29 Temmuz 2014

[Bayram Blues, or not.]

Sabah kahvaltisindan sonra teyzemlere gecerek baslattik bayrami. Adana dogumluyum, soran olsa adanaliyim diyorum dogrudur. Ama burasi da benim evim, kanima canima isleyen bir cocukluk ve biricik insanlarla dolu. Elimde degil, evimde hissediyorum, ne mutlu bana.

Tum gun hic birsey yapmayarak tatilin tanimina uydugumuzu dusunuyorum. Oglenden aksama kadar 51, resmen tum yil hayalini kurmustum, gun be gun hep gerceklestigine tanik olmak harika bir his.

Aslinda bu yaziya baslarken esas yazmak istedigim yere vardim. Dun aksam, bayram yemegi yerken aklimdan gecenler. Akordeon, darbuka, meze ve raki esliginde ailecek karsiladigimiz bayramda an geldi, herkes aramizdaki eksiklikleri dusunup daldi gitti bir an. Ama o an yedigim kavunda, kan kirmizisi sarapta ve ev yapimi cevizli baklava tum gidenlerin masamizda oldugunu hissettirdi. Eksik degil, tam degil, ama bir sekilde beraberdik o an.

Iste mutlulugun resmi boyle bir sey Abidin. Sevincli ama bir tutam huzunlu, tam ama eksik, eksik ama beraber.

24 Temmuz 2014

[Ab-ı Hayat.]

Ne zamandan beri beş litrelik su bidonlarının nihai durağı mezarlıklar oldu?

Ben ne zaman fark ettim?

Neden daha önce fark etmedim?

Eskimek. Yaşlanmak. Aynı değil, günler geçtikçe daha iyi anlıyorum.

02 Temmuz 2014

[Notre Dame de Paris.]

eveeet, en sonunda final döneminden beri hedefim olan şeyi gerçekleştireceğim. notre dame'ın müzikalini açtım, yanında da yorumlarımı canlı yayın yazacağım. an be an krizler geçirince buraya yazmak keyifli olacak sanki. keyifli hüzünlü öfke dolu ve şefkatle sınanan bir yolculuk. yani bir nevi hem şarkılara hem müzikalin kendisine yorumlar. üstelik bu yorumlar daha geçen hafta paris'te olduğumdan mütevellit daha bir taze heyecanla yazılmış yorumlar üzerinize afiyet. haydi buyrun notre dame de paris yolcusu kalmasın!

Ouverture: Tabii ki bu kısmı yazmadan geçmek mümkün değil. aslında bu kısım için birşeyler yazmadan sadece ilk şarkıyla başlayan yorumları yazarak geçmiştim ama eksik kalmasın istedim bu seri. efenim bu kısım öncelikle victor hugo'ya selam ediyor. şööyle bir sahnenin üzerinden geçiyor. tabii ki bu eseri yaratan genius insanlar olan sözleri ve öyküyü yazan luc plamondon ve müziği yapan richard cocciante'yi belirtiyor. sonrasında ise yakın çekimde tüm karakterlerin isimleri ve oyuncularını anlatıyor. bence güzel bir tanışma faslı. gerçi yalan olmasın sıralamanın esmeralda - frollo - gringoire - quasimodo - phoebus - clopin - fleur de lys olmasına itirazım var da neyse çok uzatmiyim. bence sıra şöyle olmalıydı: esmeralda - quasimodo - gringoire - frollo - phoebus - clopin - fleur de lys. yani quasimodo'nun esmeralda'dan sonra yazması lazımdı. çünkü selamda da bu şekilde çıkıyorlar. hadi neyse. devamında ise ışık kostüm dekor koreografi yönetmen ve prodüksiyon gibi bilgiler var meraklısına. tabii bende film versiyonu olduğundan ben tüm bu detayları görüyorum. eğer o salonda olsaydım ışıklar aydınlanırken seti inceler ve sabırsızlıkla müzikalin başlamasını beklerdim. dile kolay dostlar. dört yıl oynandı bu müzikal. neyse efendim çok uzatmadan mevzuya gireyim: beklenen oluyor veee ilk şarkı başlıyoooor.

Le Temps des cathédrales: müzikalin bu şarkıyla başlaması bile bir işaret sayın seyirciler. yani diyoe ki gringoire, benim sesim böyle güzelse artık tahmin edin diğer insanların sesi ne kadar güzel. bu şarkıdaki en sevdiğim an kollarını kaldırıp perdeyi açma sahnesi. sonrasında ise kollarını iki yana açıp "il est foutu" kısmında artık coşması. sahneye çok hakim, dekoru tanıtıyor ve kitaba da güzel göndermeler yapıyor. bravo bravo.

Les Sans-papiers: karanlık figür olarak çat diye frollo'nun görünmesi ve o ezilecek böceklere bakarmış gibi attığı bakışlar. evet bu quote da titanic'ten alıntıdır. rose annesinin jack'e bakışları için böyle der. bu şarkının da anlamı müziğiyle accayip uyuyor. hani hem bir isyan hem bir kaçaklık havası hakim. clopin rolü accayip yakışmış luck mervil'e. bakışlarındaki vahşi hal çok çok hoş. sesi de hafif kısık gibi böyle biraz da kırık ya, sanki adam sokaklarda şarkı söyleyip protesto yapmak için doğmuş anacığım.

Intervention de Frollo: frollo adeta bir crow yeminle game of thrones'dan. ama bu crow corrupt ve çirkef crow'lardan. zati frollo'dan emir alan phoebus'ten nasıl bir hayır gelir o da ayrı bir mesele.

Bohémienne: gudubet herif resmen ilk bakışta çarpıldı, peşine takıldı, adeta bir kediymiş gibi kovalıyor esmeralda'yı. yuh. helene'nin sesi çok buğulu, çok derinden, harika! doğrusu bu rolde noa'yı filan göreydim çok üzülürdüm. bu esmeralda ideal esmeralda olmuş. yalnız bu oyuncu ve bu rol müzikalde insanı yanıltıyor. aslında esmeralda çok çok genç. arkadan luck'un ritim için seyirciye gaz vermesi sempatisi. helene adeta bir andalusian. coşmalar danslar. valla seviyoruz kendisini. bu arada eteğinin ucunu savururken tam bir esmeralda. bravo doğrusu. tam hayalimdeki karakteri yakalamış esmeralda. bu arada un fleuve d'andalousie derken bakışlarındaki hüzün ve evini özleme duygusu gözlerden kaçmıyordu. ne hüzünlü... daha esmeralda'nın olduğu ilk şarkıdan bu karakterin ne kadar gururlu, dürüst ve aşka hasret olduğunu görüyoruz. bak daha bohemienne'in sonunda 2 saniye gudubet fleur de lys'i gördüm gıcık oldum, daha dakka bir gol bir. ya sabır.

