Tiyatro etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Tiyatro etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

06 Haziran 2022

[Years and Years.]

bu diziyi internette takip ettiğim biri önermişti ve kadroyu görür görmez izlemeye karar vermiştim. üstelik de 6 bölüm olması, mini seri koleksiyonum için ideal bir parça olacağının çanlarını daha izlemeden çalıvermişti.

kadroda Emma Thompson ve gönüllerin şampiyonu Rory Kinnear (ah the creature... Penny Dreadful'daki o diyalogları, o dizinin müthiş finalini, Blade of Grass bölümünü asla unutamayacağım sanırım.) vardı bir kere, nasıl izlemeyeyim?

dizi gerçekten adına uygun olarak, hızlı zaman atlamaları ve geleceğe doğru uzanan karakterlerin dünü bugünü ve yarınını anlatıyor. bununla birlikte bir yandan da bir bankacılık ve mülteci krizine ev sahipliği yapıyor. zaten dizinin en vurucu yanı, bu iki eksende ilerliyor.

zamanın ilerleyişi, insanların birbirine düşmanlığı, dostluğu, aşkı ve dahi bir anda herşeyini kaybetme olgusuyla mücadele derken, soluksuz bir deneyim sunuyor size. öyle ki, bir bölüm var ki (izlediğinizde anlarsınız elbet) gerçekten nefesinizi kesiyor... o bilgiyi aldığımız o sahnede, ellerimi başımın arasına alıp, ama hayır olamaz diye çığlık attığım hal, geçen 4 yıl içerisinde izlediğim diziler arasında en önemli highlightlardan biri olmuş, artık siz düşünün.

bu dizi mülteci cephesindeki olaylarıyla birlikte, aslında bana yıllar önce izlediğim ve bizi bunalımlardan bunalımlara sokan Nefesinizi Nasıl Tutarsınız? oyununu da hazırlattı elbette ki. hani bazen zihnimizin en ücra köşesine attığımız kalbimizi kıran olaylar, onların paralelleriyle, hatta paralelilini geçtim, ufak çaplı benzerleriyle karşılaşınca o ücra köşeden çıkıp, hem benzeri hem de o karanlığın kendisiyle birlikte yeniden su yüzünde sizi boğmaya çalışır ya... işte bu dizi ve o oyun da tam o hissi yarattı bende, çok ama çok etkiledi.

kesinlikle izleyin, izlettirin. asla pişman olmayacaksınız.

15 Eylül 2018

[Yaşamaya Dair.]

hani bazı şarkılar olur, bazı şiirler olur, roman ve öyküyü geçtim de, cümleler olur, kelimeler olur, farkında olmadan süzülüverir gözyaşlarınız, engel olamasınız. sanki o'nu duyunca bir düğmeye basılır yüreğinizde, güzelliğinden, hüznünden, umuttan ya da umutsuzluktan gözyaşlarınızı saklayamazsınız, set çekemezsiniz, durduramazsınız. durdurabilirim sanarsınız, boğazınızdan sizden çıktığına inanmadığınız o boğuk çığlıkla birlikte bir hıçkırık çıkar. işte yaşamaya dair şiiri benim için öyle birşey. parmaklarını hayata geçirmeye çalışan ölüm döşeğindeki bir hastayı anımsatıyor bana. son anında bile iyi olmaya çalışan, hayatla hesabını kitabını kapatmış ama yine de güzellik bırakmaya çalışan birini. kaybettiklerimin anısını, kazanacaklarımın hayalini. gözyaşlarıma engel olamıyorum.

durum böyleyken bu şiiri bir de genco erkal'dan dinlemek/izlemek.

tülay günal'dan 'elini ver, nerde elin?' sorusunu duymanın buruk acısı, sesindeki o kırıklık.

sıla neresidir? sertab erener'in dediği 'annemin sesiyle güne uyansam' diye tuttuğun dilek, evin, ailen, şehrin midir? ülken midir? özlediğin çayın, memlekete döner dönmez aldığın bir kutu yoğurt mudur?

güneşin sofrasında nazım ile brecht'e çok benzer bir akışı olsa da, o müzikler, şiirler, sesler, yiğidim, aslanım ve güzel şair için izlemeye değer. kaçırmayın.

çok ağlattınız beni çok, her gözyaşım helal olsun!

19 Haziran 2017

[Nereye Gitti Bütün Çiçekler?]

ışıklar açıldığında, bir mülteci kampında 7 farklı kadınla başbaşa kalıyorsunuz. hikayelerini, geçmişlerini, ailelerini anlatıyorlar ve tüm bunları şarkılarla yapıyorlar. bu oyunu müzikal olarak adlandırmak, o kampın insanın ruhuna bıraktığı ağırlığı hafife indirgemek olur belki ama, melodramdan aşağı kalır bir yanı yok bu oyunun.

ama sanmayın ki hep dram, hep üzüntü ve gözyaşı. bir bakıyorsunuz ki, size de bir plastik bardak lazım sohbete katılmak için. ayaklanıp kasaların üzerine hoplayarak oturmak, bu kadınlarla birlikte içki içmek sohbet etmek dertleşmek kahkaha atmak ve işin özünde umutlanmak istiyorsunuz. tam o anda oyun sizi alaşağı ediyor, yaşanan dramları öğrendikçe gözlerinizin önünde hıçkırarak ağlayan o ufacık kızı sımsıkı sarmak ve dertlerine derman olmak istiyorsunuz.

paylaşılanlar arttıkça, the constant gardener misali, nereye yetişeyim, ne yapayım, ne yapabiliriz ki gibi bir sorular dehlizinde boğuluyorsunuz. umutsuzluk iliklerinize işliyor. korku ince ince hücrelerine giriyor o kağıt kesiklerinden.

oyun bittiğinde, sahnede bunları yaşattıkları için, gözü yaşlı halde sizi öylece bırakıverdikleri için oyuncuların herbirinizi tek tek kucaklamasını istiyorsunuz. kucaklamıyorlar elbet ama emin de değilim aslında. öyle sıcak bir ortam ki (akatlar kültür merkezinde izlemiştim), havada bir beraberlik duygusu, yanmış bir umutla birlikte yeşeren ümitlerin telaşesi kalıyor.

özellikle gözde kansu, şenay gürler ve çemberimde gül oya ile birlikte gönlümde sarsılmak bir yeri sağlamlaştırmış olan goncagül sunar için, bir tutam kayboluş, ıslak çay kaşığıyla şeker almış gibi umut için izleyelim, izlettirelim efenim.

