22 Mayıs 2015

[19 Mayıs 2015, Atina-İstanbul.]

sabah kahvaltısının ardından eşyalarımı toplamaya koyuldum, malum, bugün geri dönüş günü. normalde çok sevdiğim şehirlerden döneceğim gün içim büyük bir hüzünle dolar. ama atina'dan dönüş saati yaklaştığında buraya gerçekten geri döneceğimi hissettiğimden hiç hüzünle dolmadı içim. çok garip.

havaalanına geçtiğimde artık yorgunluğun etkisi değil de, yanıkların etkisi tepeme çıkmıştı sayın seyirciler. benim çok daha uzun süreceğini düşündüğüm 45 dakikalık bir uçuştan sonra istanbul'a vardı uçak. pasaporttan geçiş filan oldukça kısa sürdü, havanın çok güzel olmasına rağmen trafik yoktu ve herşeyin benim şansıma olduğu bu günde evime vardım. grek eşyalarımı valizden çıkarırken, bir sonraki seyahat rotamı adalara çevirip tarih planları yapmaya başladım.

[18 Mayıs 2015, Atina.]

Bugün belki pire limanından yakın olan adalara giderim diye düşünüyordum ama denize kavuştuğumda eşyalarımın hali ne olur endişesiyle hiç bu maceralara girmeden, otelin yolunun karşısındaki kumsalın yolunu tuttum. an itibariyle güneş yanığı kırmızılarım düzeldi, 300 ml arko nem şeftali mango, bir şişe bepanthol krem, bir şişe bepanthol hassas cilti bıdı bıdı kremi sonrasında kendime geldim. ama yine de kumsalda geçirdiğim saatlerden pişman değilim.

su berrak, dibi görünüyor.

şnorkelle incelemek, dibe kadar inmek, deniz kızı olmak, uçup gitmek, dalıp kaybolmak istiyorsunuz.

öyle güzel ki.

öyle huzurlu ki.

sadece suyun içerisinde asılı kalıp suyun berraklığını, dipteki kayaları, ellerinizin arasından geçen balık sürülerini izlemek istiyorsunuz.

suyun soğuğu teninizi üşütüyor, ama içiniz ısınıyor bu sulara. çıkmak istemiyorsunuz, daha çıkarken kumlara batarken aklınızdan tek düşünce geçiyor: bu deniz öyle güzel ki, çıkmak isteyenleri bile kumuna batırıyor. hey gidi.

ama gel gör ki, akşam dört buçuk sularında sudan çıkmak durumunda kaldım: üşüdüm yahu! ve bu hızla ilk tur kremlerimi sürerek yemek yemeye monastraki'ye doğru yöneldim. yemek sonrasında monastraki sokaklarında biraz daha yürüyüp hediyelik alışverişlerimi (bu arada çok güzel küpeler satıyorlar, meraklıysanız benim gibi, delireceksiniz) yaptım ve bir de kokteyl çıkarmam oldu. rock and balls'da 2red'lerin keyfine vardım. gerçekten de her zaman söylediğim gibi atina'lılar yaşamayı, eğlenmeyi biliyorlar. ne güzeldi ortam. ingilizce menü olmasa bile tek tek tercüme etmeye gönüllü garson, yan masadan tavsiyeler veren gençlik, koyulaşan sohbetler ve aslında tüm bu gürültü içerisinde hissedilen derin huzur.

otele dönüşte can acısı ve bir kutu krem. ama hiç pişmanlık duymadan. canımsın atina.

[17 Mayıs 2015, Atina.]

Efendim bugun pazar, gunume monastraki'de basladim. Basladigim en guzel gunlerden biri oldu, bu kadarini soyliyim. Burasi bit pazari alani. Ama oyle bir alan ki eski oyuncaklardan calisma masalarina, juke box'lardan vazolara, dikis makinalarindan avizelere, akordiyonlardan [bu noktadan sonra istanbul'dan devam ediyorum a dostlar] teleskoplara herşey herşey herşey var. bir yanda evinizi buradan aldığınız eşyalarla doldurmak istiyorsunuz, bir yandan da sadece izlemek ve gördüklerinizi hafızanıza kazımak istiyorsunuz. öyle güzel ki... başkalarının eşyalarının anıları, sizin çocukluk oyuncaklarınıza karışıyor. eski plakların cızırtıları, kasetçalarlar, kuş kafesleri, karpuz lambalar, vestiyerler... kayboluyorsunuz, bulunmak istemiyorsunuz.

burası öyle bir yer ki, öğlene kadar yaşamını sürdürüyor, öğleden sonra ortadan kayboluyor. inen kepenklerin ardında nasıl büyülü ortamlar içerdiğini, içerebildiğini aklınız almaz, belki de o meydana girmek bile istemezsiniz grafitti'lerle dolu ürkütücülüğünün içerisinde. ama gündüz vakti öyle güzeldi ki, herkes bir kere yaşamalı bu çılgın pazar deneyimini.

monastraki'de zamanın nasıl geçtiğini fark etmediğim saatlerin ardından, görmediğim bir kaç noktayı daha gezmeye devam ettim hop-on otobüscüğümle. efenim öncelikle temple of zeus. yauv adamlar yapmış diyorum başka birşey demiyorum! ben 21. yüzyıl gözlükleriyle bile fani hissettim, o zamanki adamlar kimbilir nasıl çılgın hissetmişlerdir? insanın gözü almıyor, ruhu sığmıyor, ne kadar güzel bir yerdir burası! corinthian sütunlara bakıyorsunuz, anlamaya çalışıyorsunuz ve garip bir şekilde ilahi bir dinginliğe, insani bir övgüye bırakıveriyosunuz kendiniz, harika bir yer.

sonrasında temple of hephaestus'a gittim. burası cidden aslı gibi kalmış, hiç bozulmamış hissi uyandırıyor insanda. özelikle de parthenon'la karşılaştırdığınızda. burası da ağaçların arasından dünyaya bakan bir göz. köşeyi dönüyorsunuz ve kadrajın almadığı güzellikle, müthiş bir simetride, dokunulmamış bir düzende sizi bekliyor. belki de bazı insanlar için yıllar öncesinden günümüze kalmış, büyük bir çoğunluğu harabe olan binalar birşey ifade etmiyor. ama benim için tarihin anıları olmasının yanı sıra, insanoğlunun ne kadar da yükseldiğinin, ilahi bir tanrı anlayışına saygının yanı sıra onları idealleştirmeden içselleştirebildikleri bir dönemin sembolü. dünyanın göz bebeği bir şehirde, zihnin, kalbin, bilimin özü. en güzel göstergesi.

