12 Ekim 2016

[Mariah Carey The Sweet Fantasy Tour - 18 Nisan 2016 Zürih.]

yıllardır takip ettiğin bir sanatçıyı en sonunda canlı izlemenin heyecanı şu dünyada çok az şeyde var doğrusu a dostlar. çocukken dayımın doldurduğu karışık kasetlerden birinde dinlediğim my all şarkısıyla hayatıma ilk kez giren mariah carey'nin sesine ne kadar da hayran olmuştum. aynı yıllarda #1 isimli albümünü yine dayımdan almıştım da sayısını hatırlamadığım kadar dinleyip, aslında ingilizce bilmezken şarkıları ezberlemiş, büyüdüğümde sözlerin anlamını öğrendiğimde saygım daha da artmıştı. kusursuz bir ses var mıdır bilemiyorum ve benim bu konuda bir otorite olmadığım bir gerçek. ama mariah carey'nin sesinin angelic olduğunu söyleyebilirim rahatlıkla. hiç efor sarfetmeden insanın kulağının pasını silen bu sesi glitter filminde de takip etmiş, kendisinin zor zamanlarında elim yüreğimde dergilerden takip etmiştim olanları. o zamanlar internetten istediğimiz şeye ulaşmak bir yana, internet yoktu, erişim yoktu, yani velhasıl yoktu da yoktu. zaman geçtikçe tek isim olan mariah carey'nin tahtı sallandı demeyelim ama yeni rakiplerin çıkmasıyla o tek isim dönemleri sona erdi. ama sesiyle yardıran bu minyon kadın, gönüllerin en harika sesi olarak tabii ki dinleme listelerimden bir an bile çıkmadı. vh1'la hayran olunmaya devam edildi, aretha franklin'le söylerken alçak gönüllülüğü takdirle karşılandı, sex sells imajının ardındaki sesten vazgeçilmedi efendim.

derken gün oldu devran döndü ve ben 2016 yılının ilk gününde e-mailime gelen bir maille yerimden fırladım. mariah carey dünya turnesine çıkıyordu! derhal biletimi alıp otelimi ayarladım, vizeye başvurdum ve valizimi yaptım. 1 yıllık isviçre maceramda hiç zürih'i gezmemiş olmamın şaşkınlığı ile bir araya geldik ve düştüm yollara.

konser.

konsere tabii ki setlisti çalışarak gittim. ama aslında listeyi gördüğümde çalışmama gerek olmadığını anladım. kabul ediyorum, 6. şarkı ve 7. şarkı setini bilmiyordum ama çok da umursamadım, zira bu şarkılar dışında tüm şarkılarını biliyor olmak bir yana, zaten #1 albümünden beri hazırlanmıştım adeta. işaretlediğim şarkılar o albümden. dolayısıyla biraz olsun ne kadar mutlu olduğumu tahmin edebilirsiniz diye tahmin ediyorum.

1) Fantasy 
2) Emotions
3) My All
4) Always Be My Baby
5) I'll Be There
6) Touch My Body
7) I Know What You Want – Obsessed - It's Like That - Shake It Off – Loverboy
8) Heartbreaker
9) Against All Odds
10) One Sweet Day
11) When You Believe 
12) Hero
13) We Belong Together
14) Without You
15) Butterfly (Outro)

şarkılar başlayıncaya kadar o anın gerçek olduğuna inanmıyordum doğrusu. ne zamanki diva sahneye çıktı, herşeyin ayırdına vardım. ben şu hayatta en sevdiğim şarkıcılardan birinin konserindeydim.

mariah carey sahneye tam bir diva olarak geldi. ama pretense diva değil, effortless diva'ydı, gerçekten. etrafındaki insanlara baby cake diye seslenmesi yapmacık değildi, kendisiydi ve siz izlerken bunu içtenlikle hissediyordunuz.