[Sen İstanbul'dan Daha Güzelsin.]

yüzünüzde bir gülümseme ile bir oyun izlemek istiyorsanız, bu oyun o oyun. üç neslin kavgaları, telaşları, kayıpları ve hatıraları gözünüzün önünde yaşanıyor. bu üç kadın oturdukları koltuktan kalkmadan, birbirlerinin cümlelerini farklı yaşlar ve anılardan tamamladıkça, kahkahayla izliyorsunuz. ama an geliyor, o tamamlanan ve ne yazıkki tamamlanamayan cümleler, içinize işliyor, sanki bedeninizin içinde ruhunuza çarpa çarpa yankılanıyor. hiç hızını kesmeden bu üçlü sohbet için ne kadar prova yaptılar demiyorsunuz da, gerçekten bilmesem bu insanlar birbirlerinin annesi ve çocuğu diyeceğim. izleyelim, izletelim a dostlar.

[Güneşin Sofrasında Nazım ile Brecht.]

uzun süredir bu oyundan bahsetmek istiyordum. ama bu öyle bir oyun ki, oyun desem değil. dinleti desem, eksik kalır. müzikal desem, hafif olur. öyle bir dünyaya yolculuk ki, sanki denize dalmış, dipteki deniz kabuğunu çıkarmışsınız, son yarım metrede havaya susamışsınız ve yüzeye kavuştuğunuzda aldığınız ilk nefes gibi. karanlıklar arasında bir umut. yoğunluklar içerisinde bir demet huzur. boş kahkahalar arasında bir damla gözyaşı. gözyaşlarınızın arasında içten bir gülümseme.

nazım ve brecht'in insanın ruhuna dokunan harfleri, genco erkal'ın yorumuyla ve o muhteşem sesiyle buluşup size ulaşıyor. politika, siyaset, acaba bunalır mıyım diye zihninizi oyun başlamadan önce meşgul eden tüm düşünceler, gökyüzüne gönüllü bırakılmış bir balon gibi elinizden çıkıyor. gözleriniz yaşlı, büyülenmiş şekilde bitmesin istiyorsunuz. bu deneyim bittikten sonra gerçek hayata dönüşünüzü yumuşatacak bir şey arıyorsunuz etrafınızda, bulamıyorsunuz.

genco erkal'ı anlatmak elbette bana düşmez. yılların üstadı öyle büyüleyici ki, gazetedeki ilanları okusa, yine bu kadar kapılırım diye düşünüyorum.

derken tülay günal. ben tülay günal'a nasıl bir kadar geç kaldım? oyun boyunca aklımdaki sorulardan biri de buydu. dizilerde, filmlerde gördüğümüz bu hüzünlü ifadeye sahip kadın, ceplerinden çıkardığı karları merdivenlerin üstünden bırakırken, iki gözüm iki çeşme ağlayacağımı bilememişim. neden bilememişim ki? hüzünlü sesi ve bakışlarıyla şarkı söylesin diye yaratılmış. o hafif kırçıllı sesi insana huzur ve huzursuzluk versin, umut aşılasın diye varmış aslında. keşfedemeyenler derhal keşfetmeli, hayran olmamak elde değil.

bu oyun -tecrübe- hakkında uzun uzun okunan her şiiri metni yazabilirim elbet. ama yazıp da sürprini, havasını, ruhunu, neşesini, hüznünü kaçırmak istemiyorum. bu oyun bulunduğunuz yere gelmişse, kaçırmayın. tek söyleyebileceğim bu.

07 Şubat 2017

[İvan İvanoviç Var Mıydı, Yok Muydu?]

Eğer bu yazıyı yazmak yerine tek bir kelimede bu oyunu anlatmak isteseydim "kaçırmayın" derdim. hani sag'de best ensamble ödülü filan veriyorlar ya, bu ekip bu ödülü almalı. oyun o kadar geçişken ki, kostümler, dekorlar havada uçuşuyor, karakterler hem aynı hem farklı şekilde seyreyliyor gözünüzün önünde. ben oyunun kendisini okumadım, metin çok güçlü tabii ama, doğrusu bu set/prodüksiyon algısı da muhteşem bir hava vermiş oyuna. iki perde sürüyor ama tek perde olsa, ara olmasa da devam etsek derken buluyorsunuz kendinizi. ikinci perde geldiğinde fatih koyunoğlu zirvelere çıkıyor, inmiyor. bir şeyler söyleyip de oyunun tadını kaçırmak istemiyorum ama gerçekten görmeniz gereken bir oyun olduğunu söylemeden edemeyeceğim.

izleyin, izlettirin.

derhal.

şu an.

dün.

[Akciğer.]

bu sezon izlediğim güzel oyunlardan biriyle daha buradayım sayın seyirciler. engin hepileri'yi 39 basamak'ta izlemiş ve beğenmiştim ancak nergis öztürk'ü daha önce hiç sahnede izlememiştim. bilimum dizimde kendisini sevmiş benimsemiştim doğrusu. bu sebeple çok merak ediyordum, iyi ki de merak etmişim.

akciğer, bir çiftin dünyaya çocuk getirmek üzere yaptıkları konuşmalardan oluşuyor. spoiler vermeden sanıyorum bu kadarını söyleyebilirim. ama oyunda hiç bir dekorun olmaması, diyalogları iyice ön plana çıkarıyor, mimikleri daha da önemli kılıyor. velhasılı kelam, bu çift konuşurken siz de bir an nefes alıyorsunuz, çoğunlukla kıkırdayıp gülüyorsunuz ve söylenen gerçek verilerle birlikte uzaklara dalıyorsunuz. an gelip de *facepalm* iç çekmesiyle başbaşa kaldığınızda, sanki yan koltuktaki seyirciyle bile bir bağ kuruyormuş gibi hissediyorsunuz. 

doğrusu oyunu izlerken zaman çok çabuk geçiyor. ama karakterlerin hayatı da çok çabuk akıyor, tek yerde durağan kalmıyor. bu özelliğiyle daha önce izlediğim parçacıklar'a benzettim bu oyunu, çok keyif aldım.

hele de sonlara doğru (korkmayın spoiler free konuşacağım) özellikle nergis öztürk ve engin hepileri naçizane fikrimce muhteşem bir oyunculuk şöleni yaşattı hepimize. 

izleyin, izlettirin.

[Kozalar.]

