luck' penny'sini görebiliyorum. sam'in yüzüne bakan, onu gören molly'nin gözlerinden akan yaşlar sanki benim yanaklarımı ıslatıyor. çok ama çok güzel bir film. whoopi goldberg görülmeye değer. öyle korku filmi de değil hani, mis gibi aşk kokan bir film. boyutların engel olamayacağı bir sevginin ışık ışık içinize süzüldüğü bir film. ah patrick. sen de sam gibi baktın mı geriye dönüp?

öteki şarkıya geçsem iyi olacak. yoksa oturup ağlayacağım.

[Ode to Gökhan Kırdar vol. 2]

gökhan kırdar'ın sesinde anlayamadığım bir şey var. öyle güçlü bir şey ki, yaşanmamışlıkları yaşamışım gibi bir illüzyon yaratıyor. yaşanmışlıkları yaşanmamış gibi silip götürüyor. zıtlıklar içinde kavuruyor insanı. çözemedim. galiba çözememem gerekiyor. büyüsü orada müziğinin. belki de budur albümünü almayıp radyodan dinlememin sebebi.

[American Horror Story S2E11.]

allahım sana geliyorum şu an heyecandan ölücem. lana çıktı çıkıcak, kit söyledi söyleyecek derken öldüm burada yahu. ah bebişim sister jude sen bu hallere düşecek kadın mıydın ya? ah bebeğim lana, sen "I'm coming back for you" dedin ya, o kadar üzüldüm, o kadar içlendim ki. of yani, kadın hamurlarla oynuyor filan, kafayı yedi. zaten geçen gün hala bakırköy hastanesinde şok tedavisi uygulandığını öğrendim, şoklardan şoklara girdim, mutsuzum.

kızım lana adama yanaşma, buz kıracağıyla filan adam sana bir saldırırsa kafayı yerim şurada. içki de içme lana. yarebim mal mısın, adamın evine gittin ya. adam gudubet katilin teki, sendeki bu cesaret nedir soruyorum sana!

peki bu bölümün başında çıkan adam nedir allaasen? dizide herkes manyak. cidden manyak. bir tane normal adam yok yeminlen, bu nasıl bir dünya yarebbim? bu arada bu adam ilk sezondaki aile babası değil mi? dean bilmem ne miydi adı neydi? ilk bölümlerde yardıranzi birinin katilliğe devam ettiğini biliyoruz sonuçta.

lana, sen bu adamı vurursun.

sen kesinlikle bu adamı çeker vurursun.

oliver o kadar zorluyorsun ki, yemin ediyorum kafayı yemek üzereyim. bir hemcinsime yaptıklarını sindiremedim, üstelik ben bunun bir kurgu olduğunu biliyorum. zavallı lana ne yapacak derken çekip vurdu tabii ki. bastır lana. oliver'ın beyni dağılınca resmen zevk aldım. oh.

zavallı wendy, 30 yaşında kurban gitmi, valla içim parçalandı.

şimdi gelelim grace meselesine.

anam bir dakika, sister jude sahnesi başladı. kadın ilaçları savurdu valla. dur bakalım, belki kendine gelir. ya sister jude son bölüm briarcliff'in sonunu sen getir istiyorum lütfen iyileş ya. bu pazar altın kürelerde seninle buluşacağız jessica lange. canımsın jessiac lange. ödülü alıcaz inşallah.

ay kadın juke box'ın başında yine uçuşlarda. "that devil of yours" deyince monsenyörün yüzündeki ifade muhteşemdi. accayip kapak oluyor şu an. zhehehehehe, the irony in here muhteşemdi. seni de harcayacağız timothy. ben anladım. öyle bir kurgu yazılmış gibi hissediyorum. kadın her cümlesiyle adamı öyle bir göt ediyor ki şu an!

blessed with a view of clarity. perfect gift ever for sister jude. bastırın anacım, intikamımız acı oalcak briarcliff halkından.

anam kit'i bırakıyorlar. kocaman bir kalp diyorum. şimdi gelelim grace meselesine. ya kız doğurdu doğuralı yüzüne bir aydınlık geldi resmen. şaşkınım. kendisinin lost self'inden böyle bir aydınlık beklemiyordum galiba. şu an ayrı bir şok silsilesi demiyim de, güzel bir heyecan yaşıyorum. muhteşem bir kurguyla bir güzel grace'i de çıkardık efendim içerden. tertemiz bir başlangıç oldu. dur bakalım kit'in başı uzaylılardan kurtulacak mı ey dostlar. hassiktir bi sesler geliyor evden. hassiktiiiiiir. jiyzız krayst. wtf? alma sen nerden çıktın anacım? ne cehennemdeydin allaasen?

lana 'ya geri dönüş yaptık an itibariyle. aman lana, nolur bir cemile olma burada. efendim lana kürtaj olmaya geldi ki bunun işe yaramayacağını ya da olmayacağını biliyoruz. çünkü gelecekte sürekli yukarıda da anlattığım obsesif adamı görüyoruz lana'nın oğlu olarak.

ay içim acıdı. yemin ederim içim acıdı. hele de o aleti gördüm ya, içim acıdı. içim kazındı. ay fenalaştım resmen.

