Deep in Thought etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Deep in Thought etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

06 Haziran 2022

[Gündüz Gürültüsü.]

verdiğim uzun aradan sonra klavyenin başına tekrar geçmeden önce uzun uzun tüm yazılarımı gözden geçirdim. çünkü yazmak, benim için biraz da kendini temize çekmek. geçmişteki ben'i izlemek bugünkü ben'in gözlerinden. farklılıkları görebilmek, tanımak, düşünüp tartmak ve çıkarımda bulunmak olmasa bile nedenini anlamaya çalışmak, nedenini hayatıma bağlayabilmek. 

işte tüm bu düşünceler içerisinde yazılarımı incelerken, bir yandan da yazmak istediğim konuları konu başlığıyla boş bir taslağa ekledim. ekledim ki, 4 yıldır zihnimin çekmecelerinde birikenler artık özgürlüğüne kavuşsun ve zihnim daha fazla taşımak zorunda olmadığı yüklerinden kurtulsun. not aldım: uyku düzeni ve erken uyanmak.

evet, yazmak istediğim ana konulardan biri kendimde gözlemlediğim erken uyanabilme yetisi. bu hissi son 2 yıl civarı yaşıyorum. sabahları alarm kuruyorum ama alarm çalmadan 15 dakika önce uyanıyorum. ya da mesela akşam vakti, saat 11.30 gibi uykum geliyor, salonda sızıyorum ve gece 2 gibi süklüm püklüm odama dönüyorum. bazen odamda uyurken, 4'te, sabah 7'de ya da enteresan bir şekilde gün doğarken uyanıyorum. yeniden yattığımda da, haftasonu 11'i görürsem uyanış saati olarak şanslıyım. genelde 9-9.30 hadi bilemedim 10 gibi uyanmış oluyorum. hey gidi bu uyku düzeni ben öğrenciyken neredeydi? sabahları sürünerek kalkıp, 30 tane alarmla bütün apartmanı uyandırdığım günlerin çilesi neden yaşanmıştı? öğrenciliğe kadar da gitmeyeyim, çalışma hayatımın başları, devamı, erken kalkış çilesiyle nasıl da ızdıraplı olmuştu sabahları. ama geceler öyle miydi? 

gece sessizliği. Kasım 2012'de yazdıklarım bu yazdıklarımın tam tersi. nasıl da mutluyum gecenin sessizliğinin tadını çıkarabiliyorum diye. şu anda da belki otursam oturuyorum gece vakti, sevdiğim bir dizi, film, hiç gözümde büyümeden izliyorum ama ah o sabahları, nasıl da erken kalkabiliyorum, asla çözemedim, anlayan beri gelsin. 

yaşlanmak mı bunun sebebi? sabah erken kalkabilmenin gururu, tam da bu yaşlarda mı yükleniyor insanın bünyesine acaba? sonraki 10 yılda, sabah erkenden kalkmaktan kötü mü bahsediliyor mesela? benim kendi ailemden duyduğum biz bu sabah 7'de uyandık sözlerine cevaben ama neden uyumuyorsunuz cümlesini ben de kendi çocuklarımdan mı duyacağım acaba?

çok garip dostlar. 10 yıl önce yazdığınızın tam tersi durumu yaşamak, üstelik tam ters hislerle. geceden vazgeçmeden, ama gündüzün gürültüsüne uyanıp, günü kaçırmamanın mutluluğunu yaşayarak hayatta devam etmek.

insan ister istemez düşünüyor, daha neler değişecek zihnimde, fikrimde? neler bekliyor beni yazılarıma geriye dönüp baktığımda gelecekte? temize mi çekiyorum, yeniden mi yazıyorum hayatımı?

tüm bu sorular belirsizce havada süzüle dursun, cevabını elbet bugün / yarın alacağım.

05 Haziran 2022

[Uzun İnce Bir Yoldayım.]

5 Haziran 2022 günü, saat 13.00'te trt2'de Laodikya Antik Kenti açılış konseri başladı. 

saat 14.00 civarıydı belki, uzun ince bir yoldayım çaldı izmir devlet senfoni orkestrası, Dilek Türkan da o harika sesiyle, beni en çok etkileyen bu şarkıyı söyledi.

5 Haziran 2022'ye kadar bu şarkı her zaman benim için özel olmuştu evet. artık yeri bambaşka olacak. 

çünkü tam da bu gün, başımı yasladığım yerde, menzili de, hal'ımı da anladığımın farkına vardım. işte tam da o an, kulağımda duyduğum melodi, dünyanın en güzel metronomuyla bütünleşip göz kırpınca bana, dayanamadım sevinçten ağladım.

asla unutmayacağım, ruhumda süzülen binbir ufak anıdan biri daha gelip yerleşiverdi hafızama...

03 Haziran 2022

[Post (?) Pandemi.]

aranağmede kısaca bahsetmişken, elbette ki bir başka yazıda pandemiye yer vermemem pek mümkün değildi. geriye dönüp baktığımda, 2 yılın göz açıp kapayıncaya kadar geçtiğini düşünsem de, aslında o 2 yılı, özellikle de başındaki o umutsuz/belirsiz/amaçsız günleri yaşarken zaman hiç de geçecek gibi gelmemişti bana.

aslında kasım ayından beri ekşisözlük üzerinden wuhan'daki virüsü endişeyle takip ediyor, ailemle ve çevremdekilerle de paylaşıyordum bakın böyle birşey söyleniyor diye. derken mart 2020 gelip çattı ve ilk vakanın ilanıyla birlikte kapandık evlere. bilinmezlik, ne yapacağını bilememezlik, teknoloji çağında ilk kez bilgiye erişememe olgusu.

herkesin ekmek yapmaya sardığı, mutfaktaki hünerlerini sergilediği, ekşi mayaların marketlerde kalmadığı dönem. houseparty'lerde eve kapanmışlığın havasını dağıtmak telaşesi. sosyal medyada tüm ülkelerden yayılan korkunç haberler, üzücü görüntüler, terk edilen yaşlılar, hastane kapılarındaki gençler.  elmaların sirkeli sulara batırıldığı, yumurtaların yıkanmadan dolaba konmadığı o karanlık dönem.

oldum olası ev kuşu olarak adlandırırdım kendimi, evde olmaktan sıkılmadım sıkılmasına ama, hayatın yarım kalmışlığı hissi beni pençesine aldı.

düşündüm:

bu kadarmış. artık pariste bir kaldırımda oturup, şarap kadehimi yudumlarken seine nehri kıyılarında gezenleri izlemek yok. foz'daki deniz fenerine yürüme imkanı yok porto'da. meydanın ortasındaki havuzun yanından geçerken havuzun içindeki bozuk paralara bakıp, tutulan dilekleri hayal etmek bitti floransa'da. beyaz örtüler serilmiş masalardan birine oturup tapas keyfi kalmadı sevilla'da. 

gittiğim oyunlar kadarmış tiyatro. izleyebildiğim filmler kadarmış sinema.

kiraz çiçeklerini fotoğraflardan görebilecekmişim ancak, fiyordların yakınında tekneler kartpostallarda kalacakmış, afrika'daki o aslan kral ağaçlarının gölgesinde zürafa silüetleri ancak belgesel kanallarında görülecekmiş. hayat buraya kadar yaşanabilmiş sayılacakmış.

o günleri aydınlatan en güzel gelişmeyi ise herhalde bir ömür unutamayacağım:

andrea bocelli, duomo'nun önce içerisinde söylemeye başladı o şarkılarını. televizyonumuza bilgisayarı bağlayıncaya kadar ilk şarkıyı kaçırdık ama sonra ağzım açık şekilde tüm konseri dinledim. dünyanın en kalabalık noktalarından birinde, tek başına, aryaları söylerken ürperdim. acaba yeniden o sokaklarda keyif süreceğimiz günler gelecek mi diye... derken kapının dışarısına çıktı ve amazing grace söylemeye başladı. tüm dünyada canlı yayını izleyen 42 milyon kişi kimbilir nasıl hissetti ama o anda ben huzurla, umutla doldum bile.

boş sokakların üzerinde gezen kameranın getirdiği görüntülere hem içlendim, hem de büyülenmiş bir şekilde hiç bir zaman boş olmayan o sokakları izledim. insanlığın kenetlendiği, aynı şeyi büyük bir arzuyla istediği, kate winslet'ın da, RDIM'ın da derdinin aynı olduğu günler yaşanırken, bunun altından insanlığın hep birlikte kalkacağını ilk o an hissettim.

aşı geldi, umut geldi. evet, benim şahsi korkularım henüz geride kalmadı ve kalabalığa, eski alışkanlıklarıma olan tavrım halen biraz soğukta kaldı ama en azından dünyanın bu kadar olmadığını, gezilecek, görülecek yerlerin bitmediğini, ayvalık'taki gün batımının ve norveç'teki gün doğumunun beni halen beklediğini yeniden derinden hissettim. 

müziğin gücü mü diyelim, bir bir biraraya gelindiğinde, toplamın birlerin toplamından çok daha fazla olmasından mütevellit ortaya çıkan o müthiş kolektif ruh mu diyelim, bilemiyorum. ama işte o zamandır benim ilk umutla doluşum. ne mutlu ki o umut, bilimle taçlandı ve yeniden -evet, belki ben henüz manen dönmeye hazır olmasam da- normale geçtik.

bu arada yazıya öyle dark bir yerden başlayıp daha dark yerlere taşıdım ki, yakaladığım umut kırıntısı ve nihayetinde tünelin ucundaki ışıkla dahi kapatırken zorlandım. bir daha hiç böyle belirsizliklerle denenmemek dileğiyle diyelim, bu da son cümle olsun madem.

[Be Still My Heart.]

büyük bir hızla klavyenin başına oturup, yıllar sonra gelen ilk 2 yazımı soluksuzca yazdım. bu yazıları yazarken, aranağmede bahsettiğim gibi, zihnimde uçuşan bütün düşünceleri hale yola koyup bir sonraki taslağı açtığımda, kendime engel olamaksızın tek bir konuya doğru uçuştu ruhum.