Yılın en beklenen, en bilet bulunamayan ve en kısa oyunu: Kozalar! doğrusu bu oyunun biletlerini daha haberi gazetelere düştüğünden beri arıyordum. ama ne mümkün! ekim ayı biletleri ağustostan bitiyordu adeta, ocak ayı kasımdan itibaren iptaldi. ama en sonunda bileti yakaladım ve balkonda, sahnenin tam karşısından izledim, ooh!

doğrusu ekip başarılı, zaten bu insanlara başarısız demek bana düşmez ama, bence oyun çok da büyütüldüğü gibi dev bir oyun değilmiş a dostlar. tamam, metin ve dekor güzel ama yakın zamanda çok fazla savaş filmi, göçmen buhranı izlediğimden ötürü, benim için biraz yüzeysel kaldı bu konuşmalar, kozalar. metin güçlüydü güçlü olmasına (adalet ağaoğlu tabii, nasıl olmasın?) ama yeteri kadar işlemedi içime, ne yalan söyleyeyim.

dediğim gibi, herkes başarılıydı başarılı olmasına ama, demet evgar'ın dişiliği ile ön plana çıktığı ikinci oyunu, benim gördüğüm. bu durumdan pek haz etmedim doğrusu. bu rol, kendisini daha kötü bir oyuncu mu yaptı? hayır. daha iyi bir oyuncu mu yaptı? ona da hayır. yani bilemiyorum, 39 basamaktan sonra da küçük tatlı sexual innuendo kafaları, oyunun metni ve etrafta salınan ağları düşününce, oyuna katkısı olan bir unsur gibi görünmedi bana.

dediğim gibi, izlediğim en kısa oyun rekorunu bu oyun elinde tutuyor. 45 dakikalık güzel bir oyun isterseniz (konu arka fonda savaş olduğu için boğucu denilebilir) izleyin, bilet bulabilirseniz. ama bu sezon, bu oyundan daha iyi oyunlar izledim, bu da bir gerçek.

[Nefesinizi Nasıl Tutarsınız?]

bambaşka bir dot oyunundan tekrar merhaba. ya da belki de derin bir iç çekiş sesiyle selam olsun. her zaman tanıklık etmemden ötürü beni hep şaşırtacağını bildiğim bu ekibin, beni tekrar şaşırtacağını bekliyordum zaten. ama bu kadarını hayal etmemiştim. oyun hakkında uzun uzun yazılabilir tabii ama çok fazla detay verip sizleri boğmak ve oyunun tadını kaçırmak istemiyorum. şunu söylemek lazım: 95 dakika boyunca daraldım. 96 dakika olsaydı dayanamayacaktım. kasvetli, gergin, umutsuz, telaşlı bir oyundu bu. çok uzak bir gelecek/geçmiş alternatifi değildi. tam tersi, salondaki tüm seyircileri bileğin tutup nefesini kesti. oyuna gitmek istememin sebeplerinin ikisi murat daltaban -dotun kurucusu- ve köksal engür'dü. ama gizem güçlü beni, bizi bitirdi.

eğer kafa dağıtacak, ferah, güzel bir akşam dinlencesi bir oyun arayışındaysanız bu oyundan uzak durun. bunalmaya hazırsanız hiç durmayın, hemen bir bilet alın.

nefesinizin kesilmesi garanti, benden söylemesi.

11 Ekim 2016

[Bunu Ben De Yaparım!]

dot'un geçen yıldan takip ettiğim ve en sonunda kavuştuğum bir başka oyunu ile başbaşayız sayın seyirciler. ibrahim selim enfes bir oyunculukla hepimizi selamlıyor adeta.

bir saatlik bu oyun hem güldürüyor, hem ağlatıyor ama hep heyecanla takip ettiriyor kendisini.

konusunu anlattığım anda tadını kaçıracak bir oyun olmasına rağmen gerçekten vurucu yorumlarla, insani ilişkilere dair son derece çıplak bir tasvirle ve sizi düşünürken bırakan metniyle oyun çok keyifli, tekrar söylüyorum ibrahim selim çok ama çok iyi!

kendisiyle güllerin savaşı'ndan çok önce kesişmiş yollarımız iyi ki tekrar kesişti ve daha fazla geciktirmeden bu ödüllü oyunda buluşturdu bizi.

izleyin, izlettirin a dostlar!

[Son Zenne.]

soluksuz bir oyun.

kahkaha atarken soluğunuz kesiliyor, sinirden çıldırdığınızda soluğunuz kesiliyor, üzüntüden soluğunuz kesiliyor.

yarkın ünsal sahneye girdiği andan itibaren etrafına ışık saçıyor, hikayesini dinlemek için can atıyorsunuz ve birden bire onun bodrum katındaki odasına konuk oluyorsunuz. perdesinin arkasında ne olduğunu bilmediğiniz anlarda bile sanki içten içe biliyorsunuz. ümitleri, hüzünleri, kahkahaları ve gözyaşlarıyla o oda başınızı döndürüyor. en önden izleme şansını yakaladığım için gönül rahatlığıyla söyleyebilirim ki bu oyun için kan ve ter dökülüyor. soluk soluğa köşesine çekilip kekelediği o anlarda boncuk boncuk damlayan terler, duvara fırlatıldığında yerden yere sürüklendiğinde bacağını çarptığı yerden sızım sızım akan kan insanın kanını donduruyor, büyülü bir hayranlık evrenine alıyor. tek kelimeyle muhteşem. görmenizi tavsiye ederim, kendisinin oynadığı her oyunu bundan sonra gözüm kapalı takip ederim.

oyunda yarkın ünsal'a sevtap özaltun eşlik ediyor. kendisini ulan istanbul'dan hatırlasam da esas çıkışını fatmagül'ün suçu ne dizisinde asu olarak yaptığını söylemek yalan olmaz bence. doğrusu biz oyunu yarkın ünsal'ın performansını görmek için heyecanla yakalamıştık ama hakkını teslim etmek lazım ki sevtap da başarılı. daha doğrusu, önceden oynadığı şehirli şuh modern kadın imajının altından bu köylü kızını çıkarmak kolay olmasa gerek. eğreti durmadı bence, başarılıydı. gözlerini kocaman açıp masum bakışları bizi bitirdi. hayat ne kadar adaletsiz dedirtti. onun öyküsü bizi şaşırtmadı ama yine de sevdik kendisini, emeğine sağlık.

en sona en gıcık olduğum insanı sakladım tabii ki. cansu fırıncı. how i hate him. kendisi kırgın çiçekler'de "kemal'im yapmaz" rolünde beni bir sezon boyunca zıvanadan çıkardı, burada da tam gaz devam etti. tabii bu yorumlarımdan ne kadar başarılı bir oyuncu olduğunu çıkardığınızı düşünüyorum, zira elim hala kendisi hakkında iyi bir şey yazmaya gitmiyor. oyunun baş kötüsü, kendinden nefret ettiren, bir an sahneye çıkıp saçını başını yolmak istediğiniz karakter. emeğine sağlık.

velhasıl kesinlikle izlemenizi öneririm. iki saatlik bir macerada güleceksiniz, gözleriniz dolacak, öfkeleneceksiniz. tadınız kaçacak. çıkışta eve gitmek istemeyip birşeyler içmek, soluklanmak isteyeceksiniz. ama bunların hepsine değer, göreceksiniz.