"I'm tough but I'm no cookie"

yukarıdaki cümle kayıtlara geçsin. muhteşem bir andı.

ağzına sıçayim böyle işin ağzına sıçayım! sister jude öldü diyorlar ve kesin yalan bu. kafayı yicem şimdi. iki bölüm var ve sister jude'un öldüğüne inanmıyorum. monsenyör, aşık şekspirde gönlümü fethetmiştin, ama çok zorluyorsun don't push it canım. cidden boğucam seni.

yarebbim briarcliff sayfası kapanıyor toparlanıyor nasıl bağlanacak bu hikaye meraktan ölmek üzereyim. sanıyorum ki diziyi izlerken bir kenara bu sayfayı açıp yazmak iyi bir fikir değildi. gerçi iyi bir fikirdi ama. yine de. ay yazarken heyecandan ölücem galiba.

hopppaaaaaa, dedim ben dediiim! jude ölmedi, kadın duaya vermiş kendini, resmen parmaklıklar ardında olmuş. ay yareppim biri bu kadını buradan kurtarsın yoksa ben baskına gidicem böyle olmaz ki!

haydi bakalıııım, lana doğurdu. bir de nefret ede ede emziriyor. yarebbim bitti. heyecan doruk noktasında sayın seyirciler. bizi neler bekliyor? haftaya gelsin ama aynı zamanda hiç gelmesin istiyorum öyle güzel ki, bitmesin bu dizi ve diğer ezik dizilerime kalmiyim yine ne olur. pof.

izlerken canlı yayın geçtiğim american horror story yorumlarını dinlediniz efendim. haftaya görüşmek üzere.

[American Horror Story S2E10.]

uzun süredir beklediğim american horror story ile kavuştuk bu akşam, öyle mutluyum ki! 

sister jude'un başına gelenler silsilesi karşısında nutkum tutuldu öncelikle. boş boş bakıp insanların adını hatırlamaya çalışması ne kadar acıydı tanrım. ah monsenyör, öyle özür dilemekle olmuyor işte, bazı kaybedilenler yerine konmuyor. valla jude'cuğum beni çok üzdün. hele de o şarkı performansınla. dancer in the dark'ı hatırlattın biliyor musun? üstelik o miserable yerdeki miserable insanların neşe içinde dans eder halde resmedilmesi beni ayrıca duman etti. çok garipti çok. bu fikri ortaya atanı kutluyorum, sağlı sollu vurup geçtiniz efendim. 

efendim bir süre sonra bir sonraki bölümü de izledikten sonra gelen, daha doğrusu aklımda kalan yorumlarımı buraya yazıciiim. öncelikle çok şükür kaltak sister mary eunice'den kurtulduk. o kadar gıcıktım ki kendisine, artık monsenyörün darbesiyle mi benim ommmm güçlerimle mi öldü öldürüldü kendisi bu kısmın cevabını size bırakıyorum. yarebbim bu kızcağza hem üzülüp (yani mary'e üzülüyorum, elind demon'ına niye üzüleyim canım?) hem de bu kaltağa bu kdar gıcık olmama beni benden alıyordu. resmen karakter bölünmesi yaşıyor idim. en sonunda çilem bitti. kahrolası monsenyör en sonunda doğru bir adım atıp demon'ı öldürdü kendisi geberesice.  beheeey. sinirlerim çok bozuk şu an televizyonda troy var accaiyp dikkatim dağılıyor yorumlarımı yazarken. of. neyse efendim, arthur'un mary'nin üstüne kapanıp tüm yaratıklarını öldürdükten sonra ağlayarak üzerine kapanması ve kendisini yazmasına kaç puan sayın seyirciler! muhteşemdi yahu o son. muhteşemdi muhteşem! arthur'dan böyle bir hamle beklemezdim doğrusu. pes. ama geliyorum mary eunice'in monsenyöre yaptıklarına. şu an resmen kıçımla gülüyorum çok afedersin. isn't it ironic kahkahasıyla gülüyorum hatta sister jude'ın. yaaaaa, işte kader döner dolaşır seni böööyle rezil eder işte monsenyör. 

 geliyorum psikopat diğer doktorumuza. senin oralardan gümbür gümbür kurtulup yıh yıh yıh ben burda attending'im tadındaki yorumlar sinirlerimi bozsa da, şu an 11. bölümü izlemiş bünye karşısında, huzurlu ve mutluyum. 

11'den sonra son iki bölüme girerken, heyecan dorukta, üstelik jessica lange'cığımın altın küre alamamış olması bile bu heyecanımı bastıramıyor, şevkimi kıramıyor. perşembe görüşürüz dostlar. 

08 Ocak 2013

[Ways to Sense Titanic.]


Titanic'in son gece menüsünü gördüm. istesem, üşenmesem, ya da açık konuşalım, doğruya doğru, insanların o yemeği yedikten sonra soğuk sulara karışacak olmasının aklımdan bir an için çıkacağını bilsem, yapacağım o yemekleri. titanic'te olmanın kelimenin tam anlamıyla tadına varacağım. buruk da olsa üstelik.

Arka fonda I Salonisti çalıyor şu an. muhtemelen saat 2.10 sularını dinliyorum tam 100 yıl sonrasından. sonra 1911 yazının neşeli melodileri başlıyor bir sonraki şarkıda, kesilmiş sahnelerden birinde jack'le rose'un düet yaptığını görür gibi oluyorum. 100 yıl sonrasında, 100 yıl öncesini dinliyorum. boğazdan geçen gemilerin sirenleri, gemilerin burnuyla paramparça ettiği serin suların köpük sesi, hep kulağımda 100 yıl öncesinden, 100 yıl sonrasında.

görüyorum güverteyi. deniz dibinde kalan şampanya şişelerini. gözümde 3 boyutlu gözlük, elimde 1986 national geographic sayısı, okyanusun tam 3,5 kilometre dibinde yürüyorum. gün batımının yumuşak ışığını her çanakkale gün batımında hayal ettiğim kadar, ayaklarım kumun içine gömülmüş, paçalarım kıvrık, bir şehirden diğerine geçerken bile okyanus kıyısında soluğu almam boşuna değil. sonsuz bir enginliğe bakmanın huzuruyla dolduruyorum içimi. aynı enginliğin dehşetini hissetmiyor gibi yapıyorum. bir gün gerçekten görürüm o şampanya şişelerini diye umutla yılların akışını bekliyor sanki zihnim.