öyle bir konu ki, sabaha kadar anlatmak istiyorum. öyle bir konu ki, kimseler bilmesin bende kalsın diye yanıp tutuşuyor zihnim.

hani bir video var ya, rakuna şeker veriyorlar -rakunlar da meğersem yemeklerini suda yıkarmış yemeden önce- rakun da tutuyor bu şekeri suya sokuyor, bir bakıyor ki elinde avucunda hiçbir şey kalmamış. suya bakıyor, ellerine bakıyor, suya bakıyor. işte öylece bakıyorum ellerimdeki şekere. hayatım pahasına, hayat nedir ki, ruhum ve dahi kalbim pahasına---

ikilemim beni bu yazıda daha fazla ileri gitmekten alıkoydu, bir satır aralığı bıraktım. ve sevgili orhan veli'yle bir mola verdim:

"Gemiler geçer rüyalarımda,
Allı pullu gemiler, damların üzerinden;
Ben zavallı,
Ben yıllardır denize hasret,
"Bakar bakar ağlarım.""

zihnimden de böyle gemiler geçiyor, beni bambaşka günlerin anılarına götürüyor.

bir anımda çemberimde gül oya izliyorum, Mehmet'le Yurdanur konuşuyorlar gemiler hakkında. 

ötekisinde daha da geçmişte, 33 ekran televizyonumun başında ally mcbeal izlerken buluyorum kendimi. bu şarkıların albümlerini kesinlikle almalıyım diyorum ve hemen takip eden anıda, tüm albümlerini ellerimde tutarkenki mutluluğumu anımsıyorum.

düşünüyorum, kapağında ally ile vonda'nın yanyana oturduğu o albümde ruhuma dokunan şarkının kulaklarını çınlatıyorum. umutsuzluğa en kapıldığım anlarda kucakladığım o şarkının ruhuma yansıttığı o ışık hüzmesi, hayatımı aydınlatıyor şimdi. 

derken ilkokuldayım, Tuba Önal'ın sesi kulaklarımda, bir kuşun kanadında süzülüyorum göz yüzünde.

ve şimdiki zaman.

sokak lambasının kapalı perdelerden içeri süzülüp kalemiyle çizdiği o silüeti izliyorum sessizce.

denizin kollarındayım. huzurla dolan kalbimin sesini duyuyorum suyun içerisinde. güneşe göz kırpıyorum.

ve bambaşka o an: 

bir kuşun kanadından o eşsiz manzarayı izliyorum, gülümseyerek.

[Geride Kalanlar.]

first things first, yıllar sonra yazılarımın listesine geldiğimde, kaleme almak üzere unutmamak için not aldığım konuları gördüm. taslak tarihleri 30 Eylül 2018... önce onlardan bahsetmek istiyorum. daha doğrusu onlardan bahsediyor gibi yapıp, zamanın nasıl da planları savurduğuna, adeta "siz plan yaparken tanrı gülermiş" sözüne bir referans yapmak niyetim.

[Sense8: Post Finale.] diye bir taslak oluşturmuşum mesela, başlığı var, yazısı kalbim kadar boş bir sayfa. heyhat, ben bu harika dizinin keyifli sonunu yazmayı planlarken, nasıl da kopmuş ve kendi evrenimde koşturmaya kapılmışım ve geçen zaman, adıyla sanıyla başlık açtığım bu konuyu nasıl da anlamsız kılmış geriye dönüp bakarken.

Sonra yepyeni bir taslak daha açıp, bu sefer başlıksız ama yazıları yazdığım boşluğa sıralamışım:

Handmaid’s tale
Aretha
Oscar 2018
euphoria

Hey gidi, Oscar 2022 yayınlanmış, Will Smith yumruk savurmuş, Jessica Chastain Oscar heykeline kavuşmuş, West Side Story'nin Anita'sı herkese inat ortalığı yakıp geçmiş, şimdi ne mana ki Oscar 2018. geriye dönüp kazananlarına baktığımda, heyecanla Frances McDormand'ın Oscar'ı kucaklaması ve harika konuşmasından bahsetmeyi hedeflediğimi düşünüyorum ama emin de olamıyorum hani.

Aretha'yı neden not aldığımı yazmama gerek yok. o kusursuz sesi ve ruhuma dokunan şarkılarıyla bu blogda her zaman yer vermek istediğim bir kraliçe. ama mesela geçtiğimiz yıllarda Aretha'nın hayatının filmini, dizisini izledim. bir kere de aklıma gelmedi, aman ben bu konuda yazacaktım diye. ne garip, unutuyoruz. unutmak değil de, zihnimizin köşesinde öncelik çekmecelerine ayıkladığımız onca şey, nasıl da arka planda kalabiliyor, hayret doğrusu.

Handmaid's Tale için bir çok sözüm vardır eminim ki ama hey gidiii neler koptu, Kanada'ya kimler vardı, anın önemini, yıllarla kapanan bir iz olmuş tüm bu konular. 

Son olarak da euphoria. hiç izlemediğim, sonradan çılgın popüleritesi bir yana, en başlarda çok da ilgimi çekmediği için, sonraki çılgınlık trenine hiç katılmadığı düşünmediğim bu dizi, notlarıma nasıl girdi acaba? yani genelde izleyip üzerine konuşurken -ehem, yazarken- izlemediğim bir dizi nasıl da bu blogun konusu oldu, kim bilir?

ben biliyordum tabi ama eskiden. 

ne garip... mürekkebi uçup giden sinema biletleri gibi, bomboş bir sayfa kalmış zihnimde. darısı zihnimdeki diğer konulara *olmasın*...

taslağı sil. onayla.

15 Eylül 2018

[Yazın Bitişi.]

kendi başına anlamı olmayan nesnelere hemen hepimiz bir noktada gözyaşı dökmüşüzdür. gözyaşı bu işe dahil olmasa bile en azından gözümüzün önünden kaldırmış veya özellikle 'o' kutuyu açıp bakma ihtiyacı hissetmişizdir. o nesnenin iyi anılar veya kötü anılar canlandırması bir yana, bir nesnenin zamana ilişkin bir fikir vermesi bana hep çok garip gelmiştir. tabi aslında meyve sebze de bu hissi veriyor, şeftalı yaz meyvesi, yaz aylarını müjdeliyor ama benim demek istediğim o nesnenin kendisi ve o anki özel konumu. sözü nereye getiriyorum?

tabii ki domates salçası.

çocukluğumdan beri yaz tatilinin bitişini ne havaların soğumasından hesapladım, ne okulların açılış tarihinden. benim için yaz tatilinin bitişi, yapılan domates salçasının o metal tepsiye konup ufak sahil kasabasındaki merdivenlerin köşesine konmasıyla gerçekleşen, gerçekleşmeye başlayan bir devinim.

bu yıl tekrar o manzaraya denk geldim. içimi bir hüzün kapladı. elbette ki şehre geri dönüş hüznünü de içeren bu hüzün, bir nebze de yılların geçişini fark etmekten kaynaklı. hey gidi okul zamanını saydığım günler, şimdi trafik derdine bile takip etmiyorum ki sizi.

ben ne zaman büyüdüm, çocukluğumun salçası ne zaman tepside o köşeye kondu acaba?

[Tozlu Canlı Eşyalar.]

Anneanneciğim ve dedeciğimi kaybedeli 6 yıl oldu. ay hesabı yaparsak daha fazla. kış boyu birbirimizden uzak olsak da, uzaklığın sevgiyi etkilemeyeceğini bana gösteren bu biricik insanların kalbimde bıraktığı sızı dinmedi. belki her an değil ama işte o bir an, sanki gönlüme giren bir kramp gibi içimi titretiyor.

Bu yaz, her yaz olduğu gibi o ufak sahil kasabasına gittim. anneannemlerin evi içinde kimsenin yaşamamasından dolayı eskimiş, sanki harabeleşmiş. içeriye ister istemez giriyoruz, ailemizden birinin evini kurarken mutfak eşyalarını kullanalım, burada yitip gitmesin dedik mesela. ya da ne bileyim, ne var ne yok diye giriyoruz, ne durumda diye giriyoruz, alışkanlıkla giriyoruz işte...

Girdiğimde beni vuruyor. dedemin anahtarlığı, gözlükleri, fotoğraflarımız, guguklu kuşun zincirsiz ağırlıksız boş hali, duvardaki saatler, cdler, kasetler... bir dolabın içinde hiç açılmamış atari kutusu, bir zamanlar pötibör bisküvilerimi yumuşasın diye sakladığım şeker kutusu, anneanneciğimin mis kokulu havluları verdiği kiler dolabı. eve girdiğimde derinden hissettiğim bu bilgiyi paylaşmak adına yazıyorum aslında bu yazıyı: ne olur herşeyinizi kullanın çünkü eşyalar ölmüyor. hiç birşey saklamaya gelmez, ertesi gün olmayabilir, o misafir gelmeyebilir. insanlar ölse de yaşamaya devam eden eşyalarını kullanılmamış buldukça ölüm tekrar tekrar yaşanıyor.

Üzerinde etiketi duran tava, leke tutmaz örtü, hepsi yerin dibine batsaydı da görmeseydik. bir yandan da kalbimin en sırça köşkünde saklasam her birini, mümkün değil mi?

Mutfak eşyalarını alıp diğer mutfağa yerleştik, gerçekten de tam bir mutfak oldu tabağıyla çanağıyla. bir gün orada pasta keserken dolabı açtım tabak almak üzere, çekmeceyi açtım çatal almak üzere. tabak ve çatal yanlış yerdeydi. yanlış zamandaydı. üzerindeki yıldız deseniyle bir çatal insanın canını nasıl bu kadar yakabilmişti? hala heryerde satılan o su bardağının üzerindeki parmak izleri dahi çoktan uçup gitmişken bu sızı ne zaman bırakacaktı beni acaba? ya da gerçekten bırakmasını istiyor muydum?

tek bildiğim bir zamanlar sevdiğim bir dizide söylendiği gibi sevgi ölümden daha güçlü. kişiler gidiyor ve eşyalarıyla birlikte derin bir sevgi bırakıyorlar geride. başka söyleyecek birşey yok.

lütfen eşyalarınızı kullanın.

hepsi bu.