[Bütün Kadınların Kafası Karışıktır.]

bu oyunu izlemeyenlerin acilen izlemesi gerekli zira çok komik!

kadıköy'de beşiktaş'ın şampiyonluğunu ilan ettiğimiz günde yakaladığım bu oyunu hiç unutmayacağım dostlar, gözlerimden yaşlar gelerek güldüm doğrusu!

konunun çok fazla detayını vermeden söylemem gerekirse, intihara meyilli deniz çakır, komşusu şebnem sönmez ve komşusunun temizlikçisi zeynep kankonde arasında geçiyor çoğunlukla bu oyun, arada İpek Türktan Kaynak da şenliğe katılıyor. kadınlar, hayata bakış açıları ve zor anlar karşısında sergiledikleri tavırları hakkında çok eğlenceli bir oyun olmasının yanı sıra, bazı bazı vurucu cümleleri de bulunuyor.

bence tam bir absürt komedi zira alkolün etkisiyle komikleşen kadınların hallerinin yanı sıra, hiç yan yana gelmeyecek karakterleri muhteşem bir şekilde yan yana getirmesinin verdiği bir kahkaha halinin önüne geçemiyorsunuz. oyunun o an size görünür hikayesinin yanı sıra bir de arka fonda inceden inceye anlattığı bir hikaye var ki, sanki oyuna ikinci kez gitsem giderim gibi bir hissiyatla doluyorum desem yalan olmaz.

dediğim gibi, izlemekten asla pişman olmayacağınız, sadece "kadın oyunu" olmanın dışına çıkmış, eğlenceli, sorgulayan, zamanın su gibi akıp geçtiğini gösteren bir oyun bu oyun. bu muhteşem oyuncuları bir arada görmek fırsatını kaçırmayın, pişman olursunuz sonra!

28 Mart 2016

[Fosforlu.]

uzun süredir ankara devlet tiyatrolarında oynarken görmek istediğim bu oyunu, istanbul'da, ayça varlıer'den izlemek varmış. daha mutlu olamazdım.

efendim, oyun bir müzikal. yaklaşık 3 saat sürüyor. ama doğrusu 3 saatin nasıl geçtiğinin farkına bile varmıyorsunuz.

ayça varlıer hem yazar hem de fosforlu rolünde. kendisini leyla'nın evinde de izlemiş ve ilimum dizisini kendisi için takip etmiş biri olarak, yeteneğine hayran olmamak mümkün değil. üstelik her oyununda "bu kadar da olmaz canım" dedirtecek kadar çok marifet çıkarıyor sanki cebinden. dizilerini izlerken hep söylediğim gibi, özellikle (sesine değinmiyorum bile, severek izliyoruz efendim) gözlerini çok iyi kullanıyor. acı, aşk, mutluluk, umutsuzluk hemen karşısındaki geçiyor, avcuna alıp yanına çekiveriyor. ne kadar oyununu yakalarsanız kaçırmayın dostlar.

ayça varlıer'e eşlik edenler ise rolden role bürünüyorlar. hem gülüyorsunuz, hem de kendini düşünmeden yapılan iyilik karşısında kaybolan bir kadının öyküsüne hüzünle tanık oluyorsunuz. gözleriniz doluyor mesela, içiniz ısınıyor. cevriye'nin üstünü örtmek istiyorsunuz, herkese köfte ekmek almak istiyorsunuz karınlar doysun diye. ama ne fayda, çaresiz öylece oturuyorsunuz.

şarkılar çok keyifli. bunu özellikle söylüyorum çünkü insan ilk kez dinlediği şarkıların olduğu yapımlara bazen ısınamıyor. ama bu öyle değil. hem şarkılar çabucak dilinize dolanıyor, hem de sözleri sahnede göremediğiniz daha nice hikaye anlatıyor. 

kadın olmanın zorlukları yanı sıra, kadın kalbinin ince sızıları da işliyor içinize. farklı düzenlerdeki hayatlarda nasıl düzensizliklerin olduğunu görüp de birşey yapamama hali içinize batıyor. gülüyorsunuz. ama ağlıyorsunuz da bir yandan.

oyun bitiyor. ve ayakta alkışlamaktan başka birşey gelmiyor elinizden.

17 Mart 2016

[Hepimizin Öyküsü Aynı.]

efendim bu oyun 3 kişilik bir oyun olarak geçiyor, ama aslında pınar çağlar gençtürk ve hatice aslan yarım saat görünüyor, geri kalan bir saatte irem sak'ı izliyorsunuz. işin özünde, ben hatice aslan'ı izlemeye gittim, diğer oyunculara da hayran oldum çıktım.

oyun üç kadının hikayesini anlatıyor. çok detay vermeyeyim ama pınar çağlar gençtürk'ün anahtarını ararken koşturmasından nasıl soluk soluğa kalıyorsanız, hatice aslan'ın gözlerinizin içine bakan durağanlığından da bir o kadar etkileniyorsunuz.

derken irem sak sahneye geliyor ve kahkaha başlıyor.

daha önce de kesin yazmışımdır, ben pek komedi türünü sevmem. daha çok kara mizahçıyımdır. ama bu oyunun son bir saati tadına doyulmaz güzellikteydi. hem hüzünlendim hem kahkahalar attım. karşı penceredeki kadını keyifle, merakla izledim. anlattığı o aşk hikayesini bazen yerin dibine girerek, bazen de dizime vurup vah vah diye dinledim.

spoiler vermeme yolunda, izleyin, izlettirin efendim. craft tiyatro yine unutulmaz, bir solukta izlenecek bir oyun çıkarmış ortaya.

16 Mart 2016

[Profesyonel.]

ben hayatımda bir oyunun biletini bu kadar uzun süre hiç aramamıştım.

iki yıldır yer bulunmayan bir oyundan bahsediyorum.

pazartesi sabahı 10.10'da bilet satışı başlayan, 10.11'de sisteme girdiğimde M sırasına kadar biletleri satılmış bir oyundan bahsediyorum. 10.14'te tüm biletleri biten bir oyundan bahsediyorum. üstelik 2 hafta öncesinden. ben hayatımda böyle bir şey görmemiştim. gerçekten.

oyunun başrollerinde yetkin dikinciler ve bülent emin yarar var. başka söze gerek var mı bilemiyorum.

yetkin dikinciler sahneye çıktığı anda öyle bir hale geliyorsunuz ki maşallah demekten kendinizi alıkoyamıyorsunuz. o kadar muhteşem görünüyor ki. hem zarif, hem kibar, komik, dramatik. rolünden kendi karakteri akıyor. karakterin önüne geçmeden ama inceden inceden.

bülent emin yarar. sahneye çıktığı an gülmek istiyorsunuz. konuştuğu an hıçkırarak ağlamak istiyorsunuz. öyle bir adam ki, teeee M sırasından mimiklerini görebiliyorsunuz, oyundan haftalar sonra hareketlerini konuşabiliyorsunuz.

her ikisini de ayakta alkışlamak istiyorsunuz. ama sanki tavanlara sıçrasanız, bütün salonu koştursanız da ne kadar sevdiğinizi ne kadar beğendiğinizi daha net görebilsinler.

