Titanic etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Titanic etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

24 Şubat 2014

[Titanic Reloaded.]

Bugun soundtrack'i tekrar dinlerken sunu dusundum. 

Allahim sen herkese yillar once izleyip cok sevdigi filmi bir de yetiskin gozleriyle tekrar sinemada izleme firsati ver. 

Amin. 

15 Nisan 2013

[It's been [101] years since the Titanic sank from under us.]

"Cok usuyorum. Cok. Usuyorum. Cok. Usu. Yor. Um. C. O. K."

[...]


"Bitiyor, cok az kaldi, bitiyor. Uzerimde bir isik var. Ne ayin mavisi, ne yildizlarin beyazi, sicak, sari bir isik var uzerimde. Usumek bitiyor. Soguk bitiyor. Nefes alislarim canimi yakmayacak artik. Canim hic yanmayacak."

-Jack... Jack... Jack... There's a boat. Jack... Jack... Jack... Jack! Jack! There's a boat, Jack. Jack...

"Gozlerimi acmasam, biner miyiz o bota seninle beraber? Tutup ceker misin binip gittigin gemiye yeniden beni?"

-Come back. Come back. Come back. Come back. Come back! Come back! Come back! Come back. Come back.

[...]

-I'll never let go Jack, I'll never let go.

"Usuyorum. Cok. Cok. Cok. Soguk. Sog. Uk. So. Guk. Cok. Cok."

+COME ABOUT!!!
______________________________________

[Oyle cok usumek ki, dislerinin takirtisindan ic sesinin bile kekelemesi. Oyle cok usumek ki, ic sesinin harflerinin genzini sogukla yakmasi. Hayal edebilir miyiz? Sanmam. Ama deneyebilirim oyle degil mi?]
__________________________________

Sev. Soz ver. Yasa.

Herseyin sona ermesiyle dahi devam eden bir aski anlatan Titanic... Hayatima girisinin 15. yilinda, 15 yildir oldugu gibi yeniden basbasayim seninle bir 14 Nisan gecesinde. Seninle sulara gomulmus tum asklar, tum mektuplar, tum aileler ve umutlarin her birini tek tek bilmiyorum. Ama her birini anliyorum. Tarihlerin onemli olup, saatlerin onemsiz kaldigi bir dunyada, gece boyu kulaginizi cinlattim. Ny saati, londra saati, istanbul saati dinlemeksizin, duzeltilen cogu hataya ragmen, insanoglunun o kendini begenmis halinin nelere mal olabilecegini tekrar tekrar okudum tarih kitaplarinda. Kayip giden son yolcunun hayatiyla birlikte living memory'den silinen bir hikaye oldunuz siz belki ama yasayan bir hikaye olmaktan asla cikmayacaksiniz biliyorum. Tesekkurler James Cameron. Tum kalbimle sonsuz tesekkurler. Su filmle bunlari bana dusunduren, tum dunyaya dusunduren, tum dunyanin anlamasini istedigim bu konuya emegi gecen herkese sonsuz tesekkurler. Tum dunyanin anlamasi-gormesi gerektigine inandigim bu muthis trajedinin dokundugu herkese ise ancak huzurlu uykular dileyebilirim artik. Her neredeyseniz, huzurlu uykular...

08 Ocak 2013

[Ways to Sense Titanic.]


Titanic'in son gece menüsünü gördüm. istesem, üşenmesem, ya da açık konuşalım, doğruya doğru, insanların o yemeği yedikten sonra soğuk sulara karışacak olmasının aklımdan bir an için çıkacağını bilsem, yapacağım o yemekleri. titanic'te olmanın kelimenin tam anlamıyla tadına varacağım. buruk da olsa üstelik.

Arka fonda I Salonisti çalıyor şu an. muhtemelen saat 2.10 sularını dinliyorum tam 100 yıl sonrasından. sonra 1911 yazının neşeli melodileri başlıyor bir sonraki şarkıda, kesilmiş sahnelerden birinde jack'le rose'un düet yaptığını görür gibi oluyorum. 100 yıl sonrasında, 100 yıl öncesini dinliyorum. boğazdan geçen gemilerin sirenleri, gemilerin burnuyla paramparça ettiği serin suların köpük sesi, hep kulağımda 100 yıl öncesinden, 100 yıl sonrasında.

