28 Ağustos 2011

[Eulogy vol.2]

lise sondaydım. aklım o kadar dolu, beynim o kadar yorgundu ki o dönem, ara sıra dergi alıp okur, bununla çok mutlu olurdum. o aralar artık nasıl bir yorgunluksa, ardarda her hafta aldım dergi. hep de aynı kişinin aynı temalı haberleri. işin garibi, görüyorum onu, bu kim diyorum ama açıp da bakmıyorum internetten. sonra bir gün odada patladım, kim ya bu her hafta manşet? oda arkadaşım dedi ki öyle deme, sesi çok güzel.
sonra bir gün bir harici bellekten benim bilgisayarıma geldi o ses. ilk şarkısı hemen beni kazandı. hem hareketli, hem de durgun. ve ses... o ses gerçekten denildiği kadar yanık. belli daha ilk kelimeden büyük şeyler yaşayıp atlatmaya çalıştığı. belli ki kalbi kırılmış o kadının. belli ki birileri onu yarım bırakmış. öyle belli ki, albümün ortalarında gelince o meşhur melodiyi piyano eşliğinde ilk kez duyunca gözlerin doluyor, uzaklara gidiyorsun.
dedim ki birden, kaç yaşında bu kadın? kim diye yazmamıştım, kaç yaşında diye yazdım google'a. ne acı aslında şimdi düşününce. adı değil de, yaşı kaldı geriye gibi. benim şimdiki yaşımdan bir büyük... hani tanıdık olsa ismen hitap edecektim ben ona. belki bir arkadaş olacaktı. olamadı. artık asla olamayacak.
her şarkısı bir status aslında. evre evre bir ilişkinin ölümünü görüyorsun. bir kadının yavaşça öldüğünü hissediyorsun tüm benliğinde. bir akşam mutsuzluğun dibindeyken yazıveriyorsun o şarkının adını bir yerlere. o kadınla, o üç kelime nasıl bir anlam kazandı öyle? düşünüyorum da... olmadı bu böyle be diyorum sadece artık.
bir önceki öykümdeki tüm tesadüfler tek bir an için yaşandı bence. dedim ya, inanırım ben tesadüflere. olayları birbirine bağlamakta üstüme yoktur: youtube'da bir şarkı gördüm geçenlerde. şarkının sözleri ruhumu en derinine indi. fark ettim, bridget jones'un şarkısıymış. çığlık attım carole king yazmış. baktım o söylüyor. şarkıyı indirdim hemen, onlarca kez dinledim tekrarda. sonra bir gün, taksim'de kendime toka alırken telefon geldi. çığlık attım. daha onu izleyemeden nasıl gider ya?
gitti...
onun için kadeh kaldırdık. başka birşey gelmedi elden. dediler su testisi. dediler belliydi. dediler olacağı bu. truva'nın kralı demişti achilleus'a: "even enemies can show some respect." ahlak timsali olmak için, ondan faydalandılar. stating the obvious bu kadar midemi bulandırmamıştı hiç. bravo. yarattılar gündemlerini. minik kadını geride bırakabildiler ya. tebrikler.
işten dönüyordum o akşam. uykum vardı. yorgundum çok. evin huzuruna koşmak istiyordum artık.metrodan indim, asansöre yöneldim. bir şarkı daha bitti, diğeri başladı. kalbim. kırıldı. back to black, hep üzdüğünden de çok üzdü beni. amy winehouse, çok üzdü beni.
yazık oldu amy winehouse'a... o yetenek, o ses, o dağarcık... çok yazık oldu.

[Eulogy vol.1]

çocukken artık klasikleşen hemen her çizgi filme gittim ben. mulan, aslan kral, herkül, pocahontas... hala şükrederim o çizgi filmlerin varlığına. onlar bana bambaşka bir çocukluk, bambaşka bir hayal dünyası, gerçek ötesi bir gerçeklik yaşattılar. bu sürecin sonrasına yavaştan film dünyasına geçtim. en güzel hediyemdir bir çift Titanic bileti. babamla gitmiştik, en arka koltukta soluk soluğa izlediğimi hatırlıyorum. arasıra da babamı dürtüp nasıl çıkıcak, nasıl çıkıcak, ölemez ölemez diye konuştuğumu bilirim. e sonrasında da kaçınılmaz oldu tabii ki. soundtrack'ini aldım. ama şimdiki gibi değil, the sinking, death of titanic şarkılarına filan biraz gıcık oluyorum. hem çok gürültülü -gürültülü derken gerilim, ölüm dolu- ve o ilk dinlediğim anda ocean of memories'i ne kadar heyecanla bitirdiğimi hatırlıyorum. neden? çünkü o şarkıdan sonra my heart will go on var. o döneme damgasını vuran şarkı, Celine Dion'un müthiş sesi yorumu vesair. herkes blok flütte o şarkıyı çalıyor o derece. hani yılan hikayesi bir, my heart will go on iki. o sıralar dayım bize kasetler hazırlıyor, adları da damardan. hani damardan 1 damardan 2 şeklinde. içinde eric clapton var (tears in heaven) mariah carey var (my all) julio iglesias ve luciano pavarotti bile filan var. sonra tabi ben mariah carey'i keşfettim. #1 diye bir albümü vardı, dayımdan aldım. o ne sestir yarebbim? şimdilerde insanlar kendisi hakkında atıp tutuyor, dalga geçiyor, kilosunu yüzüne vuruyor, aman memesi, aman kıçı, aman soyundu, aman soyunmadı, aman sarhoş aman bilmemne diye çekiştiriyorlar. siz kimsiniz ya? siz hangi otoritenizle eleştiriyorsunuz o kadını? o kadının şarkılarını bi dinleyin de öyle gelin. baby if you give it to me, I give it to you'dan başka bir mariah carey kültürüne sahip olun öyle konuşun. o kadının sesi, müzikalitesi hatta düetlerindeki çok seslilik, şarkılarındaki anlam, inanç ve umudu bir görün. şimdi bayıla bayıla dinlediğiniz beyonce (hadi onun sesi iyidir bok atmiyim şimdi), rihanna, lady gaga ve bilimum kıçı boklu showgirl'den daha kalitelidir. bahsettiğiniz hiç bir şey beni alakadar etmiyor. sizi neden ediyor anlamadım. hero dinleyin, one sweet day duyun lan. kendinize gelin.
tabi arada shania twain'den bahsetmemek ayıp olur. o zamanlar blue jean dergisi tam gaz, cosmo girl çıkmamış, hey girl'de bıdıbıdı testleri çözülüyor filan. you're still the one baya ünlü, don't be stupid'in klibini içeren bir cd vermiş blue jean. hani country müzik nedir nasıldır hiiç bir fikrim yok ama, kadının şarkıları çok güzel yahu! kaynak da göstereyim bunları, hatta en önemlisi de you're still the one'ı nerden öğrendiğime dair: joy fm greatest hits. birkaç tanesini ardarda aldıydım ben bu serinin. içinde righteous brothers'dan unchained melody vaaar, eric clapton wonderful tonight vaaar, sam brown stop var (sümüklü bıkbık versiyonuna on basan orjinali yani anlayacağınız), joan osborne one of us var. albüm evde bangır bangır çalınıyor. eşlik ediliyor. elde deodorant şişesi, grammy'ler alınıyor filan! [kate winslet'ın kulakları çınlasın :) ]
sonra bir gün muhtemelen d&r'da gezinirken bir albüm gördüm. kapağındaki isimleri sayıyorum hazırlanın: gloria estefan. mariah carey. celine dion. mariah carey. carole king. shania twain.(veeeeee mighty) ARETHA FRANKLIN. vh1 live. çöt diye aldım tabi. nasıl almam? my heart will go on var, make it happen var, my all var, you're still the one var. düetleri var, daha ne isterim? açtım dinlemeye başladım hemen. fıkır fıkır gloria estefan şarkıları, istediğinde pes olan o sesi, o my! sweet joy. mariah'cığımın arkada gospel ekibiyle my all'u remixlemesi, celine'ciğimin titanic kurbanlarını anıp şarkıya başlaması. aman allahım ne büyük bir mutluluktur o. goddesses of music. the muses of music. işte bu albümledir ki ben aretha'yı tanıdım. mariah'nın deyişiyle all hail the queen of soul. tamam, bir tane albümü var bende, ezbere bilmem şarkılarını ama o aretha, tapınacaksın. o ses, o nefes, hey yarebbim akıllara zarar. hele de o testimony'deki modu yok mudur? kadın coştukça coşuyor insan, kadın söyledikçe tükeniyor, ama kadın söyledikçe söylesin istiyorsun.
son olarak da size carole king'i anlatmak istiyorum. o neredeyse utangaç görünen, "under the spotlight" olmayan kadın. hani çok duymadığımız kadın. hani o kadar çok "diva"nın arasında tayyörünü giyip piyanoda eşlik etmeye gelmiş gibi görünen kadın. ah carole king. bende bir tane albümü yoktur. ama o zaman fark ettiydim, meğersem the reason'ı o yazmış. hani celine dion'un albümünde olan bayıla bayıla dinlediğim şarkı. in the middle of the night kısmında hüzünle siniri aynı anda yaşadığım şarkı. kasetçiğimi incelemeye başlayınca bir baktım ki, aaaaabiiiiiiiii kadın NATURAL WOMAN'ı yazmış! o şarkı, the şarkı! albümün en harika şarkısı filan o derece! hani bütün o divaların söylediği, arethanın coştuğu, diğerlerinin ışıldadığı!!! sonra dinlerken baktım ki you've got a friend'i de o yazmış. for people like this to sing dediği an jetonların kutsal düşüşü. derken yıllar geçti. öyle bir anda karşıma çıktı ki carole'cığım, sevinçten ölcektim. ne güzel oldu onu ekranda bir anda görüvermek.
lisedeydim, yeni bir dizi keşfettim lisede: gilmore girls. lorelei'ın çılgın yorumları, rory'nin fikirsiz fikirli güzel çirkin hüzünlü eğlenceli halleri, kalp kalp kalp luke kalp kalp kalp. ortasından dalmışım heralde diziye, en sondaki jenerik geçiyor, ama geçmeden onu gördüm! special appearance: carole king. gözlerim yerinden çıktı bi iki saat kadar yerine gelemedi. sevinç sevinç sevinç sonra ertesi gün en başından yakaladım. where you lead diye süper şarkı ve tabiki de carole king bestesi! indirdim filan, fıt fıt söylerim hala. diziyi de digitürkte görüyordum eve gittikçe, ama arasıra diziporttan izliyorum. güzeldi yahu! neyse o dizi hakkında düşünceler başka zamana, dağılmak istemiyorum.
çocukluğumda, yok yok çocukluğum değil ilk gençlik yılları diyelim, bridget jones serisi patladıydı. renee'in o halleri çok eğlenceliydi ya! ama itiraf ediyorum hala izlemedim ben o filmleri. ben o sıra chicago'yla coşuyordum, elim varmadı bilet almaya galiba. sonra da yalan oldu iyice. ama televizyonda görünce arasıra baktım, pek bilmem, ama konuya hakimim desem çok da uydurmuş olmam. ne olursa olsun, hani harry potter'ın bir nesli büyütmesi gibi; bridget'in iki filmi de bir dönemin romantiklerini büyütmüştür efendim. işte bir gün ben o filmin şarkısı olan will you still love me tomorrow şarkısını da carole king'in yazdığını öğrendim efendim.
şimdi bu yazıyı sona bağlamak istiyorum. bütün paragrafları anlamlı bütüne sokmanın zamanı geldi.
tesadüflere inanırım ben. hem de accayip inanırım. o kadar inanırım ki hayatımda olan şeyleri geçmişle bağlamaya bayılırım. belki de bu kadar inandığım için bağlantıları görmek konusunda iyiyimdir, bilemiyorum. çizgi filmlerinden, titanic'e, soundtrack'lerden, vh1'a geldim bakın. ordan dizileri turladım, üstüne de bridget jones'la bitirdim öyküyü. ama aslında ben bütün bunları bambaşka bir amaçla yazdım.