derken emotions çalmaya başladı. tanrım o nasıl bir mutluluktur? albümlerde dinlediğim o angelic ses karşımda söylüyordu! hiç değişmemişti ve dahi nasıl değişmemişti diye de düşündürüyordu! derken my all geldi, içimden bu şarkıyı da duydum ya artık ölsem gam yemem dedim. bu şarkı sadece bir konser anı değildi de ilk gençlik yıllarımın aşk şarkısıydı işte. derken always be my baby geldi. arka fonda çocuklarının videoları vardı. yıllar geçmiş ve sevdiğimiz o minyon ve sesiyle büyüleyen kişi anne olmuştu, gözlerim doldu. ben bu kalp çarpıntısıyla tüm konseri pür dikkat izleyip ayakta eşlik ederken sahneye trey lorenz'i davet ettiler. koltuğa oturdum. heyecandan. klibini izleyip bu ses ne güzel dediğim adam da sahnedeydi! biraz mola verdik, hareketli şarkıları hızlıca geçip klasiklere geri döndük. against all odds yerini boyz II men'den birinin sahneye çıktığı one sweet day'e bıraktı. bu insanların kısacık bir şarkıda konuk olduğu anda içimden neler geçtiğini keşke görebilselerdi... çocukluk hayaline kavuşmanın yorgunluğu tatlı bir sarhoşluk vermedi desem yalan olur. derken divadan muhteşem bir hareket geldi. sesi titreyerek onu andı ve whitney houston görüntüleri eşliğinde when you believe'i söylemeye başladı. o an o kadar kusursuzdu ki, eğer biraz bekleyip bir es sonra sözlere girdiğini duymasaydım, albümden söyleniyormuşçasına bir aynılık, bir kusursuzluk havada uçuşuyordu sanki. o anın üstüne sadece ve sadece hero yakışırdı zaten. o noktada ben koptum gittim zaten. gerçeklik ve yılların hayranlığı birbirine karıştı, çok da canlı olmayan seyirci kimin umrunda, gözlerim dolu dolu izledim karşımdaki olağanüstü manzarayı. we belong together comic relief'i without you'ya bağlandığında artık konserin bitmek üzere olduğunu biliyordum. neredeyse 1,5 saat olmuştu, belki bir başka konsere göre kısaydı ama değildi aslında. sevdiğim her şarkı söylenmiş ve o sesin gerçekliğine tanıklık edilmişti. daha ne olsundu? butterfly ile yavaşça salondan çıktım ve huzurlu uykulara doğru odama gittim. 

zürih bahane ama mariah carey konseriydi harika dostlar. dream come true. herkese kısmet olsun inşallah! benim bir sonraki dileğim barbra streisand ve christina aguilera. belki buraya yazarsam totem olur da bir dünya turuna da onlar çıkar!

[Victoria.]

ay bu diziye tabii ki jenna coleman için başladım!

clara'nın doctor who'dan çıkmasıyla birlikte tabii ki her sevdiğim companion gibi takip eden işlerini takibe aldım ve derken karşıma victoria çıktı.

ingiliz yapımı, itv'de yayınlanan bu 8 bölümlük dizi o kadar çok seyircinin ilgisini çekmiş ki, kanal ikinci sezon için uzattı, iyi ki de uzattı. meğer ben ne çok özlemişim ekranda clara'yı görmeyi!

dizinin ilk 3 bölümü biraz yavaş ilerliyor, victoria'nın tahta çıktığı zaman yaşının çok küçük olmasından kaynaklanan deneyimsizliği etrafında dönüp duruyor hikaye. lord m'e beslediği tatlış duygular bir yana, kraliçe olmanın ağırlığı henüz kendisine gelmemiş vaziyette.

sonrasında albert geliyor hayatına. ay albert, çok yakışıklı değilsin ama gönlümü kazandın. nasıl bir gelecek öngörüsü, nasıl bir nezaket, nasıl bir detaycılıktır bu? 1.57 ama dev gönüllü victoria kraliçemize de senin gibi bir prens yaraşır, bravo!

albert'in gelişinden sonra victoria'nın olgunlaştığı dönemlere giriyoruz. görevinin temsil ettiği konuları kendinden bile üstün tutan sevgili clara'mız gönülleri fethediyor da fethediyor.

çok fazla spoiler yazmak istemiyorum ama çok çok mutluyum bu diziye başladığım için. önce 2 bölüm izledim. sonra 2 bölüm daha izledim. son 4 bölümü ise bir solukta izledim. eğer tarihi dizilere merakınız varsa (ya da good old clara'yı özlediyseniz) takip edin kaçırmayın derim. tabii beklentileri the borgias ya da rome seviyelerine çekmemekte fayda var zira bu biyografik bir hikaye ama dediğim gibi, izlemeye değer.

ikinci sezonda da bu heyecanını koruyabilmesi dileğiyle.

