15 Aralık 2013

[Martilara Ovgu.]

Dinledigim bir sarkida marti sesleri duydum. Duyar duymaz anladim. Martilari nasil da ozlemisim...

24 Kasım 2013

[Doctor Who 50th Special: Day of the Doctor - 23 Kasım 2013.]

the day has come. it's the day of the doctor.

yareppim öncelikle cnbce'ye türkiye adına büyük bir teşekkür iletmeyi bir borç bilirim. zira türkiye'deki doctor who hayranları aynı anda bu bölüme tanık olabildiler. ben aslında bölüm bittikten sonra internetlere düşünce izleyeceğimi biliyordum ama dayanamadım ben bile live stream linki aradım. aslında buldum link amma o kadar da güzel bir link değildi, sadece ana başlıkları görebildim. dolayısıyla bölüm bittiğinde bu bölümler ilgili hiç bir heyecanım yoktu. hayal kırıklığı değil de, havaifişekler yoktu havada uzun süredir beklediğim bunu söyleyebilirim. ama dedim ki, bağlantıları ve tüm diyalogları görmeden puan vermemeli, bir karara varmamalı. bölüme kavuştuğumda, ne kadar haklı olduğumu anladım.

yareppim bölüm clara'nın güzel bir edebi quote'u ile başladı. sanıyorum ki bu quote doctor için de geçerli. sonra doctor'la kavuşmaları sahnesi yaşandı filan. minik bir RDIM havuzu oldum. öyle bir sevgi pıtırcığıydım ki adeta eridim hala da insan formatıma dönmeye çalışıyorum. efenim unit'in bölüme dahil olması güzeldi. zati tüm bu kadar çok konuyu bir de unit'in sahip olduğu eşyalarla renklendirmeleri çok güzel olmuş. dahası unit'te çalışan ve THE ATKIyı takan kız hepimizi fethetti. THE ATKI'nın sahibi son sahnede görünen curator aka the dördüncü doktor! yareppim bu kadar çok ufak ayrıntı beni zevkten öldürmezse iyi! neyse efenim sonrasına gelirsek, matt'in resmi gördüğü anda yüzüne yayılan dehşet ve hüzün harikaydı. matt biz seni xmas bölümünde nasıl bırakabileceğiz hiç bilmiyorum doğrusu! orda clara'nın elini tutman filan, ay canım benim sen ne kadar human oldun ya, sen ne kadar doctor oldun, valla düşündükçe gözlerim doluyor uykularım kaçıyor. 

bu arada ara not: time lord science'a zaten hayrandık: it's bigger on the inside. anam time lord art da apayrı bir güzelmiş. fotoğraf gibi değil, gerçekten slice of time'ı durdurabiliyorlarmış. dahası resmin içine birilerini götürebiliyorlar filan, allahım ne kadar güzel birşeydir bu? böyle bir ırk var mı? nereden? çok uzakta mı gerçekten? bir gün tanışabilir miyiz onlarla? kendi medeniyetimizden, kendi ırkımızdan uzaklarda bambaşka hayatlar yaşandığını düşünerek uyuyacağım bugün. ve hiç sebepsiz gülümseyeceğim. 

geliyorum no more sahnesineeeee! yareppim john hurt'un tabii ki öncelikle bir tanrı, bir kral, bir şampiyon ve bir ilah olduğunu söyleyerek başlamak isterim. aslında herkesten yaşlı olan bu adam herkesten genci oynadı ve inandım yahu inandım! çok mutluyum kendisine tanıklık etme imkanına eriştiğim için. ya bir düşünün time lord silahını. o kadar büyük bir silah ki kendisi kullanılmasın diye vicdan geliştirmiş yareppim. time lord'ların silahları bile iyi, silahları bile güzel. ve bu noktada belirtmeliyim ki benim beklediğim an yaşandı. rose tyler ile kavuştuk!  tabii ben kendisinin post-darlig ulv stranden rose tyler olmasını ve 10 ve 11'le aynı anda karşılaşmasını çok isterdim. sonuçta bu iki adam da aynı adam ve bu kadına aşıktı. o tension değil ama o zamanların ayırdığı insanları görmek fırsatı hep aklımı çelmişti. ama içten içe biliyordum ki rose tyler bad wolf olarak gelecek. tabii vicdan'ın interface'i olarak geldi ama yine de bad wolf kılığındaydı. öncelikle billie piper'ı çok iyi gördüğümü söyliyim. valla çoluk çocuğa karıştı yanlış hatırlamıyorsam, çok yakışmış, yıllar ona çok çok iyi davranmış. neyse efenim, uzun lafın kısası bad wolf boyutları kapıları açtı ve yareppi şükür tüm doctor'lar yavaştan bir araya gelmeye başladılar. 

öncelikle tüm dünya bitti elizabeth mi kaldı diye sormak isterim. zaten uzun süre sonra kavuşmuşuz, özlemişiz, david'in maruz kaldığı çirkin öpüşmelere tanık olmasak daha iyiydi. neyse. konu gereği gerekliydi, kabul edebilirim, güzel bağlanmış unit'le filan. neyse gelelim david'e. ya seni çok özledim 10 ya! velkam decem! allahım wimbly wobbly deyişine kurban olayım! converse'lerini bile özlemişim şaka değil ya. o ceketin meketin, gözlüğün ve basit screwdriver'ın ile beni benden aldın david. ÇOK ÖZLEMİŞİM!  tavşanla konuşma sahnende yarılarak güldüm onu söyliyim bir de. gerçi DING'in bir türlü çalışmaması beni benden aldı bilesin. yahu sen çılgın bir insansın, nasıl çalışmıyor o sistem allaaasen? neyse affetmek ne kelime, din'i takmıyorum bile. ay çok özlemişim yahu! keşke bad wolf da olsa rose tyler ile karşılaşabilseydiniz!

11'in yerdeki kumdan olayı çözmesi çok güzeldi, onu güzel kurmuşlar. fes bulup takması ise cümlemizin gözüne river song'u arattı çok afedersiniz. kendisi goodbye sweetie dedikten sonra zaten beklemiyorduk ama yine de, umut fakirin ekmeği stayla bir yorum yapmayı bir borç bilirim evet. gelelim 10 ve 11'in buluşmasına. DOCTOR'LARI SEVİYORUM! ay yareppim ne uyumlu ne komik ne harika bir çifttiniz. geronimo'larınız, allons-y'leriniz, sonic'lerinizi karşılaştırmanız, birbirinizin kıyafetine laf atmanız filan, john hurt'ün gelişiyle daha da tatlandı. papyonu beğenmedi, konuşmalarınızı beğenmedi, sizi companion sandı yeminle gülmekten yarıldığımdır! çok çok güzeldi just act like a grown up kafaları! 

bir aranağme daha yapıp captain jack'e bir sayg duruşu yapmayı bir borç bilirim. yahu vortex manipulator deyince yine aklıma river geldi amma, keşke jack'çim de oaydı bu bölümde aaah ah! şifreyi duvara yazmak brilliance'ından filan bahsetmiyorum. ayrıca üç doktorun da kapıyı kontrol etmemeleri harika bir semboldü. time lord'lar bile başına geleni kabul ediyor vesselam. arada same software diye ipucu veren rose tyler, canımsın. bebişimsin. valla an be an o rose tyler gülüşünü gördük. hep bad wolf ve interface halindeydin amma, rose tyler gülüşleri gözlerden kaçmadı, kalp! 

ikinci bir aranağme olarak shift sonunda insanın hafızasını silen makinalarınız var laaan diye çığlık atmaktan kendimi alamıyorum doğrusu. ne muhteşem bir güvenlik sistemidir o öyle valla hayran oldum. tebriks. bir de clara unit'e ne zaman gelmişti daha önce? ilk gelişinizde seni kaydettiydik gibi bir olay geçti yanılmıyorsam. biri beni aydınlatsın, valla internetlerde arayacak halim sabrım gücüm kalmadı. öyle heyecanlandım ki izlerken, adeta yorulduğumdur. ya bu arada bu bölümün kötüsünü oynayan zygon'lar mıdır ne boktur, neydi öyle ya! daha çirkin bir kötü seçemediniz mi? hiç mi başka shapeshifter yoktu? adeta makyözünüze yazık dedim kendi kendime. 