yukarıda yazdıklarım bir sonraki yazım içindi. onu uzun tutmak istemiyorum çünkü. çok kısa, öz, net olmalı. bunu okuyan biri olursa eğer, aklınızda tutun saydığım herşeyleri olur mu?

11 Ağustos 2011

[Doctor Who: Season 3 yorumları.]

dün itibariyle doctor who'nun üçüncü sezonunu da bitirmiş bulunmaktayım. bu noktada şu yorumları paylaşmadan edemiciim.
  1. martha, evladım, kendine gel! tamam ölüme yaklaşıyorsun, güneşlere düşüyorsun, vıdı vıdı bir sürü bok geliyor başına. ama lütfen çığlık atma ya! hep sorguluyorsun ya benim işlevim ne, rose'u mu arıyor, beni sallamıyor mu acep diye; işte burdan bir ders al ondan diyorum. rose da bissürü kez ölümle burun buruna geldi ama kız viyak viyak ciyak ciyak ve bilimum sessizharf iyak kombinasyonuyla bağırmadı senin gibi! bir void'a düşerken bağırdı ama o da normal yani, void dediğin life and death'in ötesinde bişiy. finally, kolay şeyler değil tamam da, sen de normal değilsin, doctor'un companion'ısın bugüne bugün. be cool. chill. şimdi burda donna'ya da gönderme yapmak lazım ama o kadar net hatırlayamiciim olayları. şu kadarını söyliyim, çığlık atacağına witty ol, ironic ol onun gibi işte martha, bağırma. evet, mesajım alındı inşallah.
  2. dear üçüncü sezon, mal mısın sen? o kadar izle filan, bombok bitsin. açıkçası hiç beğenmedim. daha doğrusu dün 11'in sonuna kadar izleyip sneak peak yaptım iki bölüme 40 dakika kadar ama yeani, beğenmedim. martha'nın aşkına ölüyorduk da sanki martha'nın anası çıktı bir de başımıza! ama o minnoş topçukların içinden çıkan şey [şey dememin sebebi spoiler vermemek haberiniz olsun] olayı iyi bağlanmıştı. üstelik de o flashback çok tatlıydı. ama "come on, is this utopic?" diye sorarlar adama. bir de şunu anladım ki doctor'un sezon finalini çakmak için, her bölümün her anını izleyeceksin arkadaş. ben izlediğim bölümleri atladım ama hafızam iyidir neyseki. son altı bölümde kurmaya başladılar eğer yanılmıyorsam. ama dördüncü sezonun ne kadar epic olacağı üçüncü sezondan belliymiş. tık tık tık tık (bu dörtlü ritim oluyor, bilmeyen anlamayan kalmasın) olayı beni benden aldı anacım! aferim daha başlamadan kurgulayın, takdirimi kazandınız. heyecanla başlayacağım. haa bi de şu master olayı var. onu da hele şükür anladım. ama tek kelimem var: overrated. kendisini en son ben canlı kanlı gördüydüm, bakalım nasıl bağlayacaklar. haaaa bir de bak sonradan geldi aklıma sneak peak'ten: doctor'un yaşlanması, insanların onu düşünmesi bıkbıkbıkbık hedehödöhedehödö, allahım beni benden aldınız ya! heralde dedim david 2 bölümü seslendirdi, tatile çıktı! şimdi güzel birşeye geçelim:
  3. dün geceki maratonun en büyük olayı tabi ki Jack! hayranım sana Jack. bebeğimsin Jack. çok tatlısın Jack. bu arada rose'u sorman, onun öldüğünü duyunca yüzündeki o mutsuz ifade... ay valla beni benden aldın Jack. duygusaldır da yani Jack'çiğim. bir de şöyle birşey var kiiiiiii bu bölümde -daha doğrusu henüz izlemediğim, sneak peak yaptığım bölümde- yine bad wolf'a gönderme yaptınız kiiiii, ah bebeğiiiim, beni mutluluktan öldürdünüz. yani o çirkef master'ın ben de time lord'um deyip bıtbıt elalemi mahvettiği, mahvetmeye çalışması nerdeeeee tardis'ciğimin ruhu'nun rose tyler'ı life giver yapması nerdeeee? bir daha vurgulamanız baya iyi oldu. hem 4.sezonu izlemiş (en azından bir kısmını) olaraktan ufak foreshadow'larda bulunmuş olduğunuzu da gözden kaçırdım sanmayın efendim. yalnız bölümün en kritik anı -ay dedem olsa dalga geçer şimdi en sevdiğin sahne mi diye =) - academy'e ilk ben başvurmuştumdan sonraki cümle!!!! evet spoiler olmasın diye söylemiyorum, bu kadar da süper bi insanım yani. o cümleyle beni benden aldın sen Jack! yine kağıt kalemler eşliğinde timeline'lar çizdim filan o derece! ama aradaki maceralarını bir hikoş yapsaydınız baya baya baya baya baya iyi olurdu ama ne yapalım, torchwood'la idare edicez. belki ordan oraya 173. sezonda bağlanır da nasıl bıkbık olduğunu [spoiler] olduğunu öğreniriz. zaten bi sen, bir de river beni çatlattınız, başıma ağrılar soktunuz.
evet, 3. sezondan da izlenimlerim bu şekilde. 4. sezona başlayacağım ilerleyen günlerde hayırlısiylen. ama soruyorum: neden zibilyon tane özel bölüm var ya? what is the difference between season 1-2-3-5 yani? bakalım birkaç güne 3'ün son iki bölümünü de bitirir, değişen fikrim olursa patlatır yazarım size.

[yemek üstü siyaset mahmurluğunun dehşeti.]

dün yemek yerken duyduğum bir diyaloğu paylaşmassam çatlayacağım yeminlen. iş çıkışı artık metrodan çıkıp taksiye binmişken aracı durdurdum, kanatçıda aldım soluğu vallahi. uzun süredir yemiyordum çok mutlu mesut yedim. şimdi karşı masamda oturan aileyi anlatmayı bir borç bilirim. bir adam -baba- iki tane de kız vardı. birisi türbanlıydı. o minicik mekanda o sessizlikte konuşulanlara da kulak misafiri oldum tabi. kızımız edirnede okuyor galiba, birkaç arkadaş ev tutmuşlar, bursları varmış kendi kendilerine yetip gidiyorlar. diğer kızımızın ne yaptığını bilemiyorum. baba da o kadar eğlenceli bir adamdı ki, bütün lokanta hepimizi gülümsetti. galiba oranın müdavimiymiş. garsonu sordu, izinde dediler filan bu derece. rakısını koymuş hem tıkır tıkır içiyor, hem kızlarıyla sohbet ediyor, hem de garsonlarla muhabbet ediyordu. neşesine hayran oldum. hele de bir an bizim kanatlar nerde usta, oruçludan da aç kaldık diyince baya bi güldük hepimiz. sonra kanatlar geldi, oooh bize her gün ramazan diyerekten neşe kıvılcımları püskürtmeye devam etti kendileri. kadeh kaldırdı usulca tanıdığı garsona doğru, sonra kızına döndü, gerçi sen biraz yobazsındır dedi sırıttı. neyse efendim amca hakkında bir portre çizdim sanıyorum bu bilgiler ışığında. şimdi laf döndü dolaştı -her türk rakı sofrasında olduğu gibin- siyasete geldi. adam kapalı olan kızına, sen kime verdin bakayım en son seçimlerde oyu diye sordu. akp'dir akp diye ekledi.  kız cevap olarak hayır mhp'ye verdim baba dedi. ben hmm tamam, olur yani derken içimden kız bombayı patlattı: chp geçen seçimlerde mhp'ye destek veriyor diye mhp'ye oy verdim. babası da aynen şöyle dedi: bilsem ben sana akıl verirdim. ben siyasetten anlamıyorum galiba arkadaşlar. türkiyedeki dengeler bişiyler beni bu konuşmayla aştı. gulp diye yutkundum. ya da birileri anlamadıkça bu hale geliyor siyaset. çözen beri gelsin.