110 dakika, tek perde olan bu oyunda bir saniye bile sıkılmıyorsunuz. merakla, heyecanla bekliyorsunuz. sadece bir noktadan sonra saate bakıyorsunuz, o da bu keyfi daha ne kadar sürdüreceğinizi anlamak için zamanı kontrol etmekten ibaret.

bilet bulabilsem yine gitmeyeceğim, izleyenlerin birkaç kez izlemesi yerine, izlemeyenlere bu şansın verilmesi gereken bir oyun. yakalayın, bırakmayın.

oyun metni öyle güzel şeyler anlatıyor, oyuncular öyle güzel oynuyorlar ki, en sonunda duyduğunuz şey sizin olsun istiyorsunuz.

[Antabus.]

muhteşem bir oyunu anlatmam lazım size.

efendim antabus üçüncü sayfa haberinde ismi geçen bir kadının haber metni ile başlıyor. sonra o kadın karşınıza çıkıp işin aslı öyle değil diye söze başlıyor ve kendi hikayesini anlatmaya başlıyor.

tek perde, numarasız koltuk diyeyim siz anlayın.

bir buçuk saat kadar sürüyor yanılmıyorsam. ama siz o 90 dakikayı bir de bana sorun.

nihal yalçın, leyla taşçı rolünde. rolünde demek ne kadar doğru bilmiyorum. çünkü karşımda leyla'yı gördüm. sahneye fırlayıp sımsıkı sarılmak, gel bizim evde kal, bunları yaşama demek istedim.

hem güldüm, hem ağladım. koltuğun ucunda, soluk soluğa, sonunu bekleye bekleye ama istemeye istemeye izledim. insanoğlunun dünyanın en hüzünlü anlarında kahkahaya sığınması nasıl enteresan bir savunma mekanizmasıdır diye düşünürken buldum kendimi. sonra üzüldüm. kendimizi değil, başkalarını savunmak zorunda olup, savunamamamıza. üçüncü sayfa haberlerine. leyla taşçı'ya.

tatbikat sahnesi.

izleyin, izlettirin dostlar. spoiler verilemeyecek kadar güzel bir oyun.

pişman olmayacaksınız.

ama uykunuz kaçarsa, onu bilemem.

21 Mayıs 2015

[Kim Korkar Hain Kurttan?]

kim korkar hain kurt'tan uzun süredir bahsetmek istiyorum, kısmet bugüneymiş sayın seyirciler.

Kadroda Zerrin Tekindor, Tardu Flordun, Şükrü Özyıldız ve Nilperi Şahinkaya bulunuyor. şükrü ve nilperi hakkında uzun uzun yorum yapmaya gerek yok bence. çünkü birisi hoş adam rolünü, diğeri ise fikirsiz sarhoş eş rolünü oynuyor. gülüyorsunuz, eğleniyorsunuz ve özellikle şükrü'nün zerrin'le uyumunu hayretle izliyorsunuz. ama bunun dışında bence dev bir olayları yok. bir de tabii nilperi güzel birisi, kendisinin kaşı gözü bir tarafa kaymış, makyajı akmış şekilde oyunu oynuyor olması özgüvenini de tebrik ediyorum.

tardu flordun ise oyunun lokomotiflerinden biri. onu dizilerde filmler izlerken hiç öyle derin, depresif, öfkeli bir halde olabileceğini tahmin edemiyorsunuz. zaten oyuna kendisinin seçilmiş olmasında en çarpıcı özellik bu. fırsat buldukça oyunları takip etmeye çalışan bir seyirci olarak söyleyebilirim ki, ben kendisini tiyatroda hiç görmemiştim. ama görünce, iyi ki gördüm diyorum.

gelelim zerrin tekindor'a... zerrin tekindor, tek başına tüm oyunu monolog halinde oynasa yine izlenecek bir kadın. öyle bir büyüsü var ki, insanı sürükleyip götürüyor. tek başına monolog halinde oynasa, yine de izlerim bu oyunu diyorsunuz. öyle harika ki sahnede. onu izlerken içimde ufak bir haset duyuyorum. çünkü iliklerinize kadar şunu hissediyorsunuz: bu kadın tiyatro için doğmuş. öyle bariz bir gerçek ki bu durum. ben ne için doğdum acaba diye soruyor insan kendine. bu sorunun cevabını bildiğini düşündüğüm insanları içten içe kıskanıyorum yahu. sen hep sahnede ol zerrin tekindor, hep orada ol ve ışılda. uykularımızı kaçır, sesin kulaklarımızdan gitmesin ve oyunlarının her sahnesi zihnimize kazınsın.

bu arada dikkat ettiyseniz oyundan spoiler vermedim, ama şunu söylemeden edemeyeceğim oyun hakkında: çok şükür biz bu oyunu ingilizce dersinde neyin okumadık. yoksa bin beş yüz analiz, essay, yok efenim yorum, quote valla çilesi hiç bitmezdi. pek mesudum, pek mesudum.

herkesin emeğine, yüreğine sağlık. izleyin izlettirin efenim.

[İki Kişilik Yaz.]

uzun uzun anlatmak istediğim, ama bir yandan da hiç bir şey anlatmayıp, satırlarca izleyinizleyinizleyin demek istediğim bir oyun hakkında yazmaya geldi sıra.

iki kişilik yaz, dot'un maçka gmall'da oynadığı iki kişilik oyun. tuğrul tülek ve gizem erdem oynuyor, helena ve bob'un hikayelerini anlatıyorlar.

oyun içerisinde bin bir duyguyu hissediyorsunuz. bir an kahkahalarla gülüyorsunuz mesela, bir diğer anda ise sessizliğin içerisinde kendi içinizdeki sessizliği duyuyor, yutkunuyor, yutkunamıyorsunuz. öyle güzel ki.

oyunu müzikal olarak nitelendirmek biraz abartmak olur zannımca. ama oyun boyunca oyuncular hem şarkı söylüyor, hem de gitar çalıyorlar. hatta öyle ki, tuğrul tülek gitar çalmayı bu oyun için öğrenmiş!

gizem erdem küçük yeğeniyle sizi bir yandan gülmekten kırıp geçiriyor, bir yandan da kendi hayatınızı, hatta mesleğinizi sorgulamanıza sebep oluyor. hayattan ne istiyoruz? hayattan. ne. istiyoruz. mu?