dayanamayacağım ve doctor who hakkında biraz spoiler'a gireceğim şu an.
.
.
.
.
.
.
.
(bu yazıyı kapatmadan önce söylemek istediğim son şey: bari dedim yazarken face the raven dinleyeyim ve clara'ya ilişkin hoş bir nostalji olsun, ne de olsa biliyorum ki sezon finalinde taşlar yerinden oynadı. dinleyemedim. yüreğim kaldırmadı. hala çok can yakıyor, sindiremiyorum. penny dreadful finalinin ötesinde, closure olmaksızın, öyle ortada kalıveren sonu içim almıyor resmen. mesela rueful fate of donna noble'da böyle olmamıştı, çünkü donna'yı ailesiyle bırakmıştım. ya da doomsday'de rose tyler için böyle içim acımamıştı. dediğim gibi, karakterler baki değil, kötü son yaşamayacaklar diye de birşey yok ama en azından güzel yazılmış sonları hak ediyorlar. tekrar teşekkürler moffat, yıkıp geçsen de "düzelttiğin" için. her zaman binlerce kez teşekkürler murray gold. senin notaların olmasa bu kadar bu diziyi sever miydik, emin değilim.)

11 Ekim 2016

[Masters of Sex S4E1-5.]

ilk sezon hem konusuyla hem karakterleriyle bambaşka bir deneyim sunan bu güzel dizi, bir sonraki sezonunda biraz olsun  yavaşlasa ve üçüncü sezonunda az biraz seyirci kaybetse de gururla söylüyorum ki beni hiç bir zaman kaybetmedi, iyi ki de kaybetmemiş.

yepyeni sezonda birkaç bölüme geriden gelsem de hemen yakaladığım masters of sex dördüncü sezonunda inanılmaz bir başlangıç yaptı bence. maalesef en underrated dizilerden birisi olarak kaldı ama tekrar söylüyorum, inanılmaz bir dizi, dördüncü sezonu için tüm beklemelere değer.

bill. bıraktığımız son noktada dağılıp giderken kaldığımız yerden parçaları toplamaya başladık. onun virginia'ya olan aşkı -ya da hastalık, tutku mu demeliyiz- işine olan sevgisi derken derken hepsi darmadağın olunca kendisine dönüp bazı sorunları çözümlemeye çalışan, hatalarını kabul eden bir bill gördük karşımızda, ki bu beni çok mutlu etti. adeta shameless'ın fiona'sı gibi kendi ayakları üzerinde durmaya devam etmesi en büyük temennim. aa meeting'de the perfume that lingers after she leaves the room konuşmanla beni bitirdin bill. alacağın olsun.

virginia. geçen sezonlarda bill'i izlerken gıcık olurdum, bu sezon virginia'ya biraz gıcık oldum. yaptığı, yaşadığı ve sebep olduğu şeyler değil de bu kadar yalan dolan içerisine girme ihtiyacı hissetmesi biraz soğuttu doğrusu. bill'in abusive father hikayeli hastasına karşı yardım ederim tabii deyişiyle her mevzuları baştan çözen kadın rolüyle yine kendini toparladı diye düşünüyorum. heffner'la sohbetleri de ayrıca gülümsetti. bravo sana heffner'ı oynayan adam, resmen gençliğini gördüm.

betty. mutluluğunu en çok istediğimiz karakterlerden biri olmasıyla beraber sarah silverman kalbini kıracak gibi hissediyorum ama umarım öyle olmaz. çünkü en ince detaylara dikkat eden ve tüm herkesi organize edebilecek kadar akıllı bir karakter mutsuz olursa orta yerimden çatlarım. 

libby. karakter gelişiminin tanımı olarak libby'i koymak lazım. beni her sezon şaşırtan, her sezon kendini aşan libby ve avukat bey mutlu mesut olsunlar istiyorum. you are not dead cümlesine but i'm forty diyen libby içtenliği ile hepimizi fethetti bence, umarım önünde güzellikler bulur, güncellemeleri sezon ilerledikçe yapacağım, hiç üzülmeyin. dipnot: virginia'yla meant to be'siniz dediği an ben bittim a dostlar. ne acı, ne tatlı bir sahneydi o öyle.

yeni gelen karı koca doktorlar. keys & coats bölümü güzel bir bölümdü doğrusu, ama doğrusunu söylemek gerekirse beni pek sarmadı bu çift. amaçları ne merak ediyorum ama bir yandan da etmiyorum aslında. virginia-libby-bill sarmalı o kadar güzel ilerliyor ki, merakımı bu sarmala harcamak varken başka şeylere dağıtamıyorum, elimde değil.

bakalım sezonun geri kalanı bize neler getirecek, heyecan dorukta!

