11 Temmuz 2017

[House of Cards Post Season 5.]

bu dizi bir başka dostum! tadına doyum olmuyor resmen.

genelde tüm sezonu tek seferde izleyip bir yılı yeni bölüm beklemekle geçirdiğim için açıkçası önceki sezonlardaki devinimleri unutuyorum. previously kısımları az biraz yardımcı olsa da, suyunun suyu kritik ince detayları çok hatırlayamıyorum ne yalan söyleyeyim. ama yine de frank ve claire underwood çiftinin bu güç oyununu izlemek bir başka oluyor!

her zamanki gibi bu sezonu da bir hafta sonu süresinde izleyip, tadına vardım sayın seyirciler. tabi böyle üstüste izleyince sezon için konular kolay kolay dağılmıyor, ayrıntılar kaybolmuyor. bu sebeple herkese de bu şekilde öneriyorum.

sezon hakkında uzun uzun yazmayacağım. ama dizinin hem uluslararası anlamda yaptığı sembolik göndermeler, hem de paralel (ya da dikey mi demeliydim) evrendeki hikayelerini gördükçe keyif üstüne keyifler yaşadım itiraf ediyorum. üstelik claire / frank ikilisi eksenindeki kapışmalar da soluk soluğa bir telaş yaşattı bana.

internetlere baktım, seven olmuş, sevmeyen olmuş. sıkılan olmuş, coşan olmuş. ama ben çok beğendim. tabi ilk sezonun efsane örgüleri kadar olmasa da (çünkü artık dünyanın tepesindeyiz, evet) son sahnedeki o efsane black swan'ın nina repliği anı için herşey değerdi.

seneye görüşeceğiz underwoodlar!

[Fear the Walking Dead.]

efendiiim, bu dizinin üçüncü sezonunda araya girmişken, bu dizi hakkında hiç yazmadığımı fark ettim ve derhal bu durumu düzeltmeye karar verdim. 

fear the walking dead, walking dead'in prequel'ı olarak yola çıktı. gerçekten de zombi kıyameti bir yana, alıştığımız bir dünyada gözlerini junkie'lerin takıldığı bir mekanda gözlerini açtığında, önce aman zombi çıkacak şimdi diye beklerken, kendimi şehrin trafiğinde buluverdim. sıfırdan başlamak dedikleri bu olsa gerek, günümüzde böyle bir outbreak olsa, gerçekten aynen böyle olurdu dediğim bir kaç bölümün ardından, beklediğimiz zombilere kavuştuk.

tabi zombilere kavuştuk da, bu kavuşma rick grimes ve ekibinin nerdeyse iç güdüsel bir hareketlenmeyle çatır çatır zombi öldürdüğü zamanlarda değildi, bu konuyu unutuvermişim. dizinin ilk birkaç bölümünde şöyle bir hissiyatla daraldım: hastalanmışlar yazıııık değil, zombi onlar, vur kır parçala artık! neyse efendim, olayın telaşesi içerisinde gerçekten de hemen adapte oluverdiler! hikaye bambaşka bir aile draması olarak başladığı için de beni ayrıca bir sardı. üniversiteye gitmeye hazırlanan alicia, uyuşturucu bağımlısı chris, college counsellor madison ve edebiyatçı travis'in yolunun kesiştiği berber daniel, fırsatçı victor filan derken hızla ilk sezonu bitirdik.

ikinci sezon başladığında dizinin hızını biraz yavaş buldum ve görsel anlamda gerçekten çok zorlandım. hey gidi walking dead izlerken pizza yiyen beni zorlayan cgi efektleri. içinde yengeç yaşayan zombi nedir allah aşkına? neyse efendim, ayrılığımız uzun sürmedi, tekrar bir araya geldim ve izlemeye devam ettim. dediğim gibi, aileye ilişkin her kişinin ayrı hikayesini de zombi kıyametinde gözlemlediğimiz bu dizi beni baya sardı.