tam karşımda ufak bir white star line vazosu duruyor, televizyonun yanında. her gün tazelenen çiçeklerin kokusu içime doluyor. minik esans şişelerini bileklerine süren korseli asil kadınlardan tut da, üçüncü sınıfın yemek salonundaki root beer kokusu bile aklımda. pub konseptini sevmem buradan mı geliyor acaba diye düşünüyorum. puro kokusu kazağıma siniyor adeta. acaba titanic brandy mi kokuyordu diye soruyorum da, yok artık diye başımı iki yana sallıyorum.

ama ne yaparsam yapayım titanic'e dokunamıyorum. ne karşımdaki vazo, ne yapmayı göze aldığım yemekler, ne adıyla sanıyla bildiğim çiçekler, ne elimdeki çeşit çeşit kaynaktaki resimler, ne de o gece ve o geceye varan 4 gün boyunca çaldığına yüzde yüz emin olduğumuz şarkılar o hissi vermiyor. gittiğim her şehir, her ülkede karşıma bir şekilde çıkan bu hikayeye dokunamıyorum. bu yüzdendir barselona'da o sergide hiç konuşmadan, hayran hayran, hipnoz halinde herşeye dokunmam, dümeni tutmam, log book'u içeren camekanda parmak izlerimi bırakmam, o bembeyaz koridordaki kilitli ve hiç bir yere açılmayan her odanın kapı tokmağını çevirmem, lambalara pıt diye vurup onların titreyişini dinlemem. bu yüzden temsilen konulmuş koca bir buz yığınından ellerimi bir türlü çekememem. bu yüzden birinci sınıf bir odadan üçüncü sınıf bir odaya kadar geminin içini gösteren bölmeleri ziyaret edenlerden ayıran zincirleri bile avcuma almam. dokunamıyorum ya başka türlü, o yüzden o gün, tüm hafızamı doldurdum ben. dolu dolu, gözlerimi kapattığımda koridorda koşarken lambaların çınlamasına, tahtaların gıcırtısına, kırılan tabakların en çok sıçrayan kenar kıvrımlarına dokunuyorum.

inanır mısınız, tüm bunları düşündüğümde öyle mutlu oluyorum ki. bu deliliğin -subject to discussion tabii, bence herkesin içinde pinch of non-fiction olmalı- içinde kalsam, zihnimden çıkamasam, belki bir gerilim filminde, belki de oscar'a aday bir filmde kimbilir, uzaklara gülümseyerek bakacağım arka fonda. fiction ve non-fiction'ı zihnimde çok net çizgilerle ayırdığım bu noktada, hep rose'un sesi çınlıyor kulaklarımda: "I don't even have a picture of him. He exists now... only in my memory" gözlerim dolmuyor bunu düşünürken filmi izlerken olduğu gibi, tam tersi, mutlu bakıyorum gözlerimin önünde canlanan görüntüler ve avcumun içindeki o tingling sense of memories'e.

[dilerim herkesin hayatında sevdiği şeyleri paylaşacak kişiler kadar, sevdiği şeyleri kendisiyle yeniden paylaşacak kişiler olur. titanic, dizi, film, futbol, puzzle, fotoğraf, avcılık, balık tutma, hiking, camping, her ne olursa olsun, may it be.]

04 Ocak 2013

[1 Ocak 2013, Paris - Istanbul.]

Sabah -daha dogrusu oglen uyanip toplanip karnimin agrisi gectikten sonra- edith'e gittim. Yalniz degildim. O da yalniz degildi. Hep beraber mum yakti insanlar, ben muzik actim, heryer gul dolmustu zaten, bir tane de ben biraktim. Gozlerimi kapattim ve diledim: umarim hayatimda geriye donup baktigimda 'non je ne regrette rien' demek kismet olur bana da. Votre voix est comme l'ame de Paris edith. Sayende fransizca ogrenmeye ikna oldum da, ogrendikce keyfine vardim. Bu muhtesem sehrin dilini bilmeden bu kadar severmiydim bilemiyorum. O yuzden senin yerin ayrica bambaska. Bambaska. Pere lachaise'den cikip louvre rivoli'ye geldim otobusle. Son kez yurudum bu sokaklarda bu sefer icin. Yine gelecegimi biliyorum ama, yine de icim acidi yururken. Ben buradan nasil donecegim? Bu siluete insan nasil veda eder ki? Donmek kolaylasir mi her seferinde? Yoksa her donus zehrini icinde tutup illa batiracak mi ignesini? Burdan donmek cok zor tanrim.