[Bunu Ben De Yaparım!]

dot'un geçen yıldan takip ettiğim ve en sonunda kavuştuğum bir başka oyunu ile başbaşayız sayın seyirciler. ibrahim selim enfes bir oyunculukla hepimizi selamlıyor adeta.

bir saatlik bu oyun hem güldürüyor, hem ağlatıyor ama hep heyecanla takip ettiriyor kendisini.

konusunu anlattığım anda tadını kaçıracak bir oyun olmasına rağmen gerçekten vurucu yorumlarla, insani ilişkilere dair son derece çıplak bir tasvirle ve sizi düşünürken bırakan metniyle oyun çok keyifli, tekrar söylüyorum ibrahim selim çok ama çok iyi!

kendisiyle güllerin savaşı'ndan çok önce kesişmiş yollarımız iyi ki tekrar kesişti ve daha fazla geciktirmeden bu ödüllü oyunda buluşturdu bizi.

izleyin, izlettirin a dostlar!

[Son Zenne.]

soluksuz bir oyun.

kahkaha atarken soluğunuz kesiliyor, sinirden çıldırdığınızda soluğunuz kesiliyor, üzüntüden soluğunuz kesiliyor.

yarkın ünsal sahneye girdiği andan itibaren etrafına ışık saçıyor, hikayesini dinlemek için can atıyorsunuz ve birden bire onun bodrum katındaki odasına konuk oluyorsunuz. perdesinin arkasında ne olduğunu bilmediğiniz anlarda bile sanki içten içe biliyorsunuz. ümitleri, hüzünleri, kahkahaları ve gözyaşlarıyla o oda başınızı döndürüyor. en önden izleme şansını yakaladığım için gönül rahatlığıyla söyleyebilirim ki bu oyun için kan ve ter dökülüyor. soluk soluğa köşesine çekilip kekelediği o anlarda boncuk boncuk damlayan terler, duvara fırlatıldığında yerden yere sürüklendiğinde bacağını çarptığı yerden sızım sızım akan kan insanın kanını donduruyor, büyülü bir hayranlık evrenine alıyor. tek kelimeyle muhteşem. görmenizi tavsiye ederim, kendisinin oynadığı her oyunu bundan sonra gözüm kapalı takip ederim.

oyunda yarkın ünsal'a sevtap özaltun eşlik ediyor. kendisini ulan istanbul'dan hatırlasam da esas çıkışını fatmagül'ün suçu ne dizisinde asu olarak yaptığını söylemek yalan olmaz bence. doğrusu biz oyunu yarkın ünsal'ın performansını görmek için heyecanla yakalamıştık ama hakkını teslim etmek lazım ki sevtap da başarılı. daha doğrusu, önceden oynadığı şehirli şuh modern kadın imajının altından bu köylü kızını çıkarmak kolay olmasa gerek. eğreti durmadı bence, başarılıydı. gözlerini kocaman açıp masum bakışları bizi bitirdi. hayat ne kadar adaletsiz dedirtti. onun öyküsü bizi şaşırtmadı ama yine de sevdik kendisini, emeğine sağlık.

en sona en gıcık olduğum insanı sakladım tabii ki. cansu fırıncı. how i hate him. kendisi kırgın çiçekler'de "kemal'im yapmaz" rolünde beni bir sezon boyunca zıvanadan çıkardı, burada da tam gaz devam etti. tabii bu yorumlarımdan ne kadar başarılı bir oyuncu olduğunu çıkardığınızı düşünüyorum, zira elim hala kendisi hakkında iyi bir şey yazmaya gitmiyor. oyunun baş kötüsü, kendinden nefret ettiren, bir an sahneye çıkıp saçını başını yolmak istediğiniz karakter. emeğine sağlık.

velhasıl kesinlikle izlemenizi öneririm. iki saatlik bir macerada güleceksiniz, gözleriniz dolacak, öfkeleneceksiniz. tadınız kaçacak. çıkışta eve gitmek istemeyip birşeyler içmek, soluklanmak isteyeceksiniz. ama bunların hepsine değer, göreceksiniz.