neyse efendim, buradan çıkınca bir de Numismatic Museum'a gittim. anam burası adından da anlaşılacağı üzere para dolu! hey gidi ticaret sen nelere kadirsin! heryerden, her dönemden, her kraldan, her hükümdardan, her taştan, her metalden paralar var burada. insan hayretle izliyor. ben tabii çok daha hızlı geçtim ama insanlar -özellikle de meraklıları- saatlerini burada geçiriyor. üstelik sadece paraları görmekle kalmıyorsunuz, nasıl restore edildiklerini de görebiliyorsunuz özel bilgisayarlardaki anlatımlardan. en nihayetinde bir avuç çamurun içinden çıkan ve metal paradan başka herşeye benzeyen parçalar üzerinde el emeği göz nuruyla yaptıkları bu restorasyondan etkilenmemek mümkün değil. insanoğlunun uğraşları ne de garip... kendini adadığı şeylere olan sadakati beni her zaman şaşırtıyor, iyi ki dedirtiyor.

efenim buraları da gezdikten sonra yeniden yemeğe oturdum ve yine sardalyaları uzoyla küplettim. yemekten kalkmak üzereyken tatlı ikramı (bildiğin revani yahu) beni mest etti. hey gidi yılların kavgaları, kapışmaları, sorunları. bu kadar aynı insan, yemek, kültür içerisinde nasıl barınabilmiş, kimler neden bitmesini istememiş doğrusu anlamak mümkün değil.

efenim akşama doğru geç vakit yediğim yemeğin üstüne çok basit birşeyler yanıma alıp otel bölgesine kadar döndüm. odaya üstümdeki eşyaları bıraktım ve kendimi kumsalda taşların üstüne attım. evet, kumsalda kum yok, ufak taşlar var burada dostlar. gün batıp da hava kararıncaya kadar o dinginlik ve dalga sesleri eşliğinde geç akşam yemeğimi yedim, dizlerime kadar suya girdim ve bekle beni ege, yarın kavuşuyoruz diye gülümseyerek odama döndüm.

bundan sonra tarzım la vie grec. ya da bir başka deyişle ve translate'in yalancısı olarak: Έλληνες ζωή

[16 Mayıs 2015, İstanbul-Atina.]

Bir baska gezi gunlugunde daha beraberiz a dostlar. Bu sefer medeniyetin besigi oldugunu dusundugum atina yollarindayim.

Oncelikle maceranin basindan alayim hikayeyi. Atinaya oldum olasi gelmek istemisimdir, sanat tarihi dersimin bas taci bu sehir beni her zaman cezbetmistir. Efendim buraya gelmek icin malum, vizeye basvurmak gerekiyor. Ben 30 nisan'da belgelerini verdim bi acentaya, 8 mayis'a randevu alabildim. 15 mayis oglen saat 2'de vizem cikti ve 16 mayis cumartesi gunu yollara dustum. Tam bes is gunu suruyor vizenin cikmasi, siz siz olun son iki haftaya birakmayin, telase olmasin.

Gelelim 16 mayis sabahina. Saat 10.45 ucagi icin sekiz havatasi ile kendimi alana attim. Dusunulen ve abartilan bir kalabalik yoktu alanda. Pasaport ucak derken kendimi atina'da buluverdim. Ben ki pek cam kenari sevmem ucaktan erkenden ayaklanip cikmak icin, ama bu pencere kenari yolculugu harikaydi. Ucaktan inince X96 ekspres treniyle yola koyuldum. Otelim alimos bolgesindeydi. 1 saat kadar surdu otobus, alan cok uzak gencler. Bir de yol boyu duraklarin adi filan yazmiyor otobus icerisinde, takip etmek cok zor. Pek turist yanlisi degil, haberiniz olsun. Neyse efenim alimos duraginda kendimi disari attim, hemen oradaki bir otele girip yardim istedim nasil otelime gidebilirim diye. Ay yasli amca sen git harita fotokopileri cek getir. Nasil da yardimsever bu insanlar! Yuruye yuruye otelime vardim isin ozu.

Otele vardigimda ilk girdigim odayi hic begenmedim ne yalan soyleyeyim, karanlik, ufak bir penceresi var o da bir binanin catisina bakiyordu. Ama double bed istedigim icin telefon actim, beni deniz manzarali bir odaya aldilar. Banyosu biraz kucuk, ama olsun, ben pek mesudum. Aksam sex and the city tekrarini yayinlayan kanali bile vardi televizyonumun. Efenim uzun lafin kisasi, otele girdim esyalarimi biraktim ve yollara dustum. Otelin onunde bir kumsal var, hemen arkasinda da sehir merkezine giden bir tramvay hatti. 40 dakka surecek demislerdi ama yine de bindim, greek experience'in kollarina attim kendimi. Yorucu bir yolculuktan sonra geldim syntagma'ya. Burasi sehrin merkezi oluyor aslinda. Tam da indigim noktaya yakin yerde su ustu acik tur otobusleri vardi, canimi ativerdim icine. Baya gezdik gezdik, nerelere gitmeli notlarimi aldim ve monastrakide indim. Tanrim burasi ne kadar guzel bir yer. Yemek yerleri, ufak tefek enteresan esyalar satan modern dukkanlari bir yana, burasi bit pazari ile meshur. Oyle bir yer ki her koseden karsiniza bir antika cikiveriyor insani gecmisine, cocukluguna goturuyor. Burada oglen yemegimi yedim ve oyle dolasmaya basladim. Sayin seyirciler boyle bir sey olamaz. Oglen yemekte kebap vardi yahu! Yemeklerimiz o kadar benziyor ki akliniz alabilemez. Kafelerde tavla oynayan amcalar var, sokaklarda cerez satan bey abiler var. Bunlari gecip yuruye yuruye kendimi acropolis'in dibinde, new agora'ya girisin onunde buldum. Gelsin klasisizm, gelsin lise yillari. Aman allahim yururken canim cikmasi bir yana, acropolis'e ulastigimda bir an orada olduguma inanamadim. Boyle guzel bir sey olabilir mi? Bir sehir dusunun ki yollarda cukurlar var, ustu tenteyle ortulu. O cukurlar meger cikan tarihi eserler icin acik hava muzesi! Parthenon'un onundeki o klasik seklini bozan vinc bile canimi sikmadi. Tum manzara, hersey oyle ruhani bir hisse sebebiyet veriyor ki... Ayni anda faniliginizi ve aslinda insanliginizin yuceligini hissediyor, kabiniza sigamiyorsunuz. Bu arada dikkatimi ceken bir baska husus da supervision. Nasil bir supervision? Tarihi alanlarda mutlaka mutlaka mutlaka her noktada gorevlileri var. sadece bilet kontrol yerlerinde degil, heryerdeler. Gercekten ortama zarar vermek isteseniz o an mudahale edilecegini hissediyorsunuz. Tabii ki bu durum bu eserleri merak ettiginden atlayip gelen ben ve benim gibiler icin inanilmaz sevindirici. Dogrusu tarihine bu kadar sahip cikan bir toplum gormedim. Gerci dogruya dogru, ekonomik zorluklarin yaninda turizm bu ulkenin can damari. Yapmak zorundalar ama gercekten de cok ciddiye aliyorlar. Bravo.

