13 Mayıs 2015

[Personel.]

aslında bu satırları yazmaya oyundan çıktıktan 10 dakika sonra oturduğum dolmuş koltuğuna kendimi attığımda başlayacaktım. ama oturduğum an hala elim ayağım titrediği için yazmaya yüreğim yetmedi. an itibariyle eve geldim, sıkıntı streslerimi bir nebze olsun geride bıraktım ve yazmaya koyuldum.

efendim size bahsetmek istediğim oyun personel. kraft tiyatro'nun oyunu, kadıköy'de sahneleniyor ve açıkçası ulaşımı çok kolay. evet, ben avrupa yakasında oturuyorum. oyunda aslı enver ve dolunay soysert oynuyor. şimdi oyun hakkında aklımdan akıp gidenleri yazmaya başlamadan önce heeerşeyin en öncesine gidiyorum sayın seyirciler.

dolunay soysert'le tanışmamız teeeeee çılgın bediş'e gider bizim. aslında o beni tanımıyor, ben de onu tanımıyorum, velhasıl tanışmıyoruz ama ama ben mihrace'yi dizide göremeyip kardeşime sorduğum zaman aslında dolunay soysert'le tanışmıştık. sadece yüz yüze görüşmemiştik. o zamandan beri ilk gördüğümüz yerde aaa mihrace demiştik, sonraki her rolünde büründüğü bir önceki karakterle andık onu. çocukluktan ilk gençlik ve yavaş yavaş erişkinliğe giden zaman yolculuğunda yollarımız kesişti kendisiyle. ama omuz omuza ile, ama çatıda arkadaşını ikna etmeye çalışan leyla'yken, ama bembeyazlığın ortasında zübeyde hanım'ın bakışlarında. dolayısıyla tiyatro sahnesinde kendisini izlemek ayrı bir yürek çarpıntısı, bambaşka bir heyecandı doğrusu.

aslı enver'le tanışmamızın hikayesi ise daha da bir garip. aslında biz onunla, birbirimizle tanışmadan da önce tanıştık. birbirimizi tanımıyorduk ama ben onu ortaokul yıllarında dawson's creek'in jennifer'ı ile tanıdım desem yalan olmaz. dizi sonuna geldiğinde dövünerek ağladığım o geceyi hiç unutmam, ne kadar da içim parçalanmıştı. işte efenim, kavak yelleri başladığında sevgili jen'i oynayan mine'yi daha tanımadan seviyorduk biz dawson's creek ekibi. günler, haftalar, bölümler, sezonlar geçti, ölümler, dirilişler oldu, bir dizi yerini diğerine bırakırken, suskunlar'ın ecevit'inin yanında parkta oturup kalan ahu için yıllar sonra dövündük yahu, bu kız bir dizide de mutlu olamayacak mıydı? yine de olsun varsındı, hicran sona erse de, bir başka diziyle yine de elbet yeniden tanışırdık aslı'yla. işte tüm bu maceralı so called tanışma faslında ötürü onu tiyatro sahnesinde görmek bambaşka bir heyecan oldu benim için, ayrı bir yürek çarpıntısı.

bu uzuuunca girişten sonra gelelim oyuna. öncelikle içiniz rahat olsun, spoiler vermeyeceğim. izlenip görülmesi, her anı tüm dehşeti komedisi ve hüznüyle yaşanması gereken bir oyun, izleyin görün. ama bende uyandırdığı düşünceler zincirini yazmazsam bu akşam uyuyamayacağım, orası kesin.

yukarıda da bahsettiğim gibi, oyun iki kişilik. hemen herşey ikiye bölünmüş vaziyette. sahne masayla bölünmüş, seyirci aradaki cubicle'lar ile bölünmüş, -first name basis yorumum affola ama bu şekilde devam etmek daha kolay olacak- aslı, kapıyla dolunay'dan ayrılmış, sarı ışıklar mavi ışıklardan, kumsal resimleri ofisin içinden ayrılmış. yani müthiş bir simetri duygusu sizi sarıp sarmalıyor. ama bence oyunun bu kadar çarpıcı olmasının sebebi, siz bilmeseniz de, farketmeseniz de oyunun üç kişilik olması. bir yandan aslı'yı izliyor, daralıyor, utanıyor, sıkılıyor, bunalıyor, üzüntü ve öfke nöbetleri geçiriyorsunuz, bir yandan dolunay'ı izleyip birşeyleri parçalama hissiyle, kalkıp bir tokat savuruverme tutkusuyla, kahkaha atma dürtüsü ve -içten içe- bu kadar kontrollü bir karaktere hayran olma suçluluğuyla kavruluyorsunuz. --ve sıkışıp kaldığınız bu iki kutup arasında bir de siz varsınız. siz. seyircinin ta kendisi. odanın ortasındaki uzansa karakterlere dokunuverecek kişi. siz. gerçek dünyanın parçası, sanki gerçek dünyanın önünüzde cereyan etmesine tanıksınız. siz. üçüncü şahıs. kalkıp gitmek istiyorsunuz. ara vermek istiyorsunuz. istifa et bacıııım diye bağırmak, bu kadar da olmaz ay bana bir şeyler oluyor diye fenalaşmak geçiyor içinizden. merak duygunuz ise en ağır basanlardan, öylece oturup heyecanla bekliyorsunuz. takvim yapraklarından kaç tane kaldı acaba diye bakıp kestirmeye çalışırken buluyorsunuz kendinizi. şahsım adına konuşmam gerekirse, kulaklarım uğuldadı, dizlerimin bağı çözüldü, boğazım kurudu, ellerim titredi. hani bir önceki yazıda bahsetmiştim ya, uzaktaki koltuktan izlemek gibi değil bu, yere düşen gözyaşı damlasını gördüğünüz bir mesafede, tepkisiz kalamıyorsunuz. beyaz zeminde, kucakta gelen ve ne olduğunu söylemeyeceğim, dolabın en aşağı rafına kaldırılan beyaz şeyin üzerindeki aslı'nın elinden bulaşan göz kalemi izlerini görüyorsunuz. yan koltukta yutkunan kişilerin sesini duyuyorsunuz. boynumdaki şalı fıydırıp atmak istedim mesela, ama o kadar yoğun bir anda en ufak bir ses çıkarırım da dikkatleri dağılır gibilerinden korktum. oysa insanlar istem dışı yok artık, pes, of, aman allah tadında yorumlar yaparken sanki arada bir cam daha var gibi hissettim. öyle bir bürünmenin dağılacağına hiç inanmadım da, işte diyorum ya, konuk olduğum odayı rahatsız etmek istemedim. öyle bir ruh hali. öyle bir soluksuzluk.

