29 Kasım 2016

[5 Litrelik Bidon.]

yazın o ufak sahil kasabasına gittiğimde, uğradığım yerlerden biri mezarlık oluyor. ilk gittiğimizde ve dönmeden önce uğradığımız mekanın anlamı yıllar geçtikçe nasıl da farklı bir yere yoğruluyor böyle, aklım almıyor.

daha önceleri hayal meyal hatırladığım aile büyüklerimizi ziyeret ettiğim bu mekan sanıyorum anlamını kaybetti benim için. daha doğrusu, evet, burası bir mezarlık, ama anneannemi sonsuzluğuna uğurladığımızdan beri, mezarlık gibi gelmiyor.

hani filmlerde olur, karakterlerin önünden geçerken ürktüğü yerlerdir mezarlıklar. ya da ağır bir hüznün hakim olduğu, içinde barındırdığı ölümü hatırlatan o hazin havaya rağmen tüm canlılığıyla öten kuşlara yuva olan yerlerdir mezarlıklar. yanından geçerken müzik tamamen kapatılır. içeri girmek için daha başka türlü bir kılık kıyafet lazımdır sanki.

benim için anneannemi ziyaret ettiğim bir mekan burası. not necessarily mezarlık. sanki anneannem artık evlerinde değil de, burada ikamet ediyor. uzaklarda sesimi duyduğunu, beni izlediğini öyle derin-----

ben bu yazıyı yazmaya yukarıdaki gibi başlamıştım. dışarıdaydım ve aklımda olan yazıya başlığı veren konuyu yazmak için klavye başına geçtiğimde kendimi yukarıdaki kelimelerde bulmuştum. göz yaşlarının hücum ettiğini anladığımda yarıda kesmiş, tamamlamak için yapılacaklar listeme, evde yalnız olduğum bir zamana atmıştım. o zamandan beri aklımın bir köşesinde olan bu yazıya geri döndüğümde, geri dönüp tamamlayacak gücüm olmadığını itiraf etmeye karar verdim.

evet, o mezarlığa gittiğimde anneannemi başka bir formda ziyaret ettiğimi hissedip, sanki onun huzurunda, taşındığı bir başka evde gibi hissediyorum. akşam üstünde kabrindeki çiçeklerin üstüne düşen akşam güneşi, ben mario oynarken yan koltukta oturan anneannemin yanına düşen güneşi anımsatıyor. koltuğun o köşesi hala soluk renkli, artık ekranda mario oynarken parlamasın diye perdeyi çekmek için kalkmıyorum, ne mario kaldı o evde, ne de anneannem, dedem. hayalet bir şehre girermiş gibi bir korku. gelmeyeceklerini biliyorum, korkum bir an için odadan çıkacaklarını düşünüvermek. içim acıyor. giremiyorum.

1,5 litrelik su şişeleri toplu aile masalarında, soğuk su olsun diye dolaptan çıkarılan şişelerdir, damacanada su bittiğinde idareten alınan şişelerdir. 0,5 litrelikler el altında, bakkal tezgahında, gün içindeki koşturmaca esnasında aldığın bir nefes, bir yudum candır. 5 litrelik bidonlar mezarlıklar sulansın diye mi kullanılır hep? yoksa artık ben büyüdüm de başka bir yerden gördüğüm için mi düşünüyorum?

bilmek istemiyorum, bilemiyorum, bilmiyorum.

bitsin bu yazı. canımı çok yaktı, bitsin artık.

12 Ekim 2016

[Mariah Carey The Sweet Fantasy Tour - 18 Nisan 2016 Zürih.]

yıllardır takip ettiğin bir sanatçıyı en sonunda canlı izlemenin heyecanı şu dünyada çok az şeyde var doğrusu a dostlar. çocukken dayımın doldurduğu karışık kasetlerden birinde dinlediğim my all şarkısıyla hayatıma ilk kez giren mariah carey'nin sesine ne kadar da hayran olmuştum. aynı yıllarda #1 isimli albümünü yine dayımdan almıştım da sayısını hatırlamadığım kadar dinleyip, aslında ingilizce bilmezken şarkıları ezberlemiş, büyüdüğümde sözlerin anlamını öğrendiğimde saygım daha da artmıştı. kusursuz bir ses var mıdır bilemiyorum ve benim bu konuda bir otorite olmadığım bir gerçek. ama mariah carey'nin sesinin angelic olduğunu söyleyebilirim rahatlıkla. hiç efor sarfetmeden insanın kulağının pasını silen bu sesi glitter filminde de takip etmiş, kendisinin zor zamanlarında elim yüreğimde dergilerden takip etmiştim olanları. o zamanlar internetten istediğimiz şeye ulaşmak bir yana, internet yoktu, erişim yoktu, yani velhasıl yoktu da yoktu. zaman geçtikçe tek isim olan mariah carey'nin tahtı sallandı demeyelim ama yeni rakiplerin çıkmasıyla o tek isim dönemleri sona erdi. ama sesiyle yardıran bu minyon kadın, gönüllerin en harika sesi olarak tabii ki dinleme listelerimden bir an bile çıkmadı. vh1'la hayran olunmaya devam edildi, aretha franklin'le söylerken alçak gönüllülüğü takdirle karşılandı, sex sells imajının ardındaki sesten vazgeçilmedi efendim.

derken gün oldu devran döndü ve ben 2016 yılının ilk gününde e-mailime gelen bir maille yerimden fırladım. mariah carey dünya turnesine çıkıyordu! derhal biletimi alıp otelimi ayarladım, vizeye başvurdum ve valizimi yaptım. 1 yıllık isviçre maceramda hiç zürih'i gezmemiş olmamın şaşkınlığı ile bir araya geldik ve düştüm yollara.

konser.

konsere tabii ki setlisti çalışarak gittim. ama aslında listeyi gördüğümde çalışmama gerek olmadığını anladım. kabul ediyorum, 6. şarkı ve 7. şarkı setini bilmiyordum ama çok da umursamadım, zira bu şarkılar dışında tüm şarkılarını biliyor olmak bir yana, zaten #1 albümünden beri hazırlanmıştım adeta. işaretlediğim şarkılar o albümden. dolayısıyla biraz olsun ne kadar mutlu olduğumu tahmin edebilirsiniz diye tahmin ediyorum.

1) Fantasy 
2) Emotions
3) My All
4) Always Be My Baby
5) I'll Be There
6) Touch My Body
7) I Know What You Want – Obsessed - It's Like That - Shake It Off – Loverboy
8) Heartbreaker
9) Against All Odds
10) One Sweet Day
11) When You Believe 
12) Hero
13) We Belong Together
14) Without You
15) Butterfly (Outro)

şarkılar başlayıncaya kadar o anın gerçek olduğuna inanmıyordum doğrusu. ne zamanki diva sahneye çıktı, herşeyin ayırdına vardım. ben şu hayatta en sevdiğim şarkıcılardan birinin konserindeydim.

mariah carey sahneye tam bir diva olarak geldi. ama pretense diva değil, effortless diva'ydı, gerçekten. etrafındaki insanlara baby cake diye seslenmesi yapmacık değildi, kendisiydi ve siz izlerken bunu içtenlikle hissediyordunuz.

derken emotions çalmaya başladı. tanrım o nasıl bir mutluluktur? albümlerde dinlediğim o angelic ses karşımda söylüyordu! hiç değişmemişti ve dahi nasıl değişmemişti diye de düşündürüyordu! derken my all geldi, içimden bu şarkıyı da duydum ya artık ölsem gam yemem dedim. bu şarkı sadece bir konser anı değildi de ilk gençlik yıllarımın aşk şarkısıydı işte. derken always be my baby geldi. arka fonda çocuklarının videoları vardı. yıllar geçmiş ve sevdiğimiz o minyon ve sesiyle büyüleyen kişi anne olmuştu, gözlerim doldu. ben bu kalp çarpıntısıyla tüm konseri pür dikkat izleyip ayakta eşlik ederken sahneye trey lorenz'i davet ettiler. koltuğa oturdum. heyecandan. klibini izleyip bu ses ne güzel dediğim adam da sahnedeydi! biraz mola verdik, hareketli şarkıları hızlıca geçip klasiklere geri döndük. against all odds yerini boyz II men'den birinin sahneye çıktığı one sweet day'e bıraktı. bu insanların kısacık bir şarkıda konuk olduğu anda içimden neler geçtiğini keşke görebilselerdi... çocukluk hayaline kavuşmanın yorgunluğu tatlı bir sarhoşluk vermedi desem yalan olur. derken divadan muhteşem bir hareket geldi. sesi titreyerek onu andı ve whitney houston görüntüleri eşliğinde when you believe'i söylemeye başladı. o an o kadar kusursuzdu ki, eğer biraz bekleyip bir es sonra sözlere girdiğini duymasaydım, albümden söyleniyormuşçasına bir aynılık, bir kusursuzluk havada uçuşuyordu sanki. o anın üstüne sadece ve sadece hero yakışırdı zaten. o noktada ben koptum gittim zaten. gerçeklik ve yılların hayranlığı birbirine karıştı, çok da canlı olmayan seyirci kimin umrunda, gözlerim dolu dolu izledim karşımdaki olağanüstü manzarayı. we belong together comic relief'i without you'ya bağlandığında artık konserin bitmek üzere olduğunu biliyordum. neredeyse 1,5 saat olmuştu, belki bir başka konsere göre kısaydı ama değildi aslında. sevdiğim her şarkı söylenmiş ve o sesin gerçekliğine tanıklık edilmişti. daha ne olsundu? butterfly ile yavaşça salondan çıktım ve huzurlu uykulara doğru odama gittim. 

zürih bahane ama mariah carey konseriydi harika dostlar. dream come true. herkese kısmet olsun inşallah! benim bir sonraki dileğim barbra streisand ve christina aguilera. belki buraya yazarsam totem olur da bir dünya turuna da onlar çıkar!

[Victoria.]

ay bu diziye tabii ki jenna coleman için başladım!

clara'nın doctor who'dan çıkmasıyla birlikte tabii ki her sevdiğim companion gibi takip eden işlerini takibe aldım ve derken karşıma victoria çıktı.

ingiliz yapımı, itv'de yayınlanan bu 8 bölümlük dizi o kadar çok seyircinin ilgisini çekmiş ki, kanal ikinci sezon için uzattı, iyi ki de uzattı. meğer ben ne çok özlemişim ekranda clara'yı görmeyi!

dizinin ilk 3 bölümü biraz yavaş ilerliyor, victoria'nın tahta çıktığı zaman yaşının çok küçük olmasından kaynaklanan deneyimsizliği etrafında dönüp duruyor hikaye. lord m'e beslediği tatlış duygular bir yana, kraliçe olmanın ağırlığı henüz kendisine gelmemiş vaziyette.

sonrasında albert geliyor hayatına. ay albert, çok yakışıklı değilsin ama gönlümü kazandın. nasıl bir gelecek öngörüsü, nasıl bir nezaket, nasıl bir detaycılıktır bu? 1.57 ama dev gönüllü victoria kraliçemize de senin gibi bir prens yaraşır, bravo!

albert'in gelişinden sonra victoria'nın olgunlaştığı dönemlere giriyoruz. görevinin temsil ettiği konuları kendinden bile üstün tutan sevgili clara'mız gönülleri fethediyor da fethediyor.