biz bu oyuna gitmeden iki gün önce tuğrul tülek afife jale ödülünü aldı. doğrusu oyunda kendisini izleyince neden olduğunu anlıyorsunuz. büründüğü karakterler ve hatta kendisi (özellikle spoiler vermediğim ve kırıp geçiren sahnede ne demek istediğimi anlayacaksınız) ordan oraya havada uçuşurken bob'a sarılmak istiyorsunuz. zihninizdeki tüm önyargılar, tüm önceden belirlenmiş kodlar yok oluveriyor.

feribot düdüklerini duyuyorsunuz. sonra fark ediyorsunuz ki siz o feribot düdüklerini duymayalı çok olmuş. iç geçiriyorsunuz ama bir yandan da umutlu doluyorsunuz. kimbilir...

oyuncuların harika performansı dışında bir de özellikle fiziksel kondisyonlarından bahsetmek lazım. öyle büyük bir kontrol içindeler ki. tap dance vari sekansta izlerken sizin soluğunuz kesiliyor, onlar cümleye kaldıkları yerden devam ediyorlar. şaşkınlığın böylesi az yaşanır.

bir de ufak bir dipnot: oyun bittiğinde oyuncular ve yönetmenin katıldığı bir oturum oldu. bomonti'ler geldi, herkes şişesini açtı ve sonrasında son derece samimi bir sohbet başladı. o anlarda karakterlerin size geçirdiği enerjinin aslında oyuncular ve hatta yönetmen arasındaki enerji olduğunu hissettim. öyle güzel bir ekip olmuşlar ki! gidin ve görün a dostlar. izleyin ve izlettirin.

13 Mayıs 2015

[Personel.]

aslında bu satırları yazmaya oyundan çıktıktan 10 dakika sonra oturduğum dolmuş koltuğuna kendimi attığımda başlayacaktım. ama oturduğum an hala elim ayağım titrediği için yazmaya yüreğim yetmedi. an itibariyle eve geldim, sıkıntı streslerimi bir nebze olsun geride bıraktım ve yazmaya koyuldum.

efendim size bahsetmek istediğim oyun personel. kraft tiyatro'nun oyunu, kadıköy'de sahneleniyor ve açıkçası ulaşımı çok kolay. evet, ben avrupa yakasında oturuyorum. oyunda aslı enver ve dolunay soysert oynuyor. şimdi oyun hakkında aklımdan akıp gidenleri yazmaya başlamadan önce heeerşeyin en öncesine gidiyorum sayın seyirciler.

dolunay soysert'le tanışmamız teeeeee çılgın bediş'e gider bizim. aslında o beni tanımıyor, ben de onu tanımıyorum, velhasıl tanışmıyoruz ama ama ben mihrace'yi dizide göremeyip kardeşime sorduğum zaman aslında dolunay soysert'le tanışmıştık. sadece yüz yüze görüşmemiştik. o zamandan beri ilk gördüğümüz yerde aaa mihrace demiştik, sonraki her rolünde büründüğü bir önceki karakterle andık onu. çocukluktan ilk gençlik ve yavaş yavaş erişkinliğe giden zaman yolculuğunda yollarımız kesişti kendisiyle. ama omuz omuza ile, ama çatıda arkadaşını ikna etmeye çalışan leyla'yken, ama bembeyazlığın ortasında zübeyde hanım'ın bakışlarında. dolayısıyla tiyatro sahnesinde kendisini izlemek ayrı bir yürek çarpıntısı, bambaşka bir heyecandı doğrusu.

aslı enver'le tanışmamızın hikayesi ise daha da bir garip. aslında biz onunla, birbirimizle tanışmadan da önce tanıştık. birbirimizi tanımıyorduk ama ben onu ortaokul yıllarında dawson's creek'in jennifer'ı ile tanıdım desem yalan olmaz. dizi sonuna geldiğinde dövünerek ağladığım o geceyi hiç unutmam, ne kadar da içim parçalanmıştı. işte efenim, kavak yelleri başladığında sevgili jen'i oynayan mine'yi daha tanımadan seviyorduk biz dawson's creek ekibi. günler, haftalar, bölümler, sezonlar geçti, ölümler, dirilişler oldu, bir dizi yerini diğerine bırakırken, suskunlar'ın ecevit'inin yanında parkta oturup kalan ahu için yıllar sonra dövündük yahu, bu kız bir dizide de mutlu olamayacak mıydı? yine de olsun varsındı, hicran sona erse de, bir başka diziyle yine de elbet yeniden tanışırdık aslı'yla. işte tüm bu maceralı so called tanışma faslında ötürü onu tiyatro sahnesinde görmek bambaşka bir heyecan oldu benim için, ayrı bir yürek çarpıntısı.

bu uzuuunca girişten sonra gelelim oyuna. öncelikle içiniz rahat olsun, spoiler vermeyeceğim. izlenip görülmesi, her anı tüm dehşeti komedisi ve hüznüyle yaşanması gereken bir oyun, izleyin görün. ama bende uyandırdığı düşünceler zincirini yazmazsam bu akşam uyuyamayacağım, orası kesin.