görüyorum güverteyi. deniz dibinde kalan şampanya şişelerini. gözümde 3 boyutlu gözlük, elimde 1986 national geographic sayısı, okyanusun tam 3,5 kilometre dibinde yürüyorum. gün batımının yumuşak ışığını her çanakkale gün batımında hayal ettiğim kadar, ayaklarım kumun içine gömülmüş, paçalarım kıvrık, bir şehirden diğerine geçerken bile okyanus kıyısında soluğu almam boşuna değil. sonsuz bir enginliğe bakmanın huzuruyla dolduruyorum içimi. aynı enginliğin dehşetini hissetmiyor gibi yapıyorum. bir gün gerçekten görürüm o şampanya şişelerini diye umutla yılların akışını bekliyor sanki zihnim.

tam karşımda ufak bir white star line vazosu duruyor, televizyonun yanında. her gün tazelenen çiçeklerin kokusu içime doluyor. minik esans şişelerini bileklerine süren korseli asil kadınlardan tut da, üçüncü sınıfın yemek salonundaki root beer kokusu bile aklımda. pub konseptini sevmem buradan mı geliyor acaba diye düşünüyorum. puro kokusu kazağıma siniyor adeta. acaba titanic brandy mi kokuyordu diye soruyorum da, yok artık diye başımı iki yana sallıyorum.

ama ne yaparsam yapayım titanic'e dokunamıyorum. ne karşımdaki vazo, ne yapmayı göze aldığım yemekler, ne adıyla sanıyla bildiğim çiçekler, ne elimdeki çeşit çeşit kaynaktaki resimler, ne de o gece ve o geceye varan 4 gün boyunca çaldığına yüzde yüz emin olduğumuz şarkılar o hissi vermiyor. gittiğim her şehir, her ülkede karşıma bir şekilde çıkan bu hikayeye dokunamıyorum. bu yüzdendir barselona'da o sergide hiç konuşmadan, hayran hayran, hipnoz halinde herşeye dokunmam, dümeni tutmam, log book'u içeren camekanda parmak izlerimi bırakmam, o bembeyaz koridordaki kilitli ve hiç bir yere açılmayan her odanın kapı tokmağını çevirmem, lambalara pıt diye vurup onların titreyişini dinlemem. bu yüzden temsilen konulmuş koca bir buz yığınından ellerimi bir türlü çekememem. bu yüzden birinci sınıf bir odadan üçüncü sınıf bir odaya kadar geminin içini gösteren bölmeleri ziyaret edenlerden ayıran zincirleri bile avcuma almam. dokunamıyorum ya başka türlü, o yüzden o gün, tüm hafızamı doldurdum ben. dolu dolu, gözlerimi kapattığımda koridorda koşarken lambaların çınlamasına, tahtaların gıcırtısına, kırılan tabakların en çok sıçrayan kenar kıvrımlarına dokunuyorum.

inanır mısınız, tüm bunları düşündüğümde öyle mutlu oluyorum ki. bu deliliğin -subject to discussion tabii, bence herkesin içinde pinch of non-fiction olmalı- içinde kalsam, zihnimden çıkamasam, belki bir gerilim filminde, belki de oscar'a aday bir filmde kimbilir, uzaklara gülümseyerek bakacağım arka fonda. fiction ve non-fiction'ı zihnimde çok net çizgilerle ayırdığım bu noktada, hep rose'un sesi çınlıyor kulaklarımda: "I don't even have a picture of him. He exists now... only in my memory" gözlerim dolmuyor bunu düşünürken filmi izlerken olduğu gibi, tam tersi, mutlu bakıyorum gözlerimin önünde canlanan görüntüler ve avcumun içindeki o tingling sense of memories'e.

[dilerim herkesin hayatında sevdiği şeyleri paylaşacak kişiler kadar, sevdiği şeyleri kendisiyle yeniden paylaşacak kişiler olur. titanic, dizi, film, futbol, puzzle, fotoğraf, avcılık, balık tutma, hiking, camping, her ne olursa olsun, may it be.]

06 Aralık 2012

[Film Tanımları.]

hani bir müzik grubu bir albüm çıkarır, ülke ve hatta dünya çapında yankı uyandırır. herkes tek bir şarkısına özellikle bayılır, hayran olur. öyle bir şarkıdır ki, herkes söz birliği etmişçesine 'onu' dinledin mi diye birbirine sorar da durur. aynı durum filmler için de yaşanır. herkes başrole hayran olur, herkes birilerinin ölümüne ağlar, herkes birilerinin yere tüm hızıyla düşmesine kahkahalarla güler. oysa benim için, aklımda kalan, hafızama yerleşen sahneler ve şarkılar, hiç kimsenin gözüne batmayan sahne ve şarkılar olmuştur. hani kimse fark etmedi ben fark ettim yıh yıh yıh gibi akıl oyunu değil de, film/şarkı beni o noktada kıskıvrak yakaladı ve benim kaçacak hiç bir yerim yok gibilerinden bir gönül oyunu bu.

