19 Haziran 2017

[Güneşin Sofrasında Nazım ile Brecht.]

uzun süredir bu oyundan bahsetmek istiyordum. ama bu öyle bir oyun ki, oyun desem değil. dinleti desem, eksik kalır. müzikal desem, hafif olur. öyle bir dünyaya yolculuk ki, sanki denize dalmış, dipteki deniz kabuğunu çıkarmışsınız, son yarım metrede havaya susamışsınız ve yüzeye kavuştuğunuzda aldığınız ilk nefes gibi. karanlıklar arasında bir umut. yoğunluklar içerisinde bir demet huzur. boş kahkahalar arasında bir damla gözyaşı. gözyaşlarınızın arasında içten bir gülümseme.

nazım ve brecht'in insanın ruhuna dokunan harfleri, genco erkal'ın yorumuyla ve o muhteşem sesiyle buluşup size ulaşıyor. politika, siyaset, acaba bunalır mıyım diye zihninizi oyun başlamadan önce meşgul eden tüm düşünceler, gökyüzüne gönüllü bırakılmış bir balon gibi elinizden çıkıyor. gözleriniz yaşlı, büyülenmiş şekilde bitmesin istiyorsunuz. bu deneyim bittikten sonra gerçek hayata dönüşünüzü yumuşatacak bir şey arıyorsunuz etrafınızda, bulamıyorsunuz.

genco erkal'ı anlatmak elbette bana düşmez. yılların üstadı öyle büyüleyici ki, gazetedeki ilanları okusa, yine bu kadar kapılırım diye düşünüyorum.

derken tülay günal. ben tülay günal'a nasıl bir kadar geç kaldım? oyun boyunca aklımdaki sorulardan biri de buydu. dizilerde, filmlerde gördüğümüz bu hüzünlü ifadeye sahip kadın, ceplerinden çıkardığı karları merdivenlerin üstünden bırakırken, iki gözüm iki çeşme ağlayacağımı bilememişim. neden bilememişim ki? hüzünlü sesi ve bakışlarıyla şarkı söylesin diye yaratılmış. o hafif kırçıllı sesi insana huzur ve huzursuzluk versin, umut aşılasın diye varmış aslında. keşfedemeyenler derhal keşfetmeli, hayran olmamak elde değil.

bu oyun -tecrübe- hakkında uzun uzun okunan her şiiri metni yazabilirim elbet. ama yazıp da sürprini, havasını, ruhunu, neşesini, hüznünü kaçırmak istemiyorum. bu oyun bulunduğunuz yere gelmişse, kaçırmayın. tek söyleyebileceğim bu.