10 Ağustos 2011

[cefakar orta parmak.]

aklıma çok garip bir detaydan bahsetmek geldi, hemen işe koyuluyorum. hani derler ya, akılsız başın cezasını ayaklar çeker, aman kolum koptu, ay başım çatlıyor, of belim ağrıyor filan diye. dün düşündüm de, tamam, bütün bu kısımlar ağrıyor yoruluyor, bizim yorgunluğumuzu çekiyor. ama hep en önemli uzvu unutuyoruz yahu. hani şu ünlü orta parmak. hani hareket çeken. ona böyle anlamlar yüklenmesini duymaya alışmış kulaklarım. ama biliyor musunuz, en çok o benim nazımı çekiyor. o parmağım kalemin yükünü taşıyor. üstünde minnoş bir tepecik var evet. hani herkeste olan. hani tam da kalemin üstüne dayandığı nokta. sayfalarca yazı yazıyor. üstelik tıkanmadan yoruldum demeden. yazı da yazı hani! sınavlarda coşuyor bazen, bazen de gülümseten anıları kaleme alıyor. michael caine'in bir korku filmi vardı eller diye yanılmıyorsam. adam delirmişti filmde. ellerinin kendisinden habersiz, kendisinin kontrolü dışında hareket ettiğine inanıyordu. (yoksa uydurdum mu? yok ya, böyle birşey cidden vardı. uydurduysam da güzel uydurdum beğendim evet.) aslına bakarsanız o bakış açısını benimsemek zor değil. hayır sırıtmak yok, ellerim delirdi demiyorum şu an. eller. bir insanın tüm yükünü çeken, ağrımayan, sızlamayan eller. hatta daha da yücesi, ağrıyıp sızlasa da bize çektirmeyen eller. bir fotoğraf çalışması yapmak isterdim. hani maden işçisinden piyaniste, ne bileyim avukattan mimara birilerinin ellerinin fotoğrafını çeksem. bu fikir de aklıma şöyle gelmiş bulundu: bir dergide gördüm, yüzyılın en önemli isimlerinin fotoğraflarını çekmişler. bildiğiniz dali picasso filan var zaten net. ama bir fotoğraf var ki, sanki piyanistin o afişi. bir piyano, üzerinde iki çift el. benimkiler olsa çok da fifi. ama altına miniiiiik bir puntoyla dipnot düşmüş adam: Sergei Vasilievich Rachmaninoff. düşünebiliyor musunuz? o eller 20. yüzyılın en büyük müzik dehasının elleri. işte böyle adına meslek grubuna bakınca anlam kazanacak fotoğraflar çekmek istiyorum. mesela koyayım bir fotoğraf, amaan bu yaşlı eller de kimin desinler. altına yazayim: kalp cerrahı bilmem kim. senin o yaşlı el dediğin eller adamın kalbindeydi, ezik! diye düşünüp keyiften öleyim yani o derece. haydi bakalım. bu projeyi de buraya düştüm. bucket list olsun tam. ama dediğim gibi, en çok yorulan yanım bu zavallı, itaatkar parmağım. siz de kıymetini bilin yani. çünkü o çalışmassa hepimiz işsiz güçsüz okuldan atılırdık bak!

08 Ağustos 2011

[Comet IKHBH.]

var. biliyorum. sadece bazen emin olamıyorum. öyle acı birşey ki aslında. orada bir yerde ama dokunamıyorum. sadece değiyorum, çarpıyorum onun parçalarına. ona varmaya çalışırken. oturup dinleniyorum. tıpkı bir kuyruklu yıldız misali. ana yıldıza varıncaya kadar toz bulutunda kalıp nefes almaya çalışıyorum. önceleri cezbediyordu o toz bulutu beni. ışığına kapılmak, soluk soluğa uçmak ordan oraya. ta ki anlayıncaya kadar hiç bir taşın, yıldız olmadığını, yıldızdan bir parça bile olmadığını. anlayıncaya kadar onun etrafında dolaşan, ona kapılmış, onun yolunda taşlar olduğunu. bak bunu da biliyorum. ama o içimdeki isteğe engel olamıyorum. sanki öyle bir yıldız bulacağım ki ben, önce minik çakıl taşlarına dokunacağım, sonra o taşlar birleşip tıpkı bir platform gibi beni ona taşıyacak. ya da tıpkı bir gezegenin doğuşu gibi, o minik taş etrafında oluşacak bütün kuyruklu yıldız. her seferinde avcumun içine alıyorum o minik taşı. her seferinde sevgi dolu gözlerle bakıyorum, hadi, götür beni ona. hadi onun bir parçası çık. çıkmadılar henüz. çıksa herşey ne kadar güzel olacak, herşey yeni bir solukla, yeni bir atmosferle biçimlenecek. ama çıkmadı. çıkmayınca kirli bir atmosferde, nefes almak için boşluk yaratmaya çalışıyorum. düşün düşün düşün. o deliği açıyorum. uzayın boşluğuna süzülüveriyorum. ama ben delip geçmek istemiyorum artık. bir üç beş on, istemiyorum.kafa kafaya çarpmak istiyorum galiba ona. dağılalım istiyorum. sonra bütün parçalarımız havada savrulup tek parça olsun. başka yıldızlar bize baksın. dünya bizi izlesin. --bakmasın, izlemesin tamam, ama yeter ki onunla çarpışayım. çünkü gezerken koca uzayda, enerjim tükenmeye başladı. bitmez o enerjim, inanıyorum çünkü. ama daha fazla eksilmesin. yoksa hiç emin olamam. oysa var. biliyorum. sadece emin olamıyorum.
haydi, inandır artık beni.

[Doctor Who: Doomsday + Smith and Jones]

dün izledim çok hoşuma gitti bunu bir yere kayıt altına almam şart.
valla yüzmilyarlarca kez aklımdan geçirip onlarca kez söylediğim gibi rose tyler'cığımın diziden çıkışı bende büyük bir depresyon sebebidir. hem gidişinin bu kadar acıklı ve bok yoluna olması, hem doctor'cuğumun üzüntüsü, hem de o yarım kalmışlık hissi beni benden aldı. ondan sonra donna'nın geldiği bölümü izlediydim. christmas special olan hani. sonra koptum gittim açıkçası, gördükçe izledim. ama martha'ya genel bağlamda gıcığım. çok fikirsiz bir insan yahu. tepkileri, hareketleri, ı-ıh. beğenmiyorum. hani rose tyler değil, donna da diil. anca mickey gibi bir ezikellaya yakışır. neyse. benim yazmak istediğim şu olağanüstü olay ki dün martha'yı sevdim. hani ilk kez gıcık olduğum bir karakter hakkında fikrim değişti. kolay kolay değişmez. mümkün değil yani. karaktere gıcık olduysam oyuncuya gıcık olmaya devam ederim o derece. mesela orlanda bloom ve paris gibi. ama dünkü bölümde -ki ilk bölümüydü onun- kalbimi fethetti. doctor'cuğumun onu öpmesi beni kıskançlıklar krizine soksa da affettik kendisini. son nefesini alıp doctor'a vermesi; o son nefesle bile onu kurtarmaya çalışması; üstelik kim olduğunu bilmeden, ona inanmadan yapması... aferim len martha, gözüme girdin bu böyle biline.

[project mist.]

çok garip bir proje var aklımda. birşeyleri anlatmayı, kayda geçirmeyi düşünüyorum ama bakalım, önce kafamı toparlamam lazım. bu proje diğerleri gibi olmayacak. taslak yazıyorum hakkında o derece. kurgulayıp kurgulayıp bir kere daha karalayıp baştan yazıyorum. bakalım ne sonuca varacağız. hani öyle birşey ki belki de yazıya dökülmeden bırakacağım. içime sinmezse silip atacağım. we'll see...

[sonradan gelen edit: project mist'ten vazgeçtim. kafamdakileri yazmak, kafamdakiler benden çıktığı anda bana huzur verdiği için güzel. oysa bu sefer yazsam da aklımdan çıkmayacak onlar.]

