03 Haziran 2022

[Post (?) Pandemi.]

aranağmede kısaca bahsetmişken, elbette ki bir başka yazıda pandemiye yer vermemem pek mümkün değildi. geriye dönüp baktığımda, 2 yılın göz açıp kapayıncaya kadar geçtiğini düşünsem de, aslında o 2 yılı, özellikle de başındaki o umutsuz/belirsiz/amaçsız günleri yaşarken zaman hiç de geçecek gibi gelmemişti bana.

aslında kasım ayından beri ekşisözlük üzerinden wuhan'daki virüsü endişeyle takip ediyor, ailemle ve çevremdekilerle de paylaşıyordum bakın böyle birşey söyleniyor diye. derken mart 2020 gelip çattı ve ilk vakanın ilanıyla birlikte kapandık evlere. bilinmezlik, ne yapacağını bilememezlik, teknoloji çağında ilk kez bilgiye erişememe olgusu.

herkesin ekmek yapmaya sardığı, mutfaktaki hünerlerini sergilediği, ekşi mayaların marketlerde kalmadığı dönem. houseparty'lerde eve kapanmışlığın havasını dağıtmak telaşesi. sosyal medyada tüm ülkelerden yayılan korkunç haberler, üzücü görüntüler, terk edilen yaşlılar, hastane kapılarındaki gençler.  elmaların sirkeli sulara batırıldığı, yumurtaların yıkanmadan dolaba konmadığı o karanlık dönem.

oldum olası ev kuşu olarak adlandırırdım kendimi, evde olmaktan sıkılmadım sıkılmasına ama, hayatın yarım kalmışlığı hissi beni pençesine aldı.

düşündüm:

bu kadarmış. artık pariste bir kaldırımda oturup, şarap kadehimi yudumlarken seine nehri kıyılarında gezenleri izlemek yok. foz'daki deniz fenerine yürüme imkanı yok porto'da. meydanın ortasındaki havuzun yanından geçerken havuzun içindeki bozuk paralara bakıp, tutulan dilekleri hayal etmek bitti floransa'da. beyaz örtüler serilmiş masalardan birine oturup tapas keyfi kalmadı sevilla'da. 

gittiğim oyunlar kadarmış tiyatro. izleyebildiğim filmler kadarmış sinema.

kiraz çiçeklerini fotoğraflardan görebilecekmişim ancak, fiyordların yakınında tekneler kartpostallarda kalacakmış, afrika'daki o aslan kral ağaçlarının gölgesinde zürafa silüetleri ancak belgesel kanallarında görülecekmiş. hayat buraya kadar yaşanabilmiş sayılacakmış.

o günleri aydınlatan en güzel gelişmeyi ise herhalde bir ömür unutamayacağım:

andrea bocelli, duomo'nun önce içerisinde söylemeye başladı o şarkılarını. televizyonumuza bilgisayarı bağlayıncaya kadar ilk şarkıyı kaçırdık ama sonra ağzım açık şekilde tüm konseri dinledim. dünyanın en kalabalık noktalarından birinde, tek başına, aryaları söylerken ürperdim. acaba yeniden o sokaklarda keyif süreceğimiz günler gelecek mi diye... derken kapının dışarısına çıktı ve amazing grace söylemeye başladı. tüm dünyada canlı yayını izleyen 42 milyon kişi kimbilir nasıl hissetti ama o anda ben huzurla, umutla doldum bile.

boş sokakların üzerinde gezen kameranın getirdiği görüntülere hem içlendim, hem de büyülenmiş bir şekilde hiç bir zaman boş olmayan o sokakları izledim. insanlığın kenetlendiği, aynı şeyi büyük bir arzuyla istediği, kate winslet'ın da, RDIM'ın da derdinin aynı olduğu günler yaşanırken, bunun altından insanlığın hep birlikte kalkacağını ilk o an hissettim.

aşı geldi, umut geldi. evet, benim şahsi korkularım henüz geride kalmadı ve kalabalığa, eski alışkanlıklarıma olan tavrım halen biraz soğukta kaldı ama en azından dünyanın bu kadar olmadığını, gezilecek, görülecek yerlerin bitmediğini, ayvalık'taki gün batımının ve norveç'teki gün doğumunun beni halen beklediğini yeniden derinden hissettim. 

müziğin gücü mü diyelim, bir bir biraraya gelindiğinde, toplamın birlerin toplamından çok daha fazla olmasından mütevellit ortaya çıkan o müthiş kolektif ruh mu diyelim, bilemiyorum. ama işte o zamandır benim ilk umutla doluşum. ne mutlu ki o umut, bilimle taçlandı ve yeniden -evet, belki ben henüz manen dönmeye hazır olmasam da- normale geçtik.

bu arada yazıya öyle dark bir yerden başlayıp daha dark yerlere taşıdım ki, yakaladığım umut kırıntısı ve nihayetinde tünelin ucundaki ışıkla dahi kapatırken zorlandım. bir daha hiç böyle belirsizliklerle denenmemek dileğiyle diyelim, bu da son cümle olsun madem.