[...] Notre dame tam karsimda, gunesin suzuldugu pencerelerin onunde yilbasi isiklarini tasiyan bitkilerle dolu le petit pont'da ettigim kahvaltiyi su an yazmak cok zor. O keyif ve huznu su an yeniden kaldirabilir miyim bilmiyorum. [...] Le petit pont'dan cikip st. Germain'e dogru yurudum, macaron alacaktim halen param varken ama o muhtesem yer kapaliydi adini hatirlayamiyorum. Sonrasinda bi onceki gunun barinin [the mazet] onunden gectim ve odeon'a dogru yurudum. Biletimin expire olmasindan mutevellit son metro biletimi aldim ve son aktarmayla birlikte st. Georges'a vardim. Metromuzun onundeki posta kutusuna kartpostallari attim. Harika bir histi o an. O kartlarin bambaska yerlere varacagini bilmek bana buyuleyici geliyor nedense. Ama ayni zamanda bir o kadar da huzunlu. Cunku onlar hedefine vardiginda ben onlari yolladigim muhtesem yerden cok uzaklarda olacagim. Otele gittim ve artik kalmayan takatim, taksi cagiiir mesaji verdi. Gar du nord'a vardim takside caz melodileri dinleyerek. Iceri girerken yagmur yagiyordu. Sasirmadim. Bu sehirden ayrilirken yagmur yagmali ki, donusum biraz daha kolay olsun. RER'e indim, oturdum, akordeonuyla gelen iki adamdan son chanson'lari dinledim. Ve CDG'e vardim. Terminal degisikligi, gecici internet baglantisi, son tur la duree'de durdum. Alanda gelirken karsilastigim arkadaslarla karsilastim ve tesadufen yanyana oturduk. Konusa konusa paris'i bir de gokyuzunde yasattik. Sonrasi uyku. Sonrasi havaalani, sonrasi pasaport, sonrasi eve donus. Eve donmenin huzunlendirdigi ender yolculuklardan paris donusu benim icin. Evde esyalari yerlestirmece, kirlileri ayirmaca. Turkiyedeyim. Yine eksigim. En yakin zamanda parise gitmeli. Bu eksiklik kalbimi kiriyor.

[31 Aralik 2012, Paris.]

Paris'te yilbasina saatler kala! Sabah -daha dogrusu oglen- uyandik ve kendimizi musee d'orsay'a attik. Kapaliydi yea! Biraz uzucu olmakla birlikte oraya yurumek ve o heyecan bile yetiyor oyle seviyorum ki! Arkadan polis sirenleri gelirken doctor oradaydi yeminlen!

Baska nereye gittik pekiii? Shakespeare and coooooo! Yarebbim saatlerimi burada harcayabilirim. Ustelik sadece burda degil gibert jeune'de de gecirebilirim. Kartpostal kartpostal uzerine alip kartpostal kartpostal uzerine yazdim yahu! Cok mesuduuuum! Baska baska ne aldim? Heredotus - the histories'i aldim! Ingiliz hastanin heredotu yahu dusunebiliyor musunuz?! Aldim ve damgalattim, ay yarebbim yazdikca mutluluktan olucemmmm! Baska naaptik efenim? Leon de bruxelles hemi de st germain'de. Ye ye ye nereye kadar yiyebilir bir insan? Bilmiyorum. Henuz o sinira dayanamadim, olunceye kadar yiyebilirim galiba! Sonra ne yaptik peki? Ay yazarken kendimden geciyoruuum! Sacre coeur'e gittik! Ne guzel bir yerdir burasi, o ressamlarin her biri bu kadar yetenekli olmak zorunda midir? Yoksa her cafe bu kadar guzel mi, benim kafam nerelerde? Kadehler devrildi. Ruzgardan usutuldu. Ama icim sicacik!

Kalktik efendim burdan da, otele donus ve hazirlanip restorana geldik. 'François Felix'teyiz efendim. [Ya su ani yazmasam olurum. Arka fonda natural woman caliyor. Geldigimizde padam padam caliyordu. Yarebbim l'hymne amour'la huzunlendigim anlar yasandi. Yarin kesin edith'e gidiyorum.] 8 kiz geyik muhabbet halen devam ediyor. Disarida yagmur, ama keyfime diyecek yok. La foule caliyooooooor! Yarebbim mutlu olucem su an! Bu sehri, Edith'i, dostlari cok seviyorum! Edith edith edith, votre voix est comme l'ame de paris! Ask havasi havada, hayirlara yazsin.

Ilk sise sarabimiz sona erdi sayin seyirciler. Kayitlara gecsin. Bakalim gece nasil devam edecek :)

[...] Yeni yili champs elysees'de semsiyeler acik durumda keyifle ve guzel dileklerle karsiladik efendim! Trafik yoktu ve tum cadde kutlama yapan insanlarla doluydu. Sonrasinda bastiran yagmurla birlikte asabim bozulsa da -en yakin metro duragi kapaliydi digerine yuruduk beheey- diger duraklar icin degdi dogrusu. Once st. Michel'e gittik. Ordan yuruyerek st. Germain'de bulduk kendimizi. Dogrusu yon duygum takdir edile! Tirt diye cikiverdik valla. Bir sure ilk girdigimiz barda baysak da, cikip bir digerinde aradigimiz yilbasi ruhuna ulastik. Su an aci bir sekilde dank etti ki gittigimiz yerin adini hatirlamiyorum ya! Muzet diyesim geliyor ama degildi. Pof. Tabii bu noktada kafalarin ne kadar dumanli oldugu ortaya cikiyor. En nihayetinde kafami kaldirip bakmamisim yahu. Neyse efendim bu mekanin fiyatlari uygun olmakla birlikte, muzigi filan da eglenceliydi. Dans pistinin ortasinda dans eden iki dutch, sizi unutamayacagiz. Ressssmen smokin giymislerdi. Ressssmen. Bir de bizim gibi champs elysees'deymisler, o yagmurda soaking wet dedigimiz cilgin pozisyonu almislar. Kimya ve makina okuyorlarmis. Vesair vesair. [...] Simdi oturup da kimsenin uzun uzun hikayesini anlatamiyciim. Cunku bu satirlari yazarken alana giden RER'deyim ve kalbim kirik, parcasinin bir kismi geride kaldi ve geri dondugumde artik tam olmayacagim. Neyse efendim yilbasi gecesi the mazet'te [evet bugun tekrar onunden gecip ogrendiiim] cok eglendim! Oradan ciktigimizda saat 4 sulariydi ve hala yagmur yagiyordu desem inanir misiniz? Uzunca bir sure taksi bekledik ve en sonunda burada annesiyle yasayan ermeni taksici ile sohbet ederek otele geldik. Itiraf ediyorum, taksi beklerken bir an orada oylece kalacagimi dusundum. O kadar icmis ve yorulmusum ki, ruhumu teslim ettim galiba, ondan bile haberim yok. Bu noktada diger ekstra kritik kirilma anlarindan birini paylasmayi bir borc bilirim. Karnim agriyordu. Ilac icersem icki icemeyecegim, icki icersem ilac icemeyecegim. Tahmin edeceginiz uzere ickiyi sectim cocuklar. Ickiyle bir sure agrim olmadi, ama otele donup yattiktan sonra sabah yedi sekiz dokuzda agrilar icerisinde uyanip, hala 6 saat olmadi mi iceli diye sayikladim resmen. Velhasil 5 saat sonra yarim agri kesici ve ustune 2 saat sonra diger yarimi icmemle birlikte ayaga kalkabilecek duruma geldim. Yeni yila selam olsun!