[Bütün Kadınların Kafası Karışıktır.]

bu oyunu izlemeyenlerin acilen izlemesi gerekli zira çok komik!

kadıköy'de beşiktaş'ın şampiyonluğunu ilan ettiğimiz günde yakaladığım bu oyunu hiç unutmayacağım dostlar, gözlerimden yaşlar gelerek güldüm doğrusu!

konunun çok fazla detayını vermeden söylemem gerekirse, intihara meyilli deniz çakır, komşusu şebnem sönmez ve komşusunun temizlikçisi zeynep kankonde arasında geçiyor çoğunlukla bu oyun, arada İpek Türktan Kaynak da şenliğe katılıyor. kadınlar, hayata bakış açıları ve zor anlar karşısında sergiledikleri tavırları hakkında çok eğlenceli bir oyun olmasının yanı sıra, bazı bazı vurucu cümleleri de bulunuyor.

bence tam bir absürt komedi zira alkolün etkisiyle komikleşen kadınların hallerinin yanı sıra, hiç yan yana gelmeyecek karakterleri muhteşem bir şekilde yan yana getirmesinin verdiği bir kahkaha halinin önüne geçemiyorsunuz. oyunun o an size görünür hikayesinin yanı sıra bir de arka fonda inceden inceye anlattığı bir hikaye var ki, sanki oyuna ikinci kez gitsem giderim gibi bir hissiyatla doluyorum desem yalan olmaz.

dediğim gibi, izlemekten asla pişman olmayacağınız, sadece "kadın oyunu" olmanın dışına çıkmış, eğlenceli, sorgulayan, zamanın su gibi akıp geçtiğini gösteren bir oyun bu oyun. bu muhteşem oyuncuları bir arada görmek fırsatını kaçırmayın, pişman olursunuz sonra!

[Stranger Things Post Season 1.]

bu diziye başlamak için büyük bir heyecanım yoktu ama herkes başlayıp övünce dayanamadım izledim, pişman da değilim.

dizi daha korkunç olur diye düşünerek başlangıcı biraz geciktirsem de, çok korkmadığımı söyleyebilirim. çocuğu kaybolan anne rolünde winona ryder devlercesine bir performans sergiliyor desem abartmış olurum ama bence gerçekçilik sınırları içerisinde çıldırmanın eşiğine gelen bir anne rolünün altından başarıyla kalkmış.

kaybolan çocuğun arkadaşlarının her biri çok tatlı. inanılmaz güzel bir casting olmuş ve bu ufak genius çocuklar yetişkinlerden daha çok bilgiyle bizi aydınlatarak kahramanlarım oldular. doğrusu bazen çocukların hayal güçleri daha geniş ve sınır konulmamış olduğundan hep böyle öngörü gerektiren konularda daha başarılı olduklarını düşünmüşümdür, bu dizi bu konsepti çok iyi ele almış.

eleven. bayıldım sana ya! bu minnoş kız saçlarını kestirmek istemeyince mad max fury road'daki charlize theron'u göstermişler, bak harika olmuş değil mi diye, kızımız öyle saçlarını kestirmiş! bu küçük detaylar bir yana o jean grey-vari yeteneğine hayran oldum -iyi ki böyle yeteneklerimiz yok neyse ki- ve yüzündeki o donuk ifadeyi de takdir ettim. bu çocuğu bence gelecekte daha iyi yerlerde göreceğiz, heyecanla bekliyorum. sezon finali vay anam vay dedirtti, dilerim diğer sezonlar ve diğer işleri de böyle dedirtir diye ümit ediyorum.

kaybolan çocuğun abisi/eleven'ın kaldığı evin ablası. ay bu ikili girdikleri ağaç kovukları yüzünden yüreğime indiriyordu! kendilerini beğendim. doğrusu outcast bir çocukla popüler bir kızı yan yana yazmak fikri çok yenilikçi değil ama dizinin 80ler havasına çok yakışmış, bravo.

takip edin, izleyin, pişman olmayacaksınız a dostlar!