30 Haziran 2017

[Zaman ve Mekan Yanilsamasi.]

Bu satirlari Sigacik limaninin yanindaki Yali Cafe'de oturarak 30 Haziran 2017 gun batiminin hemen sonrasinda yaziyorum. Ama ruhum, cocuklugumun ufak sahil kasabasinda, anneannemlerin evinde.

Bu sokaklarda gezerken, sokak kapisinin disini toz yapmasin diye sulayan adamin evinin onunden gecerken, anneannemlerin bahcesini suladiktan sonraki bahcenin beton kokusunu duydum.

Perdesi aralik evlerin onunden gecerken, bir aksam vakti balkonda yemek yiyen ve ayni zamanda camin arkasindaki ekrani izleyen cocuklarda, bir zamanlarimin yemek vaktini yakaladim.

Evlerin onunde duran cop kovalarindaki agzi baglanmamis seffaf plastik cop posetlerinde karpuz kabuklarini gordum, dedecigimin bir zamanlar yaptigi gibi ozenlice kesilmis.

Bu kadar guzel bir ufakkentin ayni anda nasil bu kadar guzel ve kalp kirici olabilecegini dusundum ama aklima hic yatmadi, cevaplayamiyorum bir turlu.

Bulundugum konumda kaldirimin ustune atilmis tahta masa ve sandalyeler var. Ama sanki ben karsi yakanin isiklarini elimde un kurabiyesi ve frukoyla izliyormus gibi bir plastik sandalye uzerindeyim, sineklerden sikayet ediyor ve kiyida muhtemel bos banklari tariyorum gozlerimle.

Bu zamana ait tek benzer goruntu o kadar da uzak olmayan karsi yakadaki pervanelerin tepelerindeki yanip sonen kirmizi isiklar, onumdeki ufak kayiklara vuran suyun huzurlu sesi ve burnumda deniz kokusu.

Zor.

29 Kasım 2016

[5 Litrelik Bidon.]

yazın o ufak sahil kasabasına gittiğimde, uğradığım yerlerden biri mezarlık oluyor. ilk gittiğimizde ve dönmeden önce uğradığımız mekanın anlamı yıllar geçtikçe nasıl da farklı bir yere yoğruluyor böyle, aklım almıyor.

daha önceleri hayal meyal hatırladığım aile büyüklerimizi ziyeret ettiğim bu mekan sanıyorum anlamını kaybetti benim için. daha doğrusu, evet, burası bir mezarlık, ama anneannemi sonsuzluğuna uğurladığımızdan beri, mezarlık gibi gelmiyor.

hani filmlerde olur, karakterlerin önünden geçerken ürktüğü yerlerdir mezarlıklar. ya da ağır bir hüznün hakim olduğu, içinde barındırdığı ölümü hatırlatan o hazin havaya rağmen tüm canlılığıyla öten kuşlara yuva olan yerlerdir mezarlıklar. yanından geçerken müzik tamamen kapatılır. içeri girmek için daha başka türlü bir kılık kıyafet lazımdır sanki.

benim için anneannemi ziyaret ettiğim bir mekan burası. not necessarily mezarlık. sanki anneannem artık evlerinde değil de, burada ikamet ediyor. uzaklarda sesimi duyduğunu, beni izlediğini öyle derin-----

ben bu yazıyı yazmaya yukarıdaki gibi başlamıştım. dışarıdaydım ve aklımda olan yazıya başlığı veren konuyu yazmak için klavye başına geçtiğimde kendimi yukarıdaki kelimelerde bulmuştum. göz yaşlarının hücum ettiğini anladığımda yarıda kesmiş, tamamlamak için yapılacaklar listeme, evde yalnız olduğum bir zamana atmıştım. o zamandan beri aklımın bir köşesinde olan bu yazıya geri döndüğümde, geri dönüp tamamlayacak gücüm olmadığını itiraf etmeye karar verdim.

evet, o mezarlığa gittiğimde anneannemi başka bir formda ziyaret ettiğimi hissedip, sanki onun huzurunda, taşındığı bir başka evde gibi hissediyorum. akşam üstünde kabrindeki çiçeklerin üstüne düşen akşam güneşi, ben mario oynarken yan koltukta oturan anneannemin yanına düşen güneşi anımsatıyor. koltuğun o köşesi hala soluk renkli, artık ekranda mario oynarken parlamasın diye perdeyi çekmek için kalkmıyorum, ne mario kaldı o evde, ne de anneannem, dedem. hayalet bir şehre girermiş gibi bir korku. gelmeyeceklerini biliyorum, korkum bir an için odadan çıkacaklarını düşünüvermek. içim acıyor. giremiyorum.

1,5 litrelik su şişeleri toplu aile masalarında, soğuk su olsun diye dolaptan çıkarılan şişelerdir, damacanada su bittiğinde idareten alınan şişelerdir. 0,5 litrelikler el altında, bakkal tezgahında, gün içindeki koşturmaca esnasında aldığın bir nefes, bir yudum candır. 5 litrelik bidonlar mezarlıklar sulansın diye mi kullanılır hep? yoksa artık ben büyüdüm de başka bir yerden gördüğüm için mi düşünüyorum?

bilmek istemiyorum, bilemiyorum, bilmiyorum.

bitsin bu yazı. canımı çok yaktı, bitsin artık.

07 Mayıs 2015

[Etta James Classic: All I Could Do Was Cry.]

Daha ne kadar güzel bir şarkı olabilirsin sen?

Etta James'in zamanın ötesinden gelen sesi, çığlıkları, havada uçuşan pirinç taneleri ve insanın parmağında hissettiği yüzüğün ağırlığı.

Sen nasıl bir insansın ki, başka bir dünyadan bile ulaşıveriyorsun insanın kalbine Etta James?

Sen öyle bir insansın ki, zaman, mekan, kişiler değişse de hepimizin bir şekilde aynı kaldığını anımsatıyorsun bana. Kalp kırıklarımızla, kağıt kesiklerimizle, çığlıklar ve sessizliklerimizle, aynıyız, uzak, yakın ama yalnızız.

Ve tüm bu yalnızlık içinde, beraberiz.

Farkında mısınız?

15 Aralık 2014

[Küflü Börek Kokusu.]

Ruyalar vardir hani, onlari gormek istediginiz, onlara uyanmak istediginiz gunlerin ruyalari...

Bir zamanlarinizin ruyalari, kabusa donusuverirler bir gun. Kalp kirilmaya en once ruyalardan baslar. Ruyalarin tersinin kabus olmadigi gunlere uyaniverirsiniz bir sabah.

Ruyaniz, kabusunuz olmustur artik.

Uyanali tam 12 saat oldu ama dun gece gordugum o ruya/ruyanin tersi/kabus hala kanimi donduruyor.

Kalp kirikligi en once ruyalardan basliyor da, en son nasil insani kendine birakiyor?

Kendini bos aniniza denk geldiginde firinin icinde unutulmus borek gibi kirk yilda bir animsatan kuflu borek kokusu. Gelme artik, ruyalarimda bile duymak istemiyorum seni.

14 Aralık 2014

[Unearthly beauty.]

doctor'un clara'ya söylediği şu cümle dalga dalga kıyılarıma vurdu.

so unearthly. so beautiful.

"Do you think I care for you so little that betraying me would make a difference?"

23 Eylül 2014

[Doctor Who: S8E4.]

gördüğüm en etkileyici doctor who bölümlerinden biriydi listen. daha ilk iki cümlesinde beni fethetmeyi başardı.

öncelikle yorumlarımı yazayım. sonrasında bölümden vurucu cümleleri yazacağım. uzun uzun yorum yapmama gerek yok demiyim de, yazsam kitaplar dolar gibi hissediyorum, güç bulamadım doğrusu. belki bir başka zaman. şimdi önce bahsettiğim yorumlar gelsin:

dan hakkında daha çok şey öğrendik bu bölüm. asker olmasının ardındaki sebep belki de doctor ve clara'ydı. ve belki de bu sebepten bağımsız zaten doctor onu companion olarak kabul edecek. ama yine de çok güzel bağlandı bu hikayeler. canımsınız. böyle yazın, dünya sizin olsun canlarım ya. bu arada clara'nın dan'le yollarının kesiştiğini doctor gerçekten anlamamış olamaz değil mi? yani bu duruma imkan dahi vermiyorum. üstelik daha sonrasında orson aile yadigarı diye o minnoş asker heykelini verdi clara'ya. ama aslında en sonunda onu doctor'a bırakmıştı. of. benim devreler yandı çocuklar. time travel is in our family filan. ya resmen clara'nın geleceğini öğrendik amma haydi hayırlısı, time can be rewritten. merak içindeyim. dipnot olarak bir de şundan bahsetmeli: clara'nın kuralları eğip bükme talepleri biraz canımı sıkıyor. kendisini seviyorum ve salvage of a lifetime olduğuna katılıyorum ama yani, date night'ın sonunu yeniden yaşamaya çalışman beni benden aldı. neyse. neyse. son olarak clara'nın doctor'a söz geçirmesine bayılıyorum. çünkü doctor kimseden emir almıyor. ama clara'yı dinliyor. çünkü bunun altında güven olduğunu düşünüyorum. seviniyor ve kıskanıyorum bu ilişkiyi. ah canlarım beniiim, maşallah maşallah.

gelelim dev quote'lara. büyüksünüz bbc ekibi. büyüksünüz. iyi ki de varsınız. tüm bu soruları düşünüp sormanız, cevapları vermeseniz dahi kabulümüz. çok şükür.