[30 Aralik 2012, Paris.]

Sabah 8.20'de gozlerimizi actik once. Havanin henuz aydinlik olmadigina karar verip biraz daha uykuya daldik. Saatler dokuza gelirken ayaklanip kendimizi kahvaltiya attik. Bu noktada kahvaltinin muhtesem oldugunu da soylemeden gecemeyecegim. Tesaduf eseri onumuzden gecen otobusun louvre rivoli'ye gittigini gorup bindik ve metroda (aka yeralti bu cennet gibi havada) iki aktarmadan kurtulduk. Evimizin onunden les halles'e geldik ve once yanlis kola giden RER'e bindikten sonra an itibariyle disneyland'e giden RER'deyiz. S ve bende cok heyecan yok. Hatta s kendisinde hiiic heyecan olmadigini soyluyor. Ama biliyorum, ikimiz de oranin buyusune derhal kapilacagiz. Ama a, apayri bir hikaye. Zip zip zip oyle heyecanli ki, icimden dogumgununde disneyland'i paket yapip vermek geciyor yeminlen. Hele bir de dogumgunune yakinken efendim. Banliyo bitmek bilmiyor. Paris'ten sonra bu kismini sevmiyorum sehrin. Zaten farkindaysak paris'ten sonra sehrin bu kismi. Galiba bilinc altimda burasi paris filan degil, olamaz da. Neyse efendim, yolculuk devam ediyor. Yakinda disneyland'e varacagiz. Ogle havadisleri planet hollywood'dan insallah. Dilerim bu sefer aerosmith rollercoaster'a binebilirim. Cunku baktikca yuregime iniyor. Ama walk this way, crying filan gibi muhtesem oaayyyysshhh sarkilarin caldigini dusundukce muthis haz alacagimi da biliyorum. Haydi hayirlisi a dostlar. [...] First things first. Aerosmith'e binemedik. O kadar korktuk ki resmen binemeyip geri donduk! Hic utanmiyorum bu kazik kadar boyumdan. Cidden 8'ler cizersem olurdum. Iceriden donduk resmen. Ama yine de steven'in 'goooooiiiiing dooooooown' deyisini unutamiyciim zhehehe. Crush's coaster'a bindik. Nemo'daki kaplumbaga oluyor bu. Hani akintida nemo'nun babasini tasiyolardi ya. Ama nemo dedigime bakmayin cok korkunctu! Ters yone oturup donerek karanlikta inmek ve ayni anda kendi etrafinda donmek! Ciyziz krayst diyorum sayin seyirciler. Youuuuv! Gece sonunda da thunder mountain'a bindik. Harikaydi harika. Ciglik cigliga ama guzel, karanlik ama sakin. Hele bir de disneyland'in gece manzarasi yok mu? O la la, cok guzeldi yahu. Ondan once star trip'e bindik. Simulator kendisi. Death star 'topraklarinda' uctuk gezdik savrulduk. Adrenalin yuklu degildi ama cok tatliydi. R2D2'ya selam olsun. Bunlar disinda her zamanki gibi Indiana Jones'un onunde durup ben buna hayatta binmem krizini yasadim. Bildigin korkuyorum napiyiiiim! Neyse efendim, alisveris fasli, oglen burrito'su derken kendimizi planet hollywood'a attik. [...] Burasi dunya uzerinde en sevdigim yerlerden biri kesinlikle. Sevdigim filmlerde o filmlerin minikminikminik ayrintilarini olusturan seyleri burada gorebiliyorum! Daha otesi olabilir mi? Tamam, hayaletteki 'for luck' parasi bu sefer yoktu ama yine de o hava yetti de artti bile. Madonna'dan vogue dinlerken yul brynner, greta garbo, fred astaire, marilyn monroe'dan olusan bir klibe tanik olmak. Antonio banderas'in, jim carrie'nin maskesinin, rhett butler ve hell yea sarlonun bizzat dokundugu seyleri gormenin mutlulugu tarif edilemez. Hele de tum bunlari guzel yemekler ve tatli kokteyllerle yapabiliyorsaniz, daha ne olsun! Blue bisiy ictim bugun. Baya guzeldi, sprite'li bir votka bidi bidi karisimlariymis kendisi. Boyle fizzy seyleri oldum olasi severim zaten evet. Ama tabii yorgunluktan oldugumuz gercegini degistirmiyor bu durum malesef. Ayaklarima kara sular indi. Cidden. Yaslandim midir nedir? Otele donduk, saat gece bir. Dusa girdim giriyorum ciktim cikiyorum derken tertemiz iki bucuk oldu saat. Thunder mountain'daki muhtesem gulumseyerek ciglik atan fotografimi dusunurken bunlari yaziyorum. RER'de uyudugumu soylememe gerek yok bu arada. Yarebbim nasil les bir trendir o oyle, bu soru bambaska bir yazinin tez cumlelerinden o yuzden hic yazmiyciim evet. Ay yarebbim gecenin son bombasini da patlatmassam catlayacagim. Efendim banyodan ciktim, sacimi havluya sardim, biraz olsun islagini almasini ve son gayretle saclarimi kurutmayi bekliyordum. Kanallarda titanic'in mini dizisinin bittigini gordum (evet bir baska ulkede daha titanic'le karsilastim. Sasirmiyorum artik. Bu oykuyle bagliyim cunku biliyorum. Nasil bilmesem de, bagliyim.) Ve kanallari gezmeye basladim. Fiscal crisis ve bilimum debt haberlerine baktiktan sonra (ki hic cakmam boyle seyleri) W9 kanalini actim. Bir de ne goreyim Anastacia! Ve hatta uc unlem!!! Kadin yaslanmis, kilo almis ama hic degismemis de ayni zamanda. Zipir zipir, ouv yeaa diyerek, dans ederek yardiriyor basel'de yahu! Kadin hala muhtesem! Takla da atsa sesi degismiyor bozulmuyor ve surekli eskilerini soyleyerek beni fethediyor lan! Gerci I feel better when you feel better tadinda yeni bir sarkisina nail oldum I'm a soldier, underground soldiers filan gibi sozleri vardi ki, beni kalbimden vurdu, aha da buraya yaziyorum. Simdi yapmam gereken son sey kalkip sacimi kurutmak. Ama o gucu nasil bulacagimi bilmiyorum. Ustelik de bu yazinin sonuna gelmis ve uyku bu kadar tatliyken. Yine de paris gokyuzu altindayim diye umitliyim, ha gayret. Iyi geceler paris. Yarin edith, claude, vincent ve hatta victor ve william'la bulusacagim insallah. Onca rollercoaster'dan sonra sicrayarak uyandigim uykularim olsa da, yorgun ama mutluyum...

