05 Ağustos 2011

[room with a poster vol.2]

uzaklara dalıp gitmiş, farkında değil onu izleyen birileri olduğunun, elinde sigara, bir nefes çekmiş, duman çıkmıyor ağzından, zehirlemeye meyilli kendini. ama o hüzünlü halinde bir güzellik var, güzellik değil aslında doğru tanım, doğallık...
insan hayatının ilk yıllarında en çok ailesine yaslanıyor. minicik bebekleri görünce hep demiyor muyuz, ay ne kadar minik diye? işte aslında bu cümlenin altındaki anlam ay ne kadar muhtaç bence. evcil hayvanlarımız gibi, tabi daha da öte bir muhtaçlıkta o bebek. yemek vermemize muhtaç, tuvalete götürmeye muhtaç, temizlenmeye muhtaç, ısıtılmaya, soğutulmaya, kurulanmaya muhtaç, bakışınıza muhtaç, gülümsemenize muhtaç, kokunuza muhtaç. işte insan o en muhtaç anlarında gözlerini açtığında gördüğü o iki kişiye nasıl da bağlanıyor. filmlerdeki doğuran mı büyüten mi sorularının cevabı bu minik öyküde saklı aslında. muhtaç halinde sana sahip çıkana aile diyor insan bence. o filmlerde genelde hülya koçyiğit figürleri davayı kazansa da, hayır, anılar daha ağır basıyor bana göre. peki ya o aile olmasaydı? gözlerimizi açtığımızda bir boşlukta bulsaydık kendimizi ne yapardık? herşey insan için der bazıları. ben bu söze inanırım. o zaman da alışırdık heralde o duruma. zor olurdu ama elbet alışılırdı. baksanıza binlerce yetim, öksüz var bu ülkede. peki ya gözlerini açtığında karşında birileri olsaydı, ama yanında asla olmasaydı? bir baban olmasaydı, annen seni umursamasaydı? ne büyük hüzün. ne büyük bir terk edimişlik hissi. peki ya baban belli olmasaydı, annen gözlerinin önünde delirmenin eşiğinde olsaydı? ne olurdu o zaman? devlet seni korurdu. sosyal devletler çocukları korur öyle değil mi? nitekim ona da böyle olmuş. ama koruyamamış devlet onu. taciz edilmiş, kullanılmış, umursanmamaya devam etmiş. kaçmış en son evinden. yıllar yılı onu görmeyen "ailelere" inat, fark etmiş ki artık insanlar onu görmeye başlamış. çok güzelmiş çook. fotoğraf çekimleri filan derken ünlü oluvermiş hemen. bir filmde izlediğimi hatırlıyorum, ya da bir kitapta okudum. aslında o kumral biliyor musunuz? ama kumral biri dikkat çeker mi? hyaır yanlış sordum, istediği kadar dikkat çeker mi? hayatı boyunca göremediği geri kalan ömrüne sığdırmak için çok dikkat çekmesi lazım? boyamış saçlarını. başarmış istediğini. ashley judd'dı yanılmıyorsam, onun gençliğini oynamıştı. sonra geçen yaz okumaya çalıştığım ama o kadar psikolojik sıkıntıya dayanamayıp, onu öyle görmeye okumaya dayanamayıp bıraktığım kitapta da vardı. hani her insanın sevmediği birşey vardır vücudunda. aman basenim, ama kalçam, aman kaşım aman gözüm diye mızmızlanırız. mızmızlanmaya meyilli oluruz. çoğu kabul eder vücudunu, kimi diyet yapar, kimi spora başlar, kimi estetik cerrahında alır soluğu. ay burnumu yaptırayım, ay dizimi düzelttireyim, aman kaşım kalksın, aman gözüm insin, aman yanağım çıksın, çıkmasın. peki bir sorum var size. kendinizden nefret etseniz ne yapardınız?  bir kısmından değil, ellerinizden değil, yüzünüzden, poponuzdan değil, dönüştüğünüz şeyden nefret etseniz ne yapardınız? dönüştüğün, oynadığın hali gençliğiniz suçlasa, kaltak dese, sırf gençlik değil, toplumda bile insanlar böyle dese bazen; ama çaren olmasa, değişemesen, çünkü bütün dünya gençliğini, saflığını, o ilgi görmeyen genç kız yerine dikkat çekici kadını istese, ne kadar canın acırdı? bedenine,aklına hapsolmuş iki kişinin birinden nefret etsen, diğeri olamasan, çünkü sevdiğin kısmı tüm dünya istemese, ne yapardın soruyorum sana? psikologlar yardımcı olamaz sana. tüm dünya sana karşıyken, ve bu bir abartma değil, senin zihninde uydurduğun birşey değilken, bir adam yardımcı olamaz sana. istese de yapamaz. öyle bir haldesin ki gittiğin yerde sana seslenenlere bakmak istemiyorsun. çünkü seni çağırmıyorlar. sevmediğin, sevemediğin, ama sevilen halini çağırıyorlar. bırakmak istiyorsun ama bırakamıyorsun, sevilmeye muhtaçsın. öyle muhtaçsın ki, adını bile öyle seçmişler