"conquering future from the past." bundan daha genius'ı var mı aceba diye soruyorum a dostlar. başka yorum yapmama gerek yok heralde. gerçi bi de elizabeth'in yine david'e salya sümük bir öpücük vermesinden de iki kelam bahsedeyim. iki kelime evet. yikes. yikes. diren david. 

şimdi izin verin biraz clara'dan bahsedeyim, our clara'dan. kendisi diziye asylum of the dalkes'te müthiş bir giriş yapmıştı hatırlarsanız. yani katrilyar tane dalek'e doctor who dedirten bu kıza şapka çıkarmak ne kelime, kendisini doctor who evrenimizin baş köşesine koymuştuk. sonrasında kim olduğunu bilmeksizin salvage of a lifetime diye bahsedilikçe sinirlenmeye başlamıştım. sonuçta hem çok çok sevdiğim başka companion'lar var, hem de dizi bayaaaaa uzun bir dizi, bilmediğim başka companion'lar da var, sonuçta bu kıza ne oluyordu öyle değil mi? meğersem tüm bu düşünceler son bölüm the name of the doctor'da göt olmam içinmiş. gerçekten de kendisinin salvage of a lifetime olduğunu itiraf etmeliyiz. yahu doctor'u hayata döndüren ve her zaman kurtaran bu kız dizimizi mümkün yapan insanmış. adeta oksijenmiş doctor who dünyasında. üstelik kendisi anne ve babasının tanışmasına vesile olan yaprağı saklamasıyla ufak tipitoş şeylere gösterdiği özenle hepimizi clara olarak da fethetti salvage of a lifetime olmasa bile, ki öyle. neyse efendim , bu bölümde yine clara başka bir boyutlarda adeta. yahu kız gallifrey'i kurtardı daha ne diyim? üç doktor'un yapamadığı şeyi, düşünmediği şeyi, bizim 11 doktora düşündürttü iyi mi? valla pes! hayran oldum. keşke clara olsam da doctor'cuğum bana da my clara, my impossible girl dese. öyle bir sevgi, öyle bir kıskançlık benimkisi efenim. işte bu bölümde de clara yine sempatik, to the point, duygusal tavırlarıyla kendini bir kere daha sevdirdi. o koccaman bakan gözlerinden yaşlar süzüldükçe, be my doctor dediğinde matt'i gülümsettikçe, arşa değdi başım yahu. kalp kalp kalp.

john hurt'ü yalnız bırakmayan david ve matt, sizi çok seviyorum. çok. aklına birşey geldiğinde koccaman gülümsemesiyle içimi aydınlatan matt, seni çok seviyorum. tardis'ine doğru koşup bir beşlik çakan david, seni çok seviyorum. heyecan dolan, aman tanrıııığm heyecanın bize de geçiren john, seniçok seviyorum! karanlık bir bilgisizlik anında kaldığımı o bir dakika içerisinde hepinizin oyunculuğunu aşan bir içtenlik içimize geldi oturdu, ben bu bölümü asla unutmam, bilesiniz. sizi çok seviyorum.

ve beklediğim an. bad wolf girl denilen anda david'in yüzündeki ifade... bad wolf girl, i want to kiss you denildiği anda, that's going to happen diyen rose'un yüzündeki ifade... david'in yüzündeki ifade... işte hayal ettiğim, beklediğim bölüm buydu. yareppim ne güzel bir iki saniyeydi o iki saniye. canımsınız. moffat, tüm kalbimle teşekkürler. gerçekten teşekkürler. 

gelelim meselei gallifrey'e. end of time'ı unutmuuuş gitmiştim. çünkü o bölüm benim için gallifrey'i yeniden kaybettiğimiz bölüm değil, donna noble'a veda ettiğimiz bölümdü. o bölüm, rose tyler'a bir kere daha veda etmek zorunda kaldığımız bölümdü. ama doğruya doğru, bu bölümde gallifrey'in başına gelenler düşünülünce how is this possible diye sorabiliyor insan. ama ben karar verdim ki it's all about timing. son gün gelmiş bu işi bu şekilde çözmüşler diye düşünüp daha da derine inemeyeceğim a dostlar. bir de tabi tüm doktorların aynı timeline'da karşılaşma meselesi var. nasıl yer gök yırtılmadı merak içerisindeyim ama bölüm o kadar güzeldi ki, hiç cancağzımı sıkamayacağım. zeki birileri bana da anlatsın. açıklaması yoksa da benim kabulüm. boşverdim gitti. şimdi gelelim bir gezegeni olduğu gibi dondurma konseptine. BİR TIME LORD DAHA NE KADAR ZEKİ OLABİLİR? BİR YAZAR DAHA NE KADAR YARATICI OLABİLİR? bu iki soruyu sorarım size dostlar. yareppim arada sırada karşımıza çıkan cyberman iskeletleri, parçalanan dalekler, atkılar, fesler, tanıdık repliklerin hepsini geçiyorum yaratıcılıkta. ama time and space traveler'a bir hedef vermek, bir ev vermek fikri öyle basit birşey ki... ama öyle güzel ki... basitliğini düşündükçe sevinçten çıldırasım geliyor. beauty in simplicity. ama aslında 1200 küsür yaşındaki bir adama böyle bir umudu verdiğiniz senaryo ne kadar yaratıcıydı öyle. beni fethettin moffat. eskiyi umursamasan da, bazen beni çileden çıkarsan da, dw markasını sürekli kendinle eş anlamlı kullanılsın diye bazen distort etsen de, beni fethettin. doctor'a bir umut verdin. arada peter'ın gözlerini gösterdin. he always says that diyerek i don't want to go'ya selam çaktın. david'in hislerini gösterdin. river'ı anımsattın, jack'i andın. insan olmanın ne demek olduğunu, kim olduğunu unutmanın bazen iyi olduğunu anlattın bu bölüm bize. helal olsun.

ah doctor... trenzalore'da kendini bulan doctor... evinin rüyasını gör artık. sen bunu hak ettin. bu kadar maceraya öyle çok hakettin ki, çok çok mesudum.

en sonunda bir başka doctor'un curator olarak gelmesi de beni ayrı bir fethetmişti evet, söylemeden edemeyeceğim. 

verdict: ben bu bölümü çok sevdim. aylardır beklediğime değdi mi? fazlasıyla değdi. en nihayetinde gecenin bu saatine vardım, 3 kere izlemiş vaziyetteyim. yazarken de bahsetmek istediğim bir sahne kaçmasın diye 4. kere üzerinden geçtim tüm bölümün. daha tipitoş minnoş ayrıntılarla ilgili de yazmak isterim ama, diziyi izlerken öyle keyif aldım ki her seferinde, aynı anda izleyip yazmak pek mümkün görünmüyor. kim bilir, belki daha sonra yaparım bu olayı da. şiddetle tavsiye ediyorum diyeceğim ama, zaten doctor who hayranlarının bu bölümü kaçırması mümkün değil. doctor who'nun diğer bölümlerinden sezonlarından, karakterlerinden ve companion'larından keyif almamış, ve hatta daha doğrusu bu saydıklarımı izlememiş/kaçırmış insanların bu bölümü izlemesini dilemek çok garip geliyor. çünkü çok eksik olurdu onlar için bu bölümü izlemek. dolayısıyla sevgili whovian'lar dışındaki insanlar, reca ederim yanınıza bir whovian alıp izleyin bu bölümü. size anlatırlar. anlatırken keyif alırlar. anlattıkça dizinin ne kadar perfect full circle olduğunu tekrar tekrar düşünüp takdirle dolarlar, yaratıcılara şükran duyarlar. ve belki de siz, işte o zaman doctor who'dan keyif alırsınız, belki de o zaman whovian olursunuz. ama rica ederim hiç fikriniz olmadan, yanınızda kimse olmadan bu bölümü izleyip notlar puanlar yorumlar vermeyin olur mu? çok zor... çok eksik... dizimizin ellinci yılını kutlarken, dizimizi o şekilde tanımayın, ne olur...

ve biz, whovian'lar. biz ne yapmalıyız bu bölüm de bittiğine göre. xmas special da uzakta. öteki sezon hemen hemen bir yıl sonra. geriye tek birşey kalıyor bu akşam yatmadan. 2013 proms dinlemek ve song for fifty'e eşlik etmek.

happy birthday.
happy birthday.
happy birthday doctor, you.

sonrası vale decem, sonrası doctor who theme tune.

doctor rüyalarında evine gidecek artık. gallifrey'de buluşalım bu gece a dostlar?

geronimo!
allons-y!
gallifrey stands!