[29 Aralik 2012, Istanbul - Paris.]

Allahim mutluluktan olecegim. Canimi pariste al. Ne diyecegimi, ne yazacagimi bilemeyecek kadar heyecanli ve mutluyum. Ucakta arkadaslarimla karsilastim, konusa konusa pasaport sirasini atlattik. Mon dieu ne kadar cok sira vardi yahu, bir saat bekledikten sonra ilahi guclerin mudahelesiyle bir pasaport kapisi daha acildi ve biz resmen alana girdik. RER'le sehre gitmeye karar verdik, biletler alindi, teee kac zamanin hatirasindan navigo'yu sordum. Harita aldim, adresimi buldum. Hava oyle guzel ki yarebbim mutluluktan olucem. Acik, gunesli, harika bir hava var burada. Sevgili s ve a henuz ucaga bindiler. Onlar gelinceye kadar galiba musee d'orsay'a gidecegim. Van gogh'la bulusmam sart. O olmadan paris olmaz ki! Doctor who'nun kulagini cinlatmak lazim mutlaka. Allahim canimi RER'de degil, musee d'orsay'da al vallahi. Pere lachaise'e gitmek istiyorum bir de. [...] Efendim RER'de bizi iki tane akordeonun karsiladigini soylememe gerek yok bu noktada. Burayi o kadar seviyorum ki! Ya edith piaf ya da astor piazolla karsiliyor beni, daha otesi yok. Indik efendim Gar du Nord'da. Hizimi alamayip yurudum. Aslinda yakin degildi ama tanidik polis siren seslerinin gectigi bu sehirde, insan kendini nasil kapatir ki taksiye metroya? Otele varip esyalarimi biraktim. Otelimiz sorunsuz. Son derece temiz. Oda baya aydinlik ve huzurlu. Keyif aldim girer girmez. Hemen fazlaliklarimi atip yola ciktim. Yea metroyla da aktarma olcek simdi derken otobus geciverdi onumden. Sordum, gidiyormus Notre Dame'a. Neden notre dame derseniz, efendim sehrin kalbi burasi bence. Onu yan cepheden gorup sogan corbasi ve steak'le kendimden gecmeme engel olunamaz an itibariyle. Kizlar daha yoldalar ama saniyorum beni surunduren pasaport kontrolu onlari da darlayacak. O esnada ben quai de bilmemne tadinda yollarda conciergerie turu mu atsam diye dusunuyorum. Oteki durak, louvre etienne marcel mesela. Inip yurusem mi? Bir sonrakinde mi inip kavussam sokaklara. Seine'e yaklastikca kalbimdeki carpinti kulaklarimi sagir ediyor. Sanirim inip pont des arts'da yurumeden inanmam mumkun olmayacak paris'e gercekten geldigime. Bu arada gormeyeli baya baya tadilat yapilir olmus burada. Uzun suredir gelmiyorum tamam, ama o ispanyanin her yeri yikalim yapalim kafasi yerine etrafi saran vincler yakismiyor sanki. Bu arada an itibariyle evimizin onunden gectim. Louvre rivoli metro duragina selam ederim. 5 dakikaya kalmadan otobusten inmis olacagim. Aaaa ayrica sunu soylemek lazim, louvre civil civil muthis bir kalabalik var. Heryer insan dolu burada saka gibi. Gunesin goz kirpmasiyla birlikte tum sahaflar da yerini almis, mutluluguma mutluluk katiyor. Acaba inip shakespeare & co'ya mi gitsem? Tanrim sadece bir acik araca binip tum gun turlamak turlamak turlamak geciyor icimden. Aclik susuzluk uyku ve yorgunluk, baska bir galakside kaldi sanki. Ben bir toz zerresiyim ve suzule suzule ucuyorum, kaderime razi. [...] Efendim sehrin kalbinde indim demistim en son, 1er arrondissement oluyor yani kendisi. Oyle mutlu mesut hayran hayran yurudum ki saatlerdir. Bakinarak, alisveris yaparak (alisveris dedigim de kartpostal oluyor aslinda) kitaplari inceleyerek ilerledim. Hem herseyi alip eve goturmek istiyorum, hem de hersey yerinde o kadar guzel ki hic dokunasim yok. Simdi tam louvre'un bittigi yerdeyim. Karsi kiyida La frégate diye bir diner'da oturuyorum. Aynen soyle yaziyor menusunun ustunde "According to the history, al illustrious person loved on the site that 'La Frégate' now occupies. This person was Charles de Batz, seigneur d'Artagnan, the nobleman who inspired