son olarak, dün itibariyle 3. sezonunun mid season bölümlerini izledim. hey gidi madison, sen neymişsin be? bu minnoş ve dizi başladığında biraz pısırık olduğunu düşündüğüm kadın, nasıl da cevval çıktı vallahi şoklara girdim. dizinin otto'lar üzerinden anlattığı "biz-onlar" ayrımı, ince bir göndermenin ötesindeydi. hele de son anlardaki madison'ın dev itirafıyla birlikte gerçekten şoklara girdim. 

heyecanla bekliyoruz efendim. açıkça söylüyorum: walking dead'den çok daha iyi bir dizi. iki sezondur sıkıntıdan çatladığımız walking dead bölümlerinin aksine, hep bir aksiyon hep bir heyecan var. izleyelim, izlettirelim.

10 Temmuz 2017

[Sense8.]

bu sezonun en güzel, en farklı, en heyecanlı dizisi. kesinlikle!

bu dizi dünyanın 8 farklı köşesindeki 8 farklı insanın öyküsü. bu kişiler sensate efendim. birbirlerinin duygularını hissediyorlar, görüyorlar, birbirlerinin yerine geçip yeteneklerini kullanabiliyorlar, canları beraber yanıyor.

berlin.
mexico city.
seoul.
nairobi.
londra.
san francisco.
chicago.
mumbai.

dünyanın 8 farklı yerinde, bir orada bir burada, hissettikleri hislerin benzerlik ve farklılıklarına göre karşılaşan ve zorluklar karşısında tek yürek olan bu 8 insanın hikayesini izlemek o kadar keyifli ki, ilk sezonun 6. bölümü sonu itibariyle kötü adamları henüz anlatmadıklarını unutuyorsunuz. dizi ilk sezonun sonlarına doğru öyle yerlere gidiyor ki, soluksuz hoplayarak zıplayarak, heyecandan neredeyse düğün kaçırıyor bir zihinde izledim!

ikinci sezona geldiğimde kötü adamlar sarmalına girmiş ve bu insanların kavuşmaları ve ayrılıklarını izlerken, dizi izleme hızımı yavaşlattığımı hissetmeye başladım. çünkü, ne yazık ki bu güzel dizi çok maliyetli olması sebebiyle iptal edilmişt. dilekçesine ben de bir imza attım ama ne kadar cliffhanger olsa da izlemeye yemin ettim!

sonra dizi dünyasında çok sık rastlanmayan bir mucizeye tanıklık ettik. en son the killing zamanında, charmed'ın son sezonunda filan yaşamıştık. sense8 cliffhanger yaptığı ve iptal edildiği bölümün üstüne, 2 saatlik bir final için onay aldı. herşeyi bağlamak için 2 saat daha! üstelik hayranlar bastırdığı için. daha mutlu olabilir miydim acaba? keşke bekleseydim de o finali de hemen üzerine izleyebilseydim bu finalin üstüne, ama bir yandan da o geçecek süre içerisinde bu jargona ve bu hayal gücüne ve bu conenctivity bilgisine sahip olmadığımı düşünüyorum da, iyi ki başlamışım!

hayran mucizesi için, konusu için, sadece what's goin' on sahnesi için izleyin, izlettirin efendim!

[13 Reasons Why.]

bu diziyi hiç duymamıştım, sadece takip ettiğim dizi sitelerine bölümlerinin parça parça düştüğünü gözlemlemiştim. sonra bir gün birisi bu diziden bahsedince, konusu ilgimi çekti. bir sezon geride kaldığım bir dizimi internette bulamayınca, aklıma geldi, başladım. o gün 3 bölüm izledim. ne diziymiş arkadaş, insan kendini durduramıyor!