Tum bu guzelliklerden sonra asagi indigimde artik bisiyler yeme vakti geldiginden bir yere oturup uzo esliginde sardalyalari guplettim. Yemek mekanina varincaya kadar uzuuuuun bir yol yurudum ki aslinda burasi atina'nin en uzun promenade yoluymus. O yorgunlukla yuru yuru bitmemesi bir yana, oyle civil civil ki! Bu insanlar hakkaten yasamayi biliyor, herkes sokaklarda etrafindaki guzelliklerin keyfini cikariyor. Guluyor, egleniyor, yardim istediginizde kosarak geliyor, kendini paraliyor.

Efenim ilk gunun sonunda kendimi monastraki'den otele taksiyle atttim -mersin tarsus arasi gibi sanki bu iki mekanin arasi. Bence taksi de cok ucuz, 10 euro tutarinda. Euro'dan haberin yok dediginizi duyar gibiyim ama bence euro pahali degil, turk lirasi degersiz. Gozun kor olsun ey ekonomik dunya.

Simdi ilk gunun sonuna gelmeden atina'ya ilk bakistaki izlenimlerimi de aktarayim. Sehir tam bir yazlik kenti. Ama boyle dedigime bakmayin, baya buyuk bir sehir ve ustelik oyle yuruyerek gezeyim heryerleri bitireyim gibi bir kafaya girmek mumkun degil. Binalari hep 5-6 katli (ozellikle otelimin bulundugu alimos), her bir dairenin koccaman balkonu var. Inanilmaz bir balkon kulturu var evet! Insanlar aksam saatlerinde kendilerini disari atip disarda yenek yiyorlar. Hem haftaici hem de hafta sonu bu arada. Pur nese kahkaha, sohbet muhabbet, dogrusu atinalilar yasamayi biliyor! Sehirde gordugum kadariyla bir trafik sorunu yok. Ama ozellikle is cikisi saatleri ile haftasonu kumsal donusu saatleri yogunluk olabilecegi izlenimi almadim degil. Insanlar accayip sicak kanli, ingilizce bilmese bile yardimina kosuyor ve kendilerini paraliyorlar. Ozellikle turistik esya alirken pazarlik yapmanizi ve ornegin bir meydandan alisveris yapiyorsaniz, yan sokaklardaki dukkanlara yonelmenizi tavsiye ediyorum, fiyatlar baya fark edebiliyor. Ozellikle de taksilere dikkat etmekte fayda var. Ben ilk taksiye binmeden otele ortalama ne kadar tutar gibilerinden bir danismistim. Sonrasinda gidis donuslerimi taksiyle ayarladim. Ama ozellikle siraselvilerin onundeki taksi kuyrugu gibi bekleywn taksiciler geceleri yirmi tutuyo haberin olsun tadinda yorumlar yapabiliyorlar. How about no bebeyim diyerek uzaklasin, yutmayin bunlari a dostlar.

Gelelim sicak diye bahsettigim insanlarina. Kayboldum deyince harita fotokopileriyoe geliyorlar. Esya tasimak icin poset istiyorsunuz dondurmacidan, bendekiler ise yaramaz deyip kosa kosa gidip buyuk boy poset bulup getiriyor. Aldiginiz takilar hakkinda pazarlik yapmak istiyorsunuz, pazarlik yapmak yerine hediye vermeyi tercih ediyorum deyip yuzuk hediye ediveriyorlar. Yemekten kalkarken tatli olmadan olmaz deyip tatliyla cikageliyorlar. Kumsaldan yanmis donuyorsunuz, yogurt var isterseniz diye endiseli gozlerle inceliyorlar, kolunuzdan tutup eczaneye gidelim bisiy alalim sana diyorlar. Inanilmazlar. Gercekten inanilmazlar. Hayran oldum bu insanlara. Gelin gorun tanisin derim.

21 Mayıs 2015

[Kim Korkar Hain Kurttan?]

kim korkar hain kurt'tan uzun süredir bahsetmek istiyorum, kısmet bugüneymiş sayın seyirciler.

Kadroda Zerrin Tekindor, Tardu Flordun, Şükrü Özyıldız ve Nilperi Şahinkaya bulunuyor. şükrü ve nilperi hakkında uzun uzun yorum yapmaya gerek yok bence. çünkü birisi hoş adam rolünü, diğeri ise fikirsiz sarhoş eş rolünü oynuyor. gülüyorsunuz, eğleniyorsunuz ve özellikle şükrü'nün zerrin'le uyumunu hayretle izliyorsunuz. ama bunun dışında bence dev bir olayları yok. bir de tabii nilperi güzel birisi, kendisinin kaşı gözü bir tarafa kaymış, makyajı akmış şekilde oyunu oynuyor olması özgüvenini de tebrik ediyorum.

tardu flordun ise oyunun lokomotiflerinden biri. onu dizilerde filmler izlerken hiç öyle derin, depresif, öfkeli bir halde olabileceğini tahmin edemiyorsunuz. zaten oyuna kendisinin seçilmiş olmasında en çarpıcı özellik bu. fırsat buldukça oyunları takip etmeye çalışan bir seyirci olarak söyleyebilirim ki, ben kendisini tiyatroda hiç görmemiştim. ama görünce, iyi ki gördüm diyorum.

gelelim zerrin tekindor'a... zerrin tekindor, tek başına tüm oyunu monolog halinde oynasa yine izlenecek bir kadın. öyle bir büyüsü var ki, insanı sürükleyip götürüyor. tek başına monolog halinde oynasa, yine de izlerim bu oyunu diyorsunuz. öyle harika ki sahnede. onu izlerken içimde ufak bir haset duyuyorum. çünkü iliklerinize kadar şunu hissediyorsunuz: bu kadın tiyatro için doğmuş. öyle bariz bir gerçek ki bu durum. ben ne için doğdum acaba diye soruyor insan kendine. bu sorunun cevabını bildiğini düşündüğüm insanları içten içe kıskanıyorum yahu. sen hep sahnede ol zerrin tekindor, hep orada ol ve ışılda. uykularımızı kaçır, sesin kulaklarımızdan gitmesin ve oyunlarının her sahnesi zihnimize kazınsın.

bu arada dikkat ettiyseniz oyundan spoiler vermedim, ama şunu söylemeden edemeyeceğim oyun hakkında: çok şükür biz bu oyunu ingilizce dersinde neyin okumadık. yoksa bin beş yüz analiz, essay, yok efenim yorum, quote valla çilesi hiç bitmezdi. pek mesudum, pek mesudum.

herkesin emeğine, yüreğine sağlık. izleyin izlettirin efenim.