I'll never let go diyen Rose'u her zaman için parçalanarak izlediğim aşikar. "+Iceberg right ahead! - Thank you" diyaloğuna sinir harbi içerisinde gülecek kadar çok izlediğim ve her seferinde ilk kez izliyor gibi heyecan duyduğum Titanic'i kimseye anlatmama gerek yok. ama biliyor musunuz, bu filmde beni paramparça yapan, titanic nedir desen iki nokta üstüste koyup yazacağım bir cümle var ki, onu daha kimseden duymadım şu ana kadar. Titanic:  I don't even have a picture of him. He exists now... only in my memory.

sadece titanic mi, hayır, defalarca izlediğim her film bende böyle ufak sahnelerle yer ediyor. örneğin 'aman aman müzikal geliyor, nicole var ewan var, baz yönetiyor, gidelim de güleriz oooh' diyerek gittiğim, beni bohem dünya hayallerinin kucağına atan Moulin Rouge nature boy'dan ibaret değil benim için. "this is your song!" derken zıplayıp hoplayıp, roxenne diye kulaklarım uğuldadığı doğrudur. Moulin Rouge, tıpkı christian'ın yazdığı gibi "A story about a time, a story about a place, a story about the people. But above all these things, a story about love." olabilir, ama benim için Moulin Rouge: Hurt him to save him. [...] We are creatures of the underworld. We can't afford to love."


aklıma geldikçe yazarım artık buraya film tanımlarını. şimdi kulağımda ingiliz hasta çınlıyor ama onu yazmayacağım. çünkü bir de tanımlamanın çok zor olduğu filmler vardır. onlar ayrı bir hikaye.

17 Ağustos 2012

[CQD.]


Öncelikle titanic’le ilgili öğrendiğim çılgın bir bilgiyi paylaşmak istiyorum. Geçenlerde bir sohbet esnasında da yazmıştım hatta. Efendim şimdi sizi alıp titanic filmine götürmek istiyorum. Gemi buzdağına çarpmış, tüm water tight kapılar kapatılmıştır. Sevgilifirst officer murdoch derin bir nefes alsa da işler hiç de yolunda gitmemektedir. Gemideki sarsıntıyı hisseden çok sevgili Thomas andrews (kendisi geminin baş mimarı oluyor) geminin planlarını (blueprint denilir bunlara) alıp kaptan köşkünde soluğu alır. Konuşurlar, çirkef Bruce ismay “but this ship can’t sink!” nidasını atar, ama thomas’ın yüzündeki kederli ve endişeli ifade bir an için öfkeye döner. “i assure you she can sir. And she will. It’s a mathmetical certainty. İn 2 hours, all this will be at the bottom of the Atlantic. Titanic will founder.” Kaptan pompaları çalıştırıp zaman kazanmak ister. Ama pompalar sadece birkaç dakika kazandırabilir. Çünkü gemide 10 metrelik bir yarık vardır. Velhasıl, kaptan önce kadınlar ve çocuklar demeye 10 dakika kala, telsiz operatörlerinin odasına girer. Bu odaya barcelona’da tanık olup, gözlerim dolu dolu izlemişliğim var dostlar. Harold phillips galiba bir officer’ın adı, diğierini tam hatırlayamadım. Bu iki adam, o zamanın genius hacker’ları desek abartmış olmayız. Marconi (telsiz) operatörü olmak için dakikada 24 kelime geçebilmek gerekliyken (mors alfabesiyle bien sur) asistan 28, şef 37 kelime geçme kapasitesinde olağanüstü insanlardır. İşte kaptan bu ikilinin odasına girdiğinde geminin burnunda battığını, yardım beklediğini, gelebilecek olanların gelmesi gerektiğini söyler. İkili birbirine bakıp CQD göndermemizi mi istiyorsunuz sir derler. Evet diye onaylar kaptan. Marconi odasından çıkar. O ana kadar anakaradan günlük haberlerin alınıp, baskı odalarına aktarıldığı (birinci sınıflara dağıtılmak üzere gazetelerin derlenmesi amacıyla), yolcuların mesajlarının gönderildiği ve 14 nisan’da gemi son kez gün ışığını gördüğünde 7 adet buzdağı uyarısı almış olan bu oda  titanic’in ölümünün belki de ilk kez dış dünyaya ilan edileceği oda oluvermiştir. İşte bu iki adam telsiz sinyalinin ulaşabildiği heryere mesaj yollarlar dakikalarca. gemiler uzaktır, gemiler karanlıkta, gemiler sessiz. sonra bir cevap gelir, "geliyoruz" der carpathia. sıcak su, oda ısıtması ve bilimum sistemlerini kapatıp tüm gücünü motora veren ve buzdağlarının arasından geçen carpathia -titanic'in şirketi white star line'ın en büyük rakibi cunard line'a ait bir gemidir kendisi- saat sabaha karşı dörtte vardığında artık olan olmuştur. işte size CQD'nin öyküsünü anlatacağım dostlar.