[Gallifrey falls no more.]

christmas special bölümünün fragmanını veren bbc, sherlock'un fragmanını veren bbc, sen benim yüreğime mi indirmek istiyorsun? hayır, öldürmek istiyorsan söyle yani bu kadar dolaylı yapmana gerek yok! dalek, cyberman, silence ve weeping angels. TÖVBE BİSMİLLAH! bu nedir abi! bu nasıl bir ekiptir? adamı da trenzalore'a götürüyorsunuz bir de! ya anladık doctor regenerate edip 12. doktora dönüşecek BİR DE BU SIRA DEĞİŞTİ ARTIK 13 MÜ DİYİM NE BOK YİYİM BİLMİYORUM KARAR VEREMEDİM HENÜZ ama yani bu kadar da bodoslama ölümüne gönderilmez ki bir adam ya! bir de bu kadronun arasında clara olursa artık çatlaya çatlaya fenafillaha ereceğimi düşünyorum. bu nedir! ar yu kiding miy? ay matt'i göndermeye hiç hazır değilim dostlaaaar! yangın var diye bağıracağım. dışarısı -5 derece filan, valla koşmaya çıkıcam adeta böyle bir içim içime sığmamazlık durumu. dur bakalım, hayırlara yazsın. lütfen moffat, bu gece yarattığın takdir hayranlık ve hikaye tanrısı olduğun inancının içine sıçma, yüreğimize indirme.

[sherlock'u en son üniversitedeyken izledim. iki yıl oldu. sherlock çatıdan atlamıştı ve ölmüştü. ölmediğini biliyoruz ama nasıl olduğunu çözmemiz moffat evreninde mümkün görünmüyor. allah aşkına artık tarih verin de ona göre soğuk sulara atlayalım yani.]

christmas special'da görüşmek üzere dostlar. o zamana kadar...

Gallifrey falls no more! [artık this is sparta yerine bunu söyleyeceğim. bilesiniz. heh]

18 Kasım 2013

[Özlemek.]

aşağıdaki konuşmaya, tanımlara belki de size sorsam asla izlemem diyeceğiniz bir dizide denk geldim. iyi ki denk gelmişim. bir kenara not alıyorum, üzerinde belki bir düşünen daha olur benden başka.

+ sen hiç onu özlediğini söylemedin.
- çünkü özlemek sessizdir. hırkasını...
+ hırkasını mı?
- her seferinde kapıcıya vermek için ayırdığım sonra da üzerinde gördüğüm hırkasını. yastığa bıraktığı baş çukurunu. uyurken hafif gülümseyen dudak kıvrımlarını özledim. bir de... sadece kitap okurken taktığı ve yaşlı görünmemek için köşe bucak kaçırdığı gözlüğünü özledim... bir erkek sevdiği bir kadını herhangi bir sebepten kaybederse onun saçlarını, gözlerini, tenini, kokusunu özler. ama bir kadın bir erkeği kaybederse sadece ona ait olan şeyleri özler.
+ neden?
- çünkü onlar hala o adama aittir. ama sen değilsindir.

[meraklısına kaynakça: Karagül, FOX, 21. bölüm]

05 Kasım 2013

[Afraid of fire. Yearns for it.]

yazlıktan dönerken çantamıza atıp getirdiğimiz deniz kabuklarının, kışlık eve vardığımızda hiç bir anlamlarının kalmadığını anlamak ne hazin... bunu yeni anlamak, daha da hazin. belki de anladığına kendini inandırmak için çabalamak en hazini. hezimetin ve hüznün hangi noktasında olduğumu biliyorum. keşke. iyi ki. 

yaz aylarını harcayıp topladığın o deniz kabuklarını neden topladığımı düşünüyorum. çok sevdiğim denizin parçası oldukları için mi acaba? yoksa ben deniz kabuklarının kendilerini mi çok seviyorum? cevabı biliyorum. hayır. yalan söylüyorum. hayır. söylemiyorum. 

artık deniz kabuklarım yok. attım hepsini. varsa yoksa gelecek. sadece merak ve heyecan. umut. ışık. gürültü.

yani aslında afraid of fire. yearns for it. 

epic caption. or is it?

03 Kasım 2013

[Once Upon A Time S3E3-4-5.]

bu dizinin başladığı noktadan 3 sezon sonrasında asa böyle bir yerde duracağını tahmin etmezdim. charming ve snow'un bir türlü biraraya gelemeyip içimizi daralttığı ilk sezondan sonra keyifli geçtiğini söyleyebileceğimiz bir ikinci sezon ve ardından tam gaz neverland'de kendini bulan bir üçüncü sezondayı sayın seyirciler. bu durumdan öyle memnunum ki. hem yepyeni karakterlerle tanışıyoruz, hem de tanıdığımız karakterlerin hikayelerinin devamına tanık oluyor. daha ne ister bir dizi izleyicisi sorarım size.

üçüncü bölüm itibariyle tinker bell ve regina'nın da geçmişindeki hikayeyi öğrendik efenim. tinker bell'in dizide kötü olmaya itilmiş iyi karakteri oynamasına bayıldım. işte böyle böyle challenge'ler kalbimi fethediyor bilesiniz. robin hood'un ise rumple'a borçlu olup, neal'a yardım etmesi ise yine yüzleri aydınlattı. cheers.

dördüncü bölümde karşımıza daha da çok çıkan pan'i o kadar merak ediyorum ki... bu çocuk nasıl bu kadar kötü olabilir? ya da ilk sorum şu: bu çocuk daha ilk kez bu adaya nasıl geldi? orijinal peter pan hikayesinde var mı bu sorunun cevabı bir bakıveren olsa da bana söylese yahu. kendisinin kötü ve sinsi bir karakter olduğunu gördükçe çocukluğumun tüm o hayali kahramanını -canım benim ne iyi çocuktur yahu peter pan, hayal edebildiği için uçabilen ve bissürü çocuğa sahip çıkan bir kahramandır benim gözümde- şimdi bambaşka bir yerde görmek beni zorluyor olsa da, insanın zihninin ve dahi geçmiş anılarının sınırlarını zorlaması, senaristlerin insanı bu zorlamaya itmesi brilliant bir his. teşekkür ederiz.

beşinci bölümle ilgili yorumlarıma gelince, aslında bu yorumun son üç bölüme uygulanabilir olduğunu söylemeden edemeyeceğim! yahu charming öleceksin, ailene söylesene artık! bu ekip iyiliğinden ölecek yeminlen kafayı yememek elde değil. neyse ki hook bu duruma bri el attı da charming'i kurtardı. yareppim charming neverland'i terk edemeyeceeeek. mary margaret bunu duyunca nasıl bir hüzünlü anlar silsilesi yaşanacak? tüm realm neverland'e mi taşınacak? en nihayetinde bu ikisi kral ve kraliçe yani. bir başka sorum da şu yönde: bunlar burada kalacaksa huzur mutluluk içinde pan'e ne olacak? herhalde o da iyi çocuk olmayacak birden bire. valla merakla bekliyorum.