[Suits Post Season 6.]

ne ara bu dizinin beşinci sezonu hakkında yazmayı atlamışım da biz ne ara 6. sezona kadar gelmişiz, doğrusu şaşkınım! her sezon ben bu diziyi bırakırım kesin desem de  yine bir sezonu da daha tamamlamış olarak karşınızdayım sayın seyirciler.

bu sezonu gerçekten isteyerek izledim ama, onu söyleyeyim. mike'ın hapse girmesi içimin yağlarını eritti, harvey ve jessica'nın neredeyse dibe vuracak olması ayrı bir heyecan uyandırdı bende. sürekli son dakikada bir bomba patlatıp kurtulan bu insanların biraz burnu sürtüldü de fena mı oldu soruyorum sizlere.

mike/rachel ilişkisi her zaman söylediğim gibi hiç ilgimi çeken bir ilişki değil ve bu sebeple kendileri hakkında çok yazmak istemiyorum. ama tabii bu sezonun merkezinde bu ilişki çok da yer edinemedi zira ayrı gayrı kaldılar. dolayısıyla sanki biraz olsun nefes alma imkanımız oldu. jessica ve rachel'ın ciddi bir iş yaptıklarını, bir adamın hayatını kurtardıklarını izledik ki, bence güzel bir hikayeydi.

donna. maalesef donna bu sezon elbiseleriyle salınarak ofiste yan komşularıyla flörtöz bir bakışma silsiles dışına çıkamadı. kendisini çok seviyoruz ve spinoff olsa bu diziyi bırakıp sadece kendi dizisini izleriz ama bence artık bu karaktere bir derinlik vermelerinin vakti geldi.

louis. ay bu adam aşık oldu daha mutlu olabilir miyiz derken içine düştüğü garip ilişki hali hepimizi gerdi. ama louis yine kendini aşaraktan öyle bir karar verdi ki hepimizi şaşırttı desem yerinde bir tespit olur bence. neyse ki görmekten çok korktuğum donna/louis ikilisine tanık olmadan sezonu tamamladık, haydi hayırlısı.

harvey. yine hiç bir derinlik alamadığımız harvey kararkterinden selam olsun. bu sezon kendisiyle ilgili en güzel detay anne tablosuydu. biraz daha eski hikayeleri derinleştirseler sanki daha çok seveceğim ama olmuyor, bir türlü eskilere gidemeyip sadece harvey'nin savcılık dönemi referanslarıyla beni çıldırtıyorlar.

jessica. spoiler vermeyeceğim ama vay anasını sayın seyirciler. öteki sezon derin bir merak uyandırmadı bende. bunda senin payın var mı pek de kestiremiyorum doğrusu ama en havalı kıyafetleri giyen ve gücünün doruğunda her konuya soğuk kanlı bir şekilde yaklaşıp mevzuyu tek hamlede çözen kadın karakterleri görmeyi çok seviyorum televizyon ekranında. dilerim jessica'nın yaptığı tercihler daha da güzel günler getirir kendisine.

devam eder miyim belli değil ama takip edilesi bir dizi sayın seyirciler.

[Peaky Blinders Post Season 3.]

efendim bu diziye sonradan başlayıp hemen yakalamayı başardım. altışar bölümlük 3 sezonda neler neler oldu anlatsam inanmazsınız. en başlarda bahisçilik ile başlayan bu küçük mafya ailesinin serüveni adeta saraylara, köşklere uzanıyor da heyecanla takip ettiriyor kendini. üstelik dizi sadece kendi karakter hikayelerinin ötesinde irlanda ve dahi milliyetçilik konularını da ele alıyor, güzel noktalarda kesişerek insanı heyecanlandırıyor.

tommy shelby insanı kendisine aşık ediyor, korkutuyor ve karşı konulmaz bir çekim kuvvetiyle etkisi altına alıyor. normal koşullarda bu çok da yakışıklı olmayan adam dünyanın en havalı adamı rolünde, arka fondaki muhteşem müzikler eşliğinde aşık olmayı kabul ettikçe eriyip gidiyorsunuz, benden söylemesi.

üstelik dizide bir de bonus var: aunty polly rolünde madame kali -helen mccrory- oynuyor! penny dreadful'un bittiği günlerde bu diziye başlamamın sebeplerinden birisi de kendisi. burada dünyanın en havalı en güçlü kadını rolünde ama bir yandan kendisinden korkmaya devam ediyorum doğrusu.

bakalım bir sonraki sezon neler getirecek bizlere, takip edelim ettirelim dostlar.