çok fazla spoiler yazmak istemiyorum ama çok çok mutluyum bu diziye başladığım için. önce 2 bölüm izledim. sonra 2 bölüm daha izledim. son 4 bölümü ise bir solukta izledim. eğer tarihi dizilere merakınız varsa (ya da good old clara'yı özlediyseniz) takip edin kaçırmayın derim. tabii beklentileri the borgias ya da rome seviyelerine çekmemekte fayda var zira bu biyografik bir hikaye ama dediğim gibi, izlemeye değer.

ikinci sezonda da bu heyecanını koruyabilmesi dileğiyle.

dayanamayacağım ve doctor who hakkında biraz spoiler'a gireceğim şu an.
.
.
.
.
.
.
.
(bu yazıyı kapatmadan önce söylemek istediğim son şey: bari dedim yazarken face the raven dinleyeyim ve clara'ya ilişkin hoş bir nostalji olsun, ne de olsa biliyorum ki sezon finalinde taşlar yerinden oynadı. dinleyemedim. yüreğim kaldırmadı. hala çok can yakıyor, sindiremiyorum. penny dreadful finalinin ötesinde, closure olmaksızın, öyle ortada kalıveren sonu içim almıyor resmen. mesela rueful fate of donna noble'da böyle olmamıştı, çünkü donna'yı ailesiyle bırakmıştım. ya da doomsday'de rose tyler için böyle içim acımamıştı. dediğim gibi, karakterler baki değil, kötü son yaşamayacaklar diye de birşey yok ama en azından güzel yazılmış sonları hak ediyorlar. tekrar teşekkürler moffat, yıkıp geçsen de "düzelttiğin" için. her zaman binlerce kez teşekkürler murray gold. senin notaların olmasa bu kadar bu diziyi sever miydik, emin değilim.)

11 Ekim 2016

[Masters of Sex S4E1-5.]

ilk sezon hem konusuyla hem karakterleriyle bambaşka bir deneyim sunan bu güzel dizi, bir sonraki sezonunda biraz olsun  yavaşlasa ve üçüncü sezonunda az biraz seyirci kaybetse de gururla söylüyorum ki beni hiç bir zaman kaybetmedi, iyi ki de kaybetmemiş.

yepyeni sezonda birkaç bölüme geriden gelsem de hemen yakaladığım masters of sex dördüncü sezonunda inanılmaz bir başlangıç yaptı bence. maalesef en underrated dizilerden birisi olarak kaldı ama tekrar söylüyorum, inanılmaz bir dizi, dördüncü sezonu için tüm beklemelere değer.

bill. bıraktığımız son noktada dağılıp giderken kaldığımız yerden parçaları toplamaya başladık. onun virginia'ya olan aşkı -ya da hastalık, tutku mu demeliyiz- işine olan sevgisi derken derken hepsi darmadağın olunca kendisine dönüp bazı sorunları çözümlemeye çalışan, hatalarını kabul eden bir bill gördük karşımızda, ki bu beni çok mutlu etti. adeta shameless'ın fiona'sı gibi kendi ayakları üzerinde durmaya devam etmesi en büyük temennim. aa meeting'de the perfume that lingers after she leaves the room konuşmanla beni bitirdin bill. alacağın olsun.

virginia. geçen sezonlarda bill'i izlerken gıcık olurdum, bu sezon virginia'ya biraz gıcık oldum. yaptığı, yaşadığı ve sebep olduğu şeyler değil de bu kadar yalan dolan içerisine girme ihtiyacı hissetmesi biraz soğuttu doğrusu. bill'in abusive father hikayeli hastasına karşı yardım ederim tabii deyişiyle her mevzuları baştan çözen kadın rolüyle yine kendini toparladı diye düşünüyorum. heffner'la sohbetleri de ayrıca gülümsetti. bravo sana heffner'ı oynayan adam, resmen gençliğini gördüm.

betty. mutluluğunu en çok istediğimiz karakterlerden biri olmasıyla beraber sarah silverman kalbini kıracak gibi hissediyorum ama umarım öyle olmaz. çünkü en ince detaylara dikkat eden ve tüm herkesi organize edebilecek kadar akıllı bir karakter mutsuz olursa orta yerimden çatlarım. 

libby. karakter gelişiminin tanımı olarak libby'i koymak lazım. beni her sezon şaşırtan, her sezon kendini aşan libby ve avukat bey mutlu mesut olsunlar istiyorum. you are not dead cümlesine but i'm forty diyen libby içtenliği ile hepimizi fethetti bence, umarım önünde güzellikler bulur, güncellemeleri sezon ilerledikçe yapacağım, hiç üzülmeyin. dipnot: virginia'yla meant to be'siniz dediği an ben bittim a dostlar. ne acı, ne tatlı bir sahneydi o öyle.

yeni gelen karı koca doktorlar. keys & coats bölümü güzel bir bölümdü doğrusu, ama doğrusunu söylemek gerekirse beni pek sarmadı bu çift. amaçları ne merak ediyorum ama bir yandan da etmiyorum aslında. virginia-libby-bill sarmalı o kadar güzel ilerliyor ki, merakımı bu sarmala harcamak varken başka şeylere dağıtamıyorum, elimde değil.

bakalım sezonun geri kalanı bize neler getirecek, heyecan dorukta!

[Bunu Ben De Yaparım!]

dot'un geçen yıldan takip ettiğim ve en sonunda kavuştuğum bir başka oyunu ile başbaşayız sayın seyirciler. ibrahim selim enfes bir oyunculukla hepimizi selamlıyor adeta.

bir saatlik bu oyun hem güldürüyor, hem ağlatıyor ama hep heyecanla takip ettiriyor kendisini.

konusunu anlattığım anda tadını kaçıracak bir oyun olmasına rağmen gerçekten vurucu yorumlarla, insani ilişkilere dair son derece çıplak bir tasvirle ve sizi düşünürken bırakan metniyle oyun çok keyifli, tekrar söylüyorum ibrahim selim çok ama çok iyi!

kendisiyle güllerin savaşı'ndan çok önce kesişmiş yollarımız iyi ki tekrar kesişti ve daha fazla geciktirmeden bu ödüllü oyunda buluşturdu bizi.

izleyin, izlettirin a dostlar!

[Son Zenne.]

soluksuz bir oyun.

kahkaha atarken soluğunuz kesiliyor, sinirden çıldırdığınızda soluğunuz kesiliyor, üzüntüden soluğunuz kesiliyor.

yarkın ünsal sahneye girdiği andan itibaren etrafına ışık saçıyor, hikayesini dinlemek için can atıyorsunuz ve birden bire onun bodrum katındaki odasına konuk oluyorsunuz. perdesinin arkasında ne olduğunu bilmediğiniz anlarda bile sanki içten içe biliyorsunuz. ümitleri, hüzünleri, kahkahaları ve gözyaşlarıyla o oda başınızı döndürüyor. en önden izleme şansını yakaladığım için gönül rahatlığıyla söyleyebilirim ki bu oyun için kan ve ter dökülüyor. soluk soluğa köşesine çekilip kekelediği o anlarda boncuk boncuk damlayan terler, duvara fırlatıldığında yerden yere sürüklendiğinde bacağını çarptığı yerden sızım sızım akan kan insanın kanını donduruyor, büyülü bir hayranlık evrenine alıyor. tek kelimeyle muhteşem. görmenizi tavsiye ederim, kendisinin oynadığı her oyunu bundan sonra gözüm kapalı takip ederim.

oyunda yarkın ünsal'a sevtap özaltun eşlik ediyor. kendisini ulan istanbul'dan hatırlasam da esas çıkışını fatmagül'ün suçu ne dizisinde asu olarak yaptığını söylemek yalan olmaz bence. doğrusu biz oyunu yarkın ünsal'ın performansını görmek için heyecanla yakalamıştık ama hakkını teslim etmek lazım ki sevtap da başarılı. daha doğrusu, önceden oynadığı şehirli şuh modern kadın imajının altından bu köylü kızını çıkarmak kolay olmasa gerek. eğreti durmadı bence, başarılıydı. gözlerini kocaman açıp masum bakışları bizi bitirdi. hayat ne kadar adaletsiz dedirtti. onun öyküsü bizi şaşırtmadı ama yine de sevdik kendisini, emeğine sağlık.

en sona en gıcık olduğum insanı sakladım tabii ki. cansu fırıncı. how i hate him. kendisi kırgın çiçekler'de "kemal'im yapmaz" rolünde beni bir sezon boyunca zıvanadan çıkardı, burada da tam gaz devam etti. tabii bu yorumlarımdan ne kadar başarılı bir oyuncu olduğunu çıkardığınızı düşünüyorum, zira elim hala kendisi hakkında iyi bir şey yazmaya gitmiyor. oyunun baş kötüsü, kendinden nefret ettiren, bir an sahneye çıkıp saçını başını yolmak istediğiniz karakter. emeğine sağlık.

velhasıl kesinlikle izlemenizi öneririm. iki saatlik bir macerada güleceksiniz, gözleriniz dolacak, öfkeleneceksiniz. tadınız kaçacak. çıkışta eve gitmek istemeyip birşeyler içmek, soluklanmak isteyeceksiniz. ama bunların hepsine değer, göreceksiniz.

[Bütün Kadınların Kafası Karışıktır.]

bu oyunu izlemeyenlerin acilen izlemesi gerekli zira çok komik!

kadıköy'de beşiktaş'ın şampiyonluğunu ilan ettiğimiz günde yakaladığım bu oyunu hiç unutmayacağım dostlar, gözlerimden yaşlar gelerek güldüm doğrusu!

konunun çok fazla detayını vermeden söylemem gerekirse, intihara meyilli deniz çakır, komşusu şebnem sönmez ve komşusunun temizlikçisi zeynep kankonde arasında geçiyor çoğunlukla bu oyun, arada İpek Türktan Kaynak da şenliğe katılıyor. kadınlar, hayata bakış açıları ve zor anlar karşısında sergiledikleri tavırları hakkında çok eğlenceli bir oyun olmasının yanı sıra, bazı bazı vurucu cümleleri de bulunuyor.

bence tam bir absürt komedi zira alkolün etkisiyle komikleşen kadınların hallerinin yanı sıra, hiç yan yana gelmeyecek karakterleri muhteşem bir şekilde yan yana getirmesinin verdiği bir kahkaha halinin önüne geçemiyorsunuz. oyunun o an size görünür hikayesinin yanı sıra bir de arka fonda inceden inceye anlattığı bir hikaye var ki, sanki oyuna ikinci kez gitsem giderim gibi bir hissiyatla doluyorum desem yalan olmaz.

dediğim gibi, izlemekten asla pişman olmayacağınız, sadece "kadın oyunu" olmanın dışına çıkmış, eğlenceli, sorgulayan, zamanın su gibi akıp geçtiğini gösteren bir oyun bu oyun. bu muhteşem oyuncuları bir arada görmek fırsatını kaçırmayın, pişman olursunuz sonra!

[Stranger Things Post Season 1.]

bu diziye başlamak için büyük bir heyecanım yoktu ama herkes başlayıp övünce dayanamadım izledim, pişman da değilim.

dizi daha korkunç olur diye düşünerek başlangıcı biraz geciktirsem de, çok korkmadığımı söyleyebilirim. çocuğu kaybolan anne rolünde winona ryder devlercesine bir performans sergiliyor desem abartmış olurum ama bence gerçekçilik sınırları içerisinde çıldırmanın eşiğine gelen bir anne rolünün altından başarıyla kalkmış.

kaybolan çocuğun arkadaşlarının her biri çok tatlı. inanılmaz güzel bir casting olmuş ve bu ufak genius çocuklar yetişkinlerden daha çok bilgiyle bizi aydınlatarak kahramanlarım oldular. doğrusu bazen çocukların hayal güçleri daha geniş ve sınır konulmamış olduğundan hep böyle öngörü gerektiren konularda daha başarılı olduklarını düşünmüşümdür, bu dizi bu konsepti çok iyi ele almış.

eleven. bayıldım sana ya! bu minnoş kız saçlarını kestirmek istemeyince mad max fury road'daki charlize theron'u göstermişler, bak harika olmuş değil mi diye, kızımız öyle saçlarını kestirmiş! bu küçük detaylar bir yana o jean grey-vari yeteneğine hayran oldum -iyi ki böyle yeteneklerimiz yok neyse ki- ve yüzündeki o donuk ifadeyi de takdir ettim. bu çocuğu bence gelecekte daha iyi yerlerde göreceğiz, heyecanla bekliyorum. sezon finali vay anam vay dedirtti, dilerim diğer sezonlar ve diğer işleri de böyle dedirtir diye ümit ediyorum.

kaybolan çocuğun abisi/eleven'ın kaldığı evin ablası. ay bu ikili girdikleri ağaç kovukları yüzünden yüreğime indiriyordu! kendilerini beğendim. doğrusu outcast bir çocukla popüler bir kızı yan yana yazmak fikri çok yenilikçi değil ama dizinin 80ler havasına çok yakışmış, bravo.

takip edin, izleyin, pişman olmayacaksınız a dostlar!