yukarıda da bahsettiğim gibi, oyun iki kişilik. hemen herşey ikiye bölünmüş vaziyette. sahne masayla bölünmüş, seyirci aradaki cubicle'lar ile bölünmüş, -first name basis yorumum affola ama bu şekilde devam etmek daha kolay olacak- aslı, kapıyla dolunay'dan ayrılmış, sarı ışıklar mavi ışıklardan, kumsal resimleri ofisin içinden ayrılmış. yani müthiş bir simetri duygusu sizi sarıp sarmalıyor. ama bence oyunun bu kadar çarpıcı olmasının sebebi, siz bilmeseniz de, farketmeseniz de oyunun üç kişilik olması. bir yandan aslı'yı izliyor, daralıyor, utanıyor, sıkılıyor, bunalıyor, üzüntü ve öfke nöbetleri geçiriyorsunuz, bir yandan dolunay'ı izleyip birşeyleri parçalama hissiyle, kalkıp bir tokat savuruverme tutkusuyla, kahkaha atma dürtüsü ve -içten içe- bu kadar kontrollü bir karaktere hayran olma suçluluğuyla kavruluyorsunuz. --ve sıkışıp kaldığınız bu iki kutup arasında bir de siz varsınız. siz. seyircinin ta kendisi. odanın ortasındaki uzansa karakterlere dokunuverecek kişi. siz. gerçek dünyanın parçası, sanki gerçek dünyanın önünüzde cereyan etmesine tanıksınız. siz. üçüncü şahıs. kalkıp gitmek istiyorsunuz. ara vermek istiyorsunuz. istifa et bacıııım diye bağırmak, bu kadar da olmaz ay bana bir şeyler oluyor diye fenalaşmak geçiyor içinizden. merak duygunuz ise en ağır basanlardan, öylece oturup heyecanla bekliyorsunuz. takvim yapraklarından kaç tane kaldı acaba diye bakıp kestirmeye çalışırken buluyorsunuz kendinizi. şahsım adına konuşmam gerekirse, kulaklarım uğuldadı, dizlerimin bağı çözüldü, boğazım kurudu, ellerim titredi. hani bir önceki yazıda bahsetmiştim ya, uzaktaki koltuktan izlemek gibi değil bu, yere düşen gözyaşı damlasını gördüğünüz bir mesafede, tepkisiz kalamıyorsunuz. beyaz zeminde, kucakta gelen ve ne olduğunu söylemeyeceğim, dolabın en aşağı rafına kaldırılan beyaz şeyin üzerindeki aslı'nın elinden bulaşan göz kalemi izlerini görüyorsunuz. yan koltukta yutkunan kişilerin sesini duyuyorsunuz. boynumdaki şalı fıydırıp atmak istedim mesela, ama o kadar yoğun bir anda en ufak bir ses çıkarırım da dikkatleri dağılır gibilerinden korktum. oysa insanlar istem dışı yok artık, pes, of, aman allah tadında yorumlar yaparken sanki arada bir cam daha var gibi hissettim. öyle bir bürünmenin dağılacağına hiç inanmadım da, işte diyorum ya, konuk olduğum odayı rahatsız etmek istemedim. öyle bir ruh hali. öyle bir soluksuzluk.

bir başka çarpıcı not: hani derler ya, zamanın nasıl geçtiğini anlamadım diye. efendim bu oyunda durum tam tersi. başlarda değil, ama ortalar ve özellikle sonlara doğru gözüm sürekli saatteydi. bitsin de gidelim gibi değil bu arada, yanlış anlaşılmasın. daha nasıl bir bomba bizi bekliyor dermişçesine. 10 dakika var: o zaman belki bir ağlama krizi daha olmaz, belki kulaklarımın uğultusu diner. 25 dakika var: aman tanrım, gerçekten o alt raftaki şey gelecek olamaz öyle değil mi? 45 dakika var: ay bu iş -çok afedersiniz- boka saracak, diren aslı. ama bir yandan da yapma be dolunay. ama bir yandan da valla bravo dolunay.

sürekli bir ikiye bölünmüşlük var demiştim ya, bir de tabii şöyle hissettiriyor bu durum kendini:

mesela ben çocukken power rangers vardı, anımsar mısınız? işte power rangers üzerinden anlatayım ben bu hissi size. efendim power rangers'ta benim en sevdiğim ranger pembe ranger'dı. tabi 90'lı yıllarda bu cümleyi kurmayan bir küçük kız çocuğu yoktu, o ayrı mesele. işte efenim bu pembe ranger'ımız kimberly diye bir karakterdi. kendisini pek severdik, diyorum ya, 90'lı yıllar pembe ranger hayranı kız çocuklarının yılıydı. gün oldu devran döndü, kimberly'i oynayan oyuncu diziden çıkmaya karar verdi. -bu arada ben bunları yıllar sonra öğrendim. o zaman bu bilgilere nerde ulaşıcaz a dostlar- neyse, diziden çıkmak istediğini söyleyince, bir sezona yayarak bir hikaye yazdılar. velhasıl, bir başka karakter pembe ranger'ın yerini aldı. bu karakter büyü etkisi altında kötü bir karakterken sonra yine iyi oldu filan filan. işte katherine'in pembe ranger olduğu gün 90'lı yılların kara bir günüdür. çünkü ben ve pembe ranger'cı arkadaşlarım nefret etmişti katherine'den. bu nefret, katherine'i oynayan kızcağzın ismini jenerikten öğrenip, kendisinden nefret etmeye de dönüşüvermişti inanır mısınız? işte demek istediğim, anlatmak istediğim his tam da bu. çocukluktan bağımsız olarak, artık karakter ve oyuncuyu ayırt edebildiğim günlerine geldim hayatımda. ne mutlu, ne güzel bir dönemdir bu allahım. hem oyunu, hem oyuncuyu, hem de karakteri kucaklayabildiğin bu hayat evresinin adı özel bir şey olmalı, yetişkinlik ile birlikte kaynamamalı, o derece. öyle güzel bir zen hali ki, anlatmak ne mümkün.

işte bu his yüzünden  bir yandan müdüre bıçak bileyip, bir yandan dolunay'ı hayranlıkla izlerken buldum kendimi. bitmesin dedim, aslı masaya vurduğunda ben yerimden sıçradığımda kılı bile kıpırdamayan müdür/dolunay'a sarılıp onu kucaklayasım geldi. bir yandan emma'yı kolundan tutup o odadan çekip çıkarmak istedim mesela, basmak istedim  o ofisi, o sayfaları tutuşturup yakmak istedim, bir yandan da emma'nın acı dolu anlarında hayranlıkla izliyordum aslı'yı. "daha çok istiyorum bu dev sahnelerden." ama aynı anda istemiyorum artık, ne olur kapıyı çarpıp çık emma, boğazına sarıl, silah çek, vur kır parçala. ama bir yandan da ben, izleyici, konuk, nefes almak istiyorum ve aynı esnada nefes almak dahi istemiyorum.

kendi heyecanında boğulmak. ne güzel bir keyiftir yarabbim?

şimdi oyun hakkında son sözlerim: bu noktaya kadar hala mesajı iletemediysem affola, ne olur gidin görün izleyin. ama hazırlıklı olun uykunuzun kaçmasına. hazırlıklı olun o soluksuz kriz haline. gözünüz saatte geçirdiğiniz en güzel 70 dakika olsun bu oyun. ve herşey bir yana insanoğlunu takdir edin. neden mi?