meanwhile rumple'ın henry'i arama aramama ikileminin de farkındayız. öte yandan hook da neal'ın yaşadığını emma'ya söyleyip söylememe ikilemiyle başbaşa kaldı. yıh yıh yıh. o öpüşme sahneniz çok tatlıydı gençler. devamını bekliyoruz. ama sanıyorum ki hook'la emma'yı hayatta bir araya getirmezler, henry anası ve babasıyla kavuşur. ancak neal'ın ölmesi filan lazım ki, misal henry'i öldürmek isteyen rumple'ın önüne geçip heroic bir çıkış yaparak, henry'i de o anda kendini ispat eden hook'a filan emanet etmesi lazım ki gençler biraraya gelsin. bakalım ne olacak.

son olarak, regina tam bir voice of reason'sın anacığım. iyi olucaz iyi olucaz diye diye henry'i sen olmadan kurtaramaz bu ezikler. bak bi tane çocuğun kalbini eline aldın -magic la magic- onu kontrol ettin mesajınızı ilettin. valla eğer emma da snow'a destek çıksaydı orta yerimde çataaaa çataaa çataaa diye çatlayacaktım. bastır regina. bu arada senin de büyük aşkın robin çıktı ya, en sonunda huzura erdim. demek ki seni de eeeeen sonunda mutlu göreceğiz şükür yahu şükür. hep bir heart break hep bir kayıp hali, hep bir yalnızlık. içim parçalanıyordu artık. en sonunda biri geliyor. üstelik robin olduğu için de mutluyum çünkü bu demek oluyor ki yakın bir zamanda o realm'de karşılaşacaksınız. gerçi merak etmiyor değilim, snow ve charming--- dur la onlar dönmeyecek şimdi neverland'den di mi? o halde regina iyi kraliçe olarak kendi realm'lerini yönetecek. ay bebişim robin'in çocuğu var peki o ne iş? karısı ölmüştü değil mi? yahu marian değil miydi senin büyük aşkın? marian ölüyor muuu? neyse efenim, regina yönetir, sen de herkese yardımcı olursun, mutlu mesut yaşar gidersiniz. cheers. yoksam regina marian mı olacak? ay düşün düşün iyice merak ettim şimdi. tam bir team regina'yım.

dur bakalım bizi ilerideki bölümlerde neler bekliyor, heyecanla bekliyoruz seni once upon a time. 

02 Kasım 2013

[The Crazy Ones.]

yepyeni dizimle sizi tanıştırmayı bir borç bilirim dostlar. bölüm bölüm yorumlarımı yazmayacağım çünkü zaten bu 20 dakikalık komedi dizisini konusu dışında bir sebepten önereceğim. başroller arasında sarah michelle gellar var. kendi 7 sezon boyunca izlediğim, 2 sezon çizgi romanını okuduğum, defalarca tekrarlarını izlediğim ve hakkında fan fiction'lar yazdığım bir dizinin başrolü. ama ben bu diziye onun yüzünden başlamadım. o sadece bonus oldu yıllar sonrasında gelen tanıdık bir yüz tadında. -ringer'da keyifle izlemiştim kendisini, keşke devam etseydi dizi. neyse- bu dizinin başrolü robin williams. tek başına tüm karakterleri oynayabilecek bir insan, zaten söylememe gerek yok. izlerken hissediyorum ki bazı sahneler metinde yok, kendi kendine oynuyor yazıyor keyif alıyor. zaten dizinin her bölümünün sonunda bloopers kısmını koymuşlar, orada kendisine tanık olmak da başka bir keyif. izleyin. izlettirin. sadece robin williams'ın farklı aksanları, harika yüz ifadeleri ve dahi sadece fiziksel varlığı için bile izlemeye değer. onun dışında görüdğünüz herşey bonus olacak. ve itiraf etmeliyim, mcdonalds için robin ve diğer oyuncunun -üzgünüm adını anımsayamıyoreeee- yazdığı şarkıyı dinlerken gülmekten ağladım. hele de blooper'daki diğer konuk oyuncunun kahkahalara boğulduğu anda adeta oradaymışım gibi hissettim. izleyin. izlettirin dostlar.

[American Horror Story Coven E3-4.]

eğer bu dizi diziyse, diğer izlediğimiz haftalık programlar nedir? her bölümüyle ayrıca hayran bırakan bir dizi bu. harika. tek kelimeyle harika.

üçüncü bölümde fiona'nın supreme olmak için önceki supreme'i soğuk kanlı bir şekilde öldürdüğünü gördüğüm an, coven başlığının bahane, güç konseptinin şahane olduğunu gösterdi dizi bize. insan, cadı, vodoo rahibesi, hiç farkı yok. hepimiz gücün etrafında dönen minik pervaneleriz. kimler gidip o ışıkta kendini yakmayı göze alacak ve en sonunda mumun kendisi olacak, işte esas mesele bu. dizi bu durumu öyle güzel söylemiş ki, fiona'nın kendisinden sonraki supreme olduğunu düşündüğü madison'a öldür beni derkenki yüz ifadesinde, çırağını güce iten bir usta gördük. madison'ın duraksamasıyla birlikte onu öldüren fiona, yeniden mutlak gücünü ilan etmişti etmesine amma meğersem next supreme madison değilmiş. dur bakalım, daha neler olacak? işte bir dizide en sevdiğim şey bu. bir sonraki bölümü beklemek ayrı birşey. ama bir sonraki bölümü delicesine merak etmek. işte bunu her dizi sağlayamıyor malesef. bunu başaranları da başımızın üstüne tutmak bir borç adeta. unicorn'a sahip çıkmak gibi.

meanwhile, kyle cephesinde zoe sıçtı, sıvıyor. annesine filan götürdü kyle'ı. aslında iyi bir fikir gibi görünse de, ölmüş çocuğu kadına götürmek ne kadar mantıklı bir fikir? dünyaya nasıl açıklayacaksınız mesela? daha da kötüsü, annesi manyak çıktı manyak! diren kyle. annen sapıkmış yahu. zoe bir domino taşına dokundun, poponla köy yıktın yeminlen. hadi buyrun, kadını da öldürdü kyle. elin boş kıçın yaş kaldın. merak ediyorum ne olacağını ama merak da etmiyorum yani. neyse. teenage love sahneleri homeland gibi olacağına en azından böyle olsun. razıyız.

queenie. bacım sen naaapıyorsuuuuuun? dizinin yaratıcısının nip/tuck'ın yaratıcısı olduğu bir kere daha tarafımıza hatırlatıldı. minotaur ve queenie. beni benden aldınız. baygınlıklar geçirdim lan. neyse queenie ölmedi ve en azından delphine ile aranız düzeldi de, o hikayeyi de topladınız.

angela bassett. ödümü patlatıyorsun! yılanı kestiğin sahne kanımı dondurdu. gözlerimi filan kapadım. ayinlerin dehşetli. her kim görsel işler sorumluluğunu aldıysa puanlarım onyüzbinmilyon. witchcraft'tan daha dark, witchcraft'tan daha farklı, witchcraft'tan belki de daha gçlü birşeye tanıklık ediyoruz. şahsen ben hiç görmediydim dizi ve filmlerde. dehşete kapıla kapıla izliyorum. haydi hayırlısı. üstelik fiona angela'nın minataur sevgilisinin kafasını bu kadına yolladı ya, dedim çok net sıçtık a dostlar. ve cidden, kadın ölüleri uyandırıp delphine'in karşısına kızlarının zombi cesetlerini çıkardı. üstelik bununla da kalmayıp bissürü zombiyi eve yığdı. vay anasını. işte bundan sonraki bölümü heyecanla beklemeyip de ne yapacaksınız soruyorum size. dizi dediğin böyle olur. helal valla. 

