08 Ocak 2013

[Ways to Sense Titanic.]


Titanic'in son gece menüsünü gördüm. istesem, üşenmesem, ya da açık konuşalım, doğruya doğru, insanların o yemeği yedikten sonra soğuk sulara karışacak olmasının aklımdan bir an için çıkacağını bilsem, yapacağım o yemekleri. titanic'te olmanın kelimenin tam anlamıyla tadına varacağım. buruk da olsa üstelik.

Arka fonda I Salonisti çalıyor şu an. muhtemelen saat 2.10 sularını dinliyorum tam 100 yıl sonrasından. sonra 1911 yazının neşeli melodileri başlıyor bir sonraki şarkıda, kesilmiş sahnelerden birinde jack'le rose'un düet yaptığını görür gibi oluyorum. 100 yıl sonrasında, 100 yıl öncesini dinliyorum. boğazdan geçen gemilerin sirenleri, gemilerin burnuyla paramparça ettiği serin suların köpük sesi, hep kulağımda 100 yıl öncesinden, 100 yıl sonrasında.

görüyorum güverteyi. deniz dibinde kalan şampanya şişelerini. gözümde 3 boyutlu gözlük, elimde 1986 national geographic sayısı, okyanusun tam 3,5 kilometre dibinde yürüyorum. gün batımının yumuşak ışığını her çanakkale gün batımında hayal ettiğim kadar, ayaklarım kumun içine gömülmüş, paçalarım kıvrık, bir şehirden diğerine geçerken bile okyanus kıyısında soluğu almam boşuna değil. sonsuz bir enginliğe bakmanın huzuruyla dolduruyorum içimi. aynı enginliğin dehşetini hissetmiyor gibi yapıyorum. bir gün gerçekten görürüm o şampanya şişelerini diye umutla yılların akışını bekliyor sanki zihnim.

tam karşımda ufak bir white star line vazosu duruyor, televizyonun yanında. her gün tazelenen çiçeklerin kokusu içime doluyor. minik esans şişelerini bileklerine süren korseli asil kadınlardan tut da, üçüncü sınıfın yemek salonundaki root beer kokusu bile aklımda. pub konseptini sevmem buradan mı geliyor acaba diye düşünüyorum. puro kokusu kazağıma siniyor adeta. acaba titanic brandy mi kokuyordu diye soruyorum da, yok artık diye başımı iki yana sallıyorum.

ama ne yaparsam yapayım titanic'e dokunamıyorum. ne karşımdaki vazo, ne yapmayı göze aldığım yemekler, ne adıyla sanıyla bildiğim çiçekler, ne elimdeki çeşit çeşit kaynaktaki resimler, ne de o gece ve o geceye varan 4 gün boyunca çaldığına yüzde yüz emin olduğumuz şarkılar o hissi vermiyor. gittiğim her şehir, her ülkede karşıma bir şekilde çıkan bu hikayeye dokunamıyorum. bu yüzdendir barselona'da o sergide hiç konuşmadan, hayran hayran, hipnoz halinde herşeye dokunmam, dümeni tutmam, log book'u içeren camekanda parmak izlerimi bırakmam, o bembeyaz koridordaki kilitli ve hiç bir yere açılmayan her odanın kapı tokmağını çevirmem, lambalara pıt diye vurup onların titreyişini dinlemem. bu yüzden temsilen konulmuş koca bir buz yığınından ellerimi bir türlü çekememem. bu yüzden birinci sınıf bir odadan üçüncü sınıf bir odaya kadar geminin içini gösteren bölmeleri ziyaret edenlerden ayıran zincirleri bile avcuma almam. dokunamıyorum ya başka türlü, o yüzden o gün, tüm hafızamı doldurdum ben. dolu dolu, gözlerimi kapattığımda koridorda koşarken lambaların çınlamasına, tahtaların gıcırtısına, kırılan tabakların en çok sıçrayan kenar kıvrımlarına dokunuyorum.

inanır mısınız, tüm bunları düşündüğümde öyle mutlu oluyorum ki. bu deliliğin -subject to discussion tabii, bence herkesin içinde pinch of non-fiction olmalı- içinde kalsam, zihnimden çıkamasam, belki bir gerilim filminde, belki de oscar'a aday bir filmde kimbilir, uzaklara gülümseyerek bakacağım arka fonda. fiction ve non-fiction'ı zihnimde çok net çizgilerle ayırdığım bu noktada, hep rose'un sesi çınlıyor kulaklarımda: "I don't even have a picture of him. He exists now... only in my memory" gözlerim dolmuyor bunu düşünürken filmi izlerken olduğu gibi, tam tersi, mutlu bakıyorum gözlerimin önünde canlanan görüntüler ve avcumun içindeki o tingling sense of memories'e.

[dilerim herkesin hayatında sevdiği şeyleri paylaşacak kişiler kadar, sevdiği şeyleri kendisiyle yeniden paylaşacak kişiler olur. titanic, dizi, film, futbol, puzzle, fotoğraf, avcılık, balık tutma, hiking, camping, her ne olursa olsun, may it be.]