efendim benim oyunculuk hakkında hiç bir fikrim yok. söz gelimi ilk okul piyeslerinde sırtını seyirciye dönme dediklerini bilir hatırlarım bir tek, onun dışında ne bir eğitimim var, ne de bir deneyimim. belkim vardır bir açıklaması, tekniği bişiysi ama en nihayetinde bu da bir meslek diye kendimi ikna etmeye çalışsam da, aklım karaktere girme olayını bir türlü almıyor, alamıyor. dedim ya, oyunculuk konusundan hiç anlamam, ama kendimi bildim bileli izler ve okurum. elimden geldiğince tiyatroyu da takip ederim. ve herşey bir yana hislerime çok güvenirim. o yüzden iyi oyunculuğu anlamam, ama bana hissettirdiklerini düşünüp süzerek hissederim. hissederek anlarım diyelim naçizane. bu noktada filmleri bir kenara koyuyorum çünkü ölüm sahnesinden sonra gelen 1970 yılbaşı gecesi partisi sahnesi o sahnenin hemen ardından çekilmiyor. ama tiyatro bir başka, tiyatro beni hayretlere düşürüyor. o alt raftaki şeyin üzerine, yerin zeminine gözyaşıyla bulanan siyah parmak izleri. ve bir sonraki sahnede aslı'nın göz makyajı temizlenmiş, karşımda bambaşka biri var. dakika 73'ün emma'sı gitmiş, dakika 10'un emma'sı gelmiş. deli olmamak elde değil. insanoğlunun konsantrasyonu, azmi, inanılmaz birşey. başlı başına incelenmesi gereken bir durum yani, o derece. bu öyle bir şeyki, benim için asla gizemini kaybetmeyecek. hani insan ciddiyetten gülümseyen bir yüze çok kolay geçer, zaten tüm öğrencilik derslerde gülme krizine girme anılarıyla bezenmiş değil midir? ama gözyaşından, gülümseyerek selama çıkmak... bilemiyorum. çok enteresan. bu sebeple ayrıca bin takdir puanı aslı'ya gidiyordu. dedim ya, sahnede olmak nasıldır bilmem, ama ağladıktan sonra gülme gücünü kendinde bulamayan bir konuğum ben naçizane, nasıl da zordur o geçiş. bravo.

bu sefer gerçekten son sözlere geldim. kraft'ta ilk kez bir oyun izledim, ilk izlenimimi de kapıda rezervasyon yaptığım biletimi alırken aldım, onu da paylaşayım sizinle. kraft kağıt üzerinde bir bilet koçanı var, koçanın arkasına oyunun adı ve biletin fiyatını kaşe ile basıyorlar. çok duru bir hareket, neden bilmiyorum, tarif edemiyorum ama çok beğendim. bilet koleksiyonu yapan biri olarak, artık yazar kasa fişine dönen sinema biletlerinin zamanla uçup giden yazılarına karşı direnen bir kraft kağıt ve tabiri caizse kapı gibi kaşe beni çok mutlu etti, içime huzur saldı. valla bravo. kraft'la ilgili bir diğer yorumuma gelirse, efenim oyun bahçeden aşağı inilen bir salonda izleniyor. ben bir an köşkün içindeki bodrum katında filan sandım ama öyle değilmiş. hiç tabela filan yok, sanki siz orayı biliyormuşsunuz, orası bir nevi sizin evinizmiş gibi bir hava var ama yine de biraz kayıp hissetmiyorsunuz değil. tabii sorarsanız şikayetçi misin diye, ah ne şikayeti a dostlar? ben o bahçede gps konumumu bilsem bile ne fayda, oyunda aklım gitti, ruhum uçtu uçtu kuş oldu, umrumda mı dünya diye cevap verirdim.

verdict: lütfen izleyin, izlettirin. pişman olmayacaksınız ve aynı zamanda çok pişman olacaksınız.

dipdipnot/sonsonsöz: oyun çıkışında kalabalığın önden çıkmasını beklerken oyuncuların seslerini duyup geri döndüm, "tansiyonum çıktı yeminle harikasınız" temalı tebrik konuşmamı yaptım ama hızımı alamadım. tekrar buradan duyuruyorum. tüm ekibin emeğine, yüreğine sağlık. harikasınız, soluk kesen bir ev sahibisiniz ve ben tanıştığımıza çok memnun oldum.

selam olsun.

12 Mayıs 2015

[Aranağme 13.]

efendim uzun süredir bir kenara taslak olarak kaydettiğim ve başına oturmaya fırsat bulamadığım yazılarımın başına geçip tamamlama yoluna giriyorum. bu yazılar tiyatroyla ilgili. ama aklımdan, kallbimden geçenleri anlatmaya başlamadan önce birkaç noktaya değinmek istedim:

özel tiyatroların devlet tiyatroları karşısındaki duruşu/konumu vs: bu hususla ilgili eminim üstadların bin bir yorumu vardır. zaten çok da fazla yorum yapmak bana düşmez, çünkü her iki platformdaki oyunları da öyle çılgın keskin ayrımlara girmeden takip etmeye çalışıyorum. ama şunu söylemek lazım a dostlar: özel tiyatroların tadı bir başka. neden mi? çünkü öncelikle daha ufak oluyorlar. yani gerçekten tüm olay önünde cereyan ediyor. devletin büyüüüük sahne ve salonlarına nazaran gözyaşının akışını gördüğün oyuncular karşındayken kalkıp sarılasın geliyor yeminle. sanki daha bir denk hissediyorsun. yani ünlü olma, olmama konusunda değil de, sanki sen o odada konuksun, o dünyanın bir parçası gibisin. hani dışardan izleyen röntgenci gibi değilsin. çok güzel bir his çok, desteğim tam bu yüzden.

bir de özellikle koltuk numarası olmayan tiyatrolara hayranım. yani eğer bileti alırken koltuk numarası yoktur diyorsa bir kere kafadan dev bir olay beklemek lazım. hep döne döne oynama ihtimali seni bekliyor olabilir, hem de birkaç farklı yerden izlenme isteğiyle seni yakıp kavuran bir  oyun türü seni bekliyor olabilir. ikisi de farklı bir heyecan. hani kapıda bekleyip yer kollamaya çalışmak harika bir his, herşeyi daha da kıymete bindiriyor ve özel hissettiriyor.

son olarak bir de bu aralar gittiğim iki oyunda karşıma çıkan trendi -trend demek ne kadar doğru bilemiyorum- paylaşayım. efenim oyun tek perde bir saatten biraz daha fazla bir süre ama kesinlike iki saatten az olunca da bir başka dünya insanı bekliyor mesajını almaya başladım ben. aslında dünya alem vaktinde örneğin 75 dakika kısa bir süre, ama o oyun nasıl da uzun geliyor size anlatamam. oyuncular değil, sen ara vermek istiyorsun. ara vermek, soluk almak, boynundaki şalı fırlatıp atmak istiyorsun. öyle bir mola lazım işte bu tip oyunlarda. ihtiyaç molası değil, nefes molası olsun adı da. işte bu kısa oyunlar beni benden alıyor son iki seferdir. yahu bir oyuna gittim gözüm hiç saate gitmeden gözlerim yaşlı bitirdim, bir oyuna gittim gözüm sürekli saatte benden geçtim, bari kızcağız soluk alsın diye panik atak halinde bitirdim. neyse velhasıl, bu trende bayılıyorum, ama ömrümden ömür almıyor desem yalan olur.

haydi bakalım, şimdi ver elini taze taze personel.