Esmeralda tu sais: ya aslında bu konuşma kitapta bambaşka da haydi neyse. işte burada clopin'in esmeralda'ya ne kadar kıymet verdiğini ve the talk'u yaptığını görüyoruz aslında. adeta tüm müzikalin foreshadow'u bir çeşit. bir de tontiş tontiş anlıyorsun beni değil mi diyor ya, bayılıyorum sana clopin ya.

Ces diamants-là: fleur de lys'e o kadar gıcığım ki julie zenatti'yi bile sevemiyorum o derece. aferim, en azından bu karakterin ne kadr genç olduğunu yansıtmışsınız. tabii julie zenatti'nin de burada 16 yaşında olmasının bir etkisi var. şu an gördüm tanıyamadım, bir haller olmuş kendisine. büyümüş değil de bir garip bir değişikmiş. efendim bu çift cehennemin dibine gitse çok seviniciim. aşk aşk diye masum bir insanın kanına girdiniz resmen. bok yiyin. zaten çiftin ne kadar mıymış olduğu müziğin tıptış melodisinden belli. ay tanrım son dakkada gringoire'ın gereksiz konfeti atraksiyonu nedir allaasen?

La Fête des fous: işte bu sahne tam da kitabını okurken hayal ettiğim gibi. bir kalabalık bir cümbüş, değişen ışıklar filan inanılmaz. gringoire dışında kimse şarkı söylemese de arkadaki koro o kalabalık hissini çok güzel vermiş doğrusu. bu arada laissez moi presider derken o yamuk bakış bu karakterin de gerçek yüzünü gösteriyor bence. bravo bruno pelletier. kitabı okuyun okuyun okuyun dostlar. pişman olmazsınız. quasimodo'yu ilk gördüğümüz ana kocaman bir kalp gönderiyorum burdaaan! inanılmaz bir ifade, inanılmaz bir makyajla birleşince böyle oluyor demek ki. devsin garou! inanılmazsın! bebeyimsin! ah esmeralda tacı takığ konfeti attığındaki o gülen yüz...

Le Pape des fous: canıms yaaaa, quasiomodoooo, kıyamam ben sana yeminle. nasıl da ümit besliyor, nasıl seviniyor seçildi diye, hiç kıyamam sana... gringoire seni görünce sinirleniyorum esasen de hadi neyse. sesin çok güzel başta sonda bizi fethettin diye fazla yazmiyciim. kitaba refer ediyorum cümle alemi. dönelim garou'nun sesine. ah böyle genizden hem gıcıklı, hem kırık, hem umutlu hem hüzünlü. bayılıyorum sana garou. senden başkası bu role olabilemezdi yeminle. helal olsun. bu arada garou'dan devam edersek, kendisinin kelimenin tam anlamıyla dev bir adam olup bu kambur rolüne girmesi ayrıca takdire şayan.

La Sorcière: ay gudubet frollo geldi bayılıcam şimdi amk. o bakışlar ve arka fondaki müzik zaten ne kadar çirkef biri olduğunu gösteriyor. aslında bu sözlerden quasimodo'yu korumaya çalıştığını düşünebiliriz. ama müzikalin sonuna doğru rengini belli ettiğinden, böyle bir yorum yapmam için artık çok geç. gıcık. aslında quasimodo bir patlatsa frollo karşı koyamaz da işte o dev/güçlü adam korku içinde geri adım atıyor.

L'Enfant trouvé: garou'ya hep bir yüksek bölüm içeren bölümlü şarkıları yazmaları tabii ki bir tesadüf değil. sesi öyle güzel ki... canım ya. minörlerin gücünü daha bu blogu ilk açtığımda yazmıştım, bu zamanda yeniden karşıma çıktı bak işte gördünüz mü? keşkem müzikal aslında quasimodo'nun çok yetenekli biri olduğunu da gösterseydi bu arada. ama bunu anlatacak yer denk gelmiyor konu içerisinde o ayrı, mevcut versiyona da hak vermiyor değilim bu yüzden.

Les Portes de Paris: arka fondaki dansçıların olduğu mekanlara giden gringoire, yolun yol değil, yakınken geri dön temalı bir şarkı bu doğrusu. böyle romantik romantik başladığına bakmayın, gringoire bir sonraki şarkıda büyük boka batacak. clopin'in babacan tavrına aldanmamak lazım, valla paralar parçalar atar.

Tentative d'enlèvement: bu şarkı aslında kitapta frollo'dan emir alan quasimodo'nun esmeralda'nın peşine takılması ile ilgili eğer yanılmıyorsam. ama o kısmı çok silik geçmiler, quasimodo'nun neden kızın peşine düştüğünü anlayamıyoruz maalesef. şarkının sonları ise belli. esmeralda aşık olma yollarında ve hayırlara çıkmayacak. ah ah, yazık.

La Cour des miracles: bu şarkı luck mervil'in havasının karizmasının doruğu tabii ki. bu adam isyan etmek için doğmuş, o tepeden bağlı olduğu ip de adeta bir ,lmik ve sanki ilmik clopin'den korkuyor, sanki clopin ile can buluyor ve ona bağlı. bu şarkıyı ilk dinleyince siz de bu kardeşliğe katılmak istiyor, sokaklarında yaşanan 'mucizeleri' gözlerinizin önünde görebiliyorsunuz. tabii eğer gringoire değilseniz. hehehe.  ce poete de quatre sous derken demir zımbırtıya yayılması da ayrı bir havalı bu arada, hazır yazıyorken bunu da kayda geçireyim. hele o en sonlardaki delicesine kahkaha atan hali inanılmaz! adamsın clopin! resmen senin askerleriniz. resmen başıma birşey gelse yanımdaki insan sen olsun istiyore. böyle bir güç, böyle bir cesaret ve böyle bir karizma gösterisi. canımsın.

Le Mot Phoebus: hahhaha, bu şarkı gringoire için toplu bir epic fail anı. istersen seni severim sayarım diyor esmeralda'ya. esmeralda ise phoebus ne diye soruyor. o ne laaan diye cevap verdiğinde öğreniyor ki esmeralda'nın sevdiği adamın adı. yareppim duble epic fail.