[oscar glamour vol.1]

dün düşündüm de neden en sevdigim organizasyonu yazmıyorum ben? organizasyondan öte, o gece benim için pür heyecan, öldürücü bir yürek çarpıntısı, bir ritüel, uykusuzluğun hissedilmediği, yılın en tatlı gecesi. oscar töreni.
önce aday adayı telaşı olur türkiye'de bak. aman hangi filmimiz aday olucak? ay ilk kez oscar adayı mı olucak bilmemne diye gazeteler basbas bağırır. oysa ben hiç umursamam o telaşı. tamam, tabi ki de sevinirim bir türk filmi aday olsa, bizi temsil etse. ama o film öyle bir film olmalı ki, batının gözünden doğuya olan bakışı güçlendirmemeli. sefaletti, uçan sinekti, töreydi cinayetti, hayır. böyle birşey istemiyorum. o film "sanat filmi" de olmamalı. bak ezik slumdog millionaire filmine. tamam kurgu konu çok güzel filan da hiç öyle sanatsal çekimler, uzuuuun sahneler, filan yok benim bildiğim. sözüm sana nuri bilge ceylan. itiraf ediyorum ünlü ünlü filmlerini izlemedim. ama bir fotografçı olarak şunu net bir şekilde söyleyebilirim. filmle fotoğraf çok çok çok farklı. planları bu kadar uzun tutma diye yakana yapışasım var. senin de türkiye'yi oscar'da hayal ettiğim gibi temsil edeceğine inanmıyorum galiba. öyle bir film henüz aklımda yok, yönetmen adı dahi yok. ayyy ferzan'cığımın bakış açısıyla bir tarih filmi olsa, şöyle japon filmi tadında kostümlü, boğaz mekanlı. neyse daha fazla uydurup atmayacağım. bir de efendim o aday filmin ekibi de gidiyor ya törene, sanırım ben o olaya da hazır değilim. the hayatım insanlarının yanında kimse olmasın istiyorum ulen! kimse onlarla tanışmasın, el sıkışmasın, aynı havayı solumasın valla. düşün şimdi, kate winslet'la aynı yerdesin, cate blanchett orda, brad pitt filan, charlize theron, allahııııım antonio banderas! yok yok yoook, kesinlikle izin vermiyorum! işte bu bahsettiğim aday adayı film bu muhabbet. oysa ki benim derdim bambaşka. kim aday olursa olsun, ben o glamour'ı seviyorum. açıkçası bir türk filminin oraya gidip gitmemesi o glamour'a bir katkı yapmadığı gibi bir eksiklik de yaratmıyor benim için.
gelelim benim telaşımın başladığı noktaya. adayların açıklandığı gün. mübarek ben aday oluyorum sanki. öyle heyecanlanıyorum ki! hele de sevdigim bir oyuncuysa. hele de izlediğim bir film, takdir ettiğim bir yapım, uykumu kaçıran bir eserse! sanırım ben kafamda o aday oyuncunun tüm filmlerine veriyorum oscar'ı. hani mesela kate winslet oscar'ı reader ile aldı. harikaydı müthişti tamam. ama kate o ödülü, titanic, finding neverland, iris, revolutionary road, little children ve hatta quills, enigma bile dahil olmak üzere o müthiş dönüşümüyle haketti! [bu arada aman şu filmi unuttun, aman onu yazmamışsın o da çok güzeldi muhabbeti yapanı döverim. kate winslet'ın her filmini izledim, resmen çktığı dönemden beri takip ediyorum. bana mı anlatıyorsunuz ulen diye de çığlığı basarım.] misal natalie portman, kız leon'la girdi bu işe benim bildiğim, goya'nın hayaletleriyle, hele de o v for vendetta rolüyle beni benden aldı. bence yıllar süren bir emeğin en sonunda taçlandırılmasıydı o ödül. çünkü annemin teorisine -ve benim katıldığım bir teori bu- göre iyi oyunculara iyi işler geliyor ve böylelikle yükseldikçe yükseliyorlar. bir de yukarıda bahsettiğim ikinci kategori var: uykumu kaçıran beni mutluluktan öldüren bir filmden kişi adaysa kategorisi. örnek veriyorum: marion cotillard. mart ayıydı. onbirinci sınıftayım. akşam üstü sinemaya gideceğim ama hangisine gitsem diye beyazperde'yi açtım bakıyordum. kaldırım serçesi diye bir film. annemin kulağını çınlattım o an. annemin meşhur hikayesidir, çocukken edith piaf'ın hayatını radyo tiyatrosunda dinlemiş. ona kaldırım serçesi derlermiş, kaldırımda keşfedilmiş. minikmiş filan fıstık. dikkatimi çekti ve açıp fragmanını izledim. marion marcel marcel diye çığlık atarak dizlerinin üstüne düştüğü an. o an. o filmi izlemeye karar verdim. sadece o sahne için. sadece o sahneyi izlesem de yeter dedim. 3 ay o filmi heryerde aradım. yok yok yok yok yok. henüz gelmedi abla henüz gelmedi abla. delirttiler beni. en sonunda buldum limewire'da. indirdim itiraf ediyorum. dvd'si çıkınca da sildim derhal panik yaratılmasın. fransızcam var ama tüm filmi sular seller gibi izleyecek kadar değil. ama filmi izlemeye gittiğimde filmi zaten biliyordum. ağustos ayıydı. akşam 21.15 matinesi diye hatırlıyorum. beyoğlu beyoğlu sineması. annemi içeri sokana kadar çatlamıştım, efendim burasının düzgün sinema olduğuna eminmiymişim. annişim ya, çok alemsin çok tatlısın vallahi. neyse bir girdik filme. dağıldık. çıktığımızda anne dedim, oscar golden globe ne varsa bu kız alacak. almalı, alırsa valla hak etti dedim. o korkunç eve döndük kiraladığımız. o günden sonra evde edith piaf hiç susmadı. sonra adaylar açıklandı. marion adaymış! tarifsiz bir mutluluktu tanrım. çok çok güzeldi. işte o kız, birsürü filmde oynamıştı, konuları güzel, hatta bazıları kült haline gelmiş filmlerde oynadı evet. ama o adaylık bir filmle oldu bence. ödülü aldığı an, sabah 6.20'ydi. otel odasında yatakta kucağımda yastık bir elimle ağzımı kapatmıştım, bir elimde kumandayı tutuyordum. ikisi de titriyordu. forest whitaker marion'un adını söylediğinde gözlerimden yaşlar akmaya başladı. haketti bunu dedim, haketti, haketti haketti. dünya film endüstrisine hoşgeldin minik dev. aynı heyecanı yaşamadım, itiraf ediyorum, çünkü aileen'in hikayesi edith kadar çılgın mı desem, dolu mu bilemedim ama edith'in hikayesi kadar değildi. o kadar aşk dolu değildi. o kadar entrikalı değildi --edith'in hayatı öyle aileen ne yapsın- o filmin sonunda da gözlerimden yaşlar akmıştı. o kocaman güçlü kadının bile bile mahkumiyetini kabulü beni çok etkiledi. charlize oscar'ı aldığında yine ayakta alkışlıyordum adeta. işte bütün bu güzel anlara can veren ilk andır adayların açıklandığı an. sonra ise merak ve telaş başlar. kim alacak, ne giyecek, ne diyecek, nasıl diyecek?
veee uzun süren bekleyişten sonra oscar gecesi gelip çatar. yiyecek hiçbirşeye ihtiyaç duymam. çay alırım, ama buz gibi olur genelde, heyecandan unuturum. kırmızı halı töreni ilerler. ama itiraf ediyorum artık pek izlemiyorum, baydı yani. birkaç kişi dışında pek heyecan uyandırmıyor. ama sırf kodak tiyatrosundaki atmosferi almak, orada hissetmek için izliyorum. direk törene başlasam heyecandan ölürüm heralde. aaa bir de özellikle hugh jackman 'dan sonra yaşadığım kim sunacak telaşu var. o adamdan sonra her program korkunçtu bence. anne hathaway kendi başına götürdü, franco'nun ezikliğine inanamadım. bet suratlı yakışıklı adam. salak. neyse. ama ellen'la filan çok eğlendiğimi hatırlıyorum. neil patrick harris de açılış şarkısıyla gönülleri fethetti. ama dedim ya, hugh jackman tüm standartları yeniden yazdı. efendim tören başlar. işte makyajdı bilmemneydi 'inferior' ödüller gider. zaten benim beklediğim ödüller yardımcı ve en iyi erkek kadın en iyi film senaryodur. o an geldikçe kalp çarpıntısı. arada sürekli çıkan reklamlara sinir krizi. aralıklarla çalan en iyi şarkı adayları. hey hey hey. ne güzeldir. şimdi heralde esas soru şu. neden seviyorsun bu kadar? akademi çok taraflı davranıyor, ödüller adil değil, amerikan icatları bunlar, cannes daha önemli filan eleştrilerini duyar gibiyim. ama önemli olan ödül değil galiba bana göre.
bir filmi izliyorsun, karakteri çok beğeniyorsun, özdeşleştiriyorsun kendini. ya da tahtalara vurup ay iyi ki benim başıma gelmedi diyorsun. takdir ediyorsun gücünü onun. güçsüzlüğünü anlıyorsun. sesini beğeniyorsun bir müzikalse. o kadar dans etmesine edebilmesine. o karakteri muhtemelen sevdiğin veya o rolden sonra seveceğin kişi hayat veriyor. o kişi öyle biri ki ulaşılmaz. öyle biri ki seni tanımaz. öyle biri ki asla karşılaşmayacaksın. adını bilmeyecek. senin ne kadar ağladığını tahmin edecek belki, ama asla görmeyecek biri. bir hayranın gözünden o kişi bir tanrı/tanrıça. seni görmeden seni oynuyor. seni görmeden sen olabiliyor. bambaşka birine vücut veriyor. onun gözyaşlarını dökebiliyor. işte o yüce insan ödülü alınca ne oluyor hiç dikkat ettiniz mi? o über insan, takdirle izlediğin insan sen oluyor. senin hizana, senin insanlığına iniyor. ağlıyor konuşurken. kelimeleri seçemiyor tıpkı senin hayatındaki ilk sunumda kekelediğin gibi. ailesine sarılıyor. o ekrandaki dev, sahnede ufacık oluveriyor ödülü eline alınca. suck it up meryl diyecek kadar içten, hayatımın rolü diyecek kadar anne, şampuanla bunun provasını aldım diyecek kadar çocuk, it is true there are some angels in this city diyecek kadar nutku tutuk, kapıda ambulans bekletecek kadar hamile. insan işte. sen ya da o. insansınız. işte hollywood rüyası, everyday person oluyor o gece. ve o dönüşümü izlemek kadar keyiflisi olamaz. her oscar sabahı saat altı buçuk sularında nefesini kesen karakterlere can veren kişilerin senin gibi olduğunu görmek, o koca adamların çığlık attıp zıpladığına tanık olmak... böyle bir heyecan benim için oscar. biliyorum, catherine zeta jones hamile olmasaydı ve orası yine de resmi olmak zorunda olduğu bir platform olmasaydı 5 tur atardı kodak'ta, ben onun yerine attım. biliyorum. biliyorum ki nicole kidman içinden yerden yere vurdunuz, bu virginia woolf rolü de size kapak olsun dedi. marion ödülü alınca içinde fransa alamazmış, peh peh peh, aldım işte, edith'le aldık diye çığlık atmıştır sessizce. forest'cığım "diktatör, zenci ve ölüm emirleri veren bir kumandanı oynadım ve siz ona o kadar hayran oldunuz ki, bu ödülü aldım!" diye gururlanmıştır. işte oscar hikayesi böyle birşey. heyecanlar ötesi. gerçek. hayal. herşeyin birleştiği yer orası. anlamayan anlamaz. uğraşmayın. sadece söyleyin. bu sene kimlerle izliyoruz bebeğim? adayları alayım?