[İki Kişilik Yaz.]

uzun uzun anlatmak istediğim, ama bir yandan da hiç bir şey anlatmayıp, satırlarca izleyinizleyinizleyin demek istediğim bir oyun hakkında yazmaya geldi sıra.

iki kişilik yaz, dot'un maçka gmall'da oynadığı iki kişilik oyun. tuğrul tülek ve gizem erdem oynuyor, helena ve bob'un hikayelerini anlatıyorlar.

oyun içerisinde bin bir duyguyu hissediyorsunuz. bir an kahkahalarla gülüyorsunuz mesela, bir diğer anda ise sessizliğin içerisinde kendi içinizdeki sessizliği duyuyor, yutkunuyor, yutkunamıyorsunuz. öyle güzel ki.

oyunu müzikal olarak nitelendirmek biraz abartmak olur zannımca. ama oyun boyunca oyuncular hem şarkı söylüyor, hem de gitar çalıyorlar. hatta öyle ki, tuğrul tülek gitar çalmayı bu oyun için öğrenmiş!

gizem erdem küçük yeğeniyle sizi bir yandan gülmekten kırıp geçiriyor, bir yandan da kendi hayatınızı, hatta mesleğinizi sorgulamanıza sebep oluyor. hayattan ne istiyoruz? hayattan. ne. istiyoruz. mu?

biz bu oyuna gitmeden iki gün önce tuğrul tülek afife jale ödülünü aldı. doğrusu oyunda kendisini izleyince neden olduğunu anlıyorsunuz. büründüğü karakterler ve hatta kendisi (özellikle spoiler vermediğim ve kırıp geçiren sahnede ne demek istediğimi anlayacaksınız) ordan oraya havada uçuşurken bob'a sarılmak istiyorsunuz. zihninizdeki tüm önyargılar, tüm önceden belirlenmiş kodlar yok oluveriyor.

feribot düdüklerini duyuyorsunuz. sonra fark ediyorsunuz ki siz o feribot düdüklerini duymayalı çok olmuş. iç geçiriyorsunuz ama bir yandan da umutlu doluyorsunuz. kimbilir...

oyuncuların harika performansı dışında bir de özellikle fiziksel kondisyonlarından bahsetmek lazım. öyle büyük bir kontrol içindeler ki. tap dance vari sekansta izlerken sizin soluğunuz kesiliyor, onlar cümleye kaldıkları yerden devam ediyorlar. şaşkınlığın böylesi az yaşanır.

bir de ufak bir dipnot: oyun bittiğinde oyuncular ve yönetmenin katıldığı bir oturum oldu. bomonti'ler geldi, herkes şişesini açtı ve sonrasında son derece samimi bir sohbet başladı. o anlarda karakterlerin size geçirdiği enerjinin aslında oyuncular ve hatta yönetmen arasındaki enerji olduğunu hissettim. öyle güzel bir ekip olmuşlar ki! gidin ve görün a dostlar. izleyin ve izlettirin.

13 Mayıs 2015

[Personel.]

aslında bu satırları yazmaya oyundan çıktıktan 10 dakika sonra oturduğum dolmuş koltuğuna kendimi attığımda başlayacaktım. ama oturduğum an hala elim ayağım titrediği için yazmaya yüreğim yetmedi. an itibariyle eve geldim, sıkıntı streslerimi bir nebze olsun geride bıraktım ve yazmaya koyuldum.

efendim size bahsetmek istediğim oyun personel. kraft tiyatro'nun oyunu, kadıköy'de sahneleniyor ve açıkçası ulaşımı çok kolay. evet, ben avrupa yakasında oturuyorum. oyunda aslı enver ve dolunay soysert oynuyor. şimdi oyun hakkında aklımdan akıp gidenleri yazmaya başlamadan önce heeerşeyin en öncesine gidiyorum sayın seyirciler.

dolunay soysert'le tanışmamız teeeeee çılgın bediş'e gider bizim. aslında o beni tanımıyor, ben de onu tanımıyorum, velhasıl tanışmıyoruz ama ama ben mihrace'yi dizide göremeyip kardeşime sorduğum zaman aslında dolunay soysert'le tanışmıştık. sadece yüz yüze görüşmemiştik. o zamandan beri ilk gördüğümüz yerde aaa mihrace demiştik, sonraki her rolünde büründüğü bir önceki karakterle andık onu. çocukluktan ilk gençlik ve yavaş yavaş erişkinliğe giden zaman yolculuğunda yollarımız kesişti kendisiyle. ama omuz omuza ile, ama çatıda arkadaşını ikna etmeye çalışan leyla'yken, ama bembeyazlığın ortasında zübeyde hanım'ın bakışlarında. dolayısıyla tiyatro sahnesinde kendisini izlemek ayrı bir yürek çarpıntısı, bambaşka bir heyecandı doğrusu.

aslı enver'le tanışmamızın hikayesi ise daha da bir garip. aslında biz onunla, birbirimizle tanışmadan da önce tanıştık. birbirimizi tanımıyorduk ama ben onu ortaokul yıllarında dawson's creek'in jennifer'ı ile tanıdım desem yalan olmaz. dizi sonuna geldiğinde dövünerek ağladığım o geceyi hiç unutmam, ne kadar da içim parçalanmıştı. işte efenim, kavak yelleri başladığında sevgili jen'i oynayan mine'yi daha tanımadan seviyorduk biz dawson's creek ekibi. günler, haftalar, bölümler, sezonlar geçti, ölümler, dirilişler oldu, bir dizi yerini diğerine bırakırken, suskunlar'ın ecevit'inin yanında parkta oturup kalan ahu için yıllar sonra dövündük yahu, bu kız bir dizide de mutlu olamayacak mıydı? yine de olsun varsındı, hicran sona erse de, bir başka diziyle yine de elbet yeniden tanışırdık aslı'yla. işte tüm bu maceralı so called tanışma faslında ötürü onu tiyatro sahnesinde görmek bambaşka bir heyecan oldu benim için, ayrı bir yürek çarpıntısı.

bu uzuuunca girişten sonra gelelim oyuna. öncelikle içiniz rahat olsun, spoiler vermeyeceğim. izlenip görülmesi, her anı tüm dehşeti komedisi ve hüznüyle yaşanması gereken bir oyun, izleyin görün. ama bende uyandırdığı düşünceler zincirini yazmazsam bu akşam uyuyamayacağım, orası kesin.