Beau comme le soleil: bu şarkıda esmeralda ve fleur de lys'in phoebus'e olan aşklarını ilan etmelerini görüyoruz. tabii ki ben team esmeralda olaraktan fleur de lys'in her söylediği harfe bile gıcığım. bu arada izlediğim bir röportajda öğrendim. aslında phoebus sarışındır biliyorsunuz. phoebus ve comme soleil geyiğini bu durum güçlendiriyor. bu genç sarışın dışında herşey gördüğünüz üzere. ama patrick fiori'nin sesi o kadar güzelmiş ki onu seçmeyi uygun görmüşler. gerçi kendisi audition gününde çok hastaymış ve kendini pek gösterememiş amma yine de rolü kapmış sonrasında.

Déchiré: bokun boku phoebus. dechire kadar net bir şarkı olabilemez. phoebus'e gıcığız evet. ama o da haklı, arada kaldı işte. şimdi söyleyin bana, nasıl ben bu şarkının ingilizce versiyonunu dinleyip keyif alabilirim ki... bu arada patrick fiori ş ve j sesini söylemek için doğmuş. hani şarkıdaki ch kısmına tekabül eden yer ve je kısımları. accayip yakışıyor. adeta bir gerard butler'ın m harfleri gibin. bu arada arkaadaki dansçılar mükemmel. bayılıyorum busahneye doğrusu. hem dans güzel, hem de yalan olmasın adamlar çok hoş. yüzlerini göremiyorum ama boylu poslular gözden kaçması mümkün değil.

Anarkia: işte efenim kitapta gringoire'ın çevirdiği işler burada biraz biraz kendini ucundan gösteriyor. frollo ile muhabbetlerde kendisi. pes.

À boire: garou iki gelime söylüyor. bizi bitiriyor. böyle bir insan işte. tekrar tekrar söylemek istediğim şey şudur ki, makyajı çok güzel! ifadesi, sesi, herşeyi çok güzel bu adamın! iki kelime ile 6 harf ile bizi mahvetmeyi başarıveriyor. adamsın garou.

Belle: eveeeeet, the şarkı of the müzikal çocuklar. herhalde bu şarkı kadar ünlü şarkı yoktur son 20 yılda fransız sinemasına/gösteri dünyasına ilişkin. bu arada biliyorsunuz bu şarkıyı quasimodo, frollo ve phoebus söylüyor. ama şunu söylemek lazım, aslında hiçbiri masum değil. zaten phoebus ve frollo'dan eminiz de, quasimodo da masum bir bakışla sevmiyor esmeralda'yı. yine de en güzel, en doğal, yok yok belki de en doğru tanım zararsız demek olacak, işte zararsız sevgi onunkisi. frollo'nunki son derece ölümcül. bu günah unsurunu yok etmeye çalışıyor sonuçta. bence zaten bir rahibin yaşadığı vazgeçiş ve muhtemel ikilemler başlı başına bir challenge iken bu durum iyice bok. phoebus için diyecek bir söz bulamıyorum. kendisine o kadar gıcığım ki kelimeler yetmiyordu. resmen bok yoluna gitti esmeralda. gurursuz fleur de lys ve fleur d'amour d'esmeralda deyişleri arasında beni tükettin phoebus. meanwhile böyle tutkulu ve arzulu sözler sarf edilirken esmeralda'nın sahnenin ortasına tepe taklak yatıp kollarını iki yana açaraktan saçlarını merdivenlere saçması beni çok güldürüyor. ya bacım bi kendine gel kurban olayım zaten herkesin gözü sende kaldı, bu kadar da yapmasan iyi olacağdı.

Ma maison, c'est ta maison: quasimodo'nun gargoyle'lar ve ben seni herşeyden koruruz derken esmeralda'nın korkması ve onun hale güven vermeye çalışması. kıyamam ben sana ya. göklere bakarken o sevgi dolu ifade. esmeralda'nın korksa da quasimodo'ya güvenmesi... işte böyle değil midir hayat zaten? kaçamadığımız aynalardan korkabiliriz bazen, çünkü o aynalar, dostlar bize gerçeği söyler. ve bazen o gerçek her zaman güzel değildir. korkarsınız, ama güvenirsiniz. ah ah, ne güzel bir şarkıdır bu. quasimodo'nun evimi paylaşırım seninle dediği dakikalarda esmeralda'nın ilk kez evi olacağı sebebiyle duygulanması gerçeği. of. bu arada yeniden: quasimodo'nun makyajı harika harika harika. yeminle dünya yakışıklısı adamı ne hale getirmişiniz, helal valla.

Ave Maria païen: bizim gibi olmayan insanları nasıl da kolay yargılıyoruz. pagan, sans papier, işte en nihayetinde bu kadın da göğe sesleniyor beni koru tanrım diye. ne acıdır yarabbim. 150 yıl sonra aynı şeyleri yaşıyoruz. çok farklı mı sizce gerçekten? ne acıklı... öyle çaresiz olmak ki, öyle yalnız olmak ki, aslında daha önce hiç yapmamış olmasına rağmen tanrıya sığınmak... esmeralda'ya çok üzülüyorum... onun o selfless hali beni ayrıca yaralıyor. sadece kendisi için değil, şehrin duvarları ardında kalan 'kardeşleri' için de dua ediyor. insanoğlunun en büyük dileği en zor anlarında yalnız olmamak galiba. veya benimki öyle de öyle yansıyor bana müzikalden.

Je sens ma vie qui bascule: ara şarkı bu şarkı. intro gibi. hani insan bazı 'günahlarını' kendine itiraf etmeden önce bir giriş konuşması yapar ya kendi kendine, işte bu o. güzel düşünülmüş bence.

Tu vas me détruire: ilk yorum: dekorun kullanımı harika. kilise duvarları arasında sıkışıp kalmak kelimenin tam anlamıyla gerçekleşiyor. bir diğer yapılması gereken yorum tabii ki frollo'nun sesi. daniel lavoie'nın sesi büyüleyici. öyle ki bir programa katıldığını gördüğüm tüm ekipten bu adam şarkı söylerken helene segara halen gözyaşı döküyor. gerçekten kendisi çok havalı bir adam. frollo'nun esmeralda'ya dokunamayışı, ellerinin titreyişi ve her cümleyi fısıldar gibi onun üzerine eğilip söylemesi harika olmuş. bu hissi öyle bir yansıtıyor ki, bravo valla.