son olarak lafı cordelia'ya getiriyorum. hamile kalamıyorsun diye witchcraft ritüelleri yaptın. anlıyoruz, çocuğun olsun istiyorsun ve elindeki gücün hepsini kullanıyorsun. ama cordelia, soruyorum sana, yılanların etrafta dolaştığı bir büyüden nasıl bir bebiş dünyaya getireceksin? nasıl bir sapkınlık bizi bekleyecek? aaaa o kocana da iki çift lafım var. ulan cordelia'yı aldatıyorsun. kadın o kadar uğraşırken bebeğimiz olsun mutlu olalım diye, vodoo rahibelerine yalvarırken fingirdiyorsun internetlerde tanıştığın kızlarla. kabul etmeye çalışırken, neler gördük bunu da sindiririz derken bir bakıyoruz bir de diğer kadını öldürüyorsun! bu ne lan! bu senaristler bizi nasıl bir darlama metoduyla test edecekler merak içindeyim. bu adamın olayı nedir. yahu bir de korkuyorum, adam iyi yüzlü bir zararı olmayan ve ailesi için çabalayan bir adam gibi görünüyor. psikoopat katil nedir laaaan? meraktan öleceğiz. bakalım cordelia'nın büyülerinin ritüellerinin sonucu nereye bağlanacak ve dahi kendisi kocasının ne haltlar karıştırdığını öğrendiğinde neler yapacak. 

merak içindeyim. içimden bölümlerin hiç birini izleme sonra üstüste izle diye geçiriyorum ama merakım o kadar büyük ki, bunu yapabileceğimi hiç sanmıyorum. o yüzden, haftaya görüşmek üzere AHS coven ekibi. o zamana kadar blessed be. 

[The Walking Dead S4E2-3.]

bir bu eksikti.

her renk bitti, fıstık yeşili kalmıştı.

evet dizinin son iki bölümün izlerken sürekli böyle dedim a dostlar. kendimi durduramadan sürekli bu iki cümleyi tekrarladım. zombi grib virüsü nedir abiiiy! bu dizi beni öldürmeye çalışıyor korkudan yeminlen.

evet efenim ben salgın hastalıktan çok korkarım. ama tabii ki kastım grip mrip değil. veba, cüzzam, kolera gibi hastalıklar her zaman kanımı dondurmuştur. bilemiyorum, belki bu hastalıklar çok can aldığı için, belki de sadece virüs ve bakteri ile sınırlı kalmayıp aynı zamanda fiziken de insan vücüdunu harap ettiği içindir. bilemiyorum. ama salgın ve büyük çaplı hastalıkları düşünmek bile beni gerer her zaman. işte böyle bir bünyeye insanlara grip gibi bulaşan ve onları zombi yapan bir hastalığı tanıtırsanız system overload olur. bu nedir! dehşet içinde izliyorum. çok hoşuma gidiyor. işte en sonunda markete girdiğimizde nerden zombi çıkacak gerginliğini aşıp, yepyeni bir soluk getirdiniz diziye. helal olsun valla. iyi düşünülmüş bir senaryo çalımı. ay çocuklar insanları ayrı bir koğuşa kapattılar. bıdıcık bir çocuğu da kapattılar. orda kim kime dum duma artık. hasta değilsen bile orda kesin hasta olur geberir gidersin çok afedersin. bence her insanın yanında ufak ajan silahlarından olmalı ve içinde de bir kurşun olmalı. ölmeden kendini öldürebilmeli. yoksa yeniden zombi olarak uyanmaktansa, öylesi daha iyi. iyi... ne garip, ne yersiz ama ne yerinde bir sıfat bu durum için.

tabii efenim bölümün ana olayı iki tane hasta insanın cozur cozur yakılması olduydu. vay anasını. o tipitoş ev hanımı carol nerdeeeen nerelere geldi yahu! valla kadın cayır cayır yakmış ve she didn't even flinch about it. bence de doğru bir hamle. en nihayetinde koca bir kasaba hapishaneye taşındıysa, öldürecek boool bol karakter var, go for it çocuklar. ama tabii glenn de hasta olduğu için bakalım ne olacak onun kaderi? pizza delivery guy her zaman işine yaramıştı bu ekibin.

bu noktada tabii ki bir de hershel'dan bahsetmek lazım. amca sen nasıl ölmez bir adammışsın valla aklım havsalam almıyor. adam bu sefer de bu grip virüsünden bitki kaynatarak kurtulmayı akıl etti. kaynattığı otla motla gümbür gümbür karantina koğuşuna girdi çay dağıtıyor millete. öksürenler kan öksürüyor, hershel amca yüzünü silip bebişim iyi olacaksın demeye devam ediyor. lan iki kızın var ölüp gidicen onları bir düşün lan! hayır bir ilaç milaç gelecekse de onu bekle, gidenler gidiyor, kalanlar bizimdir. ama yoook, hershel amca herşeyde olduğu gibi bu konuda da alışılmışın dışında gidiyor. dale öldü bu adam ölmedi ya valla hayretler içindeyim. du bakalım hayırlısı. anladığım kadarıyla virüs olayını bu adam çözecek filan. öyle bir ulvi rol biçmezler umarım ama görünüş ve gidişat o yönde. bu arada insanlık ırkının kıyameti yaşadığı şu günlerde tüm ilaçlar bittiğinde ne olacak? fabrika yok, ilaç şirketi yok, yareppim yok allah yok! düşündükçe deli olmamak elde değil. dilerim öyle bir kıyameti asla görmeyiz a dostlar.

daryl ve michonne. canlarım. sizin için diziyi takipteyiz. gümbür gümbür zombilerin ortasına girmeniz neydi o öyle. orda zevcesi - sevgilisi her neysiyse artıkın ölen adam da arabadan çıkmamayı düşündü ya valla pes. parça parça bağırsaklarını koparacaklar sen canlıyken, hala ölsem mi ölmesem mi burada diye düşünüyorsun. madem çok kararlısın, belinde silahın var. do it. neyse efendim. daryl ve michone'un o zombi karmaşasından kurtulması hiç de mümkün görünmüyordu ama valla o yola girdiler ve kurtulacaklar diye düşünüyorum. ciddi ciddi daryl'i öldürürlerse cıngar çıkarırım. üstelik sadece ben değil, herkes çok seviyor adamı. olmaz. bunu bize yapmayın.

merakla beklediğimiz, korkunç, vahşi, kanımızı donduran ve ümit ediyorum ki herkesin hastalıktan arındığı diğer bölümde görüşmek üzere walking dead ekibi. let michone and daryl live. peace.

[Homeland S3E4-5.]

efenim ilk üç bölüm boyunca krizler geçirdik mi? geçirdik. saul'dan nefret ettik mi? ettik.

hepsi boşunaymış.

saul'la carrie eeeen başından beri plan yapıyorlarmış a dostlar. meersem saul'un gazetecilere ajanımız bipolar diye açıklama yapması carrie'yi hastaneye kapatması filan hepsi kurmacaymış. bunun için uğraşmışlar. böylece kötü adamlar carrie'ye sokulacakmış. o zaman soruyorum size, 4 bölüm mü sürer yani bunu kurmak? gerçekten hayal kırıklığı yaşadım. plot twist'in bu kadar zaman alması biraz dalga geçmek gibi oldu size burdan söylüyorum açıkça. neyse efendim, hazır bu konuya değinmişken saul'un bir başka hamlesini de eleştirmeyi bir borç bilirim. cia'deki herkes öldükten sonra araştırmak için gelen iran asıllı ve baş örtüsü takan kadının o kadar üstüne gitmesindeki sebep neydi? role play mi? hayır hiç sanmıyorum. çünkü hiç bir katkısı yoktu bu kurmaca oyuna. neydi? söylenmesi gereken şeyleri söylemek mi? içinde kalanları dökmek mi? insan doğası ne kadar tehlikeli... saul utanmazca, kendi yapamadığı işi, kendi işini yapamadığı için bir sürü insanın öldüğü bir saldırının arka planındaki kurmacaları o kadına araştırttı, üzerine de kendisini taciz etti. o sözleri duyduktan sonra da o kadın nasıl orda kaldı bilinmez. ama bu amerikan iki yüzlülüğü karşısında midem bulandı. nefret ettim. artık saul karakteri benim için bitmiştir. ölse kıçıma kına yakıcam.