Doctor: Question: why do we talk out loud when we know we're alone? Conjecture: because we know we're not. Evolution perfects survival skills. There are perfect hunters. There is perfect defense. Question: why is there no such thing as perfect hiding? Answer: how would you know? Logically, if evolution were to perfect a creature whose primary skill were to hide from view, how could you know it existed? It could be with us every second and we would never know. How would you detect it? Even sense it? Except in those moments when for no clear reason, you choose to speak aloud. What would such a creature want? What would it do?

Doctor: I think everybody, at some point in their lives, has the exact same nightmare.

Doctor: What’s wrong with scared? Scared is a superpower! Your superpower! There is danger in this room. And guess what? It’s you. Do you feel it? 

Doctor: Deep and lovely dark. We'd never see the stars without it.

Clara: A soldier so brave he doesn't need a gun. He can keep the whole world safe.

Clara: Listen. This is just a dream. Very clever people can hear dreams, so please, just listen. I know you're afraid, but being afraid is alright, because didn't anyone ever tell you fear is a super power. Fear can make you faster, and cleverer and stronger and one day, you're going to come back to this barn and on that day, you're going to be very afraid indeed. But that's OK, because if you're very wise and very strong, fear doesn't have to make you cruel or cowardly. Fear can make you kind. It doesn't matter if there is nothing under the bed or in the dark, so long as you know it's OK to be afraid of it. So listen, if you listen to nothing else, listen to this. You're always going to be afraid, even you learn to hide it. Fear is like a companion, a constant companion -- always there. But that's OK because fear can bring us together. Fear can bring you home. I'm going to leave you something just so you always remember. Fear makes companions of us all.

[Doctor Who: S8E3.]

insanoğlu ne kadar da ufak. üzülerek, kıskanarak söylemiyorum bunları. bu bir fact. kabul etmek gerekli. karşınıza bir adam çıkıyor ve zaman ve mekanda istediğin yere gidebiliriz diyor. ama biz, kendi dünyamızın efsanelerimizden, hikayelerinden ve hayallerinden başkasını bilmiyoruz. bilemiyoruz. ne garip bir acı. daha doğrusu ne garip bir eksiklik.

işte doctor who'nun bu bölümü bu anlattıklarımı düşündürdü bana. doctor clara'ya nereye gidelim diyor, robin hood'a diye cevap veriyor. öyle güzel ve net bir mesaj ki...

bu arada yazmaya başlamadan önce tardis'in dekoruyla ilgili de iki kelam etmeyi bir borç bilirim. bence tardis'in içerisi çok modern, sanki peter capaldi'nin doctor'u için garip kaçmış. ama kara tahtaya bayıldım. doctor zaten kafası sürekli karışık olan, olanları, olacakları ve olabilecekleri gören biri. dolayısıyla her an bir yerlere not alabilme fırsatının kendisine ilk kez yaratılmış olmasına bayıldım ben. bravo!

bölüm boyunca robin ve doctor'un kapışması beni güldürdü. ama açıkçası ben daha yoğun bölümlerden daha çok keyif alıyorum. üstelik doctor haklı, bir süre sonra benim sinirlerimi de bozdu bu bitmek tükenmek bilmeyen kahkaha tufanı!

doctor'un iyi bir okçu olmasına şaşırdım desem yalan olur, çok hoşuma gitti. yakışır canım capaldi'me.

itiraf etmem gerekirse son dakikalardaki uzay mekiği, altın bıdı bıdı çılgınlığı beni hiç sarmadı. hele de ha gayret bir de altın oku atıp deneyelim mevzusu hiç mi hiç sarmadı bak buraya yazıyorum. ama yine de izlemekten keyif aldım çünkü peter capaldi'nin doctor'unu ne kadar görsem yanıma kar diye düşünür oldum. -tabii ufak bir yanım da robin hood'la tanışan clara'yı kıskanaraktan izledi desem yalan olmaz. ben de tanışmamıza hayır demezdim doğrusu.- doctor'un şüpheci ve sert yanını göstermek açısından iyi bir bölümdü desem yalan olmaz. ama iyi var iyi var, bu ortalamanın üzerinde bir iyiydi. devliğe yakın bir iyilik değildi, bak buraya yazayım.

marian'ı gördüm, yine cinler tepeme çıktı bu arada. diren regina diyor ve once upon a time'ı merak içerisinde beklemeye devam ettiğimi burada kayıtlara geçiriyorum sayın seyirciler.

29 Temmuz 2014

[Bayram Blues, or not.]

Sabah kahvaltisindan sonra teyzemlere gecerek baslattik bayrami. Adana dogumluyum, soran olsa adanaliyim diyorum dogrudur. Ama burasi da benim evim, kanima canima isleyen bir cocukluk ve biricik insanlarla dolu. Elimde degil, evimde hissediyorum, ne mutlu bana.

Tum gun hic birsey yapmayarak tatilin tanimina uydugumuzu dusunuyorum. Oglenden aksama kadar 51, resmen tum yil hayalini kurmustum, gun be gun hep gerceklestigine tanik olmak harika bir his.

Aslinda bu yaziya baslarken esas yazmak istedigim yere vardim. Dun aksam, bayram yemegi yerken aklimdan gecenler. Akordeon, darbuka, meze ve raki esliginde ailecek karsiladigimiz bayramda an geldi, herkes aramizdaki eksiklikleri dusunup daldi gitti bir an. Ama o an yedigim kavunda, kan kirmizisi sarapta ve ev yapimi cevizli baklava tum gidenlerin masamizda oldugunu hissettirdi. Eksik degil, tam degil, ama bir sekilde beraberdik o an.

Iste mutlulugun resmi boyle bir sey Abidin. Sevincli ama bir tutam huzunlu, tam ama eksik, eksik ama beraber.

24 Temmuz 2014

[Ab-ı Hayat.]

Ne zamandan beri beş litrelik su bidonlarının nihai durağı mezarlıklar oldu?

Ben ne zaman fark ettim?

Neden daha önce fark etmedim?

Eskimek. Yaşlanmak. Aynı değil, günler geçtikçe daha iyi anlıyorum.

02 Temmuz 2014

[Notre Dame de Paris.]

eveeet, en sonunda final döneminden beri hedefim olan şeyi gerçekleştireceğim. notre dame'ın müzikalini açtım, yanında da yorumlarımı canlı yayın yazacağım. an be an krizler geçirince buraya yazmak keyifli olacak sanki. keyifli hüzünlü öfke dolu ve şefkatle sınanan bir yolculuk. yani bir nevi hem şarkılara hem müzikalin kendisine yorumlar. üstelik bu yorumlar daha geçen hafta paris'te olduğumdan mütevellit daha bir taze heyecanla yazılmış yorumlar üzerinize afiyet. haydi buyrun notre dame de paris yolcusu kalmasın!

Ouverture: Tabii ki bu kısmı yazmadan geçmek mümkün değil. aslında bu kısım için birşeyler yazmadan sadece ilk şarkıyla başlayan yorumları yazarak geçmiştim ama eksik kalmasın istedim bu seri. efenim bu kısım öncelikle victor hugo'ya selam ediyor. şööyle bir sahnenin üzerinden geçiyor. tabii ki bu eseri yaratan genius insanlar olan sözleri ve öyküyü yazan luc plamondon ve müziği yapan richard cocciante'yi belirtiyor. sonrasında ise yakın çekimde tüm karakterlerin isimleri ve oyuncularını anlatıyor. bence güzel bir tanışma faslı. gerçi yalan olmasın sıralamanın esmeralda - frollo - gringoire - quasimodo - phoebus - clopin - fleur de lys olmasına itirazım var da neyse çok uzatmiyim. bence sıra şöyle olmalıydı: esmeralda - quasimodo - gringoire - frollo - phoebus - clopin - fleur de lys. yani quasimodo'nun esmeralda'dan sonra yazması lazımdı. çünkü selamda da bu şekilde çıkıyorlar. hadi neyse. devamında ise ışık kostüm dekor koreografi yönetmen ve prodüksiyon gibi bilgiler var meraklısına. tabii bende film versiyonu olduğundan ben tüm bu detayları görüyorum. eğer o salonda olsaydım ışıklar aydınlanırken seti inceler ve sabırsızlıkla müzikalin başlamasını beklerdim. dile kolay dostlar. dört yıl oynandı bu müzikal. neyse efendim çok uzatmadan mevzuya gireyim: beklenen oluyor veee ilk şarkı başlıyoooor.

Le Temps des cathédrales: müzikalin bu şarkıyla başlaması bile bir işaret sayın seyirciler. yani diyoe ki gringoire, benim sesim böyle güzelse artık tahmin edin diğer insanların sesi ne kadar güzel. bu şarkıdaki en sevdiğim an kollarını kaldırıp perdeyi açma sahnesi. sonrasında ise kollarını iki yana açıp "il est foutu" kısmında artık coşması. sahneye çok hakim, dekoru tanıtıyor ve kitaba da güzel göndermeler yapıyor. bravo bravo.

Les Sans-papiers: karanlık figür olarak çat diye frollo'nun görünmesi ve o ezilecek böceklere bakarmış gibi attığı bakışlar. evet bu quote da titanic'ten alıntıdır. rose annesinin jack'e bakışları için böyle der. bu şarkının da anlamı müziğiyle accayip uyuyor. hani hem bir isyan hem bir kaçaklık havası hakim. clopin rolü accayip yakışmış luck mervil'e. bakışlarındaki vahşi hal çok çok hoş. sesi de hafif kısık gibi böyle biraz da kırık ya, sanki adam sokaklarda şarkı söyleyip protesto yapmak için doğmuş anacığım.

Intervention de Frollo: frollo adeta bir crow yeminle game of thrones'dan. ama bu crow corrupt ve çirkef crow'lardan. zati frollo'dan emir alan phoebus'ten nasıl bir hayır gelir o da ayrı bir mesele.