05 Ağustos 2011

[room with a poster vol.2]

uzaklara dalıp gitmiş, farkında değil onu izleyen birileri olduğunun, elinde sigara, bir nefes çekmiş, duman çıkmıyor ağzından, zehirlemeye meyilli kendini. ama o hüzünlü halinde bir güzellik var, güzellik değil aslında doğru tanım, doğallık...
insan hayatının ilk yıllarında en çok ailesine yaslanıyor. minicik bebekleri görünce hep demiyor muyuz, ay ne kadar minik diye? işte aslında bu cümlenin altındaki anlam ay ne kadar muhtaç bence. evcil hayvanlarımız gibi, tabi daha da öte bir muhtaçlıkta o bebek. yemek vermemize muhtaç, tuvalete götürmeye muhtaç, temizlenmeye muhtaç, ısıtılmaya, soğutulmaya, kurulanmaya muhtaç, bakışınıza muhtaç, gülümsemenize muhtaç, kokunuza muhtaç. işte insan o en muhtaç anlarında gözlerini açtığında gördüğü o iki kişiye nasıl da bağlanıyor. filmlerdeki doğuran mı büyüten mi sorularının cevabı bu minik öyküde saklı aslında. muhtaç halinde sana sahip çıkana aile diyor insan bence. o filmlerde genelde hülya koçyiğit figürleri davayı kazansa da, hayır, anılar daha ağır basıyor bana göre. peki ya o aile olmasaydı? gözlerimizi açtığımızda bir boşlukta bulsaydık kendimizi ne yapardık? herşey insan için der bazıları. ben bu söze inanırım. o zaman da alışırdık heralde o duruma. zor olurdu ama elbet alışılırdı. baksanıza binlerce yetim, öksüz var bu ülkede. peki ya gözlerini açtığında karşında birileri olsaydı, ama yanında asla olmasaydı? bir baban olmasaydı, annen seni umursamasaydı? ne büyük hüzün. ne büyük bir terk edimişlik hissi. peki ya baban belli olmasaydı, annen gözlerinin önünde delirmenin eşiğinde olsaydı? ne olurdu o zaman? devlet seni korurdu. sosyal devletler çocukları korur öyle değil mi? nitekim ona da böyle olmuş. ama koruyamamış devlet onu. taciz edilmiş, kullanılmış, umursanmamaya devam etmiş. kaçmış en son evinden. yıllar yılı onu görmeyen "ailelere" inat, fark etmiş ki artık insanlar onu görmeye başlamış. çok güzelmiş çook. fotoğraf çekimleri filan derken ünlü oluvermiş hemen. bir filmde izlediğimi hatırlıyorum, ya da bir kitapta okudum. aslında o kumral biliyor musunuz? ama kumral biri dikkat çeker mi? hyaır yanlış sordum, istediği kadar dikkat çeker mi? hayatı boyunca göremediği geri kalan ömrüne sığdırmak için çok dikkat çekmesi lazım? boyamış saçlarını. başarmış istediğini. ashley judd'dı yanılmıyorsam, onun gençliğini oynamıştı. sonra geçen yaz okumaya çalıştığım ama o kadar psikolojik sıkıntıya dayanamayıp, onu öyle görmeye okumaya dayanamayıp bıraktığım kitapta da vardı. hani her insanın sevmediği birşey vardır vücudunda. aman basenim, ama kalçam, aman kaşım aman gözüm diye mızmızlanırız. mızmızlanmaya meyilli oluruz. çoğu kabul eder vücudunu, kimi diyet yapar, kimi spora başlar, kimi estetik cerrahında alır soluğu. ay burnumu yaptırayım, ay dizimi düzelttireyim, aman kaşım kalksın, aman gözüm insin, aman yanağım çıksın, çıkmasın. peki bir sorum var size. kendinizden nefret etseniz ne yapardınız?  bir kısmından değil, ellerinizden değil, yüzünüzden, poponuzdan değil, dönüştüğünüz şeyden nefret etseniz ne yapardınız? dönüştüğün, oynadığın hali gençliğiniz suçlasa, kaltak dese, sırf gençlik değil, toplumda bile insanlar böyle dese bazen; ama çaren olmasa, değişemesen, çünkü bütün dünya gençliğini, saflığını, o ilgi görmeyen genç kız yerine dikkat çekici kadını istese, ne kadar canın acırdı? bedenine,aklına hapsolmuş iki kişinin birinden nefret etsen, diğeri olamasan, çünkü sevdiğin kısmı tüm dünya istemese, ne yapardın soruyorum sana? psikologlar yardımcı olamaz sana. tüm dünya sana karşıyken, ve bu bir abartma değil, senin zihninde uydurduğun birşey değilken, bir adam yardımcı olamaz sana. istese de yapamaz. öyle bir haldesin ki gittiğin yerde sana seslenenlere bakmak istemiyorsun. çünkü seni çağırmıyorlar. sevmediğin, sevemediğin, ama sevilen halini çağırıyorlar. bırakmak istiyorsun ama bırakamıyorsun, sevilmeye muhtaçsın. öyle muhtaçsın ki, adını bile öyle seçmişler senin. daha şehvetli olsun, dudaklar oynasın, insanlar daha çok sevsin diye. uyuyamıyorsun. aklını toparlayamıyorsun. aklını uyuşturdukça, gözün hiçbirşeyi görmüyor, çekimlere gidiyorsun baygınlık geçiriyorsun. çekimlere gidiyorsun 3 cümleyi söylemek için yüz küsür tekrar yapıyorsun. evleniyorsun. adına oyunlar yazılıyor. dünyanın belki de shakespeare'den sonraki en tanınan -çok severim kendisini o yüzden belki abartıyorumdur affola kusur ettiysek- yazarı yanında. ne çare, okuyamıyorsun ki yazdıklarını? söyleyemiyorsun ki! uyuştukça uyuşuyorsun, gülümsemeye devam ediyorsun nina gibi. alıştırıyorlar seni daha fazla uyuşmaya, uyuş ki kriz geçirme, uyuş ki yüzüne tıpkı beyin kanaması geçiriyormuş gibicesine o gülümsemen yapışıp kalsın. öl. ama flaşlar patlasın. manşetlerle öl. amy winehouse gibi. arkandan konuşsunlar yeter ki. filmlerin tekrarlansın. [albümlerini alsınlar]. herşeyin satılsın. dünyanın en zengini ol. ama o parayı harcayama. gülümseyerek, o kumral halinle izle yukardan. kimbilir belki lanet okudun bir süre. ama mutlu olduğuna inanmak istiyorum ben. sen ki tüm dünyanın bildiği kadın. sen ki baba figürüne muhtaç erken evlilik yapan kadın. sen ki dünyanın en güçlü adamıyla ilişkisi olduğu konuşulan, sen ki dünyanın en lanetli ailesinin lanetine kapıldığına inandığım. frank sinatra'yı neden sevmem konulu bir yazı yazsaydım, en baştaki sebeplerden biri olurdun bence. frank sinatra. my way'in efsanevi şarkıcısı. fly me to the moon'un mükemmel sesi. [bu şarkı benim keyif şarkımdır. ne zaman ıslık çalarak veya mırıldanarak görseniz beni, tamam, havam yerindedir. hiçbir şey mutluluğuma engel olamaz.] frank sinatra. kennedy'nin parti organizatörü. ne partisi diye sormayın yazmam. ama bol konuklu partiler olduğu söyleniliyor. frank sinatra. baba filminde yatağında atının kafasını bulan yönetmenin rol vermediği mafya babası. frank sinatra. my way'in sözlerini unutuncaya kadar sahnede kalmış şarkıcı. frank sinatra. hafızası, onu çoğu şeyi unutmaya zorlamış kişi. frank sinatra, belki de sonuçlarına katlanıyordur o günlerin. bilemiyorum. ben kafamda böyle kuruyorum belki de. işte onun tanıştırmasıyla bir ilişki, güçlü bir adam, zayıf, dağılan bir kadın. iyi ki doğdun güçlü adam. iyi ki doğdun güçlü adam. flaşlar flaşlar.
gözlerimi açtım, manşetler. ölmüşüm meğer ben. nasıl öldüğüm belli değil. öldürüldüm mü, dayanamadım da ölmeyi mi seçtim? artık aldığım hapların sayısını unutacak kadar hap alıyordum. kendimden nefret ediyordum da, son gün mutluydum galiba. doktorlarım öyle dediler. öldüm ben. öldüm. öl. beni kim öldürdü bilmiyorum. ben miyim sorumlusu? onlar mı? onlar kim? beni umursamayan insanlar. ben kimim? öldükten sonra muhtaç olduğu ilgiyi gören kadın. ama biliyor musunuz hala o kumral kız istediği ilgiyi göremiyor. eteklerim uçuşurkenki fotoğraflarıma bakıyorsunuz. dergiye verdiğim pozları milyonlarca dolara almaya çalışıp kasalara kilitliyorsunuz. kahkaha atan posterlerimi basıyorsunuz. şuh bakan bakışlarıma hala aşıksınız. taklit ediyorsunuz. taklitlerimle fotoğraflar çektiriyorsunuz. kızmıyorum yanlış anlamayın. ama canımı yakıyorsunuz. artık görün beni. görün o kızı. artık kameralar varken kahkaha attığımı anlayın istiyorum. artık flaşlar patlarken bu kadar mutlu olduğumu bilin istiyorum. onların farkında değilken mutsuzdum ben. hayal ettiğiniz parlak bir yaşamda değildim. dönüştüğüm şey beni yiyip bitirirken o kahkahalar çığlıklarımdı benim. anlamadınız. artık anlayın ne olur. hepinizin anlamasını beklemiyorum. ama görenler yazsın, anlatsın. üzülseler de yazsınlar ki biraz daha huzur bulayım. o kumral kıza birinin ilgi gösterdiğini bileyim. Çünkü ben, Norma Jean'im. Marilyn Monroe bir efsane, bir marka, bir imajdı. o ben değilim. ben kamera yokken uzaklara dalıp sigara içen kızım. ne olur, böyle bilin artık. Anlayın. Anlamaya çalışın.
Ben seni anlıyorum Norma Jean. Habersizken çekilen fotoğraflarını arıyorum. onları anıyorum. üzülme daha fazla olur mu?