L'Ombre: hem bir gölgenin seni takip ettiğini fark et, hem de bıçaklanma olayını esmeralda'dan bil. bu ne kafadır? ya gerizekalı bu çocuk yemin ederim.  bu arada hakkını yemiyorum, patrick'in sesi çok güzel yauv.

Le Val d'amour: adeta bir chicago the musical izliyordum. arka fondaki dans eden insan görüntüleri çok harika bir fikir! en nihayetinde val d'amour fikrine cuk oturmuş. ama kameranın çekim açısından olsa gerek tepeden indirilmiş bir perde ekrana güzel yansımamış. sanki yanlışlıkla basık kalmış gibi. heryerde ve bu kadar çok sayıdan olan genelevler filmlerde filan kendini hatırlattıkça nasıl olmuş da insanoğlu cinsel yolla bulaşan hastalıklardan bu döneme kadar sağ çıkmış hayret doğrusu.

La Volupté: bu arada phoebus'ün üzerindeki dev zırha rağmen bıçaklanması gerçeği. sinirlendiğimdir şu an. neyse, knight in armor geyiğini yapmak için bu kostümü seçmişler, anladığımdır. ah bu sahneyi bir de kitaptan okumalısınız dostlar. anlatmak yetecek gibi değil. esmeralda lanetleneceğini, ailesini bir daha asla göremeyeceğini, öleceğini düşünüyor ama buna rağmen phoebus'e karşı koyamıyor. ne oluyor peki? al işte fatalite, al işte haksızlık ulan!

Fatalité: allah cezanızı versin lan! böyle iş olmaz olsun! kadersizsin esmeralda kadersiz. hem sevdiğin adam yatağında yaralı, hem de anlattığın şeylere kimse inanmaz. sıçayım lan böyle işe. bu arada bu şarkı ilk act'in son şarkısı ve bence çok güzel bir son. ışıkçılara selam olsun.

Florence: ikinci act başlarken daha güzel bir şarkı seçilemezdi zannımca. soruyorum size a dostlar: don't we just love renaissance? yeminle bu devir yaşanmasaydı insanoğlu yarım kalırdı. o kadar seviyorum ki. insanoğlunun teeee o zamana kadar boş oturduğunu söylemek haksızlık olur. ama yine de adeta bütün tarihi boyunca oturmuş da bu dönemde coşmuş gibi hissediyorum. hayatımızı resmen bu dönem kurtardı gibime geliyor. aydınlık ancak 15. yüzyılda dünyamızın perdelerinden içeri süzülmüş. işte zaten böylesine güçlü bir kilise karakterinin olduğu bir müzikalde floransa ve rönesanstan bahsetmemek haksızlık olurdu. aferim çocuklar.

Les Cloches: les cloches çok güzel bir şarkı. hem sözleri açısından, hem de quasimodo'nun ne kadar yalnız olduğunu gösteriyor. girişteki gringoire'ın sesi mikemmel a dostlar mikemmel. hele ki frollo ile uyumu bir başka. bu arada sahneye inen çanlarda sallanan dansçılara da direnin diyorum. tepetaklak havalarda direnmişsiniz valla. bravo. öyle bir insan düşünün ki kilisenin çanlarını çalarken sağır olmuş. ama yine de o çanları seviyor. o çanları her çaldığı anın bir anlamı var insanlar için. işte o adam o insanlar için seviyor çanları. ah quasimodo, sen nasıl bir insansın? mutluluğu öyle hak ediyorsun ki... ölen çocuklar, şehirden ayrılan denizciler ve evlenen çiftler için çaldığı çanlar en sevdiği çanlar. ama en çok en son çan canını yakıyor. çünkü hep yalnız kalacağını biliyor. ama yine de çalıyor ki tüm dünya bilsin. bilsin ki bu adam esmeralda'yı seviyor. aah ah.

Où est-elle: esmeralda'nın kocasına esmeralda'yı sorup sokaklar boş kaldı hacı muhabbeti yapmak. ne kafadasın frollo? hala kızın başındasın utanmaz herif! bir yanda da clopin var. ah canım benim ne kadar da mutsuz ve merak içinde. kanatları koparılmış derken aklıma maleficent gelmesi gerçeği. ama maalesef esmeralda kanatlarıyla yeniden kavuşamayacak... aferim gringoire bari esmeralda'nın nerede olduğunu söyledin de iki satır yardımın dokundu.

Les oiseaux qu'on met en cage: dev demir parmaklıklar arasında ne kadar da çaresiz görünüyor esmeralda. hele de bir önceki şarkının üzerine yeniden güvercin gibiydim demesi kalp kırıyor. aaah ah, işte quasimodo neredesin diye soruyor esmeralda? aaah ah, anladı bu dürüst ve zararsız sevgiyi ama ne fayda? quasimodo'nun les oiseaux şarkısını söylerken gargoyle'ları sevmesi gerçeği ile yeniden başbaşa kalmak hüznü... esmeralda yokken bile onun için üzülen quasimodo. duasız ölümüne üzülen quasimodo. o kadar içim acıyor ki bu şarkıyı dinlerken. bence en etkileyici şarkı bu şarkı müzikaldeki. aşkın ötesinde bir dostluk ve güven ilişkisi. kurtaramadı işte... kurtaramadı...

Condamnés: isyan başlasın ulaaan! işte bu şarkı daha ilk ritmiyle beni böylesine gaza getiriyor! şehrin kapılarında bekleyen ve içeri alınmayan sans papiers çok da uzak bir durum değil günümüze öyle değil mi? hiç düşündünüz mü bu gerçeği? vizeler, kontroller, sınırlar... patlamalar, çatışmalar, ölümler... english patient'ta ne demişti katherine? "All I desired was to walk upon such as earth that had no maps." bu ideale ne zaman ulaşabileceğiz acaba, merak etmiyor musunuz?

Le Procès: esmeralda'nın aşık adamı öldürdüğünü sanması karşısında kalbimin paramparça olması gerçeği. ama yine de bu rahip her akşam beni taciz ediyor dese de kimsenin ona inanmayacak olması. of valla çatlayacağım. okumak, izlemek, beni delirtiyor. yareppim çok şükür bambaşka bir dönemde yaşıyorum. gerçi yine bu bok bok işler bizim günümüzde de gerçekleşiyor ama yani, yine de. hah işte, dediğim konuya geldik. esmeralda ne dese inanmaycaklar. koskoca peder karşısında. işte yine bir salem mevzusu. kıza diretiyorlar. ama kız itiraf etmiyor. ama ne kadar dayanabilir ki?