şimdi yazdıklarım spoiler değil, zira dizinin özetinde yazıyor, bu sebeple genel bir bilgi olması açısından konusunu yazacağım şimdi.

efendim, bir çocuk, kapısında bir kutu ve kutunun içinde de 7 tane kaset buluyor. meğersem aşık olduğu kız, intihar etmeden önce bu kasetleri doldurmuş ve ölümüne sebep olan 13 sebebi anlatmış bu kasetlerde. her bölüm kasedin bir yüzü ve dolayısıyla bir kişi ve yaptıklarıyla geçiyor.

görsel anlamda, kırılma noktası olarak ölümü ele almışlar. flashback'ler daha doğal bir gün ışığıyla çekilmişken, sonrası daha soluk / mavi tonlarında bir filtreyle çekilmiş, belli. zamanlar arasındaki geçişleri ancak bu ışıklar ve başrol çocuğun yüzündeki yara bandı sayesinde anlayabiliyorsunuz. bir başka deyişle, geçişler çok akıcı, görüntü yönetmeni harika bir iş çıkarmış.

tanık olduğunu hikayeler dost kazığı diyebileceğiniz bir yelpazeden başlayıp suç oluşturan unsurlara, arkadaşların zamanla uzaklaşmasından öküzvari hareketlere kadar uzanıyor. her birini tek tek ele aldığınızda hannah'nın tercihini anlayamıyorsunuz. ama özellikle de benim gibi tüm bölümleri ardarda izlediyseniz, bu yaşananların hannah üzerinde nasıl biriktiğini, izleyiciyken bile ama bu kadar da olmaz kimse yok muuuuu diye öfkelenmenize sebep olduğunu capcanlı görüyorsunuz.

dizi boyunca hannah'nın başına gelenleri sırlarıyla gizemleriyle ve akılda bıraktığı soru işaretleriyle çözmeye çalışıyorsunuz. çözdüm dediğiniz anda bir an için bir huzur buluyorsunuz. ama o huzur, yerini geç kalınmışlığın çaresizliğine bırakıyor. her sözde zafer, tekrar tekrar yenilgileri yankılatıyor içinizde.

kadro oldukça genç bir kadro, doğrusu bu insanların hiç birini daha önceden tanımıyordum. ama diziye başlarken oyuncular arasında tek bir kişinin adını gördüm ve bu da diziye başlamam için gerekli itici gücü verdi: kate walsh.

hey gidi grey's anatomy'nin addison montgomery'si, ne kadar da severim kendisini! private practice'te devam eden maceralarını takip etmemiştim ama adını asla telafuz edemeyeceğim ve bebişleri çatır çatır kurtardığı milyarlarca ameliyatı ve şahsi hayatından dramlara rağmen efso mesleki işlerini yürüten bir kadın figürü olarak nasıl da takdirimi kazanmıştı!

tabii burada işin rengi biraz daha farklı. kate burada hannah'nın annesini oynuyor. duru bir acı. graceful grief. böylesine çaba sarfeden ve doğal ortaya çıkan bir hüznü uzun süredir ekranda görmemiştim. gerçekten hayran oldum. üstelik kendisinin bu kadar havalı bir insan olduğunu bilmesem, sanki hannah'nın annesiymişcesine bu bitkinlik ve mutsuzluğun verdiği çirkinliği -asla kötü anlamda söylemiyorum ama hani insan mutsuz olunca çirkin olur da etrafındakiler sorar ya neyi olduğunu- acısından taşıdığını düşüneceğim.

şimdi efendim ben bölüm bölüm kimden ve nelerden bahsediliyor açıklayabilirim. ama bu dizinin tadı soluk soluğa takip edip, kasetleri sindirerek dinleyen başrolün eline vurup sabaha kadar kasetlerini dinlemek istemekten geçiyor. şu kadarını söyleyebilirim ki dizi, netflix'te yayınlandığında baya bir olay oldu. intihar meyili sebebiyle neden bir disclaimer girilmedi diye kıyametler koptu. dizi çiğ desem kendini anlatmayacak, ama raw desem daha bir açıklayıcı olabilecek türde bir dizi. drama dokunulmamış, sadece olduğu gibi kameraya alınmış. o yüzden bazı sahneler gerçekten çok sert. durdurup ekran başından kalkıyor ve yeter artık diyorsunuz, o derece. hele de son iki bölümde ben bittim. intihar sahnesi var, evet. ama o sahnenin sonrasında kate walsh'ın içeriye girdiği sahnede kulaklıklar fırlatıp hıçkıra hıçkıra ağladım evet. clay'in hissettiği o geç kalmışlık hissi, o sahnede yakaladı duvara çarptı adeta.