04 Ağustos 2011

[room with a poster vol.1]

şimdi gelelim o aklımdaki konuya. size birisini anlatmak istiyorum. bu arada "size hitabeten yazıyorum farkındaysak. çünkü dear diary demek için varan bir çok büyüğüm, varan iki çok bayık bir tabir, e tabi varan üç burası günlük değil. zaten günlük konsepti de bana biraz garip geliyor. her gün yazacak birşeyin olmayabilir yani. abartmayın. tabi bu demek değil ki çocukken günlük tutmadım. tam tersi çok severdim. ama yıllaaaar sonra okuduğumda gerçeten aynı şeyleri anlattığımı görüp koccaman bir gülümsemiştim. evet efendim, bu durumu da netleştirdik. allons-y!

[hayranlık olgusu.]

kaldığım yerden yazmaya devam, bu sefer başka bir kulvarın hikayesini anlatmak istiyor canım. aslında tek birşey üzerine yazıyor gibi görünüp, hayran olma teması üzerine gitmek istiyorum. hani yazayım da bilinsin gibilerinden, çünkü hayranlık olgusunu bilmeyenlere üzülüyorum. belki birgün birileri okur, aklında birşey kalır ve fan'ları anlarlar.
ilkokuldaydım, nasıl başladı bilmiyorum, hatırlamıyorum. ama sanki hatırladığım ilk an bile power rangers izliyordum. kim söyledi de başladım, nasıl duydum bilinmez. dedim ya, onlar hep oradaydı. hafta içi saat dört gibi biterdi okul, hatta 16.05ti. saat beşe yirmi kala evde olurdum. zehra teyze tepside yemeğimi getirirdi ve ben onun yemeği getirdiğini bile algılayamadan ekrana kilitlenirdim. şimdi fark ediyorum da o yirmi dakikalık dizi bana o zamanlar ne kadar uzun gelirmiş yarabbim. sanki bir ömür geçerdi izlerken. hiç okulda power rangers'çılık oynamadım ama. saçma bulurdum. elimizi kavuşturup değişim zamanı diye bağırmak hakaret gibi gelirdi bana. o kadar kaptırmıştım ki -gerçekle hayali ayırt ederdim. ama o hayatları, o maceraları hayal etmeyi severdim- en sevdiğim karakter kimberly'nin güç taşını çalıp onu hasta eden -ki bu kısmı da kısa geçiyorum, oysa ki burayı destansı bir şekilde anlatacak kadar iyi bilirim- oyuncumuz catherine bıkbık'tan hala nefret ederim. oyuncudan nefret ettiğimi göz önünde bulundurursak, onun yerine gelen karaktere -güç taşını çalan kızımız sonra iyi olup kimberly'dan bayrağı teslim almıştı- gı-cı-ğım! ah power rangers, ilk dizim! dergilerini alırdım, güç taşlarını aldım, biriktirdim, oyun kartlarını sakladım, pembe ranger oyuncağımı özel bir kutuda korumaya aldım, daha 2 yıl önce kimberly'nin gidişine kadar olan tüm bölümleri indirdim ve hala da izlerim. ama sonra ne oldu bu diziye? tabi ki süper türk mantığı bu diziyi komple yasakladı!! kimberly gittikten sonraki döneme gelmesi de resmen sevdigim karakterin gidişine üzülmemin kanalca yorumudur bence. catherine'li bölümler -yani mighty morphin'power rangers'tan sonraki zeo rangers kuşağı galiba- cine5te yayınlandı önceleri. sonra komple kalktı. pokemon dijimonla doldu heryer. power rangers çok zararlıymış!peh! hiç power rangers diye balkondan atlayan birini duydunuz mu? hiç pokemon diye balkondan atlayan birini duydunuz mu? evet. ikincisi gerçekleşti. sana burdan selam ederim showtv. bok ye. neyse efendim, bu ilk dizimden sonra bir brezilya  furyası başladı televizyonda. vahşi güzeller rosalindalar, fernando jose v. alex savaşları filan. türk cephesinde de yılan hikayesi vardı. kraaaaaaaaaal diye az bağırmadı memoli bey gözümüzün önünde her hafta. o döneme gelen en büyük dizim -ki hala senaryo kurgularken faydalanırım- böyle mi olacaktı? oldu. o kadar entrika o kadar macera gözyaşı hüzün ihanet kriz buhran şimdiki 10 dizinin toplamında yaşanamıyor. çat çat olaylar ardarda olurdu, soluk alamazdık. şimdilerde 1,5 saat özet izlerken uyuyakalıyoruz nerdeyse. efendim sonraları en büyük ikinci dizim hayatıma girdi.tabi arada titanic macerasını filan anlatmıyorum. o ancak bir başka yazının konusu olabilir. başlı başına bir anılar geçididir çünkü.
ortaokulda -altıncı sınıftaydık- bahar gelir de bana anlatırdı. ama ne anlattığını şimdilerde hatırlayamam. tek bildiğim angel buffy diye iki karakter. ama ben buffy'nin kız olduğunu bilemediğim gibi-ya o nasıl bir isim hakkaten?- angel'ı da kız sanıyorum.neyse efendim sonra bir gün bahar bana david boreanaz'ı google'dan bir aratsana dedi. anam ben bir baktım ki angel adammış. hem de ne adam! ben karar verdim izlemeye! ama nerden bileyim internette gülümseyen, yanyan bakan adamın buffy'de depresyonlar ötesi brooding vampire rollerinde olduğunu. neyse, başladım izlemeye. hiç unutmam o ilk bölümü: bad eggs. nasıl korktum nasıl sindim oturdugum yerde anlatamam. elim gözlerimde, bir tek altyazı okuyorum o derece! babam geldi eve, bir baktı ben iki büklüm. ne yapıyorsun kızım dedi. dedim dizi izliyoruuum. sonra bir hafta izlemedim. derken bahar cuma sabahı kriz geçirerek geldi. dedi ki buffy angel yattılar da ah angel'ın dövmesi harikaydı da angel ruhunu kaybetti de kadının birini öldürdü yedi de buffy ağladı da mahvoldu da aman kötü adam oluverdi angel da! bende alarmlar çaldı tabi. o ezik vampir, kötü adam olunca nereye izlemiyorsun! karizmalar ötesi formuna kavuştu en sonunda! ve macera başladı. ardından her bölümü izledim. her hafta. kaçırmadan. bir kere kaçırdığımı hatırlıyorum. o zaman da diş doktrou randevum vardı yani, el mahkum. sabah 6'da kalkıp izlemiştim tekrarını. benim gibi uykuya düşkün birinin bunu yapması baya çılgın birşey. tanıyanlar bilir. neyse efendim yıllar geçti, yaz kampına gittik, o zamanlar cnbce çanakkale'de çekmiyor! düşün! çek-mi-yor!
-tanrım iki günlük koca bir aradan sonra kaldığım yerden aynen devam-
ama çekmese de bıkmadım usanmadım, dedem bir arkadaşını buldu, onda varmış da ordan kaydettik. ama ne oldu bir sorun??? ben kamptan koşarak geldim buffy buffy diye tabi. salak cnbce sezon finalinde herşey çözülüyor, bir hafta geç verelim heyecan olsun diyerek!!! ve evet bunu gerçekten dedi sevgili kanalımız. evet seviyoruz ama böyle salaklıklar mallıklar yaptı kendisi zamanında unutmadık da derinlere gömdük efendim o güzelim final bölümünün yerine gerizekalı seinfeld'i verdi. SALAKSALAKSALAKSALAK! bak hala öfkelenirim. uzuuun lafların kısası liseye yerleşme dönemi geldi. aldı mı beni bir hüzün -tamam zaten hüzün sardıydı beni o ilk birkaç ay, o başka bir yazıya kısmetse- ama düşünüyorum nasıl dizimi izleyeceğim diye. ama o yıl pazar günü akşam 8'e aldılar, ardından angel, üstüne de x-files koydular. mutluluğa bakar mısınız ya.
-dün kaldığım yerden devam, korkarım gün içinde çok yazamayacağım.-
biz başladık yatakhanede izlemeye ekipçe. evet minik bir ekip olduk bu arada. bu arada cumartesi geceleri olan buffy sendromumuzu anlatmak istemiyorum çünkü hala beni sinirlendiriyor. bir ara gelin kaynana evlilik programları vardı hatırlar mısınız? işte o programların birini izleyen vardı da birkaç kez izleyememiştik buffy! neyse efendim derken derken buffy bitti. ama o ne bitişti yarebbim? hani hüzün, mutluluk, beklentinin eksik kalması, yıllar sonra baktığında müthiş bir son olduğunu anlamak filan. efsanesydi efsane! veeee aylar geçti cnbce bir süpriz daha yaparak bize cennetin kapılarını açtı. buffy tekrar başladı! düşünebiliyor musunuz? birinci bölümden itibaren tekrar başladı. mutluluktan delirdiğimizi söylememe gerek yok heralde! en başından izleyince -eksik bölümler tamamlandı tabi çünkü ben bad eggs adlı bölümden, ikinci sezondan başlamıştım izlemeye- herşey yerine oturdu. artık bildiğimiz bölümleri beklemek heyecan verdi, izlemediğimiz bölümlerin senaryolarını okuyup dizi başladığında acaba hayal ettiğim gibi mi çekecekler diye beklerdim. nitekim öyle olurdu. bir de bu diziye başlamamın ortaokul yıllarında olduğunu söylemiştim. kelime hazneme de katkısı büyüktür. anyanka'cığım vengeance demon'dı mesela. intikam. uuuuu! tabi böyle izleyip takip ederken dvdlerini aldım -sadece 5, 6,7- ve bir hafta sonu kapanıp özel seçenekleri izlediğimi hatırlıyorum yazın fransadayken. sonra kopya dvd modası başladı, tüm seriyi edindim. hala da arasıra izlerim. özellikle acıklı bölümleri izlerim ki whedon zekasına bir kere daha hayran kalayım. bir insan 2 sezon önceden karakteri hakkında foreshadow yapabilir mi? "witch hunt" kapsamında idam edilen rosenberg ailesinin hayatlarını ve mektuplarını okuduğumda ürpermiştim. çok ama çok üzülmüştüm. sonra jetonum düştü. willow rosenberg gibi yıllar süresince değiştiğini gördüğümüz, dünyanın en güçlü cadısı haline gelen bir karakterin soyadı sizce tesadüf eseri mi rosenberg diye seçildi? hiç sanmam. joss. muhteşemdir. şimdi bir buffy macerasının sonuna geldik işte. çizgiromanları çıkıyor. ama itiraf edeyim, bok gibiler. spoiler olur diye bazı şeyleri söylemek istemiyorum ama s ve b ikilisi: şaka mısınız lan siz? yıllar yılı izledim ben o diziyi. kimi kandırıyorsunuz? hiç inanmadım böyle birşeyin olacağına. neyse. joss yazdıysa öyledir ne diyelim.