[Penny Dreadful Post Season 3.]

aylar sonra yazacağım ilk yazının özellikle penny dreadful hakkında olmasını istiyorum. hala üstesinden gelemediğim, bitişini sindiremediğim, zirve bölümlerini unutamadığım ve öyküsünü hayranlıkla andığım bu harika dizi hakkında ne yazsam boş  gibi gelse de, bazı güzelliklerin yazıya dökülmesi şart.

bu dizi hakkında eski yazılarıma baktığımda her zaman post season 1, post season 2 diye yazdığımı gördüm. demek ki ben bu diziyi soluksuz izlemişim, mecalim kalmamış ve ancak bittikten sonra geriye dönüp olayı irdelemeye çalışarak yazmışım. nasıl böyle olmasın ki?

üçüncü sezon başladığında biz kendimizi bambaşka bir vanessa ives ile bulduk. evlerden çıkmıyor, yemek yemiyor, perdeleri açmıyor, tabiri caizse yaşamıyordu. malcolm'un ethan peşindeki amerika macerası hiç ama hiç ilgimi çekmemekle birlikte, ms. ives için içimin parçalandığını söylememe gerek yok herhalde. neyse ki mr. lyle bu konuya bir el attı ve vanessa'yı bir doktora gitmeye ikna etti. üstelik doctor'umuz geçen sezonun cut wife'ı muhteşem patti lupone'du!

uzun lafın kısası vanessa ve sewing konuştular, anlaştılar ve vanessa hayata başka bir yönden bakmaya karar verdi. yani bütün belalar büyüler canavarlar şeytanlar illa bu kadını bulmak zorunda mıydı? önce herşey hiç yapmadığın bir şey yap önerisi üzerine müzeye gitmekle başladı, devamı da çorap söküğü gibi geldi sezonda. bu sezonun kötüsünün dracula olduğunu anladığım an düşüp bayılacaktım. tabii kim dracula kim değil diye dev bir spoiler vermek istemiyorum ama yani pes. gerçekten vanessa'nın mutlu olması bu kadar mı zordu diye sormadan yapamıyorum. şimdi vanessa'yı tam bu noktada bırakıp diğerlerinden bahsedeyim.

victor bu sezon lily'nin ardından depresyonda bir aşık rolündeydi. ama yine de yeni hikayemiz ve hatta temamızın sahibi dr. jekyll kankasıyla kafayı lily'i "iyileştirmeye" taktı. onun o umut dolu bakışları ve korku/şefkat karışık heyecanı ardında seyirci olarak öldük bittik a dostlar.

lily'nin ise ölümsüz bir savaşçı olup tüm kadınları organize ederek erkeklerden intikam alma oyunu dorian'ı biraz baymış olsa da, bu karakterin geçmişine dair bilgiler elde ettiğimiz, dev monologlu efsane anlara tanık olmadık desem yalan olur. yanlarına aldığı ilk kız da damla sönmez'e ikizi kadar benziyordu bu arada, söylemeden edemeyeceğim.

dorian hayranlık ve kıskançlık içinde lily'i izledi izledi ve en sonunda bombayı patlattı: "yıllardır aynı şey olup biterken herkes sıradışı bir şey yaptığını sanıyor, hiç farkınız yok." işte o an ölümsüz olmak ne demek diye düşündüm. ölmemek değil sadece, alışmak, sıkılmak, kaybetmek ama kazanmaktan da yorulmak belki de. ne zor bir hediye...

the creature... bu sezon beni bitirdi. kutuplardaki gemi ambarından fabrika çıkışında ailesini aramasına, yaptığı tahta oyuncaklardan karanlıklarda yüzünü saklamasına beni bitirdi bu adam. sen ne harika birisin, sen ne güzel yazılmış bir karaktersin, kelimelerim yetmiyor.

derken o bölüme geldik: season 3, episode 4: "a blade of grass"

hayatımda izlediğim en çarpıcı dizi bölümü. sinematki bir deneyim. olağanüstü oyuncular. olağanüstü bir metin. yalnızlığın ortasında günün kim bilir hangi saatinde... bu nasıl bir bölümdü, hala düşündüğümde aklım almıyor. her öğrenciye izletilsin, herkes görsün, öğrensin, işini böyle yapsın istiyorum. ödül vermek bir yana, sımsıkı kucaklamak istiyorum her iki karakteri de. silahlar çıkarıp saldırmak, ağlaya ağlaya sarılmak ve herşeyin geçeceğini söylemek istiyorum. bu diziye başlamayı düşünen yok mu orada? başlasın. bu bölüme gelsin ve onunla da kucaklaşalım, hayal kırıklığı, yalnızlık ve dahi terk edilmişlik, zor zaman dostluğu ve bambaşka bir safi aşk karşısında saygıyla eğilelim.