yukarıda da bahsettiğim gibi, oyun iki kişilik. hemen herşey ikiye bölünmüş vaziyette. sahne masayla bölünmüş, seyirci aradaki cubicle'lar ile bölünmüş, -first name basis yorumum affola ama bu şekilde devam etmek daha kolay olacak- aslı, kapıyla dolunay'dan ayrılmış, sarı ışıklar mavi ışıklardan, kumsal resimleri ofisin içinden ayrılmış. yani müthiş bir simetri duygusu sizi sarıp sarmalıyor. ama bence oyunun bu kadar çarpıcı olmasının sebebi, siz bilmeseniz de, farketmeseniz de oyunun üç kişilik olması. bir yandan aslı'yı izliyor, daralıyor, utanıyor, sıkılıyor, bunalıyor, üzüntü ve öfke nöbetleri geçiriyorsunuz, bir yandan dolunay'ı izleyip birşeyleri parçalama hissiyle, kalkıp bir tokat savuruverme tutkusuyla, kahkaha atma dürtüsü ve -içten içe- bu kadar kontrollü bir karaktere hayran olma suçluluğuyla kavruluyorsunuz. --ve sıkışıp kaldığınız bu iki kutup arasında bir de siz varsınız. siz. seyircinin ta kendisi. odanın ortasındaki uzansa karakterlere dokunuverecek kişi. siz. gerçek dünyanın parçası, sanki gerçek dünyanın önünüzde cereyan etmesine tanıksınız. siz. üçüncü şahıs. kalkıp gitmek istiyorsunuz. ara vermek istiyorsunuz. istifa et bacıııım diye bağırmak, bu kadar da olmaz ay bana bir şeyler oluyor diye fenalaşmak geçiyor içinizden. merak duygunuz ise en ağır basanlardan, öylece oturup heyecanla bekliyorsunuz. takvim yapraklarından kaç tane kaldı acaba diye bakıp kestirmeye çalışırken buluyorsunuz kendinizi. şahsım adına konuşmam gerekirse, kulaklarım uğuldadı, dizlerimin bağı çözüldü, boğazım kurudu, ellerim titredi. hani bir önceki yazıda bahsetmiştim ya, uzaktaki koltuktan izlemek gibi değil bu, yere düşen gözyaşı damlasını gördüğünüz bir mesafede, tepkisiz kalamıyorsunuz. beyaz zeminde, kucakta gelen ve ne olduğunu söylemeyeceğim, dolabın en aşağı rafına kaldırılan beyaz şeyin üzerindeki aslı'nın elinden bulaşan göz kalemi izlerini görüyorsunuz. yan koltukta yutkunan kişilerin sesini duyuyorsunuz. boynumdaki şalı fıydırıp atmak istedim mesela, ama o kadar yoğun bir anda en ufak bir ses çıkarırım da dikkatleri dağılır gibilerinden korktum. oysa insanlar istem dışı yok artık, pes, of, aman allah tadında yorumlar yaparken sanki arada bir cam daha var gibi hissettim. öyle bir bürünmenin dağılacağına hiç inanmadım da, işte diyorum ya, konuk olduğum odayı rahatsız etmek istemedim. öyle bir ruh hali. öyle bir soluksuzluk.

bir başka çarpıcı not: hani derler ya, zamanın nasıl geçtiğini anlamadım diye. efendim bu oyunda durum tam tersi. başlarda değil, ama ortalar ve özellikle sonlara doğru gözüm sürekli saatteydi. bitsin de gidelim gibi değil bu arada, yanlış anlaşılmasın. daha nasıl bir bomba bizi bekliyor dermişçesine. 10 dakika var: o zaman belki bir ağlama krizi daha olmaz, belki kulaklarımın uğultusu diner. 25 dakika var: aman tanrım, gerçekten o alt raftaki şey gelecek olamaz öyle değil mi? 45 dakika var: ay bu iş -çok afedersiniz- boka saracak, diren aslı. ama bir yandan da yapma be dolunay. ama bir yandan da valla bravo dolunay.

sürekli bir ikiye bölünmüşlük var demiştim ya, bir de tabii şöyle hissettiriyor bu durum kendini:

mesela ben çocukken power rangers vardı, anımsar mısınız? işte power rangers üzerinden anlatayım ben bu hissi size. efendim power rangers'ta benim en sevdiğim ranger pembe ranger'dı. tabi 90'lı yıllarda bu cümleyi kurmayan bir küçük kız çocuğu yoktu, o ayrı mesele. işte efenim bu pembe ranger'ımız kimberly diye bir karakterdi. kendisini pek severdik, diyorum ya, 90'lı yıllar pembe ranger hayranı kız çocuklarının yılıydı. gün oldu devran döndü, kimberly'i oynayan oyuncu diziden çıkmaya karar verdi. -bu arada ben bunları yıllar sonra öğrendim. o zaman bu bilgilere nerde ulaşıcaz a dostlar- neyse, diziden çıkmak istediğini söyleyince, bir sezona yayarak bir hikaye yazdılar. velhasıl, bir başka karakter pembe ranger'ın yerini aldı. bu karakter büyü etkisi altında kötü bir karakterken sonra yine iyi oldu filan filan. işte katherine'in pembe ranger olduğu gün 90'lı yılların kara bir günüdür. çünkü ben ve pembe ranger'cı arkadaşlarım nefret etmişti katherine'den. bu nefret, katherine'i oynayan kızcağzın ismini jenerikten öğrenip, kendisinden nefret etmeye de dönüşüvermişti inanır mısınız? işte demek istediğim, anlatmak istediğim his tam da bu. çocukluktan bağımsız olarak, artık karakter ve oyuncuyu ayırt edebildiğim günlerine geldim hayatımda. ne mutlu, ne güzel bir dönemdir bu allahım. hem oyunu, hem oyuncuyu, hem de karakteri kucaklayabildiğin bu hayat evresinin adı özel bir şey olmalı, yetişkinlik ile birlikte kaynamamalı, o derece. öyle güzel bir zen hali ki, anlatmak ne mümkün.

işte bu his yüzünden  bir yandan müdüre bıçak bileyip, bir yandan dolunay'ı hayranlıkla izlerken buldum kendimi. bitmesin dedim, aslı masaya vurduğunda ben yerimden sıçradığımda kılı bile kıpırdamayan müdür/dolunay'a sarılıp onu kucaklayasım geldi. bir yandan emma'yı kolundan tutup o odadan çekip çıkarmak istedim mesela, basmak istedim  o ofisi, o sayfaları tutuşturup yakmak istedim, bir yandan da emma'nın acı dolu anlarında hayranlıkla izliyordum aslı'yı. "daha çok istiyorum bu dev sahnelerden." ama aynı anda istemiyorum artık, ne olur kapıyı çarpıp çık emma, boğazına sarıl, silah çek, vur kır parçala. ama bir yandan da ben, izleyici, konuk, nefes almak istiyorum ve aynı esnada nefes almak dahi istemiyorum.

kendi heyecanında boğulmak. ne güzel bir keyiftir yarabbim?