Bohémienne: gudubet herif resmen ilk bakışta çarpıldı, peşine takıldı, adeta bir kediymiş gibi kovalıyor esmeralda'yı. yuh. helene'nin sesi çok buğulu, çok derinden, harika! doğrusu bu rolde noa'yı filan göreydim çok üzülürdüm. bu esmeralda ideal esmeralda olmuş. yalnız bu oyuncu ve bu rol müzikalde insanı yanıltıyor. aslında esmeralda çok çok genç. arkadan luck'un ritim için seyirciye gaz vermesi sempatisi. helene adeta bir andalusian. coşmalar danslar. valla seviyoruz kendisini. bu arada eteğinin ucunu savururken tam bir esmeralda. bravo doğrusu. tam hayalimdeki karakteri yakalamış esmeralda. bu arada un fleuve d'andalousie derken bakışlarındaki hüzün ve evini özleme duygusu gözlerden kaçmıyordu. ne hüzünlü... daha esmeralda'nın olduğu ilk şarkıdan bu karakterin ne kadar gururlu, dürüst ve aşka hasret olduğunu görüyoruz. bak daha bohemienne'in sonunda 2 saniye gudubet fleur de lys'i gördüm gıcık oldum, daha dakka bir gol bir. ya sabır.

Esmeralda tu sais: ya aslında bu konuşma kitapta bambaşka da haydi neyse. işte burada clopin'in esmeralda'ya ne kadar kıymet verdiğini ve the talk'u yaptığını görüyoruz aslında. adeta tüm müzikalin foreshadow'u bir çeşit. bir de tontiş tontiş anlıyorsun beni değil mi diyor ya, bayılıyorum sana clopin ya.

Ces diamants-là: fleur de lys'e o kadar gıcığım ki julie zenatti'yi bile sevemiyorum o derece. aferim, en azından bu karakterin ne kadr genç olduğunu yansıtmışsınız. tabii julie zenatti'nin de burada 16 yaşında olmasının bir etkisi var. şu an gördüm tanıyamadım, bir haller olmuş kendisine. büyümüş değil de bir garip bir değişikmiş. efendim bu çift cehennemin dibine gitse çok seviniciim. aşk aşk diye masum bir insanın kanına girdiniz resmen. bok yiyin. zaten çiftin ne kadar mıymış olduğu müziğin tıptış melodisinden belli. ay tanrım son dakkada gringoire'ın gereksiz konfeti atraksiyonu nedir allaasen?

La Fête des fous: işte bu sahne tam da kitabını okurken hayal ettiğim gibi. bir kalabalık bir cümbüş, değişen ışıklar filan inanılmaz. gringoire dışında kimse şarkı söylemese de arkadaki koro o kalabalık hissini çok güzel vermiş doğrusu. bu arada laissez moi presider derken o yamuk bakış bu karakterin de gerçek yüzünü gösteriyor bence. bravo bruno pelletier. kitabı okuyun okuyun okuyun dostlar. pişman olmazsınız. quasimodo'yu ilk gördüğümüz ana kocaman bir kalp gönderiyorum burdaaan! inanılmaz bir ifade, inanılmaz bir makyajla birleşince böyle oluyor demek ki. devsin garou! inanılmazsın! bebeyimsin! ah esmeralda tacı takığ konfeti attığındaki o gülen yüz...

Le Pape des fous: canıms yaaaa, quasiomodoooo, kıyamam ben sana yeminle. nasıl da ümit besliyor, nasıl seviniyor seçildi diye, hiç kıyamam sana... gringoire seni görünce sinirleniyorum esasen de hadi neyse. sesin çok güzel başta sonda bizi fethettin diye fazla yazmiyciim. kitaba refer ediyorum cümle alemi. dönelim garou'nun sesine. ah böyle genizden hem gıcıklı, hem kırık, hem umutlu hem hüzünlü. bayılıyorum sana garou. senden başkası bu role olabilemezdi yeminle. helal olsun. bu arada garou'dan devam edersek, kendisinin kelimenin tam anlamıyla dev bir adam olup bu kambur rolüne girmesi ayrıca takdire şayan.

La Sorcière: ay gudubet frollo geldi bayılıcam şimdi amk. o bakışlar ve arka fondaki müzik zaten ne kadar çirkef biri olduğunu gösteriyor. aslında bu sözlerden quasimodo'yu korumaya çalıştığını düşünebiliriz. ama müzikalin sonuna doğru rengini belli ettiğinden, böyle bir yorum yapmam için artık çok geç. gıcık. aslında quasimodo bir patlatsa frollo karşı koyamaz da işte o dev/güçlü adam korku içinde geri adım atıyor.

L'Enfant trouvé: garou'ya hep bir yüksek bölüm içeren bölümlü şarkıları yazmaları tabii ki bir tesadüf değil. sesi öyle güzel ki... canım ya. minörlerin gücünü daha bu blogu ilk açtığımda yazmıştım, bu zamanda yeniden karşıma çıktı bak işte gördünüz mü? keşkem müzikal aslında quasimodo'nun çok yetenekli biri olduğunu da gösterseydi bu arada. ama bunu anlatacak yer denk gelmiyor konu içerisinde o ayrı, mevcut versiyona da hak vermiyor değilim bu yüzden.

Les Portes de Paris: arka fondaki dansçıların olduğu mekanlara giden gringoire, yolun yol değil, yakınken geri dön temalı bir şarkı bu doğrusu. böyle romantik romantik başladığına bakmayın, gringoire bir sonraki şarkıda büyük boka batacak. clopin'in babacan tavrına aldanmamak lazım, valla paralar parçalar atar.

Tentative d'enlèvement: bu şarkı aslında kitapta frollo'dan emir alan quasimodo'nun esmeralda'nın peşine takılması ile ilgili eğer yanılmıyorsam. ama o kısmı çok silik geçmiler, quasimodo'nun neden kızın peşine düştüğünü anlayamıyoruz maalesef. şarkının sonları ise belli. esmeralda aşık olma yollarında ve hayırlara çıkmayacak. ah ah, yazık.

La Cour des miracles: bu şarkı luck mervil'in havasının karizmasının doruğu tabii ki. bu adam isyan etmek için doğmuş, o tepeden bağlı olduğu ip de adeta bir ,lmik ve sanki ilmik clopin'den korkuyor, sanki clopin ile can buluyor ve ona bağlı. bu şarkıyı ilk dinleyince siz de bu kardeşliğe katılmak istiyor, sokaklarında yaşanan 'mucizeleri' gözlerinizin önünde görebiliyorsunuz. tabii eğer gringoire değilseniz. hehehe.  ce poete de quatre sous derken demir zımbırtıya yayılması da ayrı bir havalı bu arada, hazır yazıyorken bunu da kayda geçireyim. hele o en sonlardaki delicesine kahkaha atan hali inanılmaz! adamsın clopin! resmen senin askerleriniz. resmen başıma birşey gelse yanımdaki insan sen olsun istiyore. böyle bir güç, böyle bir cesaret ve böyle bir karizma gösterisi. canımsın.

Le Mot Phoebus: hahhaha, bu şarkı gringoire için toplu bir epic fail anı. istersen seni severim sayarım diyor esmeralda'ya. esmeralda ise phoebus ne diye soruyor. o ne laaan diye cevap verdiğinde öğreniyor ki esmeralda'nın sevdiği adamın adı. yareppim duble epic fail.

Beau comme le soleil: bu şarkıda esmeralda ve fleur de lys'in phoebus'e olan aşklarını ilan etmelerini görüyoruz. tabii ki ben team esmeralda olaraktan fleur de lys'in her söylediği harfe bile gıcığım. bu arada izlediğim bir röportajda öğrendim. aslında phoebus sarışındır biliyorsunuz. phoebus ve comme soleil geyiğini bu durum güçlendiriyor. bu genç sarışın dışında herşey gördüğünüz üzere. ama patrick fiori'nin sesi o kadar güzelmiş ki onu seçmeyi uygun görmüşler. gerçi kendisi audition gününde çok hastaymış ve kendini pek gösterememiş amma yine de rolü kapmış sonrasında.

Déchiré: bokun boku phoebus. dechire kadar net bir şarkı olabilemez. phoebus'e gıcığız evet. ama o da haklı, arada kaldı işte. şimdi söyleyin bana, nasıl ben bu şarkının ingilizce versiyonunu dinleyip keyif alabilirim ki... bu arada patrick fiori ş ve j sesini söylemek için doğmuş. hani şarkıdaki ch kısmına tekabül eden yer ve je kısımları. accayip yakışıyor. adeta bir gerard butler'ın m harfleri gibin. bu arada arkaadaki dansçılar mükemmel. bayılıyorum busahneye doğrusu. hem dans güzel, hem de yalan olmasın adamlar çok hoş. yüzlerini göremiyorum ama boylu poslular gözden kaçması mümkün değil.

Anarkia: işte efenim kitapta gringoire'ın çevirdiği işler burada biraz biraz kendini ucundan gösteriyor. frollo ile muhabbetlerde kendisi. pes.

À boire: garou iki gelime söylüyor. bizi bitiriyor. böyle bir insan işte. tekrar tekrar söylemek istediğim şey şudur ki, makyajı çok güzel! ifadesi, sesi, herşeyi çok güzel bu adamın! iki kelime ile 6 harf ile bizi mahvetmeyi başarıveriyor. adamsın garou.