[Suits Post Season 6.]

ne ara bu dizinin beşinci sezonu hakkında yazmayı atlamışım da biz ne ara 6. sezona kadar gelmişiz, doğrusu şaşkınım! her sezon ben bu diziyi bırakırım kesin desem de  yine bir sezonu da daha tamamlamış olarak karşınızdayım sayın seyirciler.

bu sezonu gerçekten isteyerek izledim ama, onu söyleyeyim. mike'ın hapse girmesi içimin yağlarını eritti, harvey ve jessica'nın neredeyse dibe vuracak olması ayrı bir heyecan uyandırdı bende. sürekli son dakikada bir bomba patlatıp kurtulan bu insanların biraz burnu sürtüldü de fena mı oldu soruyorum sizlere.

mike/rachel ilişkisi her zaman söylediğim gibi hiç ilgimi çeken bir ilişki değil ve bu sebeple kendileri hakkında çok yazmak istemiyorum. ama tabii bu sezonun merkezinde bu ilişki çok da yer edinemedi zira ayrı gayrı kaldılar. dolayısıyla sanki biraz olsun nefes alma imkanımız oldu. jessica ve rachel'ın ciddi bir iş yaptıklarını, bir adamın hayatını kurtardıklarını izledik ki, bence güzel bir hikayeydi.

donna. maalesef donna bu sezon elbiseleriyle salınarak ofiste yan komşularıyla flörtöz bir bakışma silsiles dışına çıkamadı. kendisini çok seviyoruz ve spinoff olsa bu diziyi bırakıp sadece kendi dizisini izleriz ama bence artık bu karaktere bir derinlik vermelerinin vakti geldi.

louis. ay bu adam aşık oldu daha mutlu olabilir miyiz derken içine düştüğü garip ilişki hali hepimizi gerdi. ama louis yine kendini aşaraktan öyle bir karar verdi ki hepimizi şaşırttı desem yerinde bir tespit olur bence. neyse ki görmekten çok korktuğum donna/louis ikilisine tanık olmadan sezonu tamamladık, haydi hayırlısı.

harvey. yine hiç bir derinlik alamadığımız harvey kararkterinden selam olsun. bu sezon kendisiyle ilgili en güzel detay anne tablosuydu. biraz daha eski hikayeleri derinleştirseler sanki daha çok seveceğim ama olmuyor, bir türlü eskilere gidemeyip sadece harvey'nin savcılık dönemi referanslarıyla beni çıldırtıyorlar.

jessica. spoiler vermeyeceğim ama vay anasını sayın seyirciler. öteki sezon derin bir merak uyandırmadı bende. bunda senin payın var mı pek de kestiremiyorum doğrusu ama en havalı kıyafetleri giyen ve gücünün doruğunda her konuya soğuk kanlı bir şekilde yaklaşıp mevzuyu tek hamlede çözen kadın karakterleri görmeyi çok seviyorum televizyon ekranında. dilerim jessica'nın yaptığı tercihler daha da güzel günler getirir kendisine.

devam eder miyim belli değil ama takip edilesi bir dizi sayın seyirciler.

[Peaky Blinders Post Season 3.]

efendim bu diziye sonradan başlayıp hemen yakalamayı başardım. altışar bölümlük 3 sezonda neler neler oldu anlatsam inanmazsınız. en başlarda bahisçilik ile başlayan bu küçük mafya ailesinin serüveni adeta saraylara, köşklere uzanıyor da heyecanla takip ettiriyor kendini. üstelik dizi sadece kendi karakter hikayelerinin ötesinde irlanda ve dahi milliyetçilik konularını da ele alıyor, güzel noktalarda kesişerek insanı heyecanlandırıyor.

tommy shelby insanı kendisine aşık ediyor, korkutuyor ve karşı konulmaz bir çekim kuvvetiyle etkisi altına alıyor. normal koşullarda bu çok da yakışıklı olmayan adam dünyanın en havalı adamı rolünde, arka fondaki muhteşem müzikler eşliğinde aşık olmayı kabul ettikçe eriyip gidiyorsunuz, benden söylemesi.

üstelik dizide bir de bonus var: aunty polly rolünde madame kali -helen mccrory- oynuyor! penny dreadful'un bittiği günlerde bu diziye başlamamın sebeplerinden birisi de kendisi. burada dünyanın en havalı en güçlü kadını rolünde ama bir yandan kendisinden korkmaya devam ediyorum doğrusu.

bakalım bir sonraki sezon neler getirecek bizlere, takip edelim ettirelim dostlar.

[Penny Dreadful Post Season 3.]

aylar sonra yazacağım ilk yazının özellikle penny dreadful hakkında olmasını istiyorum. hala üstesinden gelemediğim, bitişini sindiremediğim, zirve bölümlerini unutamadığım ve öyküsünü hayranlıkla andığım bu harika dizi hakkında ne yazsam boş  gibi gelse de, bazı güzelliklerin yazıya dökülmesi şart.

bu dizi hakkında eski yazılarıma baktığımda her zaman post season 1, post season 2 diye yazdığımı gördüm. demek ki ben bu diziyi soluksuz izlemişim, mecalim kalmamış ve ancak bittikten sonra geriye dönüp olayı irdelemeye çalışarak yazmışım. nasıl böyle olmasın ki?

üçüncü sezon başladığında biz kendimizi bambaşka bir vanessa ives ile bulduk. evlerden çıkmıyor, yemek yemiyor, perdeleri açmıyor, tabiri caizse yaşamıyordu. malcolm'un ethan peşindeki amerika macerası hiç ama hiç ilgimi çekmemekle birlikte, ms. ives için içimin parçalandığını söylememe gerek yok herhalde. neyse ki mr. lyle bu konuya bir el attı ve vanessa'yı bir doktora gitmeye ikna etti. üstelik doctor'umuz geçen sezonun cut wife'ı muhteşem patti lupone'du!

uzun lafın kısası vanessa ve sewing konuştular, anlaştılar ve vanessa hayata başka bir yönden bakmaya karar verdi. yani bütün belalar büyüler canavarlar şeytanlar illa bu kadını bulmak zorunda mıydı? önce herşey hiç yapmadığın bir şey yap önerisi üzerine müzeye gitmekle başladı, devamı da çorap söküğü gibi geldi sezonda. bu sezonun kötüsünün dracula olduğunu anladığım an düşüp bayılacaktım. tabii kim dracula kim değil diye dev bir spoiler vermek istemiyorum ama yani pes. gerçekten vanessa'nın mutlu olması bu kadar mı zordu diye sormadan yapamıyorum. şimdi vanessa'yı tam bu noktada bırakıp diğerlerinden bahsedeyim.

victor bu sezon lily'nin ardından depresyonda bir aşık rolündeydi. ama yine de yeni hikayemiz ve hatta temamızın sahibi dr. jekyll kankasıyla kafayı lily'i "iyileştirmeye" taktı. onun o umut dolu bakışları ve korku/şefkat karışık heyecanı ardında seyirci olarak öldük bittik a dostlar.

lily'nin ise ölümsüz bir savaşçı olup tüm kadınları organize ederek erkeklerden intikam alma oyunu dorian'ı biraz baymış olsa da, bu karakterin geçmişine dair bilgiler elde ettiğimiz, dev monologlu efsane anlara tanık olmadık desem yalan olur. yanlarına aldığı ilk kız da damla sönmez'e ikizi kadar benziyordu bu arada, söylemeden edemeyeceğim.

dorian hayranlık ve kıskançlık içinde lily'i izledi izledi ve en sonunda bombayı patlattı: "yıllardır aynı şey olup biterken herkes sıradışı bir şey yaptığını sanıyor, hiç farkınız yok." işte o an ölümsüz olmak ne demek diye düşündüm. ölmemek değil sadece, alışmak, sıkılmak, kaybetmek ama kazanmaktan da yorulmak belki de. ne zor bir hediye...

the creature... bu sezon beni bitirdi. kutuplardaki gemi ambarından fabrika çıkışında ailesini aramasına, yaptığı tahta oyuncaklardan karanlıklarda yüzünü saklamasına beni bitirdi bu adam. sen ne harika birisin, sen ne güzel yazılmış bir karaktersin, kelimelerim yetmiyor.

derken o bölüme geldik: season 3, episode 4: "a blade of grass"

hayatımda izlediğim en çarpıcı dizi bölümü. sinematki bir deneyim. olağanüstü oyuncular. olağanüstü bir metin. yalnızlığın ortasında günün kim bilir hangi saatinde... bu nasıl bir bölümdü, hala düşündüğümde aklım almıyor. her öğrenciye izletilsin, herkes görsün, öğrensin, işini böyle yapsın istiyorum. ödül vermek bir yana, sımsıkı kucaklamak istiyorum her iki karakteri de. silahlar çıkarıp saldırmak, ağlaya ağlaya sarılmak ve herşeyin geçeceğini söylemek istiyorum. bu diziye başlamayı düşünen yok mu orada? başlasın. bu bölüme gelsin ve onunla da kucaklaşalım, hayal kırıklığı, yalnızlık ve dahi terk edilmişlik, zor zaman dostluğu ve bambaşka bir safi aşk karşısında saygıyla eğilelim.

john logan. dizinin yazarı yaratıcısı herşeyi. sondan bir önceki bölüme geldiğimde (evet neler olduğunu söylemeyeceğim) neler olduğunu anlamak için sezonun uzatılıp uzatılmadığı ile ilgili bir ipucu aradım. bu hususa dair haberi aldığımda neler olacağını öyle iyi biliyordum ki...

buradan sonra spoiler var, lütfen izleyecekseniz devam etmeyin, daha ufak bir yazıyla yazıp spoiler bittiğinde normal boyutlara döneceğim ve sizi haberdar edeceğim. aşağı doğru inebilirsiniz.

.
.
.
.
.
.
.
sanıyorum ikinci veya üçüncü bölümün sonunda sweet'in dracula olduğunu öğrendiğimde kaçınılmaz sonu anlamıştım. vanessa ona aşık olacaktı ve yine kalbi kırılacaktı. seward'ın dediği gibi yanlış insanlara kapılan bu huzursuz ve lanetli kadın yine karanlık bir evin odasında açlıktan öleyazıp, çilesini dolduramadan acı çekerek hayatını sürdürecekti. ama dizi öyle bir ters köşe yaptı ki, son haftayı beklerken meraktan çatlayacağımı hissettim. son bölümden bir önceki bölüm sweet'in yanına onu öldürmeye giden vanessa artık sevilmek, olduğu gibi kabul edilmek ve mücadele etmemek istedi. dracula'ya kendini sunduğunda iki ihtimal var dedim: ya ethan vanessa'yı çilesinden kurtarmak için öldürecek ya da biz dördüncü sezonda vampir vanessa'yla kapışan Catriona Hartdegen (havalı bir karakter ama maalesef hikayesinin öncesi ve sonrasını öğrenemedik) ve diğerlerini göreceğiz. ama her iki ihtimal için de wolverine vs. phoenix tadında bir bölüm vardı aklımda. vanessa vampir kraliçe olmuş da dracula'nın yanında yardırıyor. yarı yarıya yanıldım ama yine de daha fazla yanılamazdım. son bölüm başladığında vanessa'yı büyük bir pişmanlık içerisinde solgun yüzü ve mutsuz bakışlarıyla bulduk. ne all mighty vampire queen olmuştu, ne de vanessa ives'ın metanet ve gücü kalmıştı. bölüm sonunda ethan'dan kendisini öldürmesini istediğinde içimde bu harika karakterin ölümünün acısı yerini bu harika yazılan yaratılan dizinin (selam olsun sana john logan!) zamansız bitişinin kederine bıraktı. yerli yersiz dizilerin sezonlarca uzatıldığı, sündürüldüğü bir dünyada john logan hikayesini kısa kesmeye karar vermişti. -çünkü o bir john logan'dı- bir daha böyle güzel yazılan ve karakterlerinin başlangıç ve sonuna dair muhteşem bir yol izleyen, seyirciye istediği her cevabı sunan bir dizi ne zaman gelir diye düşündüm, zihnimin vanessa ives mezarlığına bir demet mis kokulu sümbül bıraktım.
.
.
.
.
.
.
.
spoiler sonu, devam edebiliriz.

ekim ayının başındayız, hala da sindiremedim bu dizinin bitişini. bunun yerine eva green'in tüm filmlerini takibe alıp bitirmeye çalışıyorum. bayan peregrine'in tuhaf çocuklar için evi romanını okuyorum mesela, filmde alma'nın ağzında vanessa'nın cümlelerinin çıkmasını kolluyorum. atarlı ifadelerde vanessa'nın azmini yakalıyorum. hayatta duyduğum en ayıp betimlemenin "bond kızı" olduğunun ayırdına varıyorum bu süreç içerisinde.

artık tek dileğim var: bir gram dizi piyasasına gönül vermiş biri varsa allah aşkına şu kadına bir ödül versin, yoksa gerçekten çatlayacağım.

izleyin, izlettirin dostlar!