La Torture: salem gerçeği peşimizi bırakmadı işte. onu seviyorum diye itiraf etti. pes etti, ne yapsın? assassin! assassin! kız haklı, assassin! prostitution'mış, büyücülükmüş. hay götüne girsin bu suçlamalar lan! allah seni kahretsin!

Phoebus: hala phoebus'e yalvarıyor yareppim. kıyamam ya. mutsuzluktan öleyazıyor şu an esmeralda. aah ah. gel gerçeği açıkla, beni kurtar diyor. önceki şarkılarda quasimodo'ya seslenirken neden artık phoebus'e sesleniyor? insan ölüme yaklaştığında sevip ulaşamadıklarını mı düşünür gerçekten? öleceğini bildiğinde en büyük korkusu unutulmak mı olur? ah esmeralda ah, vers les montagnes d'andalousie. keşke...

Être prêtre et aimer une femme: bu noktada o kadar sinirliyim, o kadar gıcığım ki frollo'ya söyleyecek söz bulamıyore. böyle aşk olmaz olsun ulan! nasıl da insafsızız insanoğlu olarka görüyor musunuz? işte bu şarkı bu durumun mükemmel bir yansıması. günahlarımızı başkalarından çıkarmayı bıraktığımızda dünya nasıl bir yer olacak acaba? yine kayıt düşüşyorum femme dediğine bakmayın çocuklar, une fille aslında. öyle düşününce daha da acı sanki yeterince acı değilmiş gibi...

La Monture: fleur de lys çıkınca cinlerim tepeme çıkıyor ya of. gurursuz karı gurursuz allahın cezası yaktınız lan başını esmeralda'nın. la monture'ün yerin dibine batsın lan. phoebus'ü affetmeyi bir başka kadını geçtim, bir başka insanı öldürme şartına bağlamak... ne kadar insanlık dışı bir durum. bu kadar mı gözünü hırs bürüdü? yok mu sizde bir söz hani başkalarının mutsuzluğu üzerinden mutlu olunmaz diye? bir başkasının ölümü üzerinden nasıl bir mutluluk hayali seninki fleur de lys? biraz utanma olur insanda yahu. pes. senin masumiyetine sıçayım. l'art de la luxure başında paralansın inşallah!

Je reviens vers toi: phoebus seni karşımda görsem valla kafanı koparacağım. işte görüyorsunuz ya seyirciler, esmeralda'nın kelimenin tam anlamıyla phoebus isimli bir bok yoluna gitmesi. hemen boku at esmeralda'ya, nasılsa onda kalacak değil mi? yeminle bu noktada orta yerimden çatlamak üzereyim. julie zenatti'yi asla se-ve-me-ye-ce-ğim! bu pis fleur de lys bakışı içime yer etti. kendime engel olamıyorum. l'art de la luxure'müş. hay kafanıza sıçayım be!

Visite de Frollo à Esmeralda: hala yaşarken günahını yok etmek için öldürmeyi seçen bir rahip. bu insanlar hala aramızda. tehlikenin farkında mısınız? esmeralda ölümü kucaklamış seni ne yapsın lan? seni kabul eder mi kendine bir bak allah aşkına?

Un matin tu dansais: vay gudubet hayvan öküz sapık herif vay! ahlaksız teklif! peh! götümün rahibi.dokunamayan bir adamın nefretine tanık olmak nefret uyandırıyor içimde, uykularımı filan kaçırıyor. yaaa işte sen de aynaya bakınca bir şeytan görüyorsun değil mi frollo? aaaaa! deli olacağım. hala phoebus gelecek diyor. yeminle orta yerimden çatladım! oiseau du malheur! artık var sen düşün, senin yerine mezarı seçiyor!

Libérés: ŞU AN MUTLULUKTAN KENDİMDEN GEÇTİM! baskın var baskın ulaaan! ele geçiriyoru tüm şehri! seni geberticez lan frollo. ay o kadar gaza geldim coştum ki! adamsın quasimodo! adamsın bebeyimsin! işte minörlerin güzelliği yeminle! bir de tüm durumu anlatırkenki o saflığı beni çok etkiliyor. o mutluluk, o gurur. garou harikasın ya! gringoire senin sesin de harika bu şarkıyı indirirken yeminle senin arkadaki vokalini çok aradım ve bulduğumda şıkır şıkır oynadım. o kadar yakışıyor ki.

Lune: bu ses... gökteki hilalin soğuk mavi ışığı... duyuyor musunuz? le cri d'un homme qui a mal pour qui un million d'étoiles ne valent pas les yeux de celle qu'il aime d'un amour mortel... Vois …comme un homme peut souffrir d'amour. diyecek çok şeyim var. ama hiçbirini yazacak halim kalmıyor bu şarkıyı dinlerken.

Je te laisse un sifflet: ruhu özgür bir insan yaşamak için kendini hapsedebilir mi? ne acıdır quasimodo'nun rüyanda güneşini mi görüyorsun esmeralda diye kendi kendine sorması...

Dieu que le monde est injuste: quasimodo'cuğum sen hiç cancağzını sıkma çünkü en yakışıklı adam sensin. bak buraya yazıyorum. patrick filan sana kurban olsun. dediğim gibi garou'nun şarkılarında mutlaka bir yüksek nota, mutlaka bir değişim noktası oluyor. öyle de yakışıyor ki kendisine. quasimodo'ya gelince, ne diyeyim ki? bir insanın kendini hakir görmesi çok acı. bu müzikalde quasimodo özellikle fiziken bu hüznü yaşıyor. ama aslında ruhen de bu hissi yaşayanlar yok mu? en kötü his bu his olsa gerek. doğrusu insanın kendine olan inancını kaybetmesi çok acı. ah, tahtalara vurun dostlar. değil dokunmaya kıyamamak, dilinin ucuna getirmeye bile kıyamıyor quasimodo esmeralda'nın tenini. şarkı devam ettikçe daha da kahroluyor insan. kime veya neye olursa olsun, inancını kaybetmek en kötü his. tutunacak hiçbirşeyin kalmaması. ah işte o yüzdendir ki danse mon esmeralda tüm gerçeğiyle bizi yutuveriyor bir lokmada. boğazımıza duruyor, boğuyor. biliyoruz ki bu kalp kırıklığı, bu acı, quasimodo'yu gerçekten ölüme götürüyor.

