02 Temmuz 2014

[27 Haziran 2014, Paris - Cenevre.]

gelelim paris'teki son gün maceramızaaaa! bir önceki günün yorgunluğu filan derken güne geç bir başlangıç yaptık. kahvaltıydı, check out'tu derken otelden çıkışımız saat 12'yi buldu. derken ilk hedefimiz -biraz da benim ısrarımla- paris'te en sevdiğm yer olan musee d'orsay'a gittik. efendim burası benim en sevdiğim yer desem yalan olmaz. neden mi? bir kere çok huzurlu. eskiden tren garı olmasından mütevellit, ayrı ayrı peronlarını ayrı koridorlar yapmışlar. dolayısıyla kalabalık çok göze çarpmıyor. tabii tüm dünya müzenin içinde değilse. ikincisi ve bence bu da önemli bir kriter, giriş kuyruğu her ne kadar uzun görünse de son derece hızlı ilerliyor. üçüncüsü ve en önemlisi ev sahipliği yaptığı eserler. empresyonizmin başkenti bu müze a dostlar. öyle güzel ki her oda. itiraf etmem gerekirse yeterince vaktim varken uzun uzun heryeri geziniyorum. ama yeterince vakit yokken- bu sefer olduğu gibi- giriş kattaki sağ koridoru geziyorum, beşinci katı geziyorum ve ikinci katta van gogh'la buluşuyorum. bu sefer van gogh'un özel bir sergisi olduğundan sıfırıncı kata almışlar, kendimi ikinci kez orada buldum. van gogh'a gelmeden önce birazcık sergiden bahsedeyim. burası beni öyle mutlu ediyor ve her seferinde kendine hayran bırakıyor ki, tkerar tekrar gitmekten kendimi alıkoyamıyorum. bazı insanlar gerçekten yaratmak için doğuyor. bu müze bu gerçeği tekrar tekrar anımsatıyor bana. ben sadece bir katedral görürken, ressamın fırça darbesi görmesinin sebebi bu. sanat bilgisiyle, ders almakla olacak şey değil işte. içinden gelen arzuyla ilgili bir şey bu. daha doğrusu bilmiyorum ama öyle olmalı gibime geliyor. resim yapmadan duramamak gibi. büyüleyici. ama bir o kadar da korkutucu. ressamların genelde sıkıntılı rahatsızlıklar geçirmesi bana normal gibi geliyor nedense bu yüzden...

neyse efendim birazcık da sevdiğim ressamlardan bahsedeyim. tabii ki bu en kıymetli iki ressamdan bahsedeceğim: monet ve van gogh. monet'nin water lilies serisini yeniden gördüm ya daha mutlu olamazdım. giverny'de gezdiğim evine yenidne gitmiş gibi oldum müzedeyken. daha önceki paris yazılarımda giverny izlenimlerimi paylaşmıştım. o yüzden uzun uzun anlatmayacağım. ama şu kadarını söyleyebilirim: giverny'deki o manzarayı görünce monet'nin empresyonist değil de realist olduğunu düşünüyor insan. öyle gerçek ki oradaki görüntüler, aynısı tabloya yansımış gibi. ah keşke tüm büyük resssamların mali sıkıntıları olmasaydı da hiç bir şeyi düşünmek zorunda kalmadan üretebilselerdi. ah keşke... bu açıdan monet'nin özgürlüğüne hem şükrediyorum hem de hasetle karşılıyorum. bir de tabii ki van gogh var. bazen soruyorum kendime, acaba bu dahinin gözlerinden görmek ister miydim dünyayı diye. bir yanım evet diyor ve o büyüleyici dünyayı kucaklamak istiyor, diğer yanım ise korkuyla başını sallayıp başka şeyler düşünmeye çalışıyor. işte bu arzu ve korku içerisinde van gogh'un eserlerinin olduğu yere girdiğimde bambaşka bir dünyaya gittim sanıyorum. kulaklarımda doctor who çınladı, bill nighy'nin sözleri gözlerimi doldurdu. roman, şiir, resim ve dahi fotoğrafta hüznü yansıtmak öyle kolay ki. zaten insanın içine yerleşen, sanki kalbinin üstüne oturan o hüzün, kalemi fırçayı deklanşörü dile getirir, bilir misiniz? ama karanlık günler yaşarken o hüznü dünyanın güzelliği resmetmek için kullanabilmek herkesin yapabileceği bir şey değildir. işte bu yüzden van gogh yirminci yüzyılın en iyi ressamıdır. sadece en iyi ressamı değil, aynı zamanda insanıdır da. canım benim. canım canım canım. daha güzel anlatılabilir mi van gogh? eğer biraz olsun bu adamın gözlerinden bakmak istiyorsanız dünyaya, mutlaka mutlaka doctor who'nun 'vincent and the doctor' bölümünü izleyin dostlar. Sezon 5 bölüm 10 oluyor kendisi. pişman olmayacaksınız.

neyse efendim musee d'orsay'dan çıktıktan sonra artık vaktimiz çok azalmıştı. bir hızla eyfel'in önüne gittik, turistik fotoğraflarımızı çektik. doğrusu ben büyük eyfel kulesi hayranı değilim. son gidişlerimde görmedim desem abartmış olmam. hani tabii yüksek yerlere çıkınca gördüm de bilhassa önüne gidip izlemedim diyeyim en iyisi. bilimum 'aman eyfel çok çirkin bu şehre yakışmıyor' muhabbetinden değil bu durum. eyfel'den çok daha güzel şeylerin olduğu bu şehirde kısıtlı zaman geçirirken eyfel'e zaman ayırmak biraz kayıp gibi geliyor bana.

efendim eyfel'den çıkınca rer'e binip otelimize doğru yola koyulduk. orly'e gitmek için shuttle ayarladıydık, bu şekilde uçağımızı yakaladık. gerçi alanda uzun süre beklemek zorunda kaldık çünkü yaklaşık bir buçuk saat rötar oldu. ama bir noktada pek üzülmedim. eksik yazılarımla ancak yetişebildik birbirimize. sonrasında ise cenevre'den trene biniş ve eve varış. insan bir yolculuktan evine varınca çok mutlu olur. ama paris dönüşleri bu mutluluk yerini biraz olsun burukluğa bırakıyor.

leon'a varamadım, seine kenarında yeterince görüşemedik. ama günlerimizi beraber de geçirsek her zaman dediğim gibi: 'till next time paris.