[Aranağme 15.]

En son yazdığım yazının üzerinden 7 ay geçtiğine inanamıyorum! bu 7 ay içinde neler neler izledim, neler neler düşündüm, şimdi geriye dönüp bir listesini hatta sorgulamasını yapma vakti. zihnimin sesleri ve zaman birbirini bu hafta yakalayacak diye düşünüyorum, haydi bakalım hayırlısı!

28 Mart 2016

[Brooklyn.]

saoirse ronan'ı ilk tanıdığım film: kefaret. nefret nefret nefret etmiştim. o kadar iyi hatırlıyorum ki! işte o zamanlardan bu zamanlara brooklyn filmi ile yeniden oscar adayı oldu.

film irlanda'dan amerika'ya göçen bir kızın hayatı aslında. ablası ile mektuplaşmaya devam ederken, evini nasıl özlediğini, nasıl yabancı hissettiğini ve tanıştığı bir çocukla nasıl hayata tutunduğunu görüyorsunuz. daha ilk dakikalarda gemide yolculuk yaparken ona destek veren ablamıza helal olsun diyerek izliyorsunuz filmi.

gurbette olmanın ülkesi, dini, dili yok gerçekten. bence bu hususu güzel bir yansıtan bir film olmakla birlikte, iki aşka arasında kalış açılımına çok derin değinememiş. ama yine de 'ideal aday' ve gönlünün olduğu kişi arasındaki, ideal adaya olan meyillenme sorunu çok güzel anlatılmış filmde.

tabii benim gurbet hikayem var ama göçmen hikayem olmadığı için sonunda belki de o kadar etkilenmedim ama kendimi başka insanların yerine koyduğumda sundance film festivalinde neden bu filmin ayakta alkışlandığını görebiliyorum.

saoirse'nın her geçen yıl daha güzel filmlerde ve tam gaz bir yetenekle karşımıza çıkmasını diliyor, bir gün oscar'ı eline aldığı ana da tanıklık ederim inşallah diyerek sözlerimi noktalıyorum burada. bu kadar zarif, her tarzı taşıyacağını gözlerinden gördüğünüz kişilerin ödül almasını beklemek ne tatlıdır, öyle değil mi?

dipnot: kendisi irlanda'lı. adı "seer-sha" olarak telafuz ediliyormuş, bu telafuzu irlanda'dayken kullanıyormuş. ama kuzey amerika'da "sur-shuh" olarak telafuz edilirmiş ismi. bu karambolü de açıklayarak bir amme hizmeti gerçekleştireyim dedim.

[By the Sea.]

brad pitt'i severim. angelina jolie'yi severim. bu çifti ayrı bir severim. dolayısıyla 10 yıl sonra film çektiklerinde bir görev bilinciyle filmlerini izledim. tavsiye de ediyorum dostlar. angelina jolie'nin açık kumral/sarı saçı ve brad pitt'in bıyığı bile bu harika çiftin güzelliğini bozamamış, birbirlerine güzel bakışlarını gölgeleyememiş bence.

film 70lerde geçiyor ve biraz ağır ilerleyen bir film. karı koca arasında bir gerginlik/sorun olduğunu hissediyorsunuz ama sorunun ne olduğunu çok da tahmin edemiyorsunuz. şahsım adına konuşmam gerekirse -spoiler free konuşacağım- ben ortadaki soruna ilişkin bir fikir edindim ve gerçekten de doğru tahmin ettim. böyle bir tahmine tabii ki flashback'ler, rüyalar yardımcı oldu. bakalım siz de yakalayabilecek misiniz?

efendim film vanessa ve roland'ın hikayesi. bu ikiliyi fransızca konuşurken görmek pek bir hoşuma gitti. angelina jolie'nin izlediğim bilimum filmlerinde (ve hayır, sadece tomb raider filmi yok bu kadının) bambaşka rollerde yakalamış ve taking lives'da fransızca konuşurken yakalamıştım ama bu filmdeki ortamdan ötürü ayrıca bir hoşuma gitti. hele de brad pitt'çiğimi fransızca konuşurken görmek garip bir şekilde mutlu etti beni.

neyse efendim, yazar rolan ve eski dansçı vanessa bir otele gelip burada tatil yapıyorlar. tatil bahane, roland kitap yazıyor. yazmaya çalışıyor. meanwhile, oteldeki yan komşularıyla tanışıyorlar ve eskiden kaloriferin olduğu yerdeki delik aracılığıyla gizli gizli izliyorlar. çiftin arasındaki gerginlik tırmanırken bir yandan da birbirlerine yaklaştıklarını görüyorsunuz. elephant in the room artık nedir diye meraktan çatladığınız noktada zaten herşey çözülüyor.

kendi kendinizi ne güzel bir çift derken buluyorsunuz.

birbirini tanımak ne güzel bir lütuf.

canımı yakmak istiyorsan vur bana demek ne kadar da acı.

film "fransız filmi" olarak nitelendirilip ağır ve yavaş ve anlamlı diyaloglardan yoksun olarak adlandırılmış bazı mecralarda ama ben yine de sevdim. hani on üzerinden yıldızlı pekiyi değil belki ama, sakın izlemeyin korkunç bir film noktasında da değil. izleseniz 2 saatiniz heba olmaz bence.

bu arada bir dipnot: yan komşulardan erkek tarafını tanımıyorum ama kız tarafını melanie laurent oynuyor. kendisini cesur sahneleri için tebrik etmekle birlikte, tontiş yeni evliyi oynamakta oldukça başarılı olduğunu söylemeliyim. ama eğer gerçekten muhteşem iki filmini sorsanız la rafle ve le concert filmlerini öneririm. kendisi inglourious basterds'da da oynuyor ama bu iki film bir başka. hatta izlemeye başlamışken kaçırmayın, night train to lisbon'u da izleyebilirsiniz bence.

[Macbeth.]

bu filmi uzun süredir bekliyordum ve en sonunda kavuştuğum için gerçekten mutlu olup olmadığıma emin değilim.

film kadrosunda marion cotillard ve michael fassbender'in duyduğum an heyecandan düşüp bayılacaktım neredeyse. teeee lise zamanlarında okuyup keyif aldığım bu oyun, iki muhteşem insan tarafından filme yansıtılacaktı, daha ne isterdim ki?

ama filmi izlemeye başladıktan sonra maalesef bu heyecan yerini hüzne bıraktı. zira film, ne film olabilmiş, ne oyun olarak kalabilmiş. fazla tiyatral bir havayla çoğu şeyin hızlı hızlı geçmesi bir yana, macbeth ve lady macbeth'in çıldırmalarını hayal ettiğim kadar göremedim. her sahne birbirinden kopuk, konu hep dağınıktı.

set, dekor, herşey güzel ama işte bunlar yetmiyor maalesef. out out damn spot derken marion yeterince mutsuz değil, woman born derken macbeth yeterince inanmıyor sanki kendisine. bilemiyorum, tam olarak ne olduğunu belirleyemediğim bir eğretilik vardı. oyunculardan kaynaklanmayan ama oyuncuların da bir türlü çözemediğini hissettiğim bir eğretilik.

ama filmin güzel yanı borgias'taki micheletto'cuğumu macduff olarak yeniden görmek oldu. onun o sakin ve acımasız duruşundan sonra böyle öfkeli ve intikam hırsıyla dolu olduğunu görmek de enteresandı doğrusu.

bilemiyorum, pek birşey kaçırmıyorsunuz sayın seyirciler.

ama tabii ben marion cotillard'ın fransız olup lady macbeth için seçilmesine çok sevindim, o ayrı.

ve her zamanki lady macbeth tezimi yineliyorum: bence şekspir o zaman büyücülükle ilgilenen krala bu oyunu sunduğunda, kral katili lady macbeth'in cezasız kalmaması gerektiğini düşündüğü için lady macbeth'e bu sonu yazdı. yoksa lady macbeth gibi unsex me diyen bir kadının sonu asla böyle olmazdı. yazık oldu lady macbeth'çiğime, kayıtlara geçsin.

[Mad Max: Fury Road.]

efendim bu yılın oscar'larında benim için en büyük sürpriz bu film oldu. zira ardarda bütün teknik ve görsel ödülleri alan bu film sinemalara geldiğinde hiç ilgimi çekmemişti, meeeh boşver demiştim kendi kendime. ama bir insan daha fazla yanılamazmış, bunu görmüş oldum.

bu merakla başlayıp izlediğim film 2 saat sürüyor ve bir dakika bile soluk almadan heyecan içerisinde izliyorsunuz. ben normalde aksiyon filmleri, işte ne bileyim arabalar uçsun patlasın, kum fırtınaları çıksın ve insanlık savaşsın, erleri kurtaralım, kumsalda çıkarma yapalım tadında filmleri hiç sevmem. içime sıkıntılar geldiği gibi tam bir vaki kaybı gibi gelir. ama bu film bir başkaymış vallahi, ne yalan söyleyeyim.

efendim film bambaşka bir gelecekte geçiyor, insanlık sona ermelere koşmuş, çeşitli hükümdarlıklar kurulmuş ve aralarında bir anlaşma hali var. yemek, enerji, su kıymete binmiş. bir nevi walking dead ama zombi yok, insanlar yaşam koşullarından ötürü kıyamet yaşıyorlar. film başladığında öncelikle tom hardy'i görüyoruz. şimdi filmdeki tom'dan bahsetmeden önce, biraz tom hardy'den bahsedeceğim. kendisiyle büyük tanışmalarımız yok. hayatıma batman'de bane olarak girdi. düşünün ki yüzünü görmediğim bir karakter, insan ona rağmen beğeniyor. arkadaş bu nasıl bir azimdir, o nasıl bir vücuttur aklım hayalim almıyor. **insert star struck girlie giggle here** sonrasında ben kendisini şu hayatta en sevdiğim kitaplardan biri olan wuthering heights - uğultulu tepeler filmiyle baş tacı ettim. bu kitap hem sevdiğim bir kitap olup, bir önceki filmi de ingiliz hasta ralph fiennes'i heathcliff yaparak çıtayı baya yükseltmişti. ama tom hardy, bu çıtayı aşıp heathcliff rolüyle her filmini yakalayıp izlemek istediğim bir adam haline geldi. daha bu emelimi gerçekleştirmedim ama mad max izlemekteki sebeplerimden birisi kendisiydi. mad max'te yine bir çılgın, yine bir yabani ama yani sevmemek mümkün mü? havalı hamleler, silahlar bombalar taklalar derken hepimizi yine fethetti. maşallah diyor ve diğer oyuncumuza geçiyorum.