Vivre: ya tabii ki ölmek istemiyorum esmeralda ya. nasıl isteyebilir ki? daha çok genç, daha aşkın tadına varamamış. nasıl umutsuz olur ki geleceğine dair? içim parçalanıyor. onun için yaşamak istedikçe, içim parçalanıyor. özgür bir hayatı hayal eden, bir ev dileyen, başının üzerindeki yağmuru tüm kutsallığıyla kabul eden esmeralda, canımı öyle bir yakıyorsun ki... yanlış kişiye aşık olmak ne kötüdür allahım. nasıl da alır götürür senden yaşam enerjini... bir yandan da metanetli, bir yandan da kendini feda etmeye gönülllü. öyle ufacık, öyle kırılgan bir karakter. daha acıklı bi kombinasyon olabilir mi? ah ah, karşılığında bir şey beklemeden sevmek ve aşkında ölünceye kadar sevmek. ah ah... ve bu arada unutulmaması gereken şey: esmeralda'nın aslında çok genç olması gerçeği... öyle bir yazılmış ki bu müzikal ve diğer gördüğüm filmler, sanki esmeralda kocaman bir kadınmış da aşk acısı çekmelerdeymiş gibi. insan hüzünleniyor kitabını okuyunca. esmeralda ilk aşkı yüzünden ölüme giden bir genç kız. bunu yumuşatmanın hiç bir yolu yok. yok işte. yok.

L'Attaque de Notre-Dame: clopin v. phoebus ve frollo. tabii ki kimi tutttuğum aşikar. ama tıpkı titanic'in o buzdağına çarpmamasını dileyip beklediğim saniyeler sonrasında her seferinde o sarsıntıyı ayaklarımın altında hissettiğim gibi, bu yenilgiyi de midemdeki ağrı ile hissediyorum. işte görüyorsunuz ya, bir kişinin ölümü bazen dünyayı değiştirir. clopin veya bir başkası, bu düzen değişti, evrildi. katherine'in ideasına belki de böyle böyle bir adım daha yaklaşacağız. adım adım. yavaşça. ama umarım emin adımlarla. bu müzikalin en sevdiğim yanlarından biri de sadece aşk ile ilgili olmaması. müzikal aynı zamanda ev tanımı üzerinden devam ediyor. ki bu aşktan, ihanetten ve hırstan çok daha güçlü bir içgüdü. çok etkileyici çok. victor hugo yukarıdan izlediyse eminim çok mutlu olmuştur. gringoire da ver gazı ver gazı arkada hazır ve nazır bekliyor. seni de biliyoruz bebeğim, senin de ne bok olduğunu biliyoruz. sus otur aşağı valla ayağımın altına alcam. ama yine de arka vokal olarak da çok harika bir sesin var, seni seviyoruz bruno pelletier.

Déportés: pheobus sen beni katil edeceksin anam. valla bak buraya yazıyorum. gerçek hayatta olmasa da rüyamda filan boğucam heralde seni ya sabır. bak fleur de lys'i de yanına aldı ki beni cidden delirtmek için yapmışlar. bu kadar da olmaz ya!

Mon maître, mon sauveur: ah quasimodo sen nasıl bu ana kadar fark edemedin frollo'nun bokluğunu çirkefliğini?! aklım almıyor doğrusu. işte bu sahneyi kitapta okurken yeminle zevkten bayılmış olabilirim. quasimodo seni notre dame katedralinin tepesinden attığında cidden delicesine sevindim. biraz da adalet bu dünyada işlesin değil mi ya? ulan bir de kahkaha atıyorsun! oh çok iyi oldu sana! ben o merdivenlerin hepsini teeee kuleye kadar çıkmış bir insan olarak açıkçası korkunç anlar yaşadım. çünkü çok darlar ve sürekli döne döne çıkıyorsunuz, başınız dönüyor. ooooh, artık kuleden mi aşağıya düştüydün yok merdivenden mi indiydin anımsayamıyorum ama her iki türlü de içim rahat. oh.

Donnez-la moi: elle est a moi! reste avec moi. kalbim kırılıyor BRB.

Danse mon Esmeralda: danse mon esmeralda için ne söylenebilir ki... ancak gözyaşıyla onurlandırabiliriz bu şarkıyı. gözyaşı ve umut... quasimodo'nun etrafında uçuşan hayali akbabalara bakarak söylediği bu şarkının duygulandırmadığı insan insan değildir. inanmam böyle bir şeye. öylece yatan masum esmeralda'ya hala dokunmaya kıyamayan, elleri titreyerek saçlarına dokunma cesaretini bulan quasimodo hepimizi yaktı kavurdu, bitirdi tüketti. kucağına alıp yeniden yere bırakırken tıpkı bir tüy gibi bırakan quasimodo bizi dağladı geçti. sırtındaki yük ile dimdik duran quasimodo bizi utandırdı. sahnenin önüne doğru yürüyüp göğe doğru bakan quasimodo, ölüm senin için olunca ölüm değil diyen quasimodo bize umut verdi. arka fonda uçuşan melekler bu hüzünlü sondan bir mutlu son yarattı da boğazımızdaki düğümü çözemedi. quasimodo. dizleri üzerine çöküp esmeralda'nın üzerine kapanırken ben, benden uçtum, başka bir diyara geldim.

an itibariyle tüm kadro seyirciyi selamlamaya çıkmış vaziyette. ben istanbul'daki evimin salonunda ayağa fırladım, çılgınlarcasına alkışlamak alkışlamak ve alkışlamak istiyorum. böyle bir müzik, böyle bir hikaye, böyle bir hüzün ve aynı zamanda böyle bir umut bir araya geldiği için öyle mutluyum, öyle müteşekkirim ki. iyi ki varsınız dostlar. iyi ki varsınız. hani hep bu blogu siz öznesine hitaben yazıyorum ama bu son dostlardan kastım tüm oyuncular oluyor evet. siz belki benim bu yazdıklarım hiç okumayacak, okuyamayacak, bilmeyecek ve anlayamayacaksınız. ama dünyada bir yerlerde birilerini düşünmeye, gözyaşına, öfkeye, mutluluğa ve umuda ittiniz. sizi izleyemedim canlı olarak ama inanın izleseydim o heyecanı kaldıramayabilirdim! iyi ki varsınız ve iyi ki evime konuk oldunuz. sizi çook seviyore, çok takdir ediyore!