bir başka çarpıcı not: hani derler ya, zamanın nasıl geçtiğini anlamadım diye. efendim bu oyunda durum tam tersi. başlarda değil, ama ortalar ve özellikle sonlara doğru gözüm sürekli saatteydi. bitsin de gidelim gibi değil bu arada, yanlış anlaşılmasın. daha nasıl bir bomba bizi bekliyor dermişçesine. 10 dakika var: o zaman belki bir ağlama krizi daha olmaz, belki kulaklarımın uğultusu diner. 25 dakika var: aman tanrım, gerçekten o alt raftaki şey gelecek olamaz öyle değil mi? 45 dakika var: ay bu iş -çok afedersiniz- boka saracak, diren aslı. ama bir yandan da yapma be dolunay. ama bir yandan da valla bravo dolunay.

sürekli bir ikiye bölünmüşlük var demiştim ya, bir de tabii şöyle hissettiriyor bu durum kendini:

mesela ben çocukken power rangers vardı, anımsar mısınız? işte power rangers üzerinden anlatayım ben bu hissi size. efendim power rangers'ta benim en sevdiğim ranger pembe ranger'dı. tabi 90'lı yıllarda bu cümleyi kurmayan bir küçük kız çocuğu yoktu, o ayrı mesele. işte efenim bu pembe ranger'ımız kimberly diye bir karakterdi. kendisini pek severdik, diyorum ya, 90'lı yıllar pembe ranger hayranı kız çocuklarının yılıydı. gün oldu devran döndü, kimberly'i oynayan oyuncu diziden çıkmaya karar verdi. -bu arada ben bunları yıllar sonra öğrendim. o zaman bu bilgilere nerde ulaşıcaz a dostlar- neyse, diziden çıkmak istediğini söyleyince, bir sezona yayarak bir hikaye yazdılar. velhasıl, bir başka karakter pembe ranger'ın yerini aldı. bu karakter büyü etkisi altında kötü bir karakterken sonra yine iyi oldu filan filan. işte katherine'in pembe ranger olduğu gün 90'lı yılların kara bir günüdür. çünkü ben ve pembe ranger'cı arkadaşlarım nefret etmişti katherine'den. bu nefret, katherine'i oynayan kızcağzın ismini jenerikten öğrenip, kendisinden nefret etmeye de dönüşüvermişti inanır mısınız? işte demek istediğim, anlatmak istediğim his tam da bu. çocukluktan bağımsız olarak, artık karakter ve oyuncuyu ayırt edebildiğim günlerine geldim hayatımda. ne mutlu, ne güzel bir dönemdir bu allahım. hem oyunu, hem oyuncuyu, hem de karakteri kucaklayabildiğin bu hayat evresinin adı özel bir şey olmalı, yetişkinlik ile birlikte kaynamamalı, o derece. öyle güzel bir zen hali ki, anlatmak ne mümkün.

işte bu his yüzünden  bir yandan müdüre bıçak bileyip, bir yandan dolunay'ı hayranlıkla izlerken buldum kendimi. bitmesin dedim, aslı masaya vurduğunda ben yerimden sıçradığımda kılı bile kıpırdamayan müdür/dolunay'a sarılıp onu kucaklayasım geldi. bir yandan emma'yı kolundan tutup o odadan çekip çıkarmak istedim mesela, basmak istedim  o ofisi, o sayfaları tutuşturup yakmak istedim, bir yandan da emma'nın acı dolu anlarında hayranlıkla izliyordum aslı'yı. "daha çok istiyorum bu dev sahnelerden." ama aynı anda istemiyorum artık, ne olur kapıyı çarpıp çık emma, boğazına sarıl, silah çek, vur kır parçala. ama bir yandan da ben, izleyici, konuk, nefes almak istiyorum ve aynı esnada nefes almak dahi istemiyorum.

kendi heyecanında boğulmak. ne güzel bir keyiftir yarabbim?