charlize theron. charlize'in oscar aldığı ana sabah uyanıp tanıklık ettiğimi biliyorum ben hey gidi! monster'la insanı dehşete düşüren bir performans sergilemişti, sonrasında da her zaman şaşırtan ve iyi yapımlarda olmayı başardı kendisi. bu kadar zarif (kadın balerinmiş yahu) bir kadının bu rollere girmesi zaten başlı başına bir şaşkınlık konusuyken, mad max bambaşka bir köşe. mad max öncesindeki rollerine gelirsek, pamuk prenseste kötü kraliçeyi tutmamızın sebebidir charlize theron. sweet november'da ağlatıp, in the valley of elah'ta düşüncelere sevketmiştir insanı. üstelik kırmızı halıda da en şık ünlüler arasındadır ki gerçekten parayla rüküş olmanın moda olduğu yıllarda bunu başarmak çok zor. işte düşünün ki dünyanın en havalı insanı charlize theron saçlarını kısacık kestirmiş, alnı makina yağı kaplı, kargo pantolonlar giyen tek kollu bir kumandanı oynuyor. vay arkadaş bu nasıl bir özgüvendir, hem de temelsiz olmayan!

işte efenim filmin iki başrolü bu insanlarken, filmdeki kum fırtınaları, patlamalar, kavgalar, alevler, kapışmalar, yarışmalar inanılmaz heyecanlı gidiyor. üstelik bir de kendini feda etmek anlayışı üzerine kurulu yan karakterler de gelince, tadından yenmez olmuş. soundtrack'i enfes. arka fona alıp tüm işlerinizi bitirme gazını alabileceğiniz türden. hele ki takip sahnelerindeki davullar ve gitar insanı koltuğun ucuna sürüklemeye yetiyor.

ben ki aksiyon filmi insanı değilim coşup ayaklara fırladığıma göre, meraklısı iyice çıldırır heralde.

izleyin, izlettirin. pişman olmayacaksınız.

[Fosforlu.]

uzun süredir ankara devlet tiyatrolarında oynarken görmek istediğim bu oyunu, istanbul'da, ayça varlıer'den izlemek varmış. daha mutlu olamazdım.

efendim, oyun bir müzikal. yaklaşık 3 saat sürüyor. ama doğrusu 3 saatin nasıl geçtiğinin farkına bile varmıyorsunuz.

ayça varlıer hem yazar hem de fosforlu rolünde. kendisini leyla'nın evinde de izlemiş ve ilimum dizisini kendisi için takip etmiş biri olarak, yeteneğine hayran olmamak mümkün değil. üstelik her oyununda "bu kadar da olmaz canım" dedirtecek kadar çok marifet çıkarıyor sanki cebinden. dizilerini izlerken hep söylediğim gibi, özellikle (sesine değinmiyorum bile, severek izliyoruz efendim) gözlerini çok iyi kullanıyor. acı, aşk, mutluluk, umutsuzluk hemen karşısındaki geçiyor, avcuna alıp yanına çekiveriyor. ne kadar oyununu yakalarsanız kaçırmayın dostlar.

ayça varlıer'e eşlik edenler ise rolden role bürünüyorlar. hem gülüyorsunuz, hem de kendini düşünmeden yapılan iyilik karşısında kaybolan bir kadının öyküsüne hüzünle tanık oluyorsunuz. gözleriniz doluyor mesela, içiniz ısınıyor. cevriye'nin üstünü örtmek istiyorsunuz, herkese köfte ekmek almak istiyorsunuz karınlar doysun diye. ama ne fayda, çaresiz öylece oturuyorsunuz.

şarkılar çok keyifli. bunu özellikle söylüyorum çünkü insan ilk kez dinlediği şarkıların olduğu yapımlara bazen ısınamıyor. ama bu öyle değil. hem şarkılar çabucak dilinize dolanıyor, hem de sözleri sahnede göremediğiniz daha nice hikaye anlatıyor. 

kadın olmanın zorlukları yanı sıra, kadın kalbinin ince sızıları da işliyor içinize. farklı düzenlerdeki hayatlarda nasıl düzensizliklerin olduğunu görüp de birşey yapamama hali içinize batıyor. gülüyorsunuz. ama ağlıyorsunuz da bir yandan.

oyun bitiyor. ve ayakta alkışlamaktan başka birşey gelmiyor elinizden.

17 Mart 2016

[Oscars 2016.]

efendiiiim, bu yıl denk getirdim ve gece kalkıp oscar törenini izledim, öyle mutluyum ki!

2014 yılında bambaşka bir alemde, televizyonum olmadan yaşıyordum ve gece kalkıp da canlı yayın linki bulamazsam kahrolurum düşüncesiyle töreni izlememiştim.

geçen yıl da iş güç telaşesinden fırsat olmamıştı doğrusu.

ama bu yıl üşenmedim sıkılmadım kalktım. şimdi tabii yalan olmasın, dört buçuk gibi kalktım. ama ortasından da olsa ne kadar güzeldi o glamour'a dahil olmak.

bence bu yıl salon biraz sönüktü, zira benim favori isimlerim orada değildi, ya da belki en önde değildiler. üstelik açılış monologunu da kaçırdım. ama işin tadı açılışı yakalamakta değil. işin tadı, gece boyu seninle aynı an da gecenin kör vaktinde uyanık olduğunu bildiğin insanlarla mesajlaşmak, retweet'leşmek vesair.

ortak zevkleri olan insanları buluşturan en geniş / en bilinen bu platformu çok seviyorum ne yalan söyleyeyim. ancak şunu da belirtmeden geçemeyeceğim: bu kadar sever ve takip ederim, hala türkiye'de ödüllerin yayınlandığı gece yorum yapanların amacını çözebilmiş değilim. yani en nihayetinde gecenin köründe kalkmış bunu izliyorum, tabii ki senin yorumuna ihtiyacım yok. ben reklamlarda senin laklaklarını dinlemek istemiyorum. kırmızı halı yorumlarınız da umrumda değil. ben reklamını bile izleme istiyorum bu programın. ya da ne bileyim, game of thrones reklamı görmek istiyorum. ama ne fayda, yine çektik bu çileyi.

gecenin favori adaylarına gelince: benimki tabii ki leonardo di caprio değildi. benim favorim eddie redmayne'di. zira bu çocuk my week with marilyn'den sefiller'e ve hatta theory of everything'e beni fethetmeyi başaran bir insan. the danish girl'le almasını çok istemiştim, olmadı. iki sene üst üste ödül vermezlerdi belki ama yine de ümitlenmiştim, ne yalan söyleyeyim.

the danish girl gerçek hikayesi ve gerçekten çok çarpıcı bir hikaye. insan, eddie'nin düştüğü çaresizliği, o tanı konulamayışla delilik arasındaki ince çizgiyi çok iyi gözlemleyebiliyor. hem kendisinin dönüşümünü müthiş bir hayranlıkla izliyorsunuz ve bakışlarındaki minnet ve özgürlüğü yakalıyorsunuz, hem de alicia vikander -eşini oynuyor- özverisinde aşktan öte birşeylerin tanımını yakalamaya çalışıyorsunuz. brilliant. simply, brilliant.

leo. filmini izlemedim. eminim çok havalı şeyler yapmışsındır. ama bence oscar kriteri ekrandakiyle sınırlı kalmalı. hani öncesinde ne hazırlık yaptığın önemli değil. filmde biz bunu ne kadar görüyoruz, bu önemli. demek ki başardın. tebrikler. ama herşey bir yana kate winslet'a teşekkür etmemen kalbimi kırdı bilesin.

alicia vikander. bebeyim. canıms. ex machina ile seni keşfetmiş bir insan olarak, danish girl'le ödül alman beni accayip sevindirdi. ödül aldığın anı kaçırdım ama vallahi desteğim tam, sonrasında binbeşyüz kez konuşmanı izlemiş olabilirim.

yardımcı erkekte gönlüm tom hardy'dendi ama olmadı. çok takip ettiğim bir alan değildi bu alan bu yıl.

en iyi kadın. çok çok çok mutlu oldum! helal olsun brie larson'a. room muhteşem bir fikir. ufacık alanın içinde bunalmadan izliyorsunuz bu anne ve çocuğu. ama "o" sahnelerde soluğunuz kesiliyor çaresizlikten. sonra koltuğun ucunda buluyorsunuz kendinizi. bu kadın almayacak da kim alacak diye soruyorum ey seyirci? hakkını vermişler, aferim.

şimdi gecenin diğer tontiş detayları: mad max fury road bütün teknik ödülleri aldı, görselleri aldı bir olaylar oldu. ben bu filmi nasıl kaçırmışım diye düşünürken buldum kendimi. yakalayıp izlemek istiyorum ama bir yandan da sinemada izlenmesi gereken filmler kategorisinde olduğunu düşünüp hayıflanıyorum.

louis ck en iyi animasyon filmini duyururken mad max fury road, just kidding dedi, orada çok güldüm.

chris rock representation konularını esprileriyle zannımca yumuşak bir şekilde geçiştirdi.

charlize theron'un kıyafeti en beğendiğim kıyafetti, resmen bir tanrıça gibiydi. ki ben kırmızı halıda kırmızı kıyafete büyük bir nefretle karşıyımdır. 

spotlight'ın ödülü aldığı anda oyuncuların heyyooooğ sevinmesi ve yumrukları havaya kaldırması filan çok tatlıydı. 

en iyi film ödülünü vermeye gelen morgan freeman dünya dışı sesiyle, yine vay anasını dedirtti.

mustang en iyi film adayıydı. bu da bize yeter zannımca. zira bir türk filmi başka bir ülkenin (fransa olduğunu biliyorum ama hangi ülke olduğu fark eder mi sizce) en iyi yabancı film adayı oldu. almayacağını hissetmiştim ama yine de ümitleniyor insan. olsun. adı duyuldu ya yönetmenin, bu da yeter bana. umarım filmdeki sorunların çözümlenmeye başlaması konusunda ilk adım olur. hiç sanmıyorum ama belki, bir ümit.

in memoriam: çok zayıf bir andı bence. belki de dave grohl çok ilgi alanımda olmayan müzisyenlerden olduğu içindir. 

gecenin en etkileyici anı: lady gaga'nın "til it happens to you" şarkısını söylediği dakikalardı. insanın müziğin büyüsüne, sözlerine, anılarına nasıl kapılıp da kendini kaybettiğini büyüleyici bir şekilde gördük. izlemenizi tavsiye ederim. kendisinin de kıyafeti enteresan bir kıyafet olmasıyla beraber, sevmiştim. tam bir gaga oscar kıyafetiydi.

velhasıl, saat 7.00 civarında yatağa yeniden girip bir saat uyuyarak işe gittim. bölük pörçük 3,5-4 saatlik uykuyla oldukça yoğun bir haftaya başlamaya değer mi diye soruyorsanız eğer, tabii ki değer. insanın sevdiği dünyaya vakit ayırması, her saatte ayırması ruhu besliyor şüphesiz. ertesi gün ve eğer işte yoğunsanız devamındaki günlerde yorgun hissediyorsunuz, ama ruhunuz dinlenmişken bedenin bir hafta için pek önemi yok zannımca.

seneye görüşmek ümitleriyle.

[Çağan Irmak.]