Alexandre Dumas to write his famous novel, The Three Musketeers." Efendim gordugunuz gibi sanat askindan olecegim. A bir de sunu soylemeden edemiyciim, masaya su olarak evian geldi. Kendisi en sevdigim su evet. Bu kadar lukus monser bir insanim. Eriklide bile boyle tat yok, bak buraya yaziyorum hihihihi. [...] Gunun devaminda a ve s ile bulustuk en sonunda. Ustelik kazakli olmama ragmen ruzgardan usuyunce otele dondugumde bulustuk. Kulaklik olarak ipod kulaklik alip sicacik kulakliklari almamam gunun leylaligi olarak tarihe gecti dogrusu. Metroya kendimizi attik veeeee champ-elysees'de yillarin ozlemle anilan mekani olan leon de bruxelles'e kavustuk. Ne kadar bilmiyorum, ama uzunca bir sure yemek yedik efendim. O kadar cok ki cikista yurumezsek olecegimize karar verdik. Velhasil artik saint germain'deyiz. Yurumekten ayaklarim yoruldu, sag ayagimda bir agri var, su mu topladi ki? Bakicaz aksama. Ama yagmur bastirmasi iyi olmadi. Islanmadim ama paltomun islanmasi bile yuregime indiriyor. Hasta olmak istemiyorum artik. Hatta korkuyorum cok. Hem paris tatili icin, hem de geri kalani icin. Gezmekten hasta olmam hic hos olmaz dogrusu. Su ansa bir bardayiz. Bar da degil de, iste minnos bi yerde icki iciyoruz. Cosmopolitan soyledik, aman tanrim, ne agirmis buranin cosmo'su! Gerci pisman miyim? Asla! In cosmo I trust. Carrie'nin kulaklari cinlasin. Beklete beklete, tadini cikara cikara iciyoruuuuz! Bu arada kayitlara gecsin, champs elysees'de boyle bir kalabalik hayatta tahmin edemezdim. Oyle birsey ki yurunmuyor, kendimizi yollara attik yahu! Ustuste ustuste bir yilbasi curcunasidir gidiyor a dostlar. Ordan canimizi quai de louvre'a (yazar bu noktada louvre'un onunden gecen yolu kastediyor) attik. Yuru yuru yuru. Gecenin guzel goruntusu ve yagmur ve yorgunluga ragmen oyle guzeldi ki. Galiba kismet yarin sabaha anlasilacak. Itiraf ediyorum, yorgunum ve su an yatsam uyurum. Ama yatasim da yok. Tanrim, eyfel kulesini gormek, oyle bir isik isik silsilesine tanik olmak. Enerjimi ordan aldim sanirim. Yorgun ama mutluyum ya, bana yetiyor. [...] Notre dame'in tam karsisindaki kosede le petit pont'dayiz. Yanimizda piyano caliyor. Les enfant terribles adinda bir kadeh sarap iciyorum. Heryer civil civil. Sohbet guzel. Daha ne olsun diye soracagim ama daha ne olsun ki... [...] Son kadeh saraplardan sonra toparlanip kalkmaya karar verdik. Saat henuz cok erkendi ama uyku bastirdi bir kere, enerjiyi bulamadik devam etmek icin. Bir aktarma yapip metro duragimiza geldik. Ama onlari hiiic animsamiyorum, cunku mis gibi uyudum galiba. Odaya gelis, pijamaya gecis ve uyku. Pencereden bakinca yanip sonen bir suru mavi isigin golgesini mi desem, yansimasini mi desem, iste o huzmeleri gordum. Bence eyfelden geliyorlardi. Belki hayal belki gercek, bilemiyorum. Ama ben, dun gece uykuya paris semasinin altinda daldim. Edith piaf'tan gelsin bu sarki. Hangi sarki mi? Bence biliyorsunuz.

[Doctor Who: Christmas Special 2012 - The Snowmen.]

allahım doctor who'yla kavuştuk yarebbim! dünyanın sonu gelmeden, kıyamet kopmadan, ben hastalıktan ölüp gitmeden kavuştuk ki ne konuşma, daha güzel bir kavuşma hayal edemiyorum sayın seyirciler. çok mesudum! en son moffat'la ayrıldığımızda çok kalbimi kırmıştı. beni öfkeden kudurtmuştu. kırk yılın rory'sini blackberry şarjının bitişi gibi zart diye yollaması bir yana, pondlar'la bu şekilde ayrılmamız beyin kanaması filan geçirtiyordu bana. üstelik de sabah 5.30, taksim'den geri dönüp izlemeye oturduğum o gece. ama moffat ne yaptı? beni kazandı! yine yeniden! ümitsiz aşıklar gibi yine vuruldum kaldım kendisine. gelelim bölümün olaylarına.