şimdi oyun hakkında son sözlerim: bu noktaya kadar hala mesajı iletemediysem affola, ne olur gidin görün izleyin. ama hazırlıklı olun uykunuzun kaçmasına. hazırlıklı olun o soluksuz kriz haline. gözünüz saatte geçirdiğiniz en güzel 70 dakika olsun bu oyun. ve herşey bir yana insanoğlunu takdir edin. neden mi?

efendim benim oyunculuk hakkında hiç bir fikrim yok. söz gelimi ilk okul piyeslerinde sırtını seyirciye dönme dediklerini bilir hatırlarım bir tek, onun dışında ne bir eğitimim var, ne de bir deneyimim. belkim vardır bir açıklaması, tekniği bişiysi ama en nihayetinde bu da bir meslek diye kendimi ikna etmeye çalışsam da, aklım karaktere girme olayını bir türlü almıyor, alamıyor. dedim ya, oyunculuk konusundan hiç anlamam, ama kendimi bildim bileli izler ve okurum. elimden geldiğince tiyatroyu da takip ederim. ve herşey bir yana hislerime çok güvenirim. o yüzden iyi oyunculuğu anlamam, ama bana hissettirdiklerini düşünüp süzerek hissederim. hissederek anlarım diyelim naçizane. bu noktada filmleri bir kenara koyuyorum çünkü ölüm sahnesinden sonra gelen 1970 yılbaşı gecesi partisi sahnesi o sahnenin hemen ardından çekilmiyor. ama tiyatro bir başka, tiyatro beni hayretlere düşürüyor. o alt raftaki şeyin üzerine, yerin zeminine gözyaşıyla bulanan siyah parmak izleri. ve bir sonraki sahnede aslı'nın göz makyajı temizlenmiş, karşımda bambaşka biri var. dakika 73'ün emma'sı gitmiş, dakika 10'un emma'sı gelmiş. deli olmamak elde değil. insanoğlunun konsantrasyonu, azmi, inanılmaz birşey. başlı başına incelenmesi gereken bir durum yani, o derece. bu öyle bir şeyki, benim için asla gizemini kaybetmeyecek. hani insan ciddiyetten gülümseyen bir yüze çok kolay geçer, zaten tüm öğrencilik derslerde gülme krizine girme anılarıyla bezenmiş değil midir? ama gözyaşından, gülümseyerek selama çıkmak... bilemiyorum. çok enteresan. bu sebeple ayrıca bin takdir puanı aslı'ya gidiyordu. dedim ya, sahnede olmak nasıldır bilmem, ama ağladıktan sonra gülme gücünü kendinde bulamayan bir konuğum ben naçizane, nasıl da zordur o geçiş. bravo.

bu sefer gerçekten son sözlere geldim. kraft'ta ilk kez bir oyun izledim, ilk izlenimimi de kapıda rezervasyon yaptığım biletimi alırken aldım, onu da paylaşayım sizinle. kraft kağıt üzerinde bir bilet koçanı var, koçanın arkasına oyunun adı ve biletin fiyatını kaşe ile basıyorlar. çok duru bir hareket, neden bilmiyorum, tarif edemiyorum ama çok beğendim. bilet koleksiyonu yapan biri olarak, artık yazar kasa fişine dönen sinema biletlerinin zamanla uçup giden yazılarına karşı direnen bir kraft kağıt ve tabiri caizse kapı gibi kaşe beni çok mutlu etti, içime huzur saldı. valla bravo. kraft'la ilgili bir diğer yorumuma gelirse, efenim oyun bahçeden aşağı inilen bir salonda izleniyor. ben bir an köşkün içindeki bodrum katında filan sandım ama öyle değilmiş. hiç tabela filan yok, sanki siz orayı biliyormuşsunuz, orası bir nevi sizin evinizmiş gibi bir hava var ama yine de biraz kayıp hissetmiyorsunuz değil. tabii sorarsanız şikayetçi misin diye, ah ne şikayeti a dostlar? ben o bahçede gps konumumu bilsem bile ne fayda, oyunda aklım gitti, ruhum uçtu uçtu kuş oldu, umrumda mı dünya diye cevap verirdim.

verdict: lütfen izleyin, izlettirin. pişman olmayacaksınız ve aynı zamanda çok pişman olacaksınız.

dipdipnot/sonsonsöz: oyun çıkışında kalabalığın önden çıkmasını beklerken oyuncuların seslerini duyup geri döndüm, "tansiyonum çıktı yeminle harikasınız" temalı tebrik konuşmamı yaptım ama hızımı alamadım. tekrar buradan duyuruyorum. tüm ekibin emeğine, yüreğine sağlık. harikasınız, soluk kesen bir ev sahibisiniz ve ben tanıştığımıza çok memnun oldum.

selam olsun.