çağan ırmak'a sevgim ne ıssız adam'dan, ne unutursam fısılda'dan ne de son dönem herhangi bir filminden gelir. kendisini çilekli pasta'dan beri severim ben a dostlar. mustafa hakkında herşey'le bambaşka kafalara ulaşmış, babam ve oğlum'u sinemada 2 arkadaşımla izlerken kahkahalarla eğlenmiş (evet, sinemaya gittiğin arkadaşlar da çok önemli. ama açeydim gollarımı'nda göz yaşı döktük tabii, abartmiyim), ulak'ta adeta ermiş gibi hissetmişimdir. ıssız adam'ı atlas sinemasında izledikten sonra çıkarken hüzünlü hüzünlü pasajın girişinden çıkışım hala aklımda. karanlıktakiler'i izlerken ne kadar bunaldığımı hatırladığımda yeniden bunalıyorum, ne yalan söyleyeyim? derken prensesin uykusu, derken unutursam fısılda (evet, ilk yarısında biraz baydım ve sonunu tahmin ettim ama olsun, melodramlara varım) ve neredeyse 15 yıldır takipteyiz kendisini.

ama benim asıl bahsetmek istediğim çağan ırmak eserleri bir başka. çağan ırmak, çilekli pasta'dan bile önce günaydın istanbul kardeş'tir çağan ırmak. asmalı konak'ta orta sonda lgs'ye girdikten sonra arkadaş partisinde elimizde kaçak aldığımız biralarda sezon finalinden bir önceki bölümü hep beraber izlemektir çağan ırmak. yol arkadaşımda kıhkıh gülmektir. ama herşeyden öte, çemberimde gül oya'dır. her cuma yurtta ağlaya ağlaya mehmet ve yurdanur'un hikayesini izlemektir. suna abla, sultan, sema'nın hayatlarına konuk olmaktır. zarife'yle ümit'in aşkıdır. candır can!

işte tüm bunlar aklımda ve hatta kalbimdeyken, çağan ırmak isimli etkinliği öğrendiğimde hiç düşünmeden bilet aldım. çağan ırmak film ve dizi müziklerini çaldılar.

ulak'la başladı, babam ve oğlum'un meşhur acıklı sahnesiyle devam etti derken çemberimde gül oya'nın jeneriğiyle gece başladı. ben bittim. gözümde süzüm süzüm yaşlar süzüldü nedense. öyle güzeldi ki...

konserle birlikte birçok insanı da görme fırsatımız oldu. misal:

gökçe bahadır: dert bende ve bana yalan söylediler
yetkin dikinciler: bir şans daha
goncagül sunar: beni benimle bırak ve çemberimde gül oya
gizem erdem: gel ya da git
tuğrul tülek: prensesin uykusu
halil sezai: yalnızım ben

gecenin bombası ise bambaşka biriydi.

ışıl yücesoy.

hani bazı insanlar vardır, tanımadan seversiniz. oynadığı karakterden kötülük akar, gözünüz değince bile rahatsız olursunuz. oynadığı karakterden sevgi akar, sarılıp teselli etmek, derdine ortak olmak istersiniz. işte o ışıl yücesoy.

sesini sevdiğiniz insanlar vardır, bir de sesinin tüm ruhunuzda çınladığını hissettiğiniz insanlar vardır. tek şarkısını binlerce kez dinleseniz yine yetmeyecektir. ama aslında her ne şarkıyı söylerse söylesin, dinlemeye hazırsınızdır. işte ışıl yücesoy az bulunan o insanlardandır benim gözümde.

yakın zamanda ailesinde verdiği kayıpları gazetede okumuş, çok üzülmüş, konserde göreceğimi hiç tahmin etmediğim ama fırtına gibi karşımıza çıkan kadın.

ışıl yücesoy.

anlamazdın'la sahneye girdi (bu şarkıya cemal hünal başladı, kim söylemeye cesaret edebilir ki binlerce kez ayla dikmen'den dinledikten sonra derken o sahneye girdi.), kirli beyaz kedi'yle indi. herkesle beraber bir mazi bin hatıra söyledi.

tüm seyirciyi avcuna aldı, kucakladı, onun yaşına geldiğimizde onun gibi oluruz inşallah dedirtti.

ışıl yücesoy.

bir noktada çağan ırmak'la vals yapıyordu. benim gecem zirveye o noktada çıktı. sonrasını mutluluktan hatırlamıyorum inanın. once in a lifetime bir konseri yakalamış gibi çocuklar gibi şenim.

darısı başınıza.

[Bir Delinin Hatıra Defteri]

bu oyunu oldum olası izlemek istemişimdir. uğur polat'tan, metin zakoğlu'na, genco erkal'a. hep istemişimdir ama bir türlü denk getirememişimdir.

denk getirdiğim bu seferde, en ön sıradan (ön sıramız boş olduğu için ikinci sırada olsak da en öndeydik aslında) izleme fırsatım oldu, karşımda erdal beşikçioğlu vardı. sahnenin ortasında koca bir vinç. üzerinde gezinen yüzü yara bere içinde, dağınık, -deli- bir adam vardı. o vinç üzerinde adım attıkça, benim yüreğim titredi. kollar tıslamalarla yükseldikçe, gölge altında çarpıntılar yaşadık.

duvardaki gölgesi bile kendini izleten erdal beşikçioğlu'ndan bu oyunu izlemek varmış.

oyun ilerledikçe, saçlarının ucunda kırmızı kanlar -boyalar- akan bir erdal beşikçioğlu izlemek varmış.

selama çıktığında, oyunun bittiği idrak edemeyen biz ve yerlere kadar eğilen erdal beşikçioğlu.

öyle güzeldi ki, başımızın üzerinde taşımak istedik, elimizden sadece alkışlamak geldi.

lütfen kaçırmayın. pişman olmayacaksınız.

[Hepimizin Öyküsü Aynı.]

efendim bu oyun 3 kişilik bir oyun olarak geçiyor, ama aslında pınar çağlar gençtürk ve hatice aslan yarım saat görünüyor, geri kalan bir saatte irem sak'ı izliyorsunuz. işin özünde, ben hatice aslan'ı izlemeye gittim, diğer oyunculara da hayran oldum çıktım.

oyun üç kadının hikayesini anlatıyor. çok detay vermeyeyim ama pınar çağlar gençtürk'ün anahtarını ararken koşturmasından nasıl soluk soluğa kalıyorsanız, hatice aslan'ın gözlerinizin içine bakan durağanlığından da bir o kadar etkileniyorsunuz.

derken irem sak sahneye geliyor ve kahkaha başlıyor.

daha önce de kesin yazmışımdır, ben pek komedi türünü sevmem. daha çok kara mizahçıyımdır. ama bu oyunun son bir saati tadına doyulmaz güzellikteydi. hem hüzünlendim hem kahkahalar attım. karşı penceredeki kadını keyifle, merakla izledim. anlattığı o aşk hikayesini bazen yerin dibine girerek, bazen de dizime vurup vah vah diye dinledim.

spoiler vermeme yolunda, izleyin, izlettirin efendim. craft tiyatro yine unutulmaz, bir solukta izlenecek bir oyun çıkarmış ortaya.

16 Mart 2016

[Profesyonel.]

ben hayatımda bir oyunun biletini bu kadar uzun süre hiç aramamıştım.

iki yıldır yer bulunmayan bir oyundan bahsediyorum.

pazartesi sabahı 10.10'da bilet satışı başlayan, 10.11'de sisteme girdiğimde M sırasına kadar biletleri satılmış bir oyundan bahsediyorum. 10.14'te tüm biletleri biten bir oyundan bahsediyorum. üstelik 2 hafta öncesinden. ben hayatımda böyle bir şey görmemiştim. gerçekten.

oyunun başrollerinde yetkin dikinciler ve bülent emin yarar var. başka söze gerek var mı bilemiyorum.

yetkin dikinciler sahneye çıktığı anda öyle bir hale geliyorsunuz ki maşallah demekten kendinizi alıkoyamıyorsunuz. o kadar muhteşem görünüyor ki. hem zarif, hem kibar, komik, dramatik. rolünden kendi karakteri akıyor. karakterin önüne geçmeden ama inceden inceden.

bülent emin yarar. sahneye çıktığı an gülmek istiyorsunuz. konuştuğu an hıçkırarak ağlamak istiyorsunuz. öyle bir adam ki, teeee M sırasından mimiklerini görebiliyorsunuz, oyundan haftalar sonra hareketlerini konuşabiliyorsunuz.

her ikisini de ayakta alkışlamak istiyorsunuz. ama sanki tavanlara sıçrasanız, bütün salonu koştursanız da ne kadar sevdiğinizi ne kadar beğendiğinizi daha net görebilsinler.

110 dakika, tek perde olan bu oyunda bir saniye bile sıkılmıyorsunuz. merakla, heyecanla bekliyorsunuz. sadece bir noktadan sonra saate bakıyorsunuz, o da bu keyfi daha ne kadar sürdüreceğinizi anlamak için zamanı kontrol etmekten ibaret.

bilet bulabilsem yine gitmeyeceğim, izleyenlerin birkaç kez izlemesi yerine, izlemeyenlere bu şansın verilmesi gereken bir oyun. yakalayın, bırakmayın.

oyun metni öyle güzel şeyler anlatıyor, oyuncular öyle güzel oynuyorlar ki, en sonunda duyduğunuz şey sizin olsun istiyorsunuz.

[Antabus.]

muhteşem bir oyunu anlatmam lazım size.

efendim antabus üçüncü sayfa haberinde ismi geçen bir kadının haber metni ile başlıyor. sonra o kadın karşınıza çıkıp işin aslı öyle değil diye söze başlıyor ve kendi hikayesini anlatmaya başlıyor.

tek perde, numarasız koltuk diyeyim siz anlayın.

bir buçuk saat kadar sürüyor yanılmıyorsam. ama siz o 90 dakikayı bir de bana sorun.

nihal yalçın, leyla taşçı rolünde. rolünde demek ne kadar doğru bilmiyorum. çünkü karşımda leyla'yı gördüm. sahneye fırlayıp sımsıkı sarılmak, gel bizim evde kal, bunları yaşama demek istedim.

hem güldüm, hem ağladım. koltuğun ucunda, soluk soluğa, sonunu bekleye bekleye ama istemeye istemeye izledim. insanoğlunun dünyanın en hüzünlü anlarında kahkahaya sığınması nasıl enteresan bir savunma mekanizmasıdır diye düşünürken buldum kendimi. sonra üzüldüm. kendimizi değil, başkalarını savunmak zorunda olup, savunamamamıza. üçüncü sayfa haberlerine. leyla taşçı'ya.

tatbikat sahnesi.

izleyin, izlettirin dostlar. spoiler verilemeyecek kadar güzel bir oyun.

pişman olmayacaksınız.

ama uykunuz kaçarsa, onu bilemem.