insanoğlunun hayatı nasıl da pamuk ipliklerine bağlı, şaşırmamak elde değil. din ve inancın ötesinde, iyi insan olmaya çalışmanın nasıl önemli olduğunu gösteren bir dizi. bilerek ve isteyerek kırmamak ne kadar da önemli. karşındakinin neler yaşadığını bildiğini farz etmenin tehlikesi bir yana, karşındakinin de birşeyler yaşayabiliyor oluşunu unutmanın trajedisi 13 bölüme sıkıştırılmış vaziyette.

ikinci sezonu uzatıldı ve ilk sezondaki soluk soluğa merak hissini verebileceğinden emin değilim. belki açıkta kalan (ki bence hannah'nın hikayesi bağlandı) diğer karakter iplerini bağlayacaklar ve yeni bir öyküye girecekler ama, böylece bıraksalar daha mutlu olurdum desem, yalan olmaz.

izleyin, izlettirin. pişman olur musunuz, hiç bilemiyorum.


30 Haziran 2017

[Zaman ve Mekan Yanilsamasi.]

Bu satirlari Sigacik limaninin yanindaki Yali Cafe'de oturarak 30 Haziran 2017 gun batiminin hemen sonrasinda yaziyorum. Ama ruhum, cocuklugumun ufak sahil kasabasinda, anneannemlerin evinde.

Bu sokaklarda gezerken, sokak kapisinin disini toz yapmasin diye sulayan adamin evinin onunden gecerken, anneannemlerin bahcesini suladiktan sonraki bahcenin beton kokusunu duydum.

Perdesi aralik evlerin onunden gecerken, bir aksam vakti balkonda yemek yiyen ve ayni zamanda camin arkasindaki ekrani izleyen cocuklarda, bir zamanlarimin yemek vaktini yakaladim.

Evlerin onunde duran cop kovalarindaki agzi baglanmamis seffaf plastik cop posetlerinde karpuz kabuklarini gordum, dedecigimin bir zamanlar yaptigi gibi ozenlice kesilmis.

Bu kadar guzel bir ufakkentin ayni anda nasil bu kadar guzel ve kalp kirici olabilecegini dusundum ama aklima hic yatmadi, cevaplayamiyorum bir turlu.

Bulundugum konumda kaldirimin ustune atilmis tahta masa ve sandalyeler var. Ama sanki ben karsi yakanin isiklarini elimde un kurabiyesi ve frukoyla izliyormus gibi bir plastik sandalye uzerindeyim, sineklerden sikayet ediyor ve kiyida muhtemel bos banklari tariyorum gozlerimle.

Bu zamana ait tek benzer goruntu o kadar da uzak olmayan karsi yakadaki pervanelerin tepelerindeki yanip sonen kirmizi isiklar, onumdeki ufak kayiklara vuran suyun huzurlu sesi ve burnumda deniz kokusu.

Zor.

19 Haziran 2017

[The Handmaid's Tale.]

bu diziye bir tanıdığımın tavsiyesiyle başladım. iyi ki başlamışım iyi ki! bahsi geçen tanıdığım şöyle anlattı: garip bir dizi, gergin, çok enteresan bir dünya var, henüz nasıl olduğunu ben de çözemedim. tabii ki böyle belirsiz gergin diziler favorim olduğu için hiç düşünmeden 3 bölümün başına heyecanla oturdum. az bile demiş meğersem!