neyse gelelim dana brody ve çilelerine NO ONE CARES. evet, kısaca bu şekilde özetleyebiliriz. brody gittikten sonra kızın depresyona girmesi ve intihara kalkışması ile ilgili olan başlangıç bölümleri senaryosu enteresandı. çünkü bir insan hayatlarımızdan çıktıktan sonra, onun fiziki varlığı kaybolduktan sonra duygusal varlığının hala hissedilmesi ile ilgili güzel bir tahlildi bu hikaye. canımızın, birileri gittikten sonra hala yanabileceğinin bir numaraları gözler önüne serilmiş kanıtıydı. bir insan mutsuzluklar içinde kavrulurken, aslında bir başka insanın da mutsuzluklar içinde kavrulabileceğinin, ama bu mutsuzluklar halkalarının her zaman kesişmesinin zorunlu olmadığının kanıtıydı. harikaydı. dana ve annesinin arasında o konuşulmayan fil beni etkiledi. ama ne zaman ki dana ve teenage sevgilisi kendini yollara attı, beni kaybettiler. bıktık anam bıktık. biz cia ve bilimum devlet plottinglerini, terörist tehditlerini izlemek istiyoruz, bunlar burda yok laundry room'da seks sahnesi çekelim kafasındalar. olmuyor valla. brody'i de bir bölüm gösterdiniz hala ses alamadık. yeminlen sezonun yarısı bitti iyice kızmaya başladım çocuklar haberiniz olsun. gerçi bu drawback'lere rağmen tabii ki homeland diğer sezonun uzatmasını aldı da, yani, bir tane soluk soluğa izlediğimiz var, iki bölümü soluk soluğa yaptıktan sonra brody ile yavaşlayıp, arka plan plotting'inizle ters köşe yaptıktan sonra carrie'nin ultimate planları tehlikeye attığı beşinci bölüm neyin nesiydi? dana kayıpmış değilmiş de bilmem ne. hayret valla. üstelik carrie'nin tüm bu bipolar hallerini claire danes'i zorladığı ve kendisini naçizane fikrimle harika oyunculuk seviyelerine çıkardığı için seviyorduk. ama seriously now, take you goddamn pills carrie. hep bir relapse, hep bir mental institution! senin olaylarından ancak beşinci bölümde ana kötü adamı görebildik bacım. lütfen. artık odaklanması lazım yazarların.

bir sonraki bölümü yine heyecanla beklemekle birlikte, daha da çok heyecanla beklediğim bir şey varsa o da carrie'nin venezuela'da brody'i junkie olarak bulduğu sahne olacak heralde. haydi bakalım. circulate çocuklar. circulate around the world and wrap this season. or at least start to do so.

01 Kasım 2013

[Çalıkuşu 2013 - Bölüm 3-5.]

çalıkuşu'nun ilk iki bölümünü izlerken aldığım keyif sonsuzdu. ancak son üç bölümde işin rengi iyice değişti sinirlenmeye başladım a dostlar. öncelikle ben kitapların dizi ve filme çevrilirken içlerinde olmayan hikayelerin eklenmesine karşı değilim. elbette ki 1-2 yıl sürecek bir diziye belirli eklemeler yapılması doğal. film için de, karşınızda gördüğünüz karakterlerin durumunu daha da netleştiren yan hikayelerden doğalı yok. ama bir romanın başka şeylere alet edilmesine dayanamıyorum. belki bir başka roman olsa dayanırdım ama yok, çalıkuşu söz konusuyken dayanamıyorum.

kamran'ın babası seyfettin enişte veba oldu malumunuz. iyileşti iyileşecek derken, yok efendim insanlar onu arabasına almadı derken, kamran babasını sırtında hastaneye yetiştirdi derken üçüncü bölümü bitirdik yanlış hatırlamıyorsam. sonraki bölüm yine uzuuuunca bir süre bu adamın hastalığı ile ayakta kaldık. hayır dizinin resmi kanalında bu adamın iyileşip metres tutacağını yazmışsınız, o zaman bu adam ölmeyecek. madem ölmeyecek, bu yan karakterle 3 haftamızı sündürmenizin anlamı nedir? şimdi diyebilirsiniz ki, efenim hürrem'in de ölmeyeceği kesin, o zaman onun kaçırıldığı bölümleri filan nasıl heyecanla izledin? hürrem'in kayboluşuyla arkasındakilere yaşattığı şeyler ve dahi sebep olduğu karakter analizleriyle kusura bakmasın ezikella seyfettin eniştenin etkisi aynı mı? deli olmamak elde değil. sonra bu bölüm, yani beşinci bölümde, artık hastalığı aşan seyfettin beyin tüm toplumdan dışlanmasını izledik. yahu adama katıldığı cenazede toprak attırmadılar. kan nakli günahmış. yaşam sıvısı bizim değilmiş, onu aktarmak insanın neyineymiş. anladım, o mesajı anladım. anladık. nerden nereye geldik mesajı güzel. karanlıklara kapılmayalım mesajı güzel. karanlıklar, yobazlıklar bizi kelimenin tam anlamıyla öldürebilir, tamam. ama Bİ SUSUN LA! 3 bölümdür içimiz çıktı seyfettin enişte ile. kamran'la feride'nin ilişkisini görmek istiyoruz biz. nasıl ilerleyecek onları görmek istiyoruz? her bölümde 3 cümle ile geliştirmenizi istemiyoruz. ya o teyze ne çekti ne çektiiiii! o kadın tüm oyunculuğunu sinir krizleri geçirerek kullandı yeminlen. yeter be. valla yeter. artık feride'nin o muzır hallerini görelim. dizi öyle bir hale geldi ki, çalıkuşu lakaplı feride en aklı başında insan! böyle bir şey olabilir mi! o şiirsel ilk iki bölüme dönün artık lütfen. diziyi bırakmayacağım çünkü o muhteşem havayı gördüm ve nelerin mümkün olabileceğini anladım. haydi. geri dönün. yoksa yangın var diye bağıracağım valla.

19 Ekim 2013

[Night Train to Lisbon.]

“We leave something of ourselves behind when we leave a place, we stay there, even though we go away. And there are things in us that we can find again only by going back there.” 
Pascal Mercier - Night Train to Lisbon

perşembe günü öyle bir filme gittim ki, yukarıda söylenen cümlesiyle beni bitirdi. başka ne diyeyim?

borgias'ın meşhur papası jeremy irons, dexter'ın vogel'ı charlotte rampling, la rafle'ın vicdanlı hemşiresi melanie laurent oynuyordu. film bern'de başlayıp lizbon'da bitiyordu. ingilizce'ydi -ki burada bu da bir avantaj a dostlar-. elinde bir kitapla yola çıkan bir profesörün macerasını anlatıyordu bu film. profesör kitap hakkında araştırma yaptıkça, geçmişte yaşanan hikayeleri daha çok öğrendiğimiz, günümüzle geçmiş arasında gidip gelen bu hikaye çok çok derinden etkiledi beni. daha doğrusu hikaye değildi beni yakalayan, sadece elde gezen o kitabı gerçekten elime geçirip okumak istedim. o sözler, o kendi kendine düşünürcesine yazılmış paragraflar arka fonda okunurken başka diyarlarda gezdim. 

izleyin. izlettirin dostlar. hatta kendime ufak bir not, kitabı varmış, oku RDIM. çünkü perşembe günü öyle bir filme gittim ki, aşağıda söylenen cümlesiyle beni bitirdi.