[Shameless S6E1-9.]

adeta doyamadığım dizilerden biri bu dizi. çünkü hem gülmekten yerlere yatıyorum, hem de aradığım tüm dram 50 dakika içerisinde birleşiyor. her zamanki ikilem: komedi alanındaki dizinin dram olması sebebiyle hiç ödül almaması. almazsa almasın, yine de izlerim, yine de severim!

efendim, bu sezon bence debbie'nin sezonu. zira kendisi hayatını mahvetmekle meşgul. hem komik, hem de acı bir durum -dikkat, trajikomik değil- olması bir yana, frank'le maceraları görülmeye değer! of frank, sen nasıl bir adamsın? biz sana nasıl alışamadık 6 sezondur? seni gidi shameless seni diyorum. korkum doğum esnasında boklukların olması. umarım dramatik bir noktada salya sümük ağlarken bulmam kendimi. bu arada geçen sezon carl frank'in çok etkisindeydi, bu sezon debs etkisinde. inşallah kurtulur diye fingers crossed.

bir yandan lip var tabii. lip'in maura isles ile olan ilişkisi beni benden alıyor, çünkü sen isles'sın! senin döpiyes giyip havalı havalı bilimsel çıkarımlar yapman lazım bebeyim, ne bu böyle seks oyunları? gerçekten gözlerime inanamıyorum ama kendisini de gözü pekliğinden ötürü tebrik ediyorum. sezonun lip nezdindeki gizli kahramanı olan alkolik hocaya da bir alkış gidiyor.

fiona. ah fiona. umarım mutlu olacaksın. ama fuck you fiona'nın acısını çıkarman gerek, bak buraya yazıyorum. senin bu single hayata tutunamıyorum tavrın kalbimi kırıyor. daha ne yapacaksın be fiona? çoluk çocuğu sen büyüttün.

carl'cığım maceralarına tam gaz devam ediyor. kendisinin kestiği kızla olan maceralarını heyecanla takipteyiz efenim. bu çocuk mutlu olsun çok istiyorum. thuglife kafalarından çıktığı için sevindim. ama dahası, o olay sonrasında kendisinin içe döndüğünü, vicdanıyla baş başa kaldığını ve en nihayetinde zor da olsa karar verdiğini görmek beni daha da çok sevindirdi. belalı ama iyi bir çocuksun carl. seni seviyoruz.

ian'a gelince... ian ve mickey'nin hikayesi daha güzel yazılamazdı heralde diyerek sözlerime başlıyorum. başladıkları ve bittikleri noktayı düşündüğümüzde, mickey'nin geçirdiği değişip görülmeye değerdi. o kadar güzel bir aşk hikayesi izledik ki, doğrusu itfaiyeci çocuğa önce ısınamadım. ama sanırım o ve ian'ın maceraları da keyifli olacak. beklemedeyiz efenim.

liam hakkında çok hikaye yok tabii ama bu çocuk resssmen bizimkilerin ali'si olmaya aday. gözümüzün önünde büyüyor yahu demeden edemeyeceğim.

son bölümde mandy'nin telefonuyla bir anda bölüme dahil olması, lip'le karşılaşmaları, arabası, hayatı. yeminle duygulandım yahu. daha iyileri hak ediyor zannımca. içim parçalandı ve aynı zamanda da sevindim. bilemiyorum neler oluyor, neler olacak, ama umut doluyum. umarım mutlu olur.

maceralarımız devam ettikçe -yanılmıyorsam- konuk oyuncu olarak yazan sean karakteri bu diziden çıkacak gibi hissediyorum. umarım overdose ile ölüp de fiona'cığımı bütün ömrü boyunca haunt etmez.

meanwhile, gus, umarım ölürsün paçoz.

to be continued dostlar.

15 Mart 2016

[Once Upon a Time S5E1-13.]

bu diziyi halen heyecanla takip edenlerden olarak, bu sezona ilk yorumum şu: how about no.

açıkçası emma'nın dark one olacağını duyduğum ilk an -hatta bu haberin yavaş yavaş kurulduğu o ilk çıtırdama anında- gıcık olmuştum. çünkü bu gözler ne dark ones gördü! dark willow'lar geçti hey gidi, cordelia'lar otelleri salladı, ne prue'lar öldü, ne source'lar yok edildi. sen kimsin bre emma swan diye sormak istiyor insan.

ama diziyi sezonlardır heyecanla takip eden bünyem, yine iç huzurunu sağladı. dark one'ın karanlık bir tane icraatini bile görmemek bir yana, herşeyleri aşk için yapmış olması gerçeği ile böööyle kalakaldık. aşk bu hareketleri çabaları hak etmiyor mu? tabii ki aşk herşeyi hak ediyor ama yine de bir hikaye kuruyorsan, devamını da getireceksin. getirmelisin ey sevgili senarist.

neyse efenim getirir gibi olduk olmasına, çünkü en nihayetinde snow charming'lerin kızı, öyle değil mi?

bu süreç içerisinde en büyük seyirci destekçisi tabii ki regina'ydı. charming'lere attığı kendinize gelin lan bakışları ve of yine mi bu bok işlerle uğraşacağız tripleri arasında, regina'nın oğlunu önemseyen iyi bir anne olmanın ötesinde, iyi bir arkadaş olmasını izlemek çok keyifli. her diziye de bir realist bir aklı başında lazım vallahi.

şimdi gelelim arthur olaylarına. doğrusu biraz bozuldum. çünkü ben yıllardır arthur hikayesini takip eder, arthur'u çok sever, lancelot'a gıcıklık/sevgi arasında bir yerde durur ve merlin'e çok çok çok saygı duyarım. merlin ağacın içinde kaldı kalmasına ama arthur neden sayko bir krala dönüştü, soruyorum size ey senaristler? bu plot twist hiç iyi olmadı şahsım adına. tamam, nimue açılımını dark one'la bağladınız orası güzeldi ama yani yine de arthur'un dünya çirkefi olması beni hakkaten sinirlendirdi. ama tabii ki bunları da aştık, çünkü once upon a time'ın her dünyayı birbirine bağlayan bir dizi olması karşısında kendi beklentilerimi ve önyargılarımı geride bırakabiliyorum. ya bu dizi olmasaydı da masallar masal gibi kalsaydı, hayal gücümüz takılsaydı olduğu noktaya?

şimdi bu noktada dizinin ikinci yarısına geçiyorum. underworld.

hey gidi hey heeeey, hey gidi hey heeey! underworld'deyiz ve hades'in gerçekten mavi alevleri var! richard fish karşımda hades olarak duruyor ya, halen kendisini ciddiye alabilecek miyim emin değilim. ama paganini dinleyen bu hades'i sevdim ben.

konsept olarak yarım kalan işleri olan ruhların burada karşımıza çıkması da çok güzel bir fikir. hem cora'yı, hem anya'yı (hansel gratel cadısı ve buffy'deki xander'cığımızın anya'sı), hem de regina'nın babasını gördük. ve embrace yourselves! regina bir kez olsun purely mutlu oldu, her işi yolunda gitti. babasını çokçokçok güzel bir yere uğurladı, bravo vallahi. ilk challenge'ı aştık, ikinci challenge 1 hafta mutlu olan regina'nın mutluluğunu başına yıkmamak.

herkül konusuna gelince... bu da biraz üzdü beni açıkçası. zira herkül'ün snow'un eski aşkitosu olması konusu beni benden aldı. üstelik tutsak kızın meg olduğunu ben bile anlamadım ki ben hala i won't say i'm in love dinleyip, hercules izleyen biriyim. çok ezik görünüyor, yakıştıramadım. hele o herkülün çocukluğunda kalması hakkaten üzdü. çünkü gerçekten çok havalı birini göreceğimi sanmıştım -yani çocuk bekleneni vermedi evet görsel olarak- ama olmadı. karşımda bir teenage vardı, yazıklar olsun. neyse, yine de olimpos'u görmek çok hoştu. keşke zeus ve poseidon'u filan da görebilseydik. bence hikayeyi fazlasıyla kesmişler.

neyse efendim, böyleyken böyle. huzur ve mutlulukla yolumuza devam ediyoruz. senaryo yazarın kalemi kırıp atmasıyla tıpkı bizim gibi memnun kalmamış olacak ki, şimdi henry'nin üzerine oynuyorlar. hayırlara yazsın diyorum.

bekleyip, göreceğiz.

14 Mart 2016

[Sleepy Hollow S3E1-14.]

bu dizi için korktuğum şey gerçekleşiyor sanırım.

katrina'nın bütün diziyi kilitlediği ve hepimiz baydığı, bir türlü kararlara varamadığı bir sezonun ardından çoğu insan bu diziyi bıraktı. ama geride kalanlar -mesela ben- ümidimizi kesmedik ve gerçekten de güzel bir seriye tanık oluyoruz. ama gelgelelim kimse bu durumun farkında değil çünkü artık izleyen kalmadı!

efendim, bu sezona pandora ve kutusuyla güzel bir sezon başlangıcı yapan sleepy hollow, corbin'in oğlunu kadroya katmakla ekibini güçlendirdi. bir de tabii FBI hikayesine de destek verdi ve abbie'yi sadece FBI'a sokmakla sınırlı kalmadı, eski sevgilisini patron olarak getirdi. dahası, super natural dünyaya bir de FBI ajanını getirdi ki dizi tadından yenmesin. ichabod birilerinden hoşlandı, kaçakçılık yaptı, saçını kestirdi, araflara gitti geldi de abbie'yi yine kurtardı. ama maalesef pek farkına varılmadı durumların.

yahu diziye eski bir tanrı getirdiler, bir baktım adam oenomaus karşımda duruyor. üstelik spartacus'te bıraktığım gibi, adam hala gladyatörlerin hocası, hala morgan freeman'ın oğluymuşçasına bir sesle yardırıyor.

aaah ah ichabod crane, sen üçüncü sezona uzatılacak mısın? aceba FBI kızımızın ailesinin nasıl kaybolduğunu çözebilecek miyiz? jenny yeni bir karavana taşınacak mı? abbie ex'ine dönecek mi bir yana, olayları onunla paylaşacak mı? meraklar içindeyim.

dilerim daha çok cevap buluruz ve bir o kadar hikayeyle diğer sezona geçeriz. o zamana dek, yazılarım devam edecek tabii ki.

[The X-Files Post Season 10.]

ben yeni dizilere başlarken, oscar adayları belli olurken, kıtalar yer değiştirirken inanılmaz birşey oldu ve x-files 6 bölüm uzatıldı sevgili seyirciler.

dizinin başına geçtiğimde -sanki yıllar geçmemiş, ben liseden mezun olmamış, mulder ve scully yaşlanmamış, 2 film izlenmemiş, oyuncular başka dizilerde oynamamış ve jenerik gibi aynı kalmışçasına- heyecandan yerimde duramıyordum.

karşımda en sevdiğim iki karakter vardı. bazen anlamadığım, bazen kızdığım. oraya tek başına gitme scully dediğim, öf artık uydurma be mulder diye söylendiğim, ya şimdi ne oldu yani nasıl bağlandı diye şaşkınlıklar içinde ekran başında kalakaldığım bu dizi yine önümdeydi.

dünya değişmiş, teoriler devlet aleyhine dönmüştü.

bu dizi için öyle bir soluk getirmiş ki.

yine enteresan hikayeler, yine tam ters köşe noktalar, yine uykularımı kaçıran hastalık senaryoları ve six feet under'dan yıllar sonra karşıma çıkan claire...

reyes, sigara içen adam, skinner, o poster! I WANT TO BELIEVE.

aynı anda fenerini yakan mulder-scully. fener ışıklarının birbirini kesip x harfini oluşturması, adeta filmin afişini karşımda görmem.

çok güzeldi dostlar. çok ama çok güzeldi.

son bölümün -artık dizi tamamen bitti mi yoksa devamı gelir mi bilinmez- bittiği noktada yine kalakaldığım anlarda hikayenin devamını hep biliyor, hem de bilmiyordum. ama kolum kaşınıyor, sırtımdan aşağı soğuk bir his iniyordu. çünkü bu dizi x-files'dı. kaç yıl ara verirse versin insanı koltuğun ucunda zıplatan x-files.

dilerim herkesin en sevdiği diziler 6 bölüm -6 hafta- hayata yeniden dönebilir. çünkü inanın tadına doyulmuyor.

[Zombie Post Season 1.]

yeni dizilerden sohbeti açmışken, bir de izombie'den bahsedeyim size.

efendim, malum, walking dead'i sezonlardır izliyorum. polisiye serileri de heyecanla takip edip bazen uykuları kaçırıyorum. bir yandan da big bang theory tadında küçük tatlı geek klübü keyifli anlarına konuk oluyorum her hafta.

izombie'nin bunların hepsinin birleşimi olduğunu söylesem inanır mısınız?

gittiği tekne partisinde kolu çizilip, kumsalda zombi olarak uyanan liv'in hikayesi izombie. tabii kendisi bu durumda residency programını bırakıp adli tıpta çalışmaya başlıyor. kendisinin zombi olduğunu anlayan asıl adli tabip geek oğlanımız. ayrıldığı nişanlısı ve liv'in bff'i ev arkadaşı liv'in neler yaşadığını bilmiyor tabii. adli tıpta gelen kurbanların beynini yiyor liv hayatta kalmak ve walking dead zombilerine dönüşmemek için. meğer beyin yediğinde, ölen kurbanların anılarını vision olarak görüyormuş bu zombiler. haydi bakalım al sana polisiye.

izombie'yi izlemek çok keyifli. çünkü sadece polisiye ile kısıtlamamış kendini, zombie outbreak'in kökenine inmeye çalışıyor. cure arıyor. liv karakterden karaktere bürünüyor.