efendim bu dizi margaret atwood'un bir romanından yola çıkarak yapılmış. romanın adı damızlık kızın öyküsü diye çevrilmiş, kitapçılarda bulunuyor. ben aynı zamanda kitabı da okumaya başladım ve doğrusunu söylemek gerekirse, dizi kitabın dünyasını yaratmakta gerçekten çok başarılı. hemen hemen benzer hızlarda, benzer detaylarla ilerliyor.

konusunu çok detaylı da yazabilirim aslında ama diziyi izlerken (ben önce diziyi izleyip sonra kitaba geçmenizi öneririm. zira görsellik ve replikler sizi bu dünyaya daha rahat hazırlıyor) şok etkisi yaratması daha da güzel. ne olduğunu anlamaya çalışırken yaşadığınız binlerce soru işareti ve nasıl yani sorularıyla keşif macerası daha renkli. kısacık ucundan anlatmak gerekirse, kısır olmayan kadınların devlet yöneticilerine çocuk sağlamak için evlere gönderildiğini düşünün. gerçekten de damızlık bir kızın öyküsü bu öykü. daha doğrusu damızlık kızların nasıl damızlık kız olduğunun, insan olmanın, anne olmanın anlamına dair oldukça vurucu bir yapım.

başrolünde madmen'den tanıdığımız elizabeth moss var, offred'i oynuyor. -of fred, fredinki- fred'i aık şekspir'den bildiğimiz joseph fiennes oynarken fred'in eşini ise yvonne strahovski oynuyor. kendisini dexter'da hannah olarak izlemiş ve nefret/sevgi karışımında hislerle takip etmiştik efendim. ufacık bir not daha, offred'in normal zamanlardan arkadaşı moira rolünde samira wiley var. kendisini orange is the new black'ten poussey olarak hatırlıyoruz. spoiler olmasın diye detaylıca yazmayacağım ama diziden çıkışı bu dizi içinse, gerçekten turnayı gözünden vurmuş. göğsümüze oturan öküzü affettim gitti.

dizinin bölümler öyle bir oturuşta izleyeyim bitireyim gibi bölümler değil. dizi ağır ilerlediği kadar, bölümler de çok ağır. düşünüyor, kendinizi özdeşleştiriyor ve nefesinizin daraldığını hissediyor ve köşeye sıkışmışlığın acısını derinden duyuyorsunuz. özellikle birçok flashback ile desteklendiği için soğuk terler dökmek dizinin olağan akışı içerisinde.

elizabeth moss'u madmen'de takip etmemiştim, zira bu diziye sonradan başlamak istediğimde çok yavaş ilerlediğini düşünüp, bırakmıştım. bu dizi itibariyle söylüyorum: elizabeth moss harikalar yaratıyor. kesinlikle ödül alacak gözüyle bakılması gereken bir cevher. sessizliğinde, kaşını kaldırışında, başını önüne eğmesinde, sessiz kalan kadının sesi olurken içinizden birşeylerin kopmasına sebep oluyor. olağanüstü. gerçekten olağanüstü.

çıtır çerez dizi değil ama sizi düşündüren, endişelendiren, uykunuzu kaçıran, farklı bir dünyaya taşıyan ve kendi gerçek dünyanıza tekrar tekrar bakmanızı sağlayacak bir dizi arıyorsanız, bu o, izleyin izletin efendim!


[Nereye Gitti Bütün Çiçekler?]

ışıklar açıldığında, bir mülteci kampında 7 farklı kadınla başbaşa kalıyorsunuz. hikayelerini, geçmişlerini, ailelerini anlatıyorlar ve tüm bunları şarkılarla yapıyorlar. bu oyunu müzikal olarak adlandırmak, o kampın insanın ruhuna bıraktığı ağırlığı hafife indirgemek olur belki ama, melodramdan aşağı kalır bir yanı yok bu oyunun.