Belle: eveeeeet, the şarkı of the müzikal çocuklar. herhalde bu şarkı kadar ünlü şarkı yoktur son 20 yılda fransız sinemasına/gösteri dünyasına ilişkin. bu arada biliyorsunuz bu şarkıyı quasimodo, frollo ve phoebus söylüyor. ama şunu söylemek lazım, aslında hiçbiri masum değil. zaten phoebus ve frollo'dan eminiz de, quasimodo da masum bir bakışla sevmiyor esmeralda'yı. yine de en güzel, en doğal, yok yok belki de en doğru tanım zararsız demek olacak, işte zararsız sevgi onunkisi. frollo'nunki son derece ölümcül. bu günah unsurunu yok etmeye çalışıyor sonuçta. bence zaten bir rahibin yaşadığı vazgeçiş ve muhtemel ikilemler başlı başına bir challenge iken bu durum iyice bok. phoebus için diyecek bir söz bulamıyorum. kendisine o kadar gıcığım ki kelimeler yetmiyordu. resmen bok yoluna gitti esmeralda. gurursuz fleur de lys ve fleur d'amour d'esmeralda deyişleri arasında beni tükettin phoebus. meanwhile böyle tutkulu ve arzulu sözler sarf edilirken esmeralda'nın sahnenin ortasına tepe taklak yatıp kollarını iki yana açaraktan saçlarını merdivenlere saçması beni çok güldürüyor. ya bacım bi kendine gel kurban olayım zaten herkesin gözü sende kaldı, bu kadar da yapmasan iyi olacağdı.

Ma maison, c'est ta maison: quasimodo'nun gargoyle'lar ve ben seni herşeyden koruruz derken esmeralda'nın korkması ve onun hale güven vermeye çalışması. kıyamam ben sana ya. göklere bakarken o sevgi dolu ifade. esmeralda'nın korksa da quasimodo'ya güvenmesi... işte böyle değil midir hayat zaten? kaçamadığımız aynalardan korkabiliriz bazen, çünkü o aynalar, dostlar bize gerçeği söyler. ve bazen o gerçek her zaman güzel değildir. korkarsınız, ama güvenirsiniz. ah ah, ne güzel bir şarkıdır bu. quasimodo'nun evimi paylaşırım seninle dediği dakikalarda esmeralda'nın ilk kez evi olacağı sebebiyle duygulanması gerçeği. of. bu arada yeniden: quasimodo'nun makyajı harika harika harika. yeminle dünya yakışıklısı adamı ne hale getirmişiniz, helal valla.

Ave Maria païen: bizim gibi olmayan insanları nasıl da kolay yargılıyoruz. pagan, sans papier, işte en nihayetinde bu kadın da göğe sesleniyor beni koru tanrım diye. ne acıdır yarabbim. 150 yıl sonra aynı şeyleri yaşıyoruz. çok farklı mı sizce gerçekten? ne acıklı... öyle çaresiz olmak ki, öyle yalnız olmak ki, aslında daha önce hiç yapmamış olmasına rağmen tanrıya sığınmak... esmeralda'ya çok üzülüyorum... onun o selfless hali beni ayrıca yaralıyor. sadece kendisi için değil, şehrin duvarları ardında kalan 'kardeşleri' için de dua ediyor. insanoğlunun en büyük dileği en zor anlarında yalnız olmamak galiba. veya benimki öyle de öyle yansıyor bana müzikalden.

Je sens ma vie qui bascule: ara şarkı bu şarkı. intro gibi. hani insan bazı 'günahlarını' kendine itiraf etmeden önce bir giriş konuşması yapar ya kendi kendine, işte bu o. güzel düşünülmüş bence.

Tu vas me détruire: ilk yorum: dekorun kullanımı harika. kilise duvarları arasında sıkışıp kalmak kelimenin tam anlamıyla gerçekleşiyor. bir diğer yapılması gereken yorum tabii ki frollo'nun sesi. daniel lavoie'nın sesi büyüleyici. öyle ki bir programa katıldığını gördüğüm tüm ekipten bu adam şarkı söylerken helene segara halen gözyaşı döküyor. gerçekten kendisi çok havalı bir adam. frollo'nun esmeralda'ya dokunamayışı, ellerinin titreyişi ve her cümleyi fısıldar gibi onun üzerine eğilip söylemesi harika olmuş. bu hissi öyle bir yansıtıyor ki, bravo valla.

L'Ombre: hem bir gölgenin seni takip ettiğini fark et, hem de bıçaklanma olayını esmeralda'dan bil. bu ne kafadır? ya gerizekalı bu çocuk yemin ederim.  bu arada hakkını yemiyorum, patrick'in sesi çok güzel yauv.

Le Val d'amour: adeta bir chicago the musical izliyordum. arka fondaki dans eden insan görüntüleri çok harika bir fikir! en nihayetinde val d'amour fikrine cuk oturmuş. ama kameranın çekim açısından olsa gerek tepeden indirilmiş bir perde ekrana güzel yansımamış. sanki yanlışlıkla basık kalmış gibi. heryerde ve bu kadar çok sayıdan olan genelevler filmlerde filan kendini hatırlattıkça nasıl olmuş da insanoğlu cinsel yolla bulaşan hastalıklardan bu döneme kadar sağ çıkmış hayret doğrusu.

La Volupté: bu arada phoebus'ün üzerindeki dev zırha rağmen bıçaklanması gerçeği. sinirlendiğimdir şu an. neyse, knight in armor geyiğini yapmak için bu kostümü seçmişler, anladığımdır. ah bu sahneyi bir de kitaptan okumalısınız dostlar. anlatmak yetecek gibi değil. esmeralda lanetleneceğini, ailesini bir daha asla göremeyeceğini, öleceğini düşünüyor ama buna rağmen phoebus'e karşı koyamıyor. ne oluyor peki? al işte fatalite, al işte haksızlık ulan!

Fatalité: allah cezanızı versin lan! böyle iş olmaz olsun! kadersizsin esmeralda kadersiz. hem sevdiğin adam yatağında yaralı, hem de anlattığın şeylere kimse inanmaz. sıçayım lan böyle işe. bu arada bu şarkı ilk act'in son şarkısı ve bence çok güzel bir son. ışıkçılara selam olsun.

Florence: ikinci act başlarken daha güzel bir şarkı seçilemezdi zannımca. soruyorum size a dostlar: don't we just love renaissance? yeminle bu devir yaşanmasaydı insanoğlu yarım kalırdı. o kadar seviyorum ki. insanoğlunun teeee o zamana kadar boş oturduğunu söylemek haksızlık olur. ama yine de adeta bütün tarihi boyunca oturmuş da bu dönemde coşmuş gibi hissediyorum. hayatımızı resmen bu dönem kurtardı gibime geliyor. aydınlık ancak 15. yüzyılda dünyamızın perdelerinden içeri süzülmüş. işte zaten böylesine güçlü bir kilise karakterinin olduğu bir müzikalde floransa ve rönesanstan bahsetmemek haksızlık olurdu. aferim çocuklar.

Les Cloches: les cloches çok güzel bir şarkı. hem sözleri açısından, hem de quasimodo'nun ne kadar yalnız olduğunu gösteriyor. girişteki gringoire'ın sesi mikemmel a dostlar mikemmel. hele ki frollo ile uyumu bir başka. bu arada sahneye inen çanlarda sallanan dansçılara da direnin diyorum. tepetaklak havalarda direnmişsiniz valla. bravo. öyle bir insan düşünün ki kilisenin çanlarını çalarken sağır olmuş. ama yine de o çanları seviyor. o çanları her çaldığı anın bir anlamı var insanlar için. işte o adam o insanlar için seviyor çanları. ah quasimodo, sen nasıl bir insansın? mutluluğu öyle hak ediyorsun ki... ölen çocuklar, şehirden ayrılan denizciler ve evlenen çiftler için çaldığı çanlar en sevdiği çanlar. ama en çok en son çan canını yakıyor. çünkü hep yalnız kalacağını biliyor. ama yine de çalıyor ki tüm dünya bilsin. bilsin ki bu adam esmeralda'yı seviyor. aah ah.

Où est-elle: esmeralda'nın kocasına esmeralda'yı sorup sokaklar boş kaldı hacı muhabbeti yapmak. ne kafadasın frollo? hala kızın başındasın utanmaz herif! bir yanda da clopin var. ah canım benim ne kadar da mutsuz ve merak içinde. kanatları koparılmış derken aklıma maleficent gelmesi gerçeği. ama maalesef esmeralda kanatlarıyla yeniden kavuşamayacak... aferim gringoire bari esmeralda'nın nerede olduğunu söyledin de iki satır yardımın dokundu.

Les oiseaux qu'on met en cage: dev demir parmaklıklar arasında ne kadar da çaresiz görünüyor esmeralda. hele de bir önceki şarkının üzerine yeniden güvercin gibiydim demesi kalp kırıyor. aaah ah, işte quasimodo neredesin diye soruyor esmeralda? aaah ah, anladı bu dürüst ve zararsız sevgiyi ama ne fayda? quasimodo'nun les oiseaux şarkısını söylerken gargoyle'ları sevmesi gerçeği ile yeniden başbaşa kalmak hüznü... esmeralda yokken bile onun için üzülen quasimodo. duasız ölümüne üzülen quasimodo. o kadar içim acıyor ki bu şarkıyı dinlerken. bence en etkileyici şarkı bu şarkı müzikaldeki. aşkın ötesinde bir dostluk ve güven ilişkisi. kurtaramadı işte... kurtaramadı...

Condamnés: isyan başlasın ulaaan! işte bu şarkı daha ilk ritmiyle beni böylesine gaza getiriyor! şehrin kapılarında bekleyen ve içeri alınmayan sans papiers çok da uzak bir durum değil günümüze öyle değil mi? hiç düşündünüz mü bu gerçeği? vizeler, kontroller, sınırlar... patlamalar, çatışmalar, ölümler... english patient'ta ne demişti katherine? "All I desired was to walk upon such as earth that had no maps." bu ideale ne zaman ulaşabileceğiz acaba, merak etmiyor musunuz?

Le Procès: esmeralda'nın aşık adamı öldürdüğünü sanması karşısında kalbimin paramparça olması gerçeği. ama yine de bu rahip her akşam beni taciz ediyor dese de kimsenin ona inanmayacak olması. of valla çatlayacağım. okumak, izlemek, beni delirtiyor. yareppim çok şükür bambaşka bir dönemde yaşıyorum. gerçi yine bu bok bok işler bizim günümüzde de gerçekleşiyor ama yani, yine de. hah işte, dediğim konuya geldik. esmeralda ne dese inanmaycaklar. koskoca peder karşısında. işte yine bir salem mevzusu. kıza diretiyorlar. ama kız itiraf etmiyor. ama ne kadar dayanabilir ki?