“We leave something of ourselves behind when we leave a place, we stay there, even though we go away. And there are things in us that we can find again only by going back there.” 
Pascal Mercier - Night Train to Lisbon

[American Horror Story Coven E1-2.]

şükür kavuşturana efendim şükür kavuşturanaaaaa!

american horror story coven iki hafta önce başladı! o kadar özlemişim ki bu diziyi size anlatmam mümkün değil. öncelikle bu diziye neden başladığımı kısaca anlatayım bence. birkaç arkadaşım dizinin çok harika bir korku serisi olduğunu söyledi. hem depek alışılmadık olan versiyonundan. dolayısıyla korka korka da olsa ilk sezonun birkaç bölümüne tabii ki göz attım. ama bir noktadan sonra -arka fonda her zaman korktuğumu belirtmeme gerek yok heralde- o kadar merak ettim ki nasıl sonlanacağını bu hikayenin, artık bu diiyi bırakmam imkansız hale gelmişti. açıkçası ilk sezon bittikten sonra bu hikayenin nasıl devam edeceğini çok merak ettim. sonrasında ise bambaşka bir gerçekle karşılaştım. meğersem diziyi bir sezonluk çekiyorlarmış! yani ilk sezonda oynayan oyuncular ikinci seonda yine yer alacakmış ama bu sefer farklı rollere bürüneceklermiş, konu farklı olacakmış! dizilerin fazlaca uzatıldığı hatta sündürüldüğü bir dünyada 13 bölümle kendi hikayeni sınırlamak özgürlüğüne kavuşmak ne kadar güzel bir his olmalı bir yazar için ve aynı zamanda ne kadar zor olmalı. çünkü gerçekten öncesinde düşünmeli ve dangır dungur bir yazım tarzı yerine herşeyi ince eleyip sık dokuduğu bir ağ içerisinde yazmalı. işte bu dizi ikinci sezonuyla beni bir kere daha daha başlamadan bağladı. ikinci sezonun konusu açıklandığında ise bizi nelerinde beklediğini meraktan çatlayarak düşündüm, çok korkmama rağmen yeniden başladım. ikinci sezonun adı american horror story asylum'du. yarab ne olaylar oldu ne olaylar tek tek yazmama gerek yok, ama şeytan mı ararsın nazi subayı mı psikopat doktor mu katil mi uzaylı mı! bu dizide herşey var yahu! nasıl bir zihinden çıkıyor diye soruyorum bazen kendime ama nip/tuck'ı yazan adam yazıyorsa, pek şaşırmama gerek yok diye düşünüp yeniden gözlerimi ekrana çeviriyorum. efenim dizi sezonları ilerledikçe harika bir görsel şov, senaryo üstatlığı ve oyunculuk şaheserine döndükçe daha da çok kapılıyorsunuz tabii. dolayısıyla ikinci sezonun son bölümünün daha ending credits'i dönerken üçüncü sezonu özlemeye başlamıştım. sonrasında ise bambaşka haberler geldi. ilk haber üçüncü sezonun konusunun coven olmasıydı. ki bu noktada dizi zaten beni benden aldı. yani dününün 7 sezon buffy'de, 8 sezon charmed'da, 5 sezon angel'da ve bilimum filmde izlediğin sihir büyü ve cadı konsepti bu sefer karşıma american horror story'de çıkıyordu. tavanlara sıçradım sevinçten! sonra ikinci haber geldi. üçüncü sezonda konuk oyuncu olarak kathy bates oynayacaktı!!!! kendisi titanic'in batmayan molly brown'ı olup bilimum filmleriyle kalbim fethetmiş oscar'lı bir oyuncudur! sevincimin ne kadar katlandığını hayal edebileceğinizi sanmıyorum. sonra dediler ki kathy jessica ile önceleri kanka olacak. youv! sonraları ise düşman olacak. duble youv. yani böyle bir senaryoyu kaçırmam tabii ki mümkün görünmüyordu. ve üçüncü sezon başladı.

bu noktadan sonra üçüncü sezonun ilk iki bölümüyle ilgili yorumlarımı göreceksiniz a dostlar. öncelikle sezon kathy bates'le açıldı. yareppim kadın cildi gençleşsin diye yüzüne kan sürüyordu. kanı da tavanarasında işkence yaptığı zenci karakterlerden alıyordu! evet efenim dizi 1800'lü yıllarda açıldı ve bu yıllarda kölelik vardı. kadın da kölelerine kötü davranmayı aşmş bir noktada bildiğin işkene ediyordu. tavan arasında artık yaraları kurtlanmış bir kölesi duruyordu ki tek yorumum var: gross. neyse efendim sonrasında günümüze döndük. çünkü şahsi fikrim dizi eski yıllarda geçseydi gerçekliğini -ya da sürrealliğini artık ne derseniz deyin kaybederdi insana tanıdık gelmeyen kostümlerinden dolayı- kaybedecekti. efenim bir tane kız göründü öncelikle. kız teenage, ailesi yokken erkek arkadaşıyla eve geliyorlar, yatak odasına doğru ilerliyorlar. -bu arada bu kız ilk sezondaki haunted mansion'a taşınan ailenin kızı evet- üst baş tişört kot mot derken gençler iyice intimate bir hale geçiyorlar derken efenim derken oğlana birşeyler oldu! hayır. ciddiyim. kinky bir yorum yapmadım. oğlan bildiğn kriz geçirdi, kulakları filan kanadı ve öldü! dedim hassiktiiiiir! bu nasıl bir olay çocuklar, nerden ne oldu şimdi? derken meğersem bu kızımız cadıymış. süper gücünü de öğrendik maalesef tabi. xmen'deki rouge gibi bir konsepti var ama çook detaylara girmeyeceğim, spoilers çocuklar. yıh yıh yıh. neyse kız kendini cadılar için akademide buldu uzun lafın kısası. akademinin müdürü ikinci sezonun gazeteci kadını. lana. yareppim lana'nın annesi de jessica lange. kendisine supreme diyorlar yanılmıyorsam. çünkü kendisinde her güç var. jessica'cım da bu sezon gençl olmayı gençl kalmayı gençleşmeyi kafasına takmış belli ki. tabi bir yandan diğer öğrenci kızlarla da tanıştık. precious var mesela, human vodoo doll. bir tane film yıldızı var, elleriyle cisimleri oynatıyor diğer kız, ilk sezondaki jessica'nın kızı ruhları duyuyor görüyor filan. herkes bir ayrı alemde anlayacağınız. ilk sezonun mansion'ınının ilk sahibi kadın, ikinci sezondaki içine şeytan girdikten sonra kaltağa dönüşen rahibe ise bu sefer can verebilen bir cadı rolünde. ölü biri mi var, uyandırmak mı istiyorsunuz, bu kız sizin adamınız a dostlar. velhasıl, ilk bölümde jessica kızının okuluna gelip onun tontik müdire anlayışı yni aman güçlerimizi saklayalım hiç ortalarda görünmeyelim anlayışını sarsma planlarıyla sazı eline aldı. kızları cezalandırmak yerine havalara savuruyor yeminlen. jessica, sana desteğimiz tam. bir de son dakkada kathy'i mezarından çıkardı beni benden aldı. çok ayrıntılara girmiyorum ama kathy'i mezara kapatmşlar 180 yıl aşağıdaymış a dostlar. 