ama sanmayın ki hep dram, hep üzüntü ve gözyaşı. bir bakıyorsunuz ki, size de bir plastik bardak lazım sohbete katılmak için. ayaklanıp kasaların üzerine hoplayarak oturmak, bu kadınlarla birlikte içki içmek sohbet etmek dertleşmek kahkaha atmak ve işin özünde umutlanmak istiyorsunuz. tam o anda oyun sizi alaşağı ediyor, yaşanan dramları öğrendikçe gözlerinizin önünde hıçkırarak ağlayan o ufacık kızı sımsıkı sarmak ve dertlerine derman olmak istiyorsunuz.

paylaşılanlar arttıkça, the constant gardener misali, nereye yetişeyim, ne yapayım, ne yapabiliriz ki gibi bir sorular dehlizinde boğuluyorsunuz. umutsuzluk iliklerinize işliyor. korku ince ince hücrelerine giriyor o kağıt kesiklerinden.

oyun bittiğinde, sahnede bunları yaşattıkları için, gözü yaşlı halde sizi öylece bırakıverdikleri için oyuncuların herbirinizi tek tek kucaklamasını istiyorsunuz. kucaklamıyorlar elbet ama emin de değilim aslında. öyle sıcak bir ortam ki (akatlar kültür merkezinde izlemiştim), havada bir beraberlik duygusu, yanmış bir umutla birlikte yeşeren ümitlerin telaşesi kalıyor.

özellikle gözde kansu, şenay gürler ve çemberimde gül oya ile birlikte gönlümde sarsılmak bir yeri sağlamlaştırmış olan goncagül sunar için, bir tutam kayboluş, ıslak çay kaşığıyla şeker almış gibi umut için izleyelim, izlettirelim efenim.

[Sen İstanbul'dan Daha Güzelsin.]

yüzünüzde bir gülümseme ile bir oyun izlemek istiyorsanız, bu oyun o oyun. üç neslin kavgaları, telaşları, kayıpları ve hatıraları gözünüzün önünde yaşanıyor. bu üç kadın oturdukları koltuktan kalkmadan, birbirlerinin cümlelerini farklı yaşlar ve anılardan tamamladıkça, kahkahayla izliyorsunuz. ama an geliyor, o tamamlanan ve ne yazıkki tamamlanamayan cümleler, içinize işliyor, sanki bedeninizin içinde ruhunuza çarpa çarpa yankılanıyor. hiç hızını kesmeden bu üçlü sohbet için ne kadar prova yaptılar demiyorsunuz da, gerçekten bilmesem bu insanlar birbirlerinin annesi ve çocuğu diyeceğim. izleyelim, izletelim a dostlar.

[Güneşin Sofrasında Nazım ile Brecht.]

uzun süredir bu oyundan bahsetmek istiyordum. ama bu öyle bir oyun ki, oyun desem değil. dinleti desem, eksik kalır. müzikal desem, hafif olur. öyle bir dünyaya yolculuk ki, sanki denize dalmış, dipteki deniz kabuğunu çıkarmışsınız, son yarım metrede havaya susamışsınız ve yüzeye kavuştuğunuzda aldığınız ilk nefes gibi. karanlıklar arasında bir umut. yoğunluklar içerisinde bir demet huzur. boş kahkahalar arasında bir damla gözyaşı. gözyaşlarınızın arasında içten bir gülümseme.

nazım ve brecht'in insanın ruhuna dokunan harfleri, genco erkal'ın yorumuyla ve o muhteşem sesiyle buluşup size ulaşıyor. politika, siyaset, acaba bunalır mıyım diye zihninizi oyun başlamadan önce meşgul eden tüm düşünceler, gökyüzüne gönüllü bırakılmış bir balon gibi elinizden çıkıyor. gözleriniz yaşlı, büyülenmiş şekilde bitmesin istiyorsunuz. bu deneyim bittikten sonra gerçek hayata dönüşünüzü yumuşatacak bir şey arıyorsunuz etrafınızda, bulamıyorsunuz.

genco erkal'ı anlatmak elbette bana düşmez. yılların üstadı öyle büyüleyici ki, gazetedeki ilanları okusa, yine bu kadar kapılırım diye düşünüyorum.