john logan. dizinin yazarı yaratıcısı herşeyi. sondan bir önceki bölüme geldiğimde (evet neler olduğunu söylemeyeceğim) neler olduğunu anlamak için sezonun uzatılıp uzatılmadığı ile ilgili bir ipucu aradım. bu hususa dair haberi aldığımda neler olacağını öyle iyi biliyordum ki...

buradan sonra spoiler var, lütfen izleyecekseniz devam etmeyin, daha ufak bir yazıyla yazıp spoiler bittiğinde normal boyutlara döneceğim ve sizi haberdar edeceğim. aşağı doğru inebilirsiniz.

.
.
.
.
.
.
.
sanıyorum ikinci veya üçüncü bölümün sonunda sweet'in dracula olduğunu öğrendiğimde kaçınılmaz sonu anlamıştım. vanessa ona aşık olacaktı ve yine kalbi kırılacaktı. seward'ın dediği gibi yanlış insanlara kapılan bu huzursuz ve lanetli kadın yine karanlık bir evin odasında açlıktan öleyazıp, çilesini dolduramadan acı çekerek hayatını sürdürecekti. ama dizi öyle bir ters köşe yaptı ki, son haftayı beklerken meraktan çatlayacağımı hissettim. son bölümden bir önceki bölüm sweet'in yanına onu öldürmeye giden vanessa artık sevilmek, olduğu gibi kabul edilmek ve mücadele etmemek istedi. dracula'ya kendini sunduğunda iki ihtimal var dedim: ya ethan vanessa'yı çilesinden kurtarmak için öldürecek ya da biz dördüncü sezonda vampir vanessa'yla kapışan Catriona Hartdegen (havalı bir karakter ama maalesef hikayesinin öncesi ve sonrasını öğrenemedik) ve diğerlerini göreceğiz. ama her iki ihtimal için de wolverine vs. phoenix tadında bir bölüm vardı aklımda. vanessa vampir kraliçe olmuş da dracula'nın yanında yardırıyor. yarı yarıya yanıldım ama yine de daha fazla yanılamazdım. son bölüm başladığında vanessa'yı büyük bir pişmanlık içerisinde solgun yüzü ve mutsuz bakışlarıyla bulduk. ne all mighty vampire queen olmuştu, ne de vanessa ives'ın metanet ve gücü kalmıştı. bölüm sonunda ethan'dan kendisini öldürmesini istediğinde içimde bu harika karakterin ölümünün acısı yerini bu harika yazılan yaratılan dizinin (selam olsun sana john logan!) zamansız bitişinin kederine bıraktı. yerli yersiz dizilerin sezonlarca uzatıldığı, sündürüldüğü bir dünyada john logan hikayesini kısa kesmeye karar vermişti. -çünkü o bir john logan'dı- bir daha böyle güzel yazılan ve karakterlerinin başlangıç ve sonuna dair muhteşem bir yol izleyen, seyirciye istediği her cevabı sunan bir dizi ne zaman gelir diye düşündüm, zihnimin vanessa ives mezarlığına bir demet mis kokulu sümbül bıraktım.
.
.
.
.
.
.
.
spoiler sonu, devam edebiliriz.

ekim ayının başındayız, hala da sindiremedim bu dizinin bitişini. bunun yerine eva green'in tüm filmlerini takibe alıp bitirmeye çalışıyorum. bayan peregrine'in tuhaf çocuklar için evi romanını okuyorum mesela, filmde alma'nın ağzında vanessa'nın cümlelerinin çıkmasını kolluyorum. atarlı ifadelerde vanessa'nın azmini yakalıyorum. hayatta duyduğum en ayıp betimlemenin "bond kızı" olduğunun ayırdına varıyorum bu süreç içerisinde.

artık tek dileğim var: bir gram dizi piyasasına gönül vermiş biri varsa allah aşkına şu kadına bir ödül versin, yoksa gerçekten çatlayacağım.

izleyin, izlettirin dostlar!

[Aranağme 15.]

En son yazdığım yazının üzerinden 7 ay geçtiğine inanamıyorum! bu 7 ay içinde neler neler izledim, neler neler düşündüm, şimdi geriye dönüp bir listesini hatta sorgulamasını yapma vakti. zihnimin sesleri ve zaman birbirini bu hafta yakalayacak diye düşünüyorum, haydi bakalım hayırlısı!