şimdi oyun hakkında son sözlerim: bu noktaya kadar hala mesajı iletemediysem affola, ne olur gidin görün izleyin. ama hazırlıklı olun uykunuzun kaçmasına. hazırlıklı olun o soluksuz kriz haline. gözünüz saatte geçirdiğiniz en güzel 70 dakika olsun bu oyun. ve herşey bir yana insanoğlunu takdir edin. neden mi?

efendim benim oyunculuk hakkında hiç bir fikrim yok. söz gelimi ilk okul piyeslerinde sırtını seyirciye dönme dediklerini bilir hatırlarım bir tek, onun dışında ne bir eğitimim var, ne de bir deneyimim. belkim vardır bir açıklaması, tekniği bişiysi ama en nihayetinde bu da bir meslek diye kendimi ikna etmeye çalışsam da, aklım karaktere girme olayını bir türlü almıyor, alamıyor. dedim ya, oyunculuk konusundan hiç anlamam, ama kendimi bildim bileli izler ve okurum. elimden geldiğince tiyatroyu da takip ederim. ve herşey bir yana hislerime çok güvenirim. o yüzden iyi oyunculuğu anlamam, ama bana hissettirdiklerini düşünüp süzerek hissederim. hissederek anlarım diyelim naçizane. bu noktada filmleri bir kenara koyuyorum çünkü ölüm sahnesinden sonra gelen 1970 yılbaşı gecesi partisi sahnesi o sahnenin hemen ardından çekilmiyor. ama tiyatro bir başka, tiyatro beni hayretlere düşürüyor. o alt raftaki şeyin üzerine, yerin zeminine gözyaşıyla bulanan siyah parmak izleri. ve bir sonraki sahnede aslı'nın göz makyajı temizlenmiş, karşımda bambaşka biri var. dakika 73'ün emma'sı gitmiş, dakika 10'un emma'sı gelmiş. deli olmamak elde değil. insanoğlunun konsantrasyonu, azmi, inanılmaz birşey. başlı başına incelenmesi gereken bir durum yani, o derece. bu öyle bir şeyki, benim için asla gizemini kaybetmeyecek. hani insan ciddiyetten gülümseyen bir yüze çok kolay geçer, zaten tüm öğrencilik derslerde gülme krizine girme anılarıyla bezenmiş değil midir? ama gözyaşından, gülümseyerek selama çıkmak... bilemiyorum. çok enteresan. bu sebeple ayrıca bin takdir puanı aslı'ya gidiyordu. dedim ya, sahnede olmak nasıldır bilmem, ama ağladıktan sonra gülme gücünü kendinde bulamayan bir konuğum ben naçizane, nasıl da zordur o geçiş. bravo.

bu sefer gerçekten son sözlere geldim. kraft'ta ilk kez bir oyun izledim, ilk izlenimimi de kapıda rezervasyon yaptığım biletimi alırken aldım, onu da paylaşayım sizinle. kraft kağıt üzerinde bir bilet koçanı var, koçanın arkasına oyunun adı ve biletin fiyatını kaşe ile basıyorlar. çok duru bir hareket, neden bilmiyorum, tarif edemiyorum ama çok beğendim. bilet koleksiyonu yapan biri olarak, artık yazar kasa fişine dönen sinema biletlerinin zamanla uçup giden yazılarına karşı direnen bir kraft kağıt ve tabiri caizse kapı gibi kaşe beni çok mutlu etti, içime huzur saldı. valla bravo. kraft'la ilgili bir diğer yorumuma gelirse, efenim oyun bahçeden aşağı inilen bir salonda izleniyor. ben bir an köşkün içindeki bodrum katında filan sandım ama öyle değilmiş. hiç tabela filan yok, sanki siz orayı biliyormuşsunuz, orası bir nevi sizin evinizmiş gibi bir hava var ama yine de biraz kayıp hissetmiyorsunuz değil. tabii sorarsanız şikayetçi misin diye, ah ne şikayeti a dostlar? ben o bahçede gps konumumu bilsem bile ne fayda, oyunda aklım gitti, ruhum uçtu uçtu kuş oldu, umrumda mı dünya diye cevap verirdim.

verdict: lütfen izleyin, izlettirin. pişman olmayacaksınız ve aynı zamanda çok pişman olacaksınız.

dipdipnot/sonsonsöz: oyun çıkışında kalabalığın önden çıkmasını beklerken oyuncuların seslerini duyup geri döndüm, "tansiyonum çıktı yeminle harikasınız" temalı tebrik konuşmamı yaptım ama hızımı alamadım. tekrar buradan duyuruyorum. tüm ekibin emeğine, yüreğine sağlık. harikasınız, soluk kesen bir ev sahibisiniz ve ben tanıştığımıza çok memnun oldum.

selam olsun.

12 Mayıs 2015

[Aranağme 13.]

efendim uzun süredir bir kenara taslak olarak kaydettiğim ve başına oturmaya fırsat bulamadığım yazılarımın başına geçip tamamlama yoluna giriyorum. bu yazılar tiyatroyla ilgili. ama aklımdan, kallbimden geçenleri anlatmaya başlamadan önce birkaç noktaya değinmek istedim:

özel tiyatroların devlet tiyatroları karşısındaki duruşu/konumu vs: bu hususla ilgili eminim üstadların bin bir yorumu vardır. zaten çok da fazla yorum yapmak bana düşmez, çünkü her iki platformdaki oyunları da öyle çılgın keskin ayrımlara girmeden takip etmeye çalışıyorum. ama şunu söylemek lazım a dostlar: özel tiyatroların tadı bir başka. neden mi? çünkü öncelikle daha ufak oluyorlar. yani gerçekten tüm olay önünde cereyan ediyor. devletin büyüüüük sahne ve salonlarına nazaran gözyaşının akışını gördüğün oyuncular karşındayken kalkıp sarılasın geliyor yeminle. sanki daha bir denk hissediyorsun. yani ünlü olma, olmama konusunda değil de, sanki sen o odada konuksun, o dünyanın bir parçası gibisin. hani dışardan izleyen röntgenci gibi değilsin. çok güzel bir his çok, desteğim tam bu yüzden.