derken tülay günal. ben tülay günal'a nasıl bir kadar geç kaldım? oyun boyunca aklımdaki sorulardan biri de buydu. dizilerde, filmlerde gördüğümüz bu hüzünlü ifadeye sahip kadın, ceplerinden çıkardığı karları merdivenlerin üstünden bırakırken, iki gözüm iki çeşme ağlayacağımı bilememişim. neden bilememişim ki? hüzünlü sesi ve bakışlarıyla şarkı söylesin diye yaratılmış. o hafif kırçıllı sesi insana huzur ve huzursuzluk versin, umut aşılasın diye varmış aslında. keşfedemeyenler derhal keşfetmeli, hayran olmamak elde değil.

bu oyun -tecrübe- hakkında uzun uzun okunan her şiiri metni yazabilirim elbet. ama yazıp da sürprini, havasını, ruhunu, neşesini, hüznünü kaçırmak istemiyorum. bu oyun bulunduğunuz yere gelmişse, kaçırmayın. tek söyleyebileceğim bu.

[Aranağme 16.]

Uzum bir aradan sonra tekrar klavye başına oturdum. O kadar çok anlatacak şey birikti ki hafızamda. Sanki hiç klavye başına geçemesem bile bir şekilde havaya suya üfleyecektim harflerimi. Tatilde herkes plan yapar, ben yazmayı düşler, istediklerimi okumayı hayal eder oldum. Aylar içerisinde yoruldum ama bu yorgunluk, günlük hayat koşturmalarından mı yoksa aklımın bir köşesinde biriktikçe biriken, üzerine su dökülen kağıtların zaman içerisinde hacimlendikçe hacimlenen harflerden mi emin olamıyorum. tekrar klavye başına dönmek, ne güzel şey.

07 Şubat 2017

[İvan İvanoviç Var Mıydı, Yok Muydu?]

Eğer bu yazıyı yazmak yerine tek bir kelimede bu oyunu anlatmak isteseydim "kaçırmayın" derdim. hani sag'de best ensamble ödülü filan veriyorlar ya, bu ekip bu ödülü almalı. oyun o kadar geçişken ki, kostümler, dekorlar havada uçuşuyor, karakterler hem aynı hem farklı şekilde seyreyliyor gözünüzün önünde. ben oyunun kendisini okumadım, metin çok güçlü tabii ama, doğrusu bu set/prodüksiyon algısı da muhteşem bir hava vermiş oyuna. iki perde sürüyor ama tek perde olsa, ara olmasa da devam etsek derken buluyorsunuz kendinizi. ikinci perde geldiğinde fatih koyunoğlu zirvelere çıkıyor, inmiyor. bir şeyler söyleyip de oyunun tadını kaçırmak istemiyorum ama gerçekten görmeniz gereken bir oyun olduğunu söylemeden edemeyeceğim.

izleyin, izlettirin.

derhal.

şu an.

dün.

[Akciğer.]

bu sezon izlediğim güzel oyunlardan biriyle daha buradayım sayın seyirciler. engin hepileri'yi 39 basamak'ta izlemiş ve beğenmiştim ancak nergis öztürk'ü daha önce hiç sahnede izlememiştim. bilimum dizimde kendisini sevmiş benimsemiştim doğrusu. bu sebeple çok merak ediyordum, iyi ki de merak etmişim.

akciğer, bir çiftin dünyaya çocuk getirmek üzere yaptıkları konuşmalardan oluşuyor. spoiler vermeden sanıyorum bu kadarını söyleyebilirim. ama oyunda hiç bir dekorun olmaması, diyalogları iyice ön plana çıkarıyor, mimikleri daha da önemli kılıyor. velhasılı kelam, bu çift konuşurken siz de bir an nefes alıyorsunuz, çoğunlukla kıkırdayıp gülüyorsunuz ve söylenen gerçek verilerle birlikte uzaklara dalıyorsunuz. an gelip de *facepalm* iç çekmesiyle başbaşa kaldığınızda, sanki yan koltuktaki seyirciyle bile bir bağ kuruyormuş gibi hissediyorsunuz. 