KRakow havaalanında bulduğum -bulduğum demek istemiyorum, çünkü çat diye karşıma çıktı aslında, titanic'le bir bağım olduğunnu boşu boşuna söylemiyorum ki...- kitapta titanic'in yapım aşamasıyla birlikte bilmediğim ayrıntıları, öyküleri okuyorum. bunlardan biri de CQD'nin denizcilikteki anlamı.

sanıyorum almanya'da bir konferans yapılıp SOS uluslararası yardım sinyali olarak belirlenmeden önce bu sinyal kullanılıyormuş. SQ kısmı "Seek You" dan gelip, ne işle uğraşıyorsanız bırakın ve beni dinleyin demekmiş. D ise distress'i simgeliyormuş. geçen günkü sohbet esnasında da dediğim gibi, bu nasıl romantik birşey farkında mısınız? 

çocukken gemilere neden "she" dendiğini düşünmüşümdür hep. maiden voyage'dan bahsedilir mesela. hatta öle bir karmaşaya sebep olmuştur ki bu durum bende, ortaokulda bir kompozisyon (o zaman essay demezdik evet) yazmıştım da hocam düzeltmişti "it" diye. neden olduğunu teknik açıdan bilmesem de gemilerin dişi olmasını kabul ediyor ve hatta anlıyorum artık. bambaşka sularda yolculuk yapan bu mekanik insanlar, karanlığa fırtınaya bilinmeyen rotalara adım atmış tarih boyu üzerinde onlarca mürettebat ile. yıllarca mürettebat arasında kadının olması uğursuzluk sayılmış hatta. şimdi düşününce, bu kadar erkek arasındaki tek dişinin tahtını kaptırmamak istemesi diye düşünebiliriz mesela. ama bence daha da temel bir noktada şuna inanıyor gibi gibiyim: erkeklerin böyle maceralara atılması çok şaşkınlık yaratmıyor bende. bir kadının bilinmeyene, dalgalara, özgürlüğe yolculuğu takdir edilesi esas. hayır yüzyıllar süren kadının inferior olması algısı da değil bendeki. sadece, insan kendi hemcinsini her zaman daha cesur buluyor sanırım. işte böyle bir "dişi"nin okyanusun ortasında herşeyi bırakın, beni dinleyin diye bağırması, ısrarla aynı kelimeleri söylemesi "ingiliz hastadaki macar ninni" hüznü, almasy'nin "I'll be back" umudu ve "ownership" öfkesi arasında bir çığlık gibi geldi bana. sorrow in romantizm tadında. 

bir de ufak o zamanın genius hacker'larına özgü bilgi vereyim. iki adam birbirlerine bakıp SOS mesajı mı versek acaba diyorlar. çünkü SOS daha yeni kabul edilmiş. ve "bu mesajı vermek için tek şansımız bu olabilir" SOS mesajı da geçiyorlar belki de denizcilik tarihinde ilk kez, bu konuda kaynaklar biraz çelişkili. işte barcelona'daki telsiz operatörü odasına baktığımda ayaklarını bastıkları zemin sulara gömülürken  bu iki adamın birbirine muzipçe baktığını, ellerindeki muhteşem makinadan son kez faydalandıklarını ve sonra o muzip bakışın yerini hüzne bıraktığını gördüm. senior officer o gece sulara karıştı. sadece asistanı kurtuldu ve titanic'in batışıyla ilgili tanık ifadesine başvuruldu. bir daha gemiye bindi mi bilinmez. ama bir kere denize çıkan, bir daha denizden geri dönemez derler. inanıyorum.