öncelikle doctor'un pondlar gittikten sonra böyle bir depresyon haline girmesi çok isabet olmuş. hele de ayrılığın böyle abrupt bir şekilde olmasından mütevellit kendisinin de bu kadar etkilendiğini görmek, onun o insancıl yanını görmemize yardımcı oldu. ama yine de time lord victorius ile bu adamın aynı kişi olduğuna inanmak pek mümkün görünmüyor. tamam, 10 değişmiş olabilir, ama yine de 11'in içinde değil mi bir kısmı da olsa? adını unuttuğum lizard kadın nasıl bu şekilde peydahlandı anlayamadım, hele de strax mıydı neydi o asker amcamızın nasıl nerelerden kurtulduğunu hiç anlamadım, çünkü açıkçası onun hikayesini ben unuttum gitti, o kadar önemli olduğunu düşünmediydim, hele de lizard kadının  karısı kimdi vallahi hiç bilemiyorum. bu üçlünün arzı endam etmesi beni benden alıp, laaaan oswin'i gösterin artık nidalarına sebep olsa da güzel bir comic relief oluşturdular. biraz zorlamaydı ama doctor'un acı çekmesini ancak benim içimde böyle hafifletebilirlerdi. aferim. ama neler olduğunu daha net açıklarsanız sevinirim.

geliyorum oswin'in olayına. yarebbim kızın yüzünde var bir genius'lık yapacak birşey yok ki! merak etti, atladı, hopladı, victorian age kadınları gibi korkmadı ve göğe tırmandı kız ötesi yok! hele bir de o bakıcılık kafaları ve çocuklarla olan minnoş ilişkisi benim kalbimi fethetti doğrusu. tek kelimelik cevaplarına gelince o diyalogun hepsini buraya yazmak istiyorum. öyle güzeldi ki. hele de o son kelimeyi böyle bir kelime yok deyip "pond"a bağlaması, beni. benden. aldı. çok güzeldi moffat. çok harikaydı. yarebbim unutmadın zart diye pondları çok güzeldi.  teşekkür ederim.

neyse efendim kardan adamların maceralarını anlatmıyorum. ama karşısındakinin düşüncesiyle büyüyen bu adamların varlığını düşünmek son derece gerginlik vericiydi. ama heyecanlandığım gibi çılgın bir telepati bölümü olmadı. hele de o buzdaki kadın hiç olmamıştı görsel olarak. ama doctor'la oswin'in zihinlerinin birbirine müthiş uyum gösterdiği o müthiş anları izlemek için herşeye değerdi. o şemsiyeyi benim için aldın demesi. planını sorması. onu olayın içine dahil etmesi... yarebbim şimdi ağlayacağım yazarken ancak bu kadar duygulanabilirdim.

efendim uzun süre blogger kimliğime ara verdikten sonra doctor who yazımı tamamlamak için I'm back! not almışım "düşüşünü yaz anahtar who" diye. bunlar ne demek şimdi biraz açalım. yahu doktor tam birini sevince, onu hayatına dahil edince o kişi illa çıkmalı mıdır o hayattan sorarım sizlere! işte oswinin düşüşü ile birlikte ben yine öldüm arkadaşım böyle birşey yok! ya üzmeyin şu adamı allah adı verdim ya üzmeyin! hele bir de durup I don't know why, I only know who dediğin noktada tüm bunların olması beni öldürdü. o kadar güzel bir sahneyi böyle acı birşeyin takip etmesi, doktor'un evrenle pazarlık edecek kadar ümitsizliğe kapılması, farkında olmaksızın papyonunu takması. yarebbim bu kadar karmaşık ve yoğun duyguların ardarda yaşatılması beni öldürecekti. ama mutsuzluktan değil zevkten yeminlen, özlemişim doktoru yahu, çok özlemişim!

bu noktada bulutların üzerinde duran tardis görüntüsünün de muhteşem olduğunu söylemek lazım rüya gibi. tanrım keşke ben de çıkıversem bulutların üstüne de kapıyı açıp içeri girsem. karşılıklı genius'larımızı tartsak karşılıklı. şemsiyeyi benim için aldın da, şuraya giderdin de, buraya geldin de ay yarebbim daha çok daha çok bölüm istiyorum. daha çok macerayı görmek istiyorum. oswin'i bulmak istiyorum artık fall of the eleventh'i merak ediyorum. oswin'le river'ın karşılaşmasını merak ediyorum. meraktan öleceğim bunu bana yapmayın artık. lütfen reca ediyorum. çocukların ağlaması filan, ay yarebbim bana christmas carol'ı hatırlattınız valla bak yine gözlerim doldu, üstelik izleyeli 10 gün filan oldu. 

overall, bölüm çok güzel bir bölüm olmakla birlikte -çünkü doktorla oswin'in uyumuna canlı yayın tanık olduk- kar kısmı birazcık zayıf kaldı benim gözümde, özellikle de bu buzdan teyze. ama oswin'in tek kelimelik diyalogu o kadar güzeldi ki herşeyi unutup geride bırakabilirim. gerçi doktor'un dalekleri dize getirip trilyarlarcasını doctor whoooooo diye inleten kızı unutmuş olması hatırlamaması çok garibime gitse de, adam 900 küsür yaşında, normal heralde diye düşünüyorum. fragmandan gördüğüm kadarıyla bizi nice macera bekliyor. yalnız benim beklemeye tahammülüm kalmadı, allons-y çocuklar!