senin. daha şehvetli olsun, dudaklar oynasın, insanlar daha çok sevsin diye. uyuyamıyorsun. aklını toparlayamıyorsun. aklını uyuşturdukça, gözün hiçbirşeyi görmüyor, çekimlere gidiyorsun baygınlık geçiriyorsun. çekimlere gidiyorsun 3 cümleyi söylemek için yüz küsür tekrar yapıyorsun. evleniyorsun. adına oyunlar yazılıyor. dünyanın belki de shakespeare'den sonraki en tanınan -çok severim kendisini o yüzden belki abartıyorumdur affola kusur ettiysek- yazarı yanında. ne çare, okuyamıyorsun ki yazdıklarını? söyleyemiyorsun ki! uyuştukça uyuşuyorsun, gülümsemeye devam ediyorsun nina gibi. alıştırıyorlar seni daha fazla uyuşmaya, uyuş ki kriz geçirme, uyuş ki yüzüne tıpkı beyin kanaması geçiriyormuş gibicesine o gülümsemen yapışıp kalsın. öl. ama flaşlar patlasın. manşetlerle öl. amy winehouse gibi. arkandan konuşsunlar yeter ki. filmlerin tekrarlansın. [albümlerini alsınlar]. herşeyin satılsın. dünyanın en zengini ol. ama o parayı harcayama. gülümseyerek, o kumral halinle izle yukardan. kimbilir belki lanet okudun bir süre. ama mutlu olduğuna inanmak istiyorum ben. sen ki tüm dünyanın bildiği kadın. sen ki baba figürüne muhtaç erken evlilik yapan kadın. sen ki dünyanın en güçlü adamıyla ilişkisi olduğu konuşulan, sen ki dünyanın en lanetli ailesinin lanetine kapıldığına inandığım. frank sinatra'yı neden sevmem konulu bir yazı yazsaydım, en baştaki sebeplerden biri olurdun bence. frank sinatra. my way'in efsanevi şarkıcısı. fly me to the moon'un mükemmel sesi. [bu şarkı benim keyif şarkımdır. ne zaman ıslık çalarak veya mırıldanarak görseniz beni, tamam, havam yerindedir. hiçbir şey mutluluğuma engel olamaz.] frank sinatra. kennedy'nin parti organizatörü. ne partisi diye sormayın yazmam. ama bol konuklu partiler olduğu söyleniliyor. frank sinatra. baba filminde yatağında atının kafasını bulan yönetmenin rol vermediği mafya babası. frank sinatra. my way'in sözlerini unutuncaya kadar sahnede kalmış şarkıcı. frank sinatra. hafızası, onu çoğu şeyi unutmaya zorlamış kişi. frank sinatra, belki de sonuçlarına katlanıyordur o günlerin. bilemiyorum. ben kafamda böyle kuruyorum belki de. işte onun tanıştırmasıyla bir ilişki, güçlü bir adam, zayıf, dağılan bir kadın. iyi ki doğdun güçlü adam. iyi ki doğdun güçlü adam. flaşlar flaşlar.
gözlerimi açtım, manşetler. ölmüşüm meğer ben. nasıl öldüğüm belli değil. öldürüldüm mü, dayanamadım da ölmeyi mi seçtim? artık aldığım hapların sayısını unutacak kadar hap alıyordum. kendimden nefret ediyordum da, son gün mutluydum galiba. doktorlarım öyle dediler. öldüm ben. öldüm. öl. beni kim öldürdü bilmiyorum. ben miyim sorumlusu? onlar mı? onlar kim? beni umursamayan insanlar. ben kimim? öldükten sonra muhtaç olduğu ilgiyi gören kadın. ama biliyor musunuz hala o kumral kız istediği ilgiyi göremiyor. eteklerim uçuşurkenki fotoğraflarıma bakıyorsunuz. dergiye verdiğim pozları milyonlarca dolara almaya çalışıp kasalara kilitliyorsunuz. kahkaha atan posterlerimi basıyorsunuz. şuh bakan bakışlarıma hala aşıksınız. taklit ediyorsunuz. taklitlerimle fotoğraflar çektiriyorsunuz. kızmıyorum yanlış anlamayın. ama canımı yakıyorsunuz. artık görün beni. görün o kızı. artık kameralar varken kahkaha attığımı anlayın istiyorum. artık flaşlar patlarken bu kadar mutlu olduğumu bilin istiyorum. onların farkında değilken mutsuzdum ben. hayal ettiğiniz parlak bir yaşamda değildim. dönüştüğüm şey beni yiyip bitirirken o kahkahalar çığlıklarımdı benim. anlamadınız. artık anlayın ne olur. hepinizin anlamasını beklemiyorum. ama görenler yazsın, anlatsın. üzülseler de yazsınlar ki biraz daha huzur bulayım. o kumral kıza birinin ilgi gösterdiğini bileyim. Çünkü ben, Norma Jean'im. Marilyn Monroe bir efsane, bir marka, bir imajdı. o ben değilim. ben kamera yokken uzaklara dalıp sigara içen kızım. ne olur, böyle bilin artık. Anlayın. Anlamaya çalışın.
Ben seni anlıyorum Norma Jean. Habersizken çekilen fotoğraflarını arıyorum. onları anıyorum. üzülme daha fazla olur mu?