Le Temps des cathédrales: bu arada en son tüm kadronun bu şarkıyı söylediği dakikalarda adeta ben de kadronun bir parçasıymış gibi gözyaşı filan döküyorum. yukarıda da dediğim gibi, evimin konuğu olan bu karakter ve oyuncular adeta bir dost. elbette tanışmadık ve muhtemelen tanışmayacağız ama karakterlerinin altında sanki onların bir parçasını görmüş gibi hissediyorum. bence onlar da kendilerini izlemeye gelen seyircilerinin tepkilerinde benim bir parçamı görmüşlerdir. daha ne olsun.

Bir de tabii anlatmak istediğim şöyle bir olay yaşandı. Geçenlerde bir gece tüm kadronun katıldığı bir programda müzikalin tüm şarkılarını söylediğini gördüm. o kadar duygulandım ki anlatamam size. helene segara şarkıları dinlerken ağlıyor yarappim ağlıyor. tabiikisi onun yerinde ben olsam ben de ağlarım abiy. ben kitabı okurken ağlamaktan geberdim, bir de herkesin benim etrafımda şarkı söyleyip, garou'nun danse mon esmeralda diye üzerime kapandığını görsem, ay yareppim sürekli ağlarım. çok kıskandım seni helene'cim bilesin.

bir başka anlatmak istediğim şey ise aslında daha önceki 25 haziran paris yazımda bahsettiğim olay. paris'e gittiğim ilk günün gecesinde televizyonda julie zenatti, patrick fiori ve garou karşıma çıktılar. adeta arkadaşlar beni karşılamaya gelmiş gibi mutlu hissettim. işte müzikale kaptırıp gönül vermek böyle birşey dostlar (benim kendi seyircime bu sefer sözüm evet). bu kadar yazdığım kelamdan sonra mesajım net.

izleyin. izlettirin. ama bununla da sınırlı kalmayın. okuyun. okutturun. dahası hep ama hep düşünün. inanın bana bu kitap/oyun/müzikal anlattığı dönemle sınırlı kalan bir eser değil. okuduğunu dönemden de birşeyler bulacağınız kesin. zaten victor hugo'yu dahi yapan da bu değil mi?

dipnot: şarkı isimlerini wikipedia'dan aldım. tahmin edersiniz ki zaten izlerken yazmak vakit alıyordu, bir de şarkıları listelemedim. bir de şarkılar arasında geçiş şarkıları olduğu için en hayırlısı bu yöntem.

dipdipnot: ilk kez bir blog yazımda bold underlined kullanacağım. highlight etmek güzel görünmedi gözüme. hayırlı uğurlu olsun.

[27 Haziran 2014, Paris - Cenevre.]

gelelim paris'teki son gün maceramızaaaa! bir önceki günün yorgunluğu filan derken güne geç bir başlangıç yaptık. kahvaltıydı, check out'tu derken otelden çıkışımız saat 12'yi buldu. derken ilk hedefimiz -biraz da benim ısrarımla- paris'te en sevdiğm yer olan musee d'orsay'a gittik. efendim burası benim en sevdiğim yer desem yalan olmaz. neden mi? bir kere çok huzurlu. eskiden tren garı olmasından mütevellit, ayrı ayrı peronlarını ayrı koridorlar yapmışlar. dolayısıyla kalabalık çok göze çarpmıyor. tabii tüm dünya müzenin içinde değilse. ikincisi ve bence bu da önemli bir kriter, giriş kuyruğu her ne kadar uzun görünse de son derece hızlı ilerliyor. üçüncüsü ve en önemlisi ev sahipliği yaptığı eserler. empresyonizmin başkenti bu müze a dostlar. öyle güzel ki her oda. itiraf etmem gerekirse yeterince vaktim varken uzun uzun heryeri geziniyorum. ama yeterince vakit yokken- bu sefer olduğu gibi- giriş kattaki sağ koridoru geziyorum, beşinci katı geziyorum ve ikinci katta van gogh'la buluşuyorum. bu sefer van gogh'un özel bir sergisi olduğundan sıfırıncı kata almışlar, kendimi ikinci kez orada buldum. van gogh'a gelmeden önce birazcık sergiden bahsedeyim. burası beni öyle mutlu ediyor ve her seferinde kendine hayran bırakıyor ki, tkerar tekrar gitmekten kendimi alıkoyamıyorum. bazı insanlar gerçekten yaratmak için doğuyor. bu müze bu gerçeği tekrar tekrar anımsatıyor bana. ben sadece bir katedral görürken, ressamın fırça darbesi görmesinin sebebi bu. sanat bilgisiyle, ders almakla olacak şey değil işte. içinden gelen arzuyla ilgili bir şey bu. daha doğrusu bilmiyorum ama öyle olmalı gibime geliyor. resim yapmadan duramamak gibi. büyüleyici. ama bir o kadar da korkutucu. ressamların genelde sıkıntılı rahatsızlıklar geçirmesi bana normal gibi geliyor nedense bu yüzden...

neyse efendim birazcık da sevdiğim ressamlardan bahsedeyim. tabii ki bu en kıymetli iki ressamdan bahsedeceğim: monet ve van gogh. monet'nin water lilies serisini yeniden gördüm ya daha mutlu olamazdım. giverny'de gezdiğim evine yenidne gitmiş gibi oldum müzedeyken. daha önceki paris yazılarımda giverny izlenimlerimi paylaşmıştım. o yüzden uzun uzun anlatmayacağım. ama şu kadarını söyleyebilirim: giverny'deki o manzarayı görünce monet'nin empresyonist değil de realist olduğunu düşünüyor insan. öyle gerçek ki oradaki görüntüler, aynısı tabloya yansımış gibi. ah keşke tüm büyük resssamların mali sıkıntıları olmasaydı da hiç bir şeyi düşünmek zorunda kalmadan üretebilselerdi. ah keşke... bu açıdan monet'nin özgürlüğüne hem şükrediyorum hem de hasetle karşılıyorum. bir de tabii ki van gogh var. bazen soruyorum kendime, acaba bu dahinin gözlerinden görmek ister miydim dünyayı diye. bir yanım evet diyor ve o büyüleyici dünyayı kucaklamak istiyor, diğer yanım ise korkuyla başını sallayıp başka şeyler düşünmeye çalışıyor. işte bu arzu ve korku içerisinde van gogh'un eserlerinin olduğu yere girdiğimde bambaşka bir dünyaya gittim sanıyorum. kulaklarımda doctor who çınladı, bill nighy'nin sözleri gözlerimi doldurdu. roman, şiir, resim ve dahi fotoğrafta hüznü yansıtmak öyle kolay ki. zaten insanın içine yerleşen, sanki kalbinin üstüne oturan o hüzün, kalemi fırçayı deklanşörü dile getirir, bilir misiniz? ama karanlık günler yaşarken o hüznü dünyanın güzelliği resmetmek için kullanabilmek herkesin yapabileceği bir şey değildir. işte bu yüzden van gogh yirminci yüzyılın en iyi ressamıdır. sadece en iyi ressamı değil, aynı zamanda insanıdır da. canım benim. canım canım canım. daha güzel anlatılabilir mi van gogh? eğer biraz olsun bu adamın gözlerinden bakmak istiyorsanız dünyaya, mutlaka mutlaka doctor who'nun 'vincent and the doctor' bölümünü izleyin dostlar. Sezon 5 bölüm 10 oluyor kendisi. pişman olmayacaksınız.