üstelik herşey bir yana bu dizi 3. sezon onayını da aldı. hem gülmek hem bazen hüzünlenmek hem de gerçekten havalı zombilere bakıp şaşırmak için.

eğer basit, zihninizi rahatlatacak, gülmek istediğiniz ama bazı bazı da düşünmek istediğiniz bir dizi arıyorsanız -içerisinde zombie high diye bir dizi setindeki olayları bile barındıran- izombie'yi kaçırmayın derim.

i am, already dead!

[How to Get Away With Murder Post Season 1.]

tüm dizilerimin araya girdiği bir dönemde her zaman yaptığım şeyi yaptım ve yepyeni bir diziye başladım! evet, bu dizi açık ara farkla, arkadaşlarım tarafından en çok baskıyla karşılaştığım diziydi ve hakkını vermeliyim, gerçekten çok iyi.

how to get away with murder.

efendim, viola davis ceza savunma avukatını oynuyor. buna oynamak denmez tabii. döktürmek olabilir, yardırmak olabilir, coşmak olabilir. ama oynamak denmez. efsanevi bir performans sergiliyor, aldığı ödüllerin hepsini de hak ediyor.

dizi üniversite hoca olan annalise keating'in hikayesini anlatıyor. avukat annalise, yanına öğrencilerinden birkaç stajyer alıyor. her bölüm ayrı bir dava telaşesini görüyorsunuz. bir de tabi esas olay var. bu esas olayın konusu malum: bir cinayet var ortada ve olayların gelişimini her bölüm flashback'ler halinde gıdım gıdım görüyorsunuz. bu sebeple soluk soluğa, koltuğun ucunda, uyku gözünüzden akarken izlemenize engel olamıyorsunuz. o kadar güzel ki!

her karakterin ayrı bir hikayesi, her karakterin karıştığı ayrı bir olayı var. ve tüm bunlar bir yana dizinin de kendi hızı var alışmanız gereken. mesela ben bir diziye sonradan başlayınca 1.25 - 1.50 hızla izler, her bölümü 25 dakikada bitirerek çok çabuk yakalarım. ama bu dizi öyle değil. hızlı izlemek ne demek, yavaşlatıp olayı kavramaya çalışıyorsunuz. çok çok çok sürükleyici bir dizi.

ne kadar mı sürükleyici?

iki sezonu soluk soluğa izleyip, sezon arasında yeni bölümleri yakalayacak kadar.

tabii şimdi itiraf etmek lazım: ikinci sezon birinci sezon kadar hızlı başlamıyor. çünkü bir noktada, dizinin adından kaynaklanan bir cinayet olması gerektiği sorunu ile karşı karşıya kalıyorsunuz. ama dizi bunu da çok güzel çözmüş, çünkü sezonun olay netleşmeden bir başka hikaye girdiler -geçen sezondan beri kurduklarını hissetmiştik zaten- ve o hikayeyle birlikte ne cinayet telaşı kaldı ne birşey! meraktan çatlıyoruz a dostlar.

sevdiğim her yeni dizi için yaptığım gibi, çok fazla detaya girmeyeceğim. ama bu dizi çok güzel, izleyin, izlettirin.

spoiler verenleri de gerçekten öteki sezonun konusu yapın. zira bu kadar güzel bir hikaye entrika sarmalını bozanlardan ancak hırsınızı alırsınız. **yauv şaka şaka, sakın öyle şeyler yapmayın**

11 Mart 2016

[Doctor Who Season 9 Christmas Special: The Husbands of River Song.]

bu bölüm hakkında yazsam mı yazmasam mı emin olamıyorum. çünkü yazdığımda güzelliğini aktaracak kelimeleri bulmak çok zor. ama yazmasam da sanki ulvi bir göreve ihanet etmiş, olur da buraları okuyup da bölümü izleyecek olan birinden bu güzel deneyimi almış olacağım gibi hissediyorum.

Çok fazla detayına girmeyeceğim. ama şunu söylemeliyim ki dördüncü sezondan beri izlediğimiz river song story arc bence bitirilebilecek en güzel şekilde bitirildi.

en son the name of the doctor'a gelen river'ın bir daha gelmeyecek olması ihtimali nefesimi kesmiş, kabuslardan kabuslara, sıkıntılardan sıkıntılara sürüklemişti. ama bu bölüm bittiğinde derin bir huzur içerisinde, sakin nefeler alıyor ve gözyaşlarıma hakim olamıyordum.

flashback'lerle beni yakalayan son, o ilk/son diyalogla zaten kalbimi fethetti. ama herşey bir yana capaldi ve kingston'ı yanyana görmenin dayanılmaz güzelliği, sanırım en güzeliydi.

river'ın doctor'un kendisini hiç tanımadığı yüzüyle karşılaştığı silence in the library bölümünden bu yana, river'ın matt'in doctor'unu tanımadığı kill the hitler'e kadar herşeyi gördük sanıyordum. ama böylesini hiç hayal etmemiştim. doctor'un hüznü, yüzünün o fotoğraflarda olmayışı. ay allahım yeminle yazarken şu an bile daraldım.

hello sweetie hiç bu kadar anlamlı olmuş muydu acaba diye düşünüyorum mesela şu an. ya da how long is a day in the dark? cümlesi geliyor ingiliz hasta'dan aklıma.

şimdi internetlere baktığımda bu bölümün en düşük reytingli xmas special'ı olduğunu öğrendim. ama bence bu bölüm uzun soluklu bir hikayenin tam ters ucunda biten bir sondu. çok güzeldi. doctor'un sözleri kadar bakışları da capaldi'nin ne kadar harika bir seçim olduğunu hepimize yeniden gösterdi. moffat belki de iki bölüm kalbimi kazanan bölümler yazarak ömrümden ömür almadı ve rekora koştu. geriye doctor'un aşağıdaki sözleri kaldı a dostlar.

"Nobody really understands where the music comes from. It's probably something to do with the precise positions, the distance between both towers. Even the locals aren't sure. All anyone will ever tell you is that when wind stands fair and the night is perfect, when you least expect it, but always... when you need it the most,,, there is a song."

izleyin, izlettirin. ters zamanlarda karşılaşan iki zaman yolcusunun hikayesi.

diyelim ki toplam 100 kez görüşüyorlar. biri diğerini 100. kez gördüğünde diğeri onu 1. kez görüyor. yani aslında 49. buluşmaya kadar birisi, diğeri daha çok tanıyor. ama 51. buluşmadan sonra artık diğer taraf daha çok tanımaya başlıyor. üstelik bu kişiler kronolojik buluşmuyorlar. 11-54-88-33. buluşmalar var. her seferinde, river karşımıza çıktığında kaçıncı buluşmada olduğumuzu anlamaya çalışıyoruz. belli bir noktadan sonra da doctorlar değiştikçe buluşma sayısını hesaplamaya çalışıyoruz. öyle güzel bir ilişki yazılmış ki, ilk buluşmaları hem acıklı/hüzünlü, öyle güzel kurgulanmış ki son bölümleri yine tatlı/acı. kolay kolay böyle bir hikaye bulamazsınız a dostlar, benden söylemesi. doctor who'ya başlayıp koptuğum dönemde river song'la (o zamanlar benim için doctor elizabeth corday'di kendisi ER'dan ötürü) tanışınca meraktan en baştan başlayıp diziyi 6. sezonunda, tam da ortadaki bölümde neredeyse tüm gizemin çözüldüğü bölümde yakalamıştım. dizi başlatan türden bir hikaye diyorum evet.

daha da yazmıyorum efendim, malumunuz:

spoilers!

[Post American Horror Story: Hotel.]

tabii ki onca dizi arasından american horror story: hotel'le başlamak istiyorum anlatmak istediklerime.

bu dizi önceki sezonlarında her sezon farklı bir konsept seçip bizi korkuttuğu yetmezmiş gibi bir de gönlümüzde yer etti yahu! bu kadar sanatsal, bu kadar derin, bu kadar görsel bir dizi görmedim desem abartmış olmam diye düşünüyorum.

işte bu sezonu otelde geçen ahs, bu sefer neredeyse ilk sezon kadar çok korkuttu beni.

jessica lange yoktu ama herkes buradaydı! eksikliğini bazen hissetsem de, yine de dizi hiç hızını kesmeden, tam tersi insanı uyuşturan bir hızla ilerledi.

bir yandan bir seri katili araştırdık, bir yandan bir aile dramı gördük. otelin korkunçluğuna tanık olduk, otelde kalanları merakla takip ettik. hanım koş vampir var bile dedik!

hazır vampir demişken tabii ki bu yazıda lady gaga'dan bahsetmeden olmaz, olamaz. kendisinin diziye katılacağını duyduğumda çok çok heyecanlandığım söylenemez. zira şarkılarını duysam da -fark etmeden bilsem de- çok radarımda olan bir insan değil doğrusu. ayrıca kendisini bu diziye dahil ederlerken adam levine gibi ara bir rolde oynayacağını düşünmüştüm. ne kadar yanılmışım! daha çok yanılamazmışım! hem oynadığı karakter derinlik bağlamında harika bir karakterdi, hikayesini soluksuzca takip ettik, hem de sanki biraz olsun gaga'yı anladık gibi oldu sanki. kim derdi ki kan vahşet aralığından aşık bir kadına tanık olacağız. ayakta alkışlıyorum!

karakterler hakkında uzun uzun yazmayacağım ama sanırım devil's night'ı bahsetmeden es geçmek mümkün değil. bu gecede meşhur katilleri gördük ekranda. ben çoğunu ismen biliyordum ama tabii çok fazla fiziksel özellik bilmiyordum. ama aileen wuornos'u tabii ki biliyordum, malum charlize oscar'ını aldığında o sabah uyanık ve oscar izler pozisyondaydım. bu karakteri filminden keşfetmiş, hikayesi çok etkileyici olduğu için biraz daha araştırmıştım. işte devil's night'ta lily rabe aileen olarak içeri girince resmen kanım dondu! karşımda aileen duruyordu resmen. lily rabe oscar almış bir kadının rolünü oynuyor ne kelime, sanki aileen kalkmış gelmiş kendini oynuyordu. bravo! gerçekten bravo! kendisini daha çok izlemek istiyoruz efendim.

bir de tabii james patrick march var. evans peters seni iskelet makyajınla ilk gördüğüm an şu rolü oynayacağını asla tahmin edemezdim. sevdiğiniz oyuncuların gelişimlerini gözlemlemek o kadar güzel ki, sanırım sevdiğiniz bir dizinin bitmesi en çok bu yüzden acı veriyor. yıllar yılı ekranda görme fırsatını yitiriyor, her sezon büyüdüğünü, her sezon daha çok maceranın altından kalktığını görmekten mahrum kalıyorsunuz.

ahs'nin bu sezonki macerası hakkında düşüncelerimin sonuna gelmeden, şunu da söyleyeyim: yavaş yavaş diğer sezon referans sayısı artmaya başladı. önceki sezonda pepper'ı izlemiştim ve gözlerim dolmuştu. spoiler vermeden söylemek gerekirse murder house ve coven referansları inanılmaz güzel, böyle devam edin sevgili yazarlar. sizi çok seviyorum!

efendim uzun lafın kısası, hala american horror story izlemeyen varsa, lütfen izlesin ve bu enfes yapıma daha fazla geç kalmasın. benden söylemesi.

[Aranağme 14.]

en son 3 ay önce doctor who için yazmışım, o zamandan bu zamana zaman ne kadar da çabuk geçti böyle. yeni dizilere başladım, dizilerim araya girdi yeniden başladı, oyunlar yakaladım, filmler izledim ve oscar'a tanık oldum a dostlar! kaldığım yerden bu birkaç gün içerisinde yakalayacağım izlediklerimi, dinlediklerimi. bu hafta hedefim bu, hodri meydan!