doğrusu oyunu izlerken zaman çok çabuk geçiyor. ama karakterlerin hayatı da çok çabuk akıyor, tek yerde durağan kalmıyor. bu özelliğiyle daha önce izlediğim parçacıklar'a benzettim bu oyunu, çok keyif aldım.

hele de sonlara doğru (korkmayın spoiler free konuşacağım) özellikle nergis öztürk ve engin hepileri naçizane fikrimce muhteşem bir oyunculuk şöleni yaşattı hepimize. 

izleyin, izlettirin.

[Kozalar.]

Yılın en beklenen, en bilet bulunamayan ve en kısa oyunu: Kozalar! doğrusu bu oyunun biletlerini daha haberi gazetelere düştüğünden beri arıyordum. ama ne mümkün! ekim ayı biletleri ağustostan bitiyordu adeta, ocak ayı kasımdan itibaren iptaldi. ama en sonunda bileti yakaladım ve balkonda, sahnenin tam karşısından izledim, ooh!

doğrusu ekip başarılı, zaten bu insanlara başarısız demek bana düşmez ama, bence oyun çok da büyütüldüğü gibi dev bir oyun değilmiş a dostlar. tamam, metin ve dekor güzel ama yakın zamanda çok fazla savaş filmi, göçmen buhranı izlediğimden ötürü, benim için biraz yüzeysel kaldı bu konuşmalar, kozalar. metin güçlüydü güçlü olmasına (adalet ağaoğlu tabii, nasıl olmasın?) ama yeteri kadar işlemedi içime, ne yalan söyleyeyim.

dediğim gibi, herkes başarılıydı başarılı olmasına ama, demet evgar'ın dişiliği ile ön plana çıktığı ikinci oyunu, benim gördüğüm. bu durumdan pek haz etmedim doğrusu. bu rol, kendisini daha kötü bir oyuncu mu yaptı? hayır. daha iyi bir oyuncu mu yaptı? ona da hayır. yani bilemiyorum, 39 basamaktan sonra da küçük tatlı sexual innuendo kafaları, oyunun metni ve etrafta salınan ağları düşününce, oyuna katkısı olan bir unsur gibi görünmedi bana.

dediğim gibi, izlediğim en kısa oyun rekorunu bu oyun elinde tutuyor. 45 dakikalık güzel bir oyun isterseniz (konu arka fonda savaş olduğu için boğucu denilebilir) izleyin, bilet bulabilirseniz. ama bu sezon, bu oyundan daha iyi oyunlar izledim, bu da bir gerçek.

[Nefesinizi Nasıl Tutarsınız?]

bambaşka bir dot oyunundan tekrar merhaba. ya da belki de derin bir iç çekiş sesiyle selam olsun. her zaman tanıklık etmemden ötürü beni hep şaşırtacağını bildiğim bu ekibin, beni tekrar şaşırtacağını bekliyordum zaten. ama bu kadarını hayal etmemiştim. oyun hakkında uzun uzun yazılabilir tabii ama çok fazla detay verip sizleri boğmak ve oyunun tadını kaçırmak istemiyorum. şunu söylemek lazım: 95 dakika boyunca daraldım. 96 dakika olsaydı dayanamayacaktım. kasvetli, gergin, umutsuz, telaşlı bir oyundu bu. çok uzak bir gelecek/geçmiş alternatifi değildi. tam tersi, salondaki tüm seyircileri bileğin tutup nefesini kesti. oyuna gitmek istememin sebeplerinin ikisi murat daltaban -dotun kurucusu- ve köksal engür'dü. ama gizem güçlü beni, bizi bitirdi.

eğer kafa dağıtacak, ferah, güzel bir akşam dinlencesi bir oyun arayışındaysanız bu oyundan uzak durun. bunalmaya hazırsanız hiç durmayın, hemen bir bilet alın.

nefesinizin kesilmesi garanti, benden söylemesi.