ikinci bölüm açıldığında işin içine bir de polisler girmesin mi? ilk bölümde iki teeange kızımız bir partiye gitmiş, kızlardan biri gang rape'e maruz kalmıştı. ama tabii ki kız cadı olduğundan mütevellit, bütün gang rape'çilerin olduğu otobüsü tepetaklak ederekten herkesi öldürmüştü. tabi bu konu gizli kalmadı. polisler gelip bu kızları sorguladılar. ezik bi şekilde herşeyi mal gibi anlatan teeange kızımız biraz sinirlerimiz bozsa da, jessica ortama el koyup polisleri herşeyi unutturdu. bu bölümün olayı, ilk sezondaki jessica'nın oğlu çocuk, ikinci sezondaki karısı uzaylılar tarafından kaçırılıp katil olduğu düşünülen çocuğu ölümden geri döndürmek oldu açıkçası. valla bu çocuk ilk bölümde çok sempatikti, yazık olduydu. e tabi bir de başrollerden olduğu için kendisinin ölmeyeceğini, ya da en azından ölü kalmayacağını anlamıştık. peki bu işler nasıl olduuu? yareppim o kadar çok ceset parçası vardı ki! hepsinin arasında seçip beğendiler, bir araya getirdiler, bir sürü büyü yaptılar ve bir şekilde çocuk uyandı. şaşkınım. çünkü birini başka dünyadan geri getirmek onu asla bildiğiniz aynı şekilde geri getirmediği gibi hep başka boklukları da beraberinde getirmiştir, haydi hayırlısı. gelelim bölümün öteki olayına.

efenim okulun müdiresinin çocuğu olmuyor, ya da çok zor olacak filan gibi bir öykü yapmışlar. kocası da kadının cadı olduğunu biliyor bu arada. adam dedi ki bebişim biz bu tüp bebekle filan uğraşmayalım büyü yapalım. dedim mal mısınız a dostlar! hayatla oynamak,hayatın döngüsüyle oynamak yasak nümero 1. valla beni dinleyen olmadı. siyah tozları döktüler, siyah halkayı tamamladılar, enteresan yumurtalar koydular, kan akıttılar ve yumurtaların kırılıp içlerinden minik bissürü yılanın çıktığı bir seks sahnesi oldu. valla o çocuktan hayır gelmez de neyse. sahne bittiğinde tüm yumurtalar sağlamdı ve ortada hiç yılan yoktu. haydi hayırlara yazsın.

overall, dizi tam gaz başladı. okuldaki eğitimi devralan -aman yanlış anlaşılmasın jessica öğretmenlik yapmıyor şimdilik- jessica güçlerinin accayip bilincinde olduğu için, kızları nasıl bir noktaya getirecek merakla bekliyoruz. ölümden dönen çocuk da merak konusu olmakla birlikte, o çocuk ne olarak doyacak en büyük merak konum şimdilik bu. tabii kathy'nin 21. yüzyıla alışma süreci de enteresan olacak. bakalım jessica'yla nasıl kanka olacaklar? dahası, kathy jessica'nın eternal youth peşinde olduğunu anladıktan sonra nasıl bir kılıçların çekilme sahnesi yaşanacak merak içerisindeyim. meraklarda kavruluyorum adeta a dostlar. son noktaya gelirsek, öğrencilerin her birinin geçmişinden bir sahne ile kendilerini bize daha fazla tanıtma fırsatını yaratan senaristlere selam ediyorum. bir tanesiniz. son yorumumu da yapayim, bu konu çok hoşuma gittiği için sona sakladım desem yalan olmaz. efenim dediğim gibi kathy  kölelerine işkence yapıyordu. işte bu kölelerden birinin sevgilisi bit iksir hazırlayıp kathy'e getirdi, aynı kişi kathy'i ölümsüz yapıp mezara kapattı. işte bu kadının gipsy olduğunu düşünüyorum. yareppim angel'daki gibi, çok heycanlıyım! hani vampir ve kötü halini lanetlemişti ya bir gipsy aile, adeta onları anımsar gibiyim. bakalım bu kadınla jessica'nın çekişmesi nereye varacak. ayol kadın hiç yaşlanmamış kuaförlüğe devam ediyordu, başka birşey demiyorum! üstelik bu karakteri angela bassett oynuyor. ay bir de bu kadının sevgili rolünde başında boğa kafası gibi bişiy olan bir adam var. cidden minataur rolünde endişeliyim. bir noktada bu karakterle kathy kesin karşılaşacak da dur bakalım ne zaman.

efendim gördüğünüz üzere çok büyük bir heyecanla yeni sezona başlamış durumdayım. bizi nasıl dehşetli korkunç senaryolar bekliyor bilemiyorum. şimdilik dehşete kapılmadım ama gerildiğim oldu. bu sezon keyifli olacağa benziyor çünkü sadece her zamanki kadro değil, diğer harika isimler de katılmış vaziyette. american horror story ailesine katılın, beraber korkalım, beraber şaşıralım, beraber merak edelim. bekliyoruz.

[The Walking Dead S4E1.]

Efendim walking dead'in dördüncü sezonunun başlamasıyla birlikte vahşi görüntüler ve korkunç gerginlikler özlemimiz sona erdi. çok mesudum. dedikodulara göre walking dead'in dördüncü sezon işlk bölümü televizyonun en çok izlenen dizisi olmuş. nasıl olmasın? şahsım adına konuşmam gerekirse takip ettiğim diziler ya amerikan politikası üzerinden, ya doğaüstü konular üzerinden gidiyor. ya bir şekilde soğuk kanlı bir katili takip ediyorum, ya da ertesi gün ufak tefek sitcom'lara gülüp, ay nerde vahşet, nerde insan doğasını sonuna kadar zorlayan senaryolar diye hayıflanıyorum. işte walking dead, insan doğasını zorlayan senaryolar kategorisinden favorim. çok şükür kavuştuk.

en son rick ve ekibini bıraktığımızda koskoca kasaba halkını da aralarına alıp, zaten sınırlı miktarda olan kaynaklarını bu kasabayla paylaşmaya karar vermişlerdi. tabii ki bu fikre yüzde bin beş yüz karşıydım. ama sahne açıldığında gördük ki, insanlar bir şekilde birbirlerine yetmişler. mal governor'ın kendi çapında başlattığı savaş kısa sürdüğü için, güllük gülistanlık tadında hayatların bir de bağ bahçe eklemişler. anladığım kadarıyla asıl ekipten oluşan bir konseyleri var ve önemli kararlara bu konsey karar veriyor. hershel -ki kendisini hiç özlememişim bu nur yüzlü dede kafasındaki amcaya kanım asla ısınamayacak üzgünüm- rick'e gardening tavsiyeleri filan veriyor, böyle çılgın kafalar yaşanıyor. öte yandan daryl ve virkaç eleman hala hapishane dışına çıkıp kaynak arama arayışındalar. zaten böyle bir olay olmasa dizi inandırıcılığını kaybederdi diye düşünüyorum. neyse, gelelim dizinin youuuuv dedirten harika olaylarına.

efenim dediğim gibi bir grup insan yine bir süpermarketimsi askeri bir tesise gitti ve kaynak arayışına devam etti. burda enteresan olan asla tüm marketi yüklenip çıkmamaları. bana öyle geliyor ki sadece ihtiyaçlarını alıyorlar ki insanlar ihtiyaç halindeyse onlara da birşeyler kalsın. yaşanan kıyameti düşünürsek bu bir avuç insanın insanlığını kaybetmemesi beni her seferinde şaşırtıyor doğrusu. takdir ediyorum. neyse gelelim esas olaya. bir baktık ki çatıdan su damlıyormuş. dqha neydi ne oluyordu demeden patır kütür zombiler aşağıya düşmeye başlamasın mı? meğersem çatı sudan çürüdüğü için çok sağlam değilmiş. dolayısıyla zombiler sese doğru yürüdükçe tepemize düşmeye başladılar. harika bir sahneydi! neden? çünkü artık bir yere girdiklerinde içerden hüloğ diye zombi çıkması baymaya başlamıştı. üstelik ekip artık o kadar ustaca bir hamlelerle giriyor ki, birilerinin ani zombi atağında ölmesi çok da inandırıcı gelmiyordu. ama bu şekilde öyle bir mayın tarlası yaratmışlar ki, bir an cidden daryl ölecek filan sandım, dehşete kapıldım. hersel'ın küçük kızının sevgilisi parçalanıp öldü ama kız bu işi o kadr doğal karşıladı ki, en sonunda onu tanımak güzeldi