neyse efendim musee d'orsay'dan çıktıktan sonra artık vaktimiz çok azalmıştı. bir hızla eyfel'in önüne gittik, turistik fotoğraflarımızı çektik. doğrusu ben büyük eyfel kulesi hayranı değilim. son gidişlerimde görmedim desem abartmış olmam. hani tabii yüksek yerlere çıkınca gördüm de bilhassa önüne gidip izlemedim diyeyim en iyisi. bilimum 'aman eyfel çok çirkin bu şehre yakışmıyor' muhabbetinden değil bu durum. eyfel'den çok daha güzel şeylerin olduğu bu şehirde kısıtlı zaman geçirirken eyfel'e zaman ayırmak biraz kayıp gibi geliyor bana.

efendim eyfel'den çıkınca rer'e binip otelimize doğru yola koyulduk. orly'e gitmek için shuttle ayarladıydık, bu şekilde uçağımızı yakaladık. gerçi alanda uzun süre beklemek zorunda kaldık çünkü yaklaşık bir buçuk saat rötar oldu. ama bir noktada pek üzülmedim. eksik yazılarımla ancak yetişebildik birbirimize. sonrasında ise cenevre'den trene biniş ve eve varış. insan bir yolculuktan evine varınca çok mutlu olur. ama paris dönüşleri bu mutluluk yerini biraz olsun burukluğa bırakıyor.

leon'a varamadım, seine kenarında yeterince görüşemedik. ama günlerimizi beraber de geçirsek her zaman dediğim gibi: 'till next time paris.

01 Temmuz 2014

[26 Haziran 2014, Paris.]

Ikinci gunku maceramiz disneyland'dan ibaret oldu. Kondisyonum inanilmazdi zannimca. Bizimkiler yorulurken ben hala hazirdim kesiflere. Anlatacak dev hikayeler yok tabii ama sunu soylemeliyim. Aerosmith rollercoaster'a yeniden binemedim cunku zaman yetmedi. Ama indiana jones'a bindim ve cok mutlu oldum. Thunder mountain ise yine cok keyifliydi, forografta sacim yuzume gelmeyeydi iyiydi. Yine de aldim tabii ki.

Ufak disneyland izlenimlerine gelirsek, dogrusu 50 yillik bir markanin en az o kadar yasli karakterlerden bu kadar cok para kazaniyor olmasi beni dehsete dusuruyor dogrusu. Cocukluk anilarimiz ve cocukluk kahramanlarimiz ne kadar da kiymetli... Insan gorup dusundukce tekrar tekrar farkina variyor. Bu arada tesis ile ilgili beni sinirlendiren sey ise hizmet baglaminda tesisin cok kotu olmasi. Tuvaletler filan hic de beklenildigi gibi iyi durumda degil. Ustelik favlri mekanim hakuna matata tadilat yuzunden kapaliydi. Hemen heryerde cok ama COK sira vardi. Coluk cocuk millet sefil durumda, yetiskinler aksama dogru nakavt, cocuklar zaten iki saat oncesinden baygin.

[eveeet zürih havalimanında dönüş öncesinde beklerken eksik yazılarımı tamamlama işine giriştiğimdir.]

disneyland'ın tesisinden bahsetmişken bir de gün sonunda saat gece 11'de yapılan dev şöleninden bahsetmeyi bir borç bilirim. Daha önce gittiğim 3 seferde saat 11'e doğru tüm disney prenses ve prensleri -daha doğrusu karakterler diyeyim çünkü beauty and the beast'teki beast en başlarda prens değil hihihi- resmi geçite katılıyor. işte o an bir yetişkin de olsanız gerçekten çocukluk kahramanlarınızı gördüğünüzde neşeyle dolup onların selamlarına gülümseyip el sallayarak cevap veriyorsunuz. daha sonrasında ise müthiş bir havaifişek gösterisi başlıyor. yaklaşık 30-40 dakika devam eden gösterinin en sonunda hani disney'in the meşhur şatosu var ya, o şatonun arkasında patlayan havaifişeklerin aynısını atıyorlar ve herkes rer'e doğru koşturmaya başlıyor evet. ama bu sefer öyle olmadı. resmi geçit yoktu. EPIC FAIL. onun yerine şato duvarlarına yansıtılan bir gösteri oldu. peter pan, tinkerbell, quasimodo filan çıkıp bizi mutlu etse de aklımda tüm o zaman boyunca tek bir soru vardı: DISNEY NEDEN PİNTİLİK YAPIYOR? gösteriyi sevdim çünkü bu çizgi karakterleri kim sevmez ki? ama sinir oldum sinir! o kaldırımlar insanla dolup taşıyordu, yer bulamayıp ayakta binbir macera ile izliyorduk biz o fişekleri ve resmi geçiti. tüm sokak boş kalmış. ortada bir grup insan oturarak bekledi, biz bankta yer bulduk, o kadarını söyleyeyim size! sinirlendiğimdir. disney reca edicem pintilik yapma. zaten gün boyu bok gibi para kırıyorsun sattığın her bir boktan yeminle.

efenim disneyland macerası güzeldi ama sonu benim alıştığımdan farklı olduğu için sinirlendim. güzel olsa da önceki güzelliği bilmek beni lanetledi desem yeridir. en son çıkış kısmı ise her zamanki maceralarım ile aynıydı. koşarak stratejik çıkış yapıp ilk rer'de oturacak yer bulmak. başardık. otelimize döndük.

uykuya geçtiğim anı hatırlamıyorum bile. öyle bir yorgunluk işte.