La Torture: salem gerçeği peşimizi bırakmadı işte. onu seviyorum diye itiraf etti. pes etti, ne yapsın? assassin! assassin! kız haklı, assassin! prostitution'mış, büyücülükmüş. hay götüne girsin bu suçlamalar lan! allah seni kahretsin!

Phoebus: hala phoebus'e yalvarıyor yareppim. kıyamam ya. mutsuzluktan öleyazıyor şu an esmeralda. aah ah. gel gerçeği açıkla, beni kurtar diyor. önceki şarkılarda quasimodo'ya seslenirken neden artık phoebus'e sesleniyor? insan ölüme yaklaştığında sevip ulaşamadıklarını mı düşünür gerçekten? öleceğini bildiğinde en büyük korkusu unutulmak mı olur? ah esmeralda ah, vers les montagnes d'andalousie. keşke...

Être prêtre et aimer une femme: bu noktada o kadar sinirliyim, o kadar gıcığım ki frollo'ya söyleyecek söz bulamıyore. böyle aşk olmaz olsun ulan! nasıl da insafsızız insanoğlu olarka görüyor musunuz? işte bu şarkı bu durumun mükemmel bir yansıması. günahlarımızı başkalarından çıkarmayı bıraktığımızda dünya nasıl bir yer olacak acaba? yine kayıt düşüşyorum femme dediğine bakmayın çocuklar, une fille aslında. öyle düşününce daha da acı sanki yeterince acı değilmiş gibi...

La Monture: fleur de lys çıkınca cinlerim tepeme çıkıyor ya of. gurursuz karı gurursuz allahın cezası yaktınız lan başını esmeralda'nın. la monture'ün yerin dibine batsın lan. phoebus'ü affetmeyi bir başka kadını geçtim, bir başka insanı öldürme şartına bağlamak... ne kadar insanlık dışı bir durum. bu kadar mı gözünü hırs bürüdü? yok mu sizde bir söz hani başkalarının mutsuzluğu üzerinden mutlu olunmaz diye? bir başkasının ölümü üzerinden nasıl bir mutluluk hayali seninki fleur de lys? biraz utanma olur insanda yahu. pes. senin masumiyetine sıçayım. l'art de la luxure başında paralansın inşallah!

Je reviens vers toi: phoebus seni karşımda görsem valla kafanı koparacağım. işte görüyorsunuz ya seyirciler, esmeralda'nın kelimenin tam anlamıyla phoebus isimli bir bok yoluna gitmesi. hemen boku at esmeralda'ya, nasılsa onda kalacak değil mi? yeminle bu noktada orta yerimden çatlamak üzereyim. julie zenatti'yi asla se-ve-me-ye-ce-ğim! bu pis fleur de lys bakışı içime yer etti. kendime engel olamıyorum. l'art de la luxure'müş. hay kafanıza sıçayım be!

Visite de Frollo à Esmeralda: hala yaşarken günahını yok etmek için öldürmeyi seçen bir rahip. bu insanlar hala aramızda. tehlikenin farkında mısınız? esmeralda ölümü kucaklamış seni ne yapsın lan? seni kabul eder mi kendine bir bak allah aşkına?

Un matin tu dansais: vay gudubet hayvan öküz sapık herif vay! ahlaksız teklif! peh! götümün rahibi.dokunamayan bir adamın nefretine tanık olmak nefret uyandırıyor içimde, uykularımı filan kaçırıyor. yaaa işte sen de aynaya bakınca bir şeytan görüyorsun değil mi frollo? aaaaa! deli olacağım. hala phoebus gelecek diyor. yeminle orta yerimden çatladım! oiseau du malheur! artık var sen düşün, senin yerine mezarı seçiyor!

Libérés: ŞU AN MUTLULUKTAN KENDİMDEN GEÇTİM! baskın var baskın ulaaan! ele geçiriyoru tüm şehri! seni geberticez lan frollo. ay o kadar gaza geldim coştum ki! adamsın quasimodo! adamsın bebeyimsin! işte minörlerin güzelliği yeminle! bir de tüm durumu anlatırkenki o saflığı beni çok etkiliyor. o mutluluk, o gurur. garou harikasın ya! gringoire senin sesin de harika bu şarkıyı indirirken yeminle senin arkadaki vokalini çok aradım ve bulduğumda şıkır şıkır oynadım. o kadar yakışıyor ki.

Lune: bu ses... gökteki hilalin soğuk mavi ışığı... duyuyor musunuz? le cri d'un homme qui a mal pour qui un million d'étoiles ne valent pas les yeux de celle qu'il aime d'un amour mortel... Vois …comme un homme peut souffrir d'amour. diyecek çok şeyim var. ama hiçbirini yazacak halim kalmıyor bu şarkıyı dinlerken.

Je te laisse un sifflet: ruhu özgür bir insan yaşamak için kendini hapsedebilir mi? ne acıdır quasimodo'nun rüyanda güneşini mi görüyorsun esmeralda diye kendi kendine sorması...

Dieu que le monde est injuste: quasimodo'cuğum sen hiç cancağzını sıkma çünkü en yakışıklı adam sensin. bak buraya yazıyorum. patrick filan sana kurban olsun. dediğim gibi garou'nun şarkılarında mutlaka bir yüksek nota, mutlaka bir değişim noktası oluyor. öyle de yakışıyor ki kendisine. quasimodo'ya gelince, ne diyeyim ki? bir insanın kendini hakir görmesi çok acı. bu müzikalde quasimodo özellikle fiziken bu hüznü yaşıyor. ama aslında ruhen de bu hissi yaşayanlar yok mu? en kötü his bu his olsa gerek. doğrusu insanın kendine olan inancını kaybetmesi çok acı. ah, tahtalara vurun dostlar. değil dokunmaya kıyamamak, dilinin ucuna getirmeye bile kıyamıyor quasimodo esmeralda'nın tenini. şarkı devam ettikçe daha da kahroluyor insan. kime veya neye olursa olsun, inancını kaybetmek en kötü his. tutunacak hiçbirşeyin kalmaması. ah işte o yüzdendir ki danse mon esmeralda tüm gerçeğiyle bizi yutuveriyor bir lokmada. boğazımıza duruyor, boğuyor. biliyoruz ki bu kalp kırıklığı, bu acı, quasimodo'yu gerçekten ölüme götürüyor.

Vivre: ya tabii ki ölmek istemiyorum esmeralda ya. nasıl isteyebilir ki? daha çok genç, daha aşkın tadına varamamış. nasıl umutsuz olur ki geleceğine dair? içim parçalanıyor. onun için yaşamak istedikçe, içim parçalanıyor. özgür bir hayatı hayal eden, bir ev dileyen, başının üzerindeki yağmuru tüm kutsallığıyla kabul eden esmeralda, canımı öyle bir yakıyorsun ki... yanlış kişiye aşık olmak ne kötüdür allahım. nasıl da alır götürür senden yaşam enerjini... bir yandan da metanetli, bir yandan da kendini feda etmeye gönülllü. öyle ufacık, öyle kırılgan bir karakter. daha acıklı bi kombinasyon olabilir mi? ah ah, karşılığında bir şey beklemeden sevmek ve aşkında ölünceye kadar sevmek. ah ah... ve bu arada unutulmaması gereken şey: esmeralda'nın aslında çok genç olması gerçeği... öyle bir yazılmış ki bu müzikal ve diğer gördüğüm filmler, sanki esmeralda kocaman bir kadınmış da aşk acısı çekmelerdeymiş gibi. insan hüzünleniyor kitabını okuyunca. esmeralda ilk aşkı yüzünden ölüme giden bir genç kız. bunu yumuşatmanın hiç bir yolu yok. yok işte. yok.

L'Attaque de Notre-Dame: clopin v. phoebus ve frollo. tabii ki kimi tutttuğum aşikar. ama tıpkı titanic'in o buzdağına çarpmamasını dileyip beklediğim saniyeler sonrasında her seferinde o sarsıntıyı ayaklarımın altında hissettiğim gibi, bu yenilgiyi de midemdeki ağrı ile hissediyorum. işte görüyorsunuz ya, bir kişinin ölümü bazen dünyayı değiştirir. clopin veya bir başkası, bu düzen değişti, evrildi. katherine'in ideasına belki de böyle böyle bir adım daha yaklaşacağız. adım adım. yavaşça. ama umarım emin adımlarla. bu müzikalin en sevdiğim yanlarından biri de sadece aşk ile ilgili olmaması. müzikal aynı zamanda ev tanımı üzerinden devam ediyor. ki bu aşktan, ihanetten ve hırstan çok daha güçlü bir içgüdü. çok etkileyici çok. victor hugo yukarıdan izlediyse eminim çok mutlu olmuştur. gringoire da ver gazı ver gazı arkada hazır ve nazır bekliyor. seni de biliyoruz bebeğim, senin de ne bok olduğunu biliyoruz. sus otur aşağı valla ayağımın altına alcam. ama yine de arka vokal olarak da çok harika bir sesin var, seni seviyoruz bruno pelletier.

Déportés: pheobus sen beni katil edeceksin anam. valla bak buraya yazıyorum. gerçek hayatta olmasa da rüyamda filan boğucam heralde seni ya sabır. bak fleur de lys'i de yanına aldı ki beni cidden delirtmek için yapmışlar. bu kadar da olmaz ya!

Mon maître, mon sauveur: ah quasimodo sen nasıl bu ana kadar fark edemedin frollo'nun bokluğunu çirkefliğini?! aklım almıyor doğrusu. işte bu sahneyi kitapta okurken yeminle zevkten bayılmış olabilirim. quasimodo seni notre dame katedralinin tepesinden attığında cidden delicesine sevindim. biraz da adalet bu dünyada işlesin değil mi ya? ulan bir de kahkaha atıyorsun! oh çok iyi oldu sana! ben o merdivenlerin hepsini teeee kuleye kadar çıkmış bir insan olarak açıkçası korkunç anlar yaşadım. çünkü çok darlar ve sürekli döne döne çıkıyorsunuz, başınız dönüyor. ooooh, artık kuleden mi aşağıya düştüydün yok merdivenden mi indiydin anımsayamıyorum ama her iki türlü de içim rahat. oh.