bir de özellikle koltuk numarası olmayan tiyatrolara hayranım. yani eğer bileti alırken koltuk numarası yoktur diyorsa bir kere kafadan dev bir olay beklemek lazım. hep döne döne oynama ihtimali seni bekliyor olabilir, hem de birkaç farklı yerden izlenme isteğiyle seni yakıp kavuran bir  oyun türü seni bekliyor olabilir. ikisi de farklı bir heyecan. hani kapıda bekleyip yer kollamaya çalışmak harika bir his, herşeyi daha da kıymete bindiriyor ve özel hissettiriyor.

son olarak bir de bu aralar gittiğim iki oyunda karşıma çıkan trendi -trend demek ne kadar doğru bilemiyorum- paylaşayım. efenim oyun tek perde bir saatten biraz daha fazla bir süre ama kesinlike iki saatten az olunca da bir başka dünya insanı bekliyor mesajını almaya başladım ben. aslında dünya alem vaktinde örneğin 75 dakika kısa bir süre, ama o oyun nasıl da uzun geliyor size anlatamam. oyuncular değil, sen ara vermek istiyorsun. ara vermek, soluk almak, boynundaki şalı fırlatıp atmak istiyorsun. öyle bir mola lazım işte bu tip oyunlarda. ihtiyaç molası değil, nefes molası olsun adı da. işte bu kısa oyunlar beni benden alıyor son iki seferdir. yahu bir oyuna gittim gözüm hiç saate gitmeden gözlerim yaşlı bitirdim, bir oyuna gittim gözüm sürekli saatte benden geçtim, bari kızcağız soluk alsın diye panik atak halinde bitirdim. neyse velhasıl, bu trende bayılıyorum, ama ömrümden ömür almıyor desem yalan olur.

haydi bakalım, şimdi ver elini taze taze personel.

07 Mayıs 2015

[The Phantom of the Opera.]

efendim şovla ilgili karmaşık duygular içerisindeyim. bir yanım çok ama çok beğendi, rüyada gibi hissetti, kendini hakkaten paris'teki opera populaire'de hayal etti ve phantom'ın ellerinden tutup tünellere inmeyi aklından geçirdi.

diğer yanım ise -bu yanım benden ibaret olan yanım, hayalsiz, gerçek dünyada yaşayan, gerçek dünyada bir gösteri izleyen yanım oluyor bu yanım- tam bir hayal kırıklığı yaşadı. yazık. christine'in sesi büyüleyici değildi. phantom'ın sesi tahmin ettiğim, yok yok, daha doğru kelime hayal ettiğim olmalı, işte hayal ettiğim kadar çekici değildi.

doğrusu sisler içerisinde phantom'ın mekanına ilerlerken hayallarine kavuşan bir çocuk gibiydim.

ama think of me sonunda tam bir depresyon gülüydüm.

yahu olacak şey mi, christine daae düşüp bayılıyor, phantom onu soğuk taşların üzerinde bırakıp üstünü örtüyor deli mi oldunuz siz allah aşkına?

ya da neden avize şakır şakır şakır kırılarak aşağı düşmüyor, düşemiyor biri bana anlatabilir mi? hatta o avize neden o kadar küçük, biri hesap verebilir mi? bu dev sahneler o kadar yavaştı ki, tam bir hayal kırıklığı yaşadım. tamam, belki de ben gösteriye royal albert hall performansı ile hazırlanarak hata ettim ama yani insan bazı şeyleri bekliyor. hiç etkilemedi ilk açılış sahnesi ve avizenin düşüşü. olacak iş değil. sanki coşması gereken herşey sönük kalmıştı. inanamıyorum.

ama bir yandan da music of the night var tabii. tanrım o nasıl bir boyuttur senin bizi götürdüğün ey sevgili phantom? ya da wishing you were somehow here again sahnesinde christine'in gözyaşlarını bile duyduğumuz performans neydi öyle? nasıl bir dünyadaydık biz?

neden böyle oldu anlayamıyorum. nasıl herşey bir iyi bir kötü gidebilir aklım almıyor. alamıyor.

bir yandan içimden bir kere daha izlemek, bir daha bu tecrübeyi yaşamak ve hafızama en ufak detaylarını bile kazımak geçiyor, bir yandan da zamanına yazık aç bir film izle filan diyorum. tabii bunda christine olarak iki oyuncunun olması ve benim ilk oyuncuya denk gelmek istememem büyük bir pay sahibi. of. olacak iş değil resmen.

overall, izleyin görün gençler, güzel bir deneyim bir hayalperest olarak, opera populaire'in izleyicisi olarak. ama eğer benim kadar yüksek beklentileriniz varsa, bir müzikal olarak phantom of the opera hayranıysanız yine de görün, ama hazırlıklı olun. benden söylemesi.

[Kirli Beyaz Kedi.]

Hümeyra'nın sesinin büyüleyici bir yanı var şarkılardan bağımsız olarak yaşamını sürdüren.

eski şarkılarının dalga dalga insanın içine vurmasını kimi zaman kucaklayarak, kimi zaman ise kulaklarımı tıkayarak karşılıyorum. insan her zaman her dalgaya hazır olamıyor, biliyorsunuz. işte bu bahsettiğim şarkısı da unutursam fısılda'nın final sahnesinde yer alan şarkısı. aslında beni bu kadar neden etkilediğini çözemiyorum. emeğe saygım sonsuz ama içimde kenan doğulu'nun şarkıyı yazmasından kaynaklanmayan, ama o kendine has herşeyi ticarileştiren yorumuyla seslendirmesinden kaynaklanan bir gıcıklık yok değil. ama yine de seviyorum bu şarkıyı.

hümeyra'nın kırık sesiyle, konuşan sesiyle, kafa tutan, cesaret veren sesiyle seviyorum bu şarkıyı.

dinleyin, dinlettirin efenim.

[Etta James Classic: All I Could Do Was Cry.]

Daha ne kadar güzel bir şarkı olabilirsin sen?

Etta James'in zamanın ötesinden gelen sesi, çığlıkları, havada uçuşan pirinç taneleri ve insanın parmağında hissettiği yüzüğün ağırlığı.

Sen nasıl bir insansın ki, başka bir dünyadan bile ulaşıveriyorsun insanın kalbine Etta James?

Sen öyle bir insansın ki, zaman, mekan, kişiler değişse de hepimizin bir şekilde aynı kaldığını anımsatıyorsun bana. Kalp kırıklarımızla, kağıt kesiklerimizle, çığlıklar ve sessizliklerimizle, aynıyız, uzak, yakın ama yalnızız.

Ve tüm bu yalnızlık içinde, beraberiz.

Farkında mısınız?