peki şimdi sırada ne var? neyi takip ediyorum? açıkçası beni bu kadar sürükleyen, defalarca izlediğim, her izlediğimde yeni anlamlar çıkardığım bir dizim daha olmadı, olamadı. büyük bir heyecanla günlük maratonlarla izlediğim dexter var mesela. arayı açıp sonradan kapadığım desperate housewives-ki önyargılı yaklaşmayın izleyin ve en sonunda mary alice'i dinlemeden kapatmayın- var. game of thrones izledim ama yaaani, özgün değil o bi kere. bir yazarın uçsuz bucaksız dehasından çıkma. killing'i izledim, ama daha çok yeni. şööööyle bir tudors ve madmen yapayım dedim, çok geç kalmışım bir kere, dördüncü sezondalar. ama yakalasam bile her hafta beni ekrana yapıştıracak zıpzıp zıplatacak diziler değiller. çok çok vaaaay, ooooo, aman tanrım derim. uykum kaçmaz. bak niptuck süperdi. onun carver'lı sezonu efsanedir, nevinle final bölümünü izlemiştik de delirmiştik hiç unutmam. sonraları biraz saçmalamakla birlikte dizi finalini süper yaptılar. kimber'cığım kalbimizde bir yaradır niptuck hayranları olarak. bak bu aralar doctor who'ya sardım. çok çok çok seviyorum o diziyi. 63 (68 de olabilir)'ten beri olan bölümleri internete düştü. ama izleyesim yok. dile kolay 26 sezon. bir de ne bileyim, yenileri izliyim yeter diyorum galiba. o diziyi yaratan kişilerin -yani en son izlediğim sezonları yazan kişiler diyeyim daha doğru şekilde- dehasına hayranım. hıı tabi bu demek değil ki yaratanlara hayran değilim. fikir süper! evren süper! karakter süper! neyse ne diyordum efendim, işte şu en son izlediğim sezonların kurgusunu yazan adama hayranım. şimdi ben bölük pörçük izlediğim için pek farkında değilmişim. ama yarebbim son izlediğim bölümlerdeki face of boe'nun öyküsünü ikinci bölümden kurmak nedir? rose'un -yok burada spoiler vermeyeceğim. şöyle diyeyim doomsday'in soundtrack'inin melodilerini rose'un tema müziğiyle uydurmak nasıl bir müzikal dehadır? eccleston'a tapıyordum o regenerate olduğunda kriz geçirmiştim izlemiyorum laaan diye ama tennant'cığımın casting'indeki güzellik boyutları ölçülebilir mi? veeeeee river song'un -yok yahu alışamadım hala: elizabeth corday'in- kurgusu neydi öyle!?!?!! onun çıktığı her bölüme DİKKAT: MERAKTAN ÇATLAYABİLİRSİNİZ. KAFANIZ ÇOK ÇOK ÇOK KARIŞABİLİR uyarısı koymalılar bence. elimde kağıt kalem ikisinin de timeline'ını yazmak istiyorum yani o derece. pes pes pes! hele de MERAKTAN ÇATLAYIP CENNETE DÜŞTÜĞÜNÜZDE ÖĞRENDİĞİNİZ ŞEY yok mu! öldüm ya orda. bu kadar planlı ipucu verilip hiçbirşey söylenmediğini ilk kez görüyorum! ya insan biraz çıtlatır hainler. +pandorica hikayesi neydi öyle? o gidip gelmeler, doctor'un versiyonları filan. oyh. çok güzeldi be. tabi burada dikkatinizi çeken şey rose tyler'a değinmemiş olmam olabilir. ama kayıtlara geçsin efendim: kimse bir rose diil. donna'yı seviyoruz, heyo heyo çok komik, aman aman çok acıklı filan. ama bir rose tyler değil. olamaz da. o konuya girersem -ki bölüm bölüm rose'un bizi şaşırtmasını (şu aralar baştan başladım ikinci sezon başındayım ühühühü), çılgın işlere imza atmasını (bkz: bad wolf the episode) saymıyorum- sadece doomsday hakkında saatlerce yazabilirim. böylece bunu okuyan olursa benden nefret edebilir. çünkü bir bakmışsın ki ben herşeyi anlatmışım, dizinin içine etmişim. hani sevdiğim diziler var, özellikle kritik sonlarını, olaylarını, bomba sahnelerini isteseler de anlatmıyorum ki millet merak edip izlesin. pasif reklamın da böylesi yani. rose konusu da öyle bir konu gençler. ancak bu noktada söylemeliyim: doctor'un her bölümü üstüste 3 kez izlenmez. doctor who'su gelip izlemek istediğinde izlenecek birkaç bölüm bulunur da, karakter hakkında aklınızdaki her soru cevaplanmaz. ne bileyim, işte bir buffy değil.
şimdi buffy'e tekrar bir atıf yapmışken hikoşlara değinmemek olmaz. hikoş nedir? efendim hikoş bizim b'ciğimle yazdığımız alternative universe planlı buffy bölümleri veya kendi hayallerimizin senaryoları oluyor. çıtcığımı da kapsayan kara kaplı günleri de hikoş sürecine dahildir. şöyle yürüyor sistem: en başı kurulu zaten. biz b. ile exchange'e ve/veya üniversiteye gitmişiz. yani dikkat! gerçek hayatla da bağlantılıyız yaani. sonra birer karakteri gözümüze kestiriyore. spike olabiliiir, angel olabiliiir, ayy xander olabilir artık aklınıza kim gelirse. onunla bir ilişki başlatıyoruz. satır satır tanışmaca bakışmaca yazıyorsun. ve olay buluyorsun. olay nasıl bulunur? türkiye bölüm yayınlamada geride kaldığı için çoktan senaryolar internette oluyor. onlara peak edip konu çalabilirsiniz, cordy'nin başına gelenleri kendime yazmıştım mesela ben. ya da derin böyle mi olacaktı arşivi, bir önceki gece bizi ağlatan ally mcbeal'deki beyin tümörü! ayayay o kadar dipsiz bucaksız ki, kıskandığım, özendiğin her karakterin hikayesini kendine yazabilirsin. kalemin gücüne bak sen! işte bu hikayeler, buffy'ler, kara kaplı (kara kaplı hakkında genel bilgi dahi vermem, o bambaşkaydı yahu, ortaokul yıllarının tüm heyecanlarına dair bir anılar geçididir, hayaller dünyasıdır), çıtla yazdığımız detektiflik hikayeleri, tanrım hürrem sultan hikayesi filan! hepsi buffy üzerine yazılan hikoşlarla başlayıp tadına varılıp devam edilen konseptler aslında. o kadar etkilemiş, keyif vermiş ki hala sıkıldığımda minik bir kağıda sadece benim okuyabileceğim bir şekilde minik minik hikayeler yazarım. hikaye sayılmaz gerçi, sahne diyelim. eğlendirir uyandırır gülümsetir. sonra tekrar derse dönerim tüm enerjimle. okuduğum tüm kitaplar, izlediğim filmler, sevdiğim diziler, aşklar, maceralar hepsi öyle bir dağarcık oluşturmuş ki hala yazıyorum durduramadan. işte gençler. böyle birşeydir bir şeye hayran olmak. dışarıdan görenler takıntılı sanar seni. oysa sen xander duvara yumruk atıp eli içeri girdiğinde (kartonpiyer mi denir o kaplamaya?) çıkan toza alerjisi olan alyson hannigan'ın yüzünün yarısının kızarıp şişmesi üzerine bölümün geri kalanını diğer tarafın profilinden çekilmesini bilirsin. bunu bilmek hayatında hiçbirşeye yaramaz. ama tıpkı titanic'in çekim numaralarını bilmek gibi, tıpkı yüzüklerin efendisini izlerken arkada yeşil ekran var kehkeh demenin verdiği saçma hazları verir. haz da değil aslında bu, bilgi denizi olan dünyada bir evreni tüm ayrıntısına kadar bilmenin verdiği huzur, uzmanlık hissi. paha biçilemez. işte hayran olmak, bir konudaki herşeyi bilmek için çabalamaktır bence. bilsen de izlemek okumak yazmak ve daha çok geliştirmeye çalışırsın kendini. hatta bence hayran olmak gerçek bir perfectionist harekettir. üstelik bu, gerçekletirebileceğin bir mükemmeliyet. daha önce de dediğim gibi, kolay gelsin.
+ iyi eğlenceler :)