Donnez-la moi: elle est a moi! reste avec moi. kalbim kırılıyor BRB.

Danse mon Esmeralda: danse mon esmeralda için ne söylenebilir ki... ancak gözyaşıyla onurlandırabiliriz bu şarkıyı. gözyaşı ve umut... quasimodo'nun etrafında uçuşan hayali akbabalara bakarak söylediği bu şarkının duygulandırmadığı insan insan değildir. inanmam böyle bir şeye. öylece yatan masum esmeralda'ya hala dokunmaya kıyamayan, elleri titreyerek saçlarına dokunma cesaretini bulan quasimodo hepimizi yaktı kavurdu, bitirdi tüketti. kucağına alıp yeniden yere bırakırken tıpkı bir tüy gibi bırakan quasimodo bizi dağladı geçti. sırtındaki yük ile dimdik duran quasimodo bizi utandırdı. sahnenin önüne doğru yürüyüp göğe doğru bakan quasimodo, ölüm senin için olunca ölüm değil diyen quasimodo bize umut verdi. arka fonda uçuşan melekler bu hüzünlü sondan bir mutlu son yarattı da boğazımızdaki düğümü çözemedi. quasimodo. dizleri üzerine çöküp esmeralda'nın üzerine kapanırken ben, benden uçtum, başka bir diyara geldim.

an itibariyle tüm kadro seyirciyi selamlamaya çıkmış vaziyette. ben istanbul'daki evimin salonunda ayağa fırladım, çılgınlarcasına alkışlamak alkışlamak ve alkışlamak istiyorum. böyle bir müzik, böyle bir hikaye, böyle bir hüzün ve aynı zamanda böyle bir umut bir araya geldiği için öyle mutluyum, öyle müteşekkirim ki. iyi ki varsınız dostlar. iyi ki varsınız. hani hep bu blogu siz öznesine hitaben yazıyorum ama bu son dostlardan kastım tüm oyuncular oluyor evet. siz belki benim bu yazdıklarım hiç okumayacak, okuyamayacak, bilmeyecek ve anlayamayacaksınız. ama dünyada bir yerlerde birilerini düşünmeye, gözyaşına, öfkeye, mutluluğa ve umuda ittiniz. sizi izleyemedim canlı olarak ama inanın izleseydim o heyecanı kaldıramayabilirdim! iyi ki varsınız ve iyi ki evime konuk oldunuz. sizi çook seviyore, çok takdir ediyore!

Le Temps des cathédrales: bu arada en son tüm kadronun bu şarkıyı söylediği dakikalarda adeta ben de kadronun bir parçasıymış gibi gözyaşı filan döküyorum. yukarıda da dediğim gibi, evimin konuğu olan bu karakter ve oyuncular adeta bir dost. elbette tanışmadık ve muhtemelen tanışmayacağız ama karakterlerinin altında sanki onların bir parçasını görmüş gibi hissediyorum. bence onlar da kendilerini izlemeye gelen seyircilerinin tepkilerinde benim bir parçamı görmüşlerdir. daha ne olsun.

Bir de tabii anlatmak istediğim şöyle bir olay yaşandı. Geçenlerde bir gece tüm kadronun katıldığı bir programda müzikalin tüm şarkılarını söylediğini gördüm. o kadar duygulandım ki anlatamam size. helene segara şarkıları dinlerken ağlıyor yarappim ağlıyor. tabiikisi onun yerinde ben olsam ben de ağlarım abiy. ben kitabı okurken ağlamaktan geberdim, bir de herkesin benim etrafımda şarkı söyleyip, garou'nun danse mon esmeralda diye üzerime kapandığını görsem, ay yareppim sürekli ağlarım. çok kıskandım seni helene'cim bilesin.

bir başka anlatmak istediğim şey ise aslında daha önceki 25 haziran paris yazımda bahsettiğim olay. paris'e gittiğim ilk günün gecesinde televizyonda julie zenatti, patrick fiori ve garou karşıma çıktılar. adeta arkadaşlar beni karşılamaya gelmiş gibi mutlu hissettim. işte müzikale kaptırıp gönül vermek böyle birşey dostlar (benim kendi seyircime bu sefer sözüm evet). bu kadar yazdığım kelamdan sonra mesajım net.

izleyin. izlettirin. ama bununla da sınırlı kalmayın. okuyun. okutturun. dahası hep ama hep düşünün. inanın bana bu kitap/oyun/müzikal anlattığı dönemle sınırlı kalan bir eser değil. okuduğunu dönemden de birşeyler bulacağınız kesin. zaten victor hugo'yu dahi yapan da bu değil mi?

dipnot: şarkı isimlerini wikipedia'dan aldım. tahmin edersiniz ki zaten izlerken yazmak vakit alıyordu, bir de şarkıları listelemedim. bir de şarkılar arasında geçiş şarkıları olduğu için en hayırlısı bu yöntem.

dipdipnot: ilk kez bir blog yazımda bold underlined kullanacağım. highlight etmek güzel görünmedi gözüme. hayırlı uğurlu olsun.

30 Haziran 2014

[Tasinmak.]

Yasadiginiz evden cikmak ne kadar zordur bilir misiniz? Daha once tasinan var mi aramizda?

Tasinmak degil de, ev kapatmak konseptine asina misiniz peki? Hani yazliktan donuste buzdolabini temizlemek, aslinda aylarca ugramayacak olmaniza ragmen yine de yerleri silip birakmak, acilmis paketlerdeki yiyecekler icin yaratici cozumler bulmak uclusu ile kendini gosterir bu konsept. Bildiniz mi? 

Iste dostlar ben bugun bu iki konseptin ikisini de gerceklestirdim. Hem bulundugum ufak isvicre sehrinden tasiniyorum, hem de bir yanim bu eve o kadar ait olmus ki, sanki bir sonraki seneye hazirlar gibi tuzu biberi dolaba kaldiriyorum. Cok cok garip bir his dogrusu. 

Bu ev, evim oldu benim. Gercekten. Kapidan ilk girdigim an aldigim koku hafizamda artik, bu koku nerede olursa olsun beni mutlu edecek, evde hissettirecek. 

Mango poseti geri donusum olacak, kayisi evimin bahce mahsulu diye anilacak. Cocuklugumu gecirdigim yazliktaki o arka fon motor sesini saniyorum bu ev aldi, oyle bir yazlik ev telasi hep havada, arka fonda, kulagimda.

(Arkasi yarin. Gozlerimi acamiyorun uykudan)

An itibariyle havaalanında uçağa biniş kapısında bekliyorum. yaklaşık 90 kilo eşya ve 28 kilo kabin valizi ile üç kişi dönüyoruz. düşünmesi ne garip öyle değil mi? insanın bir yılı 3 valiz 3 el çantasına sığıyor. Ne garip, ne güzel ve evden çıkıp evine giderken bile ne hüzünlü.

özleyeceğim seni Fribourg.

16 Mayıs 2014

[Soma.]

Filmler, diziler hakkında ne kadar yazarsam yazayım, Türkiye'nin acı gündeminden kaçamam. kaçmamalıyım zaten. kaçmamalıyız. yakalanalım artık, ne olur.

troy'un kralı priam, ne güzel de söylemişti filmde. even enemies can show some respect.

ölü sayısı verilmiyor. söylenenler doğruysa, kayıplar madenin içerisinde bırakılıyor, tüm koridoru betonlaştıracaklar. kimse sorumluluk almıyor. ocağına ateş düşen insanlar hem sözlü hakaretlere, hem de yumruklara, tekmelere, tokatlara maruz kalıyor.

sedye kirlenmesin diye çizmesini çıkarmak isteyen işçinin cümleleri çok ağır. ama daha da ağırı, kepçelerin toplu mezarlar kazdığı bir kent. artık büyükşehirlerde duyuluyor mu bilemiyorum, ama ufak kasabalarda sela verildiğini duyunca irkilir, kime ne oldu diye düşünüp, kalbinizin sıkıştığını hissedersiniz. soma'da son üç gündür sürekli sela veriliyor.

diyecek birşey yok.

yapacak çok şey var.

insanın uyuduğu uyku, aldığı nefes haram oluyor haberleri okudukça. beraber helal uyku uyumak, helal nefes almak çok mu zor bu ülkede allahım?

yapılacak çok şeyin olmasına rağmen değiştirilemeyen düzen için bir çare diliyorum.

ve uyku.

ve nefes.

ülkemizin başı sağ olsun.

11 Mayıs 2014

[Aranağme 10.]

son iki saattir durmaksızın yazıyorum. doğrusu bilgisayarımın masaüstüne bir not sayfasına üç kelime not etmiştim. biri dollhouse idi, diğeri ise isviçre günlükleri. henüz isviçre günlüklerine sıra gelmedi. aklımda gezdiğim şehirleri yazmak var. ama meğersem uzun süredir içinde olan bir de merhamet hakkında birşeyler yazmakmış. üstelik onu yazmaya başlayınca hızımı alamadım. ne kadar çok işlemiş içime o final öyle!

yani overall, dollhouse ve merhamet üzerine iki saattir yazıyorum. insan hafızası ne kadar enteresan değil mi? kelimelerle dolu ama yine de hiç göstermiyor o kelimeleri siyah bir bardakmış gibi. ama sonra o kelimeler dökülünce bardağın içinden, sanki saçlarımı kestiriyormuş gibi bir his geliyor üzerime. artık başım daha hafif sanki. içim daha huzurlu. sanki kelimeler birikmiş de çıkmalarını ben engelliyormuşum bir süredi.

ohh, ne iyi oldu da yazdım bu gece yahu.