[Once Upon a Time S4 Pre-E21.]

arada derede sıkışıp unutulup kalan ve karşıma göz kırparak çıkan once upon a time yorumlarımı da ekleyerek devam ediyorum:

"hızımı alamadığım şu dakikalarda bir de once upon a time'dan bahsedeyim size a dostlar. bu diziden bahsederken daha önce yarıda kalan live yorumlarımı ekleyip öyle devam edeceğim. zaten yazdığım yorumları inceliyorum da, o zamanki bölüm hangi bölümse artık, değişen bir şey olmamış.

kahır bela okuyarak yine bir bölümü daha açıyorum. allah cezanızı versin charming'ler. ulan sıçtınız batırdınız bu nedir ya? siz mıymış mıymış iyilik perilerini oynarken meğersem ne bok işler yapmışsınız lan! allah cezanızı versin! bu arada maleficent'ın yine sebepli kötü yanını göstermelerini çok sevdim. bravo doğrusu, bozmamışsınız.

bu arada ayrı bir not düşmem şart, emma dark willow'a dönüşmeye kalkarsa orta yerimden çatlarım. sen kiiim, the dark wicca of all times kim allaaasen emma? senaryo oraya doğru gidiyor, deli olacağım hissediyorum.

maleficeny baya cool yalnız. bence regina'yla kanka olsunlar.

oha! kadın çocuğunu kaybettikten sonraki hal değil mi bu! allah cezanızı versin lan charming'ler.

maleficent'ın sarışın olması ayrı bir film konusu olmalı bence.

regina'nın idolünün maleficent olması tontişliği."

[Once Upon a Time S4E21.]

yine regina'nın çilesi konulu bir bölümle beraberiz sayın seyirciler.

neyse ki dizinin en sevdiğim olayı yaşanacak ve bizi flashback'lerle sevindirecek. yey!

zelena'nın gözleri beni çok endişelendiriyor yahu, renki göz severim ama rebecca mader'ın göz rengi çok... garip.

bu writer'ı bir yerden tanıyorum da dur bakalım biraz daha düşüneyim imdb'ye bakmadan.

rumpel, regina'yı robin'le tehdit ettiğin an beni kaybettin bebişim. bu dev hamleyi yapmayaydın belki sendelediğinde senin için üzülürdüm.

tanrım...

maleficent kızıyla kavuşacak. tanrım... ay kurban olsunlar ya, nasıl da güzel bakıyor kadın ya, ay içimin yağları eridi şu an. ah keşke angelina'cığım da olabileydi bu filmde.

ay cora'nın geldiği her bölüm çok güzel oluyor. evil queen'in sesi için lana parrilla'yı yeniden tebrik ediyorum.

cora'nın regina'nın kalbini robin'le almaya çalışması. vay anasını. gecikmiş kadere gel.

zelena'ya neden gıcık olduğumu anladım. bu kadın ressssmen power rangers'taki katherine'in rita'nın büyü altındaki hali. resssmen onun gibi konuşuyor. ay tanrım bi insan bir insana bu kadar benzemez.

benim korkum şu: rumpel ölmeye filan kalkarsa, bu dark one olaylarının bir sonraki en karanlık kişiye geçmesi. yani rumpel'ın konuşmalarından böyle birşey olmayacağını anladık. ama yine de regina dark one olmaya koşarsa gerçekten orta yerimden çatlayarak ölürüm heralde.

şerifin bir yanı acayip benedict cumberbatch. çok enteresan.

tanrım diğer kitap ihtimali olayı nedir, regina'cığım yine karanlık köşelere mi çekilecek, nooluyor orada?

bu arada maleficent ve kızı çok benziyor, bravo casting ekibine.

lily sen de ananla konuşurken biraz edebini takın allah aşkına, koskoca maleficent var karşında yeminle boğucam seni şimdi.

lily bu atarın nedir allah aşkına, snaki ny'ta seni dünyanın en aydınlık günleri bekliyor da sen dünyaları kaçırıyorsun gibi gitmen nedir?

charming'ler allah aşkına şu kadına bir yardımcı olun elimde kalacaksınız yoksa!

ayyyy regina mürekkebe lily'nin kanını karıştıracak, ay tanrım bu bokluk maleficent'a dokunacak bir bokluğa sebep olursa gerçekten çok tatsız olur.

ayyyy cora'nın bulması, kıyafet filan, the alternatif kitap hikayesi bu kesin var yaaaa!

cora. no!

the alternatif kitaptaki öpüşme sahnesi başka bir adamla! ay deli olacağım şu an. yine bir mutsuzluk zinciri geliyor. robin hood kolay kolay teslim olur mu allah aşkına! yuh cora yuh, nasıl da manipüle etmişsin adamı, oysa elinde her güç var! ay yazıklar olsun, ay yazıklar olsun sana cora!

regina'nın çocuğu olması isteği nedir? hoppala yarim!

dizide kafası çalışan tek kişinin regina olması onu neden kötü yapıyor, deli olmamak elde değil.

anam lily ejderha oldu! yeminle this really happened.

e yani, anasının kızı en nihayetinde, şaşırmadım ama şaşırdım gibilerinden bir durum.

ay zelena'ya neler olacaaaak? bu dizi beni benden alıyor yauv, çok merak ediyorum çok merak ediyorum. dizinin bitmesine 3 bölüm kaldı, henüz kriz mriz yaşanmıyor, zaten emma'nın kıçı boklu çileleri pek de umrumda değil. bakalım bizi sonrasında neler bekliyor? bakalım yeni sezonda hangi hikayeler hikayemize dahil olacak? ay meraklar içindeyim.

ay anam targaryen burda olcaktı ki dizi tadından yenmeyecekti bu dizi.

bu barışma sahnesinin üzerine ejderhalar yaksın kıçınızı inşallaaaaah!

haydiiiii, lily'nin kanı iyiye dönüştüyse şimdi bu mürekkep olayı ne olacak? sıçtığımın boku, kesin ters tepecek, kesin mürekkep böyle birşeye izin vermeyecek? ay deli olacağım!

oha, regina'yı en zayıf yanından vuruyor şu an zelena. vay anasını! oha zelena regina'nın kızı olabilir mi? çüş. çüş. çüş. o kadar da değil yani..

ay inanmıyorum regina, bunu nasıl kendine yaptın? ay allah kahretsin ya, insanın kendine yapacağı kötülüğü başka kimse yapamazmış. hey gidiiii. ah regina ah! yapma be.

regina'nın yine doğruyu bulduğu bir an yaşanıyordu. hey gidi.

hahaha zelena çok dev bir yorum yaptı, bravo abc, gülümsettin.

NO.

OHA OHA OHA! haftaya sezon finali oluyor ve herşey tersine dönecek! resmen snow'u evil queen olarak görücez filan! ay tanrım regina nasıl olacak allah aşkına bir göstereydiniz ya! heyecandan ölücem şimdi!!!