02 Ağustos 2011

[kaleme alınamayan üzüntüleri örtbas.]

onun hakkında yazmak beni üzer dedim dün akşam. ama aklıma girdi bir kere, yazmadan edemeyeceğim. hem hüzünlü birşey hakkında yazarken ofiste olmak en iyisi öyle değil mi? insan resmiyeti elden bırakmaz böylece. işte şaka bir yana, bir yandan önümde bir vekaletname. aklımın köşesinde, geride bir yerde tıkır tıkır çalışmaya başladı o yazı yazmaya yarayan kısım. işlerim hafiflediğinde bir beyin fırtınasıyla geleceğim. sabırsızlıkla o anı bekliyorum.
dipdipnot: bugün keyfin çok yerinde. dün mutsuzdum -o sebeplerin en büyüğü hala içimde, hissediyorum, ama biraz derinlerde, bastırmayı başardım galiba- ama bugün kendi işimle ilgili hayallerim çatırdamıyor. keyif alıyorum yaptığım işten. dün yaptığım bir çeviriyi notere tasik ettirdim bugün. benim de bir parmağım var. hani bir filmde vardı. karakter ölüyor. o öldükten sonra hiçbir yere dokunmak istemiyor onun yakını. parmak izlerini silmek istemiyor. yoksa tamamen yok olmuş olacak. hayatlarından tamamen çıkacak. işte aynen o hesap, ama tabi ki keyiflisi bugün yaşadığım. benim de bir parmak izim var o davada/işte her neyse o dava/iş.
evet, mola veriyorum, çok işim var. kısa yazım bile yarım sayfa oluyor ya, haydi bakalım hayırlısı :)

01 Ağustos 2011

[darkest moments in life vol.1]

birşeyler yanlış. çok yanlış.

bad wolf. bad. wolf. sanki bir sürü anı, bir sürü koku, etrafıma serpiştirilmiş, canımı yakıyor. eve girerken yazlığın kokusunu alıyorum. pazar yolunu geçerken çardak kokuyor diye camları açıyorum takside. biliyorum ot kokuyor, ıslak. çay demliyorum, ezan okunuyor. deniz şıkırtılarıyla kararıyor. karşıda ışık yok. dokuz çakar yok. zifiri karanlıkta kokularla, seslerle yolumu bulmaya çalışıyorum. olmuyor. şu an burada olmamalıydım ben. şu an bilgisayarda bunları yazıyor olmamalıydım. şu an pencerenin telinden televizyon izlemeye çalışıyor olmalıydım. anneannemin arkasından, tencerenin üstünde zıplamalıydım. ramazan pidesi olmalıydı. top yine ne gümbürtüyle patladı demeliydim. yanlış. bu yanlış. gemiler geçmeliydi. umursamadan içeride televizyon izlemeliydim. vantilatörden üşümeliydim.
mantı yapmalıydım. çay koymalıydım. un kurabiyesi yemeliydim. çok huzurlu bir yerde olmalıydım, üstümde bir askılı bluz, altımd koyunlu şort. omuzlarım acımalıydı. ağustosa geldik diye hayıflanmalıydım. oysa bu sene...yaza giremedik biz.
herşeyi planlamaya çalışıyor insanoğlu. belirsiz olunca içinde bir huzursuzluk. aman sınavlar belli olsun, aman vize çıktı mı belli olsun, aman ilaç saatleri belli olsun. anladım artık. eğer geleceği bilseydik, delirirdik.
mutsuzluktan kavrulurduk. tüm bu plan, tüm bu ajandalar, aldığımız tüm notlar bu gerçeği gizlemek, arka plana atmak için. biliyorum neler olacağını.
artık kanepede uyuyakalmış anneannemi göremeyeceğim ben. öteki yaza görüşürüz diyemeyeceğim yakın zaman içerisinde. buzdolabında soyulmuş buz gibi şeftali bulamayacağım. dünyanın en güzel meyvesini hüzünlenmeden yiyemeyeceğim. ben de, annem gibi gözlerim dolarak hatırlayacağım. elbet bu gün gelecekti. ama olmadı. çok yanlış oldu. yanlış oldu doktor. başımın ağrıması kadar, yaz gününde serin rüzgarlar kadar, halı üzerindeki karınca, yerdeki hamamböceği kadar yanlış oldu.
oysa biz bu sene balkonlarda oturacaktık. üniversite muhabbeti yapacaktık. insanları çekiştirecektik. yeni çeyizler görüp, kekik ayıklayacaktık. sindiremiyorum. allahım ne olur bana bir cevap, bir işaret, bir rüya gönder. anlat bana. aydınlat beni.
bak ne güzel okudum. ne güzelişler yapmaya başladım. ama içimdeki bu boşluk... bu resmiyet, bu rahatsız edici ofisler. kaydedemediğim word belgesi. bu kıyafet. o soğuk klima. ben miyim bu? küçükken hayal kurmak çok kolaydı. şimdi gerçeğe kavuştukça o hayal rayından çıktı herşey. o yok. kapı zili yok. cıvıl cıvıl sesler yok. ya minik bir ortam var, ya da büyük, ortası yok, istediğim yok. yok. ok?
gözlerim dolu dolu evimekadar geldim. başladım yazmaya. sicim oldu da aktı yaşlar. ya şimdi? bir sonraki koku, bir sonraki görüntü, bir sonraki bunalıma kadar mı birşey yok gibi yapacağım? bir şey yok mu hakikaten? yaşam ve ölüm mü bu? öğrencilik ve yetişkinlik mi? benim gibisini bulsam, huzur bulacağım biliyorum. inanmaya devam edeceğim. tıpkı bir zamanlar umudumu kaybetmişken inandığım gibi...
ama öyle zor ki bu. hangi kıyafeti istediğini biliyorsun. ama elindeki kumaş o kıyafeti çıkarmaya yetmez. o kıyafeti almak istesen emin olamazsın. haydi dikeyim desen takatin yetmez. ya da yetmez uğraşma derken bulursun kendini. yok mu bir hazır giyim? yok mu? yok mu bir komşu teyze, o elbiseyi bana alsın? yok mu bir kıta? kocabir imparatorluktan geçemedin mi hala?
geçemedin işte. elinde birtop kumaş, kırk takla. canın takla atmak istemiyor ama, oturmaktan da sıkılmışsın sen. ancak al fikret kızılok, vur klavyeye.
boşaldı mı zehrin? bitti mi? sesin düzeldi mi çalan telefonu açacak kadar? bir iki kelime söyle dışından. dışından dedin. kaydet. yayınla. oturumu kapat.

bittii gitii.