13 Nisan 2012

[Titanic 3D!]

efendim uzun bir aradan sonra aklımdaki zibilyon tane şeyi yazmayı bir borç bilirim. tabii bunların en önemlisi titanic'in vizyona 3d olarak tekrar girmesi. bu konuda ne akdar çok yazacak şeyim olduğunu aklıma girip okuyabilseydiniz, bence delirirdiniz. daha dün ilk kez gördüğüm fragmandan sonra şunu çok net bir şekilde söyleyebilirim ki jim sadece yüzyılın en çok konuşulan filmini çekmemiş 15 yıl önce. o filmi, 15 yıl sonrasında 3 boyutlu hale soktuğunda da muhteşem olacak şekilde çekmiş. yani hepimizin itiraf etmesi gereken birşey var bazı üç boyutlu filmlere gittiğinizde, çıkış anında yaşadığınız tek his korkunç bir baş ağrısı ve burun ağrısı. baş ağrısı çünkü 2 boyutlu olsa da aynı tatta olan filmi bir başka derinlikle izlemey çalışmak, kendini bu derece zorlamak bende müthiş bir baş ağrısı yapıyor. açıkçası bu açıdan avatar'a da tam puan veremem. hele de sanctum da gerçekten kör oluyordum. burun ağrısı çünkü o iğrenç eski model kazulet gözlükler adamı öldürüyor, resmen solunum yollarını tıkıyordu. neyse. gelelim titanic'in fragmanıyla ilgili yorumlarıma. fragmanın başı muhteşem. rose'un o şapkasıyla kadraja girdiği sahne ölümsüzdü, artık ölümsüz ötesi, devine diyebilirim. ama arkada celine dion çalmaları hoşuma gitmedi. yani kabul, filmin en ünlü şarkısı herkes flütten davula kadar bu şarkıyı çaldı o yıl, ama filmin sözlere ihtiyacı yok, bence james horner'ın dehasının izleri tekrar kullanılabilirdi. ama tahmin ediyorum ki eski fragmandan farklı kılmak istemişler. bu arada geminin dik durumdayken arkaya doğru geri düşmesi sahnesinde eğer o sular üzerimize doğru sıçrarsa zevkten ölürüm oracıkta. tabii bir yandan da i'm the king of the world sahnesi var! million dollar shot diyerek bir açıklama yapmak istiyorum. işte o gördüğünüz kuş bakışı çekim (35 saniye kadar sürüyordu sanırsam uydurmuş olmayayım) bir milyon dolara mal olmuş. çünkü o zamanlar bilgisayar teknolojisi bu kadar çılgın olmadığı için Jack'in çekimde durduğu platformun arkasına tek tek tüm gemi, okyanus, gökyüzü ve bilimum öğeyi eklemişler. a bir de şu var taii, akşam yemeğinde herkesin yanımızdan geçmesi hayalim. ne kadar güzel olur molly brown'a karşı izlemek bu filmi yarabbim. fragman yorumlarıma dönersek, i'll never let go bence ölümcül darbe. bayıldım. o kadar güzel bitiyor ki o fragman. zevkten öldüm yani. resmen kalkıp sinemayı terk edecektim. sanki şu hayatta o anki tek beklentim oymuş, o beklentiyi karşılamışım, mutlu olmuşum ve başka hiçbirşeyin önemi kalmamış gibi. evet yorumlarımı kısa geçiyorum. çünkü daha öncekli yazılarımda da belirttiğim gibi çok çok çok fazla şey var titanic'le ilgili yazmak istediğim. ve onları buraya yazmak istemiyorum. sanki aklımda tutarsam daha canlı, daha hayalvari, bana özel kalacaklarmış gibi. ama şunu söyleyeyim bak: bu ay artık 100. yıldönümü olduğu için titanic'in iki dergi aldım dün. national geo'nun kapağında titanic ve daha önce görülmemiş fotoğrafları vardı. bir de bir dergi daha var adını hatırlayamıyorum. ama özel sayı yapmış, bilet ve gazete küpürlerinin resmini gördüm. ben bu hızla gerçi yacht show tarzı tüm dergilerde aradım ama yoktu başka sayı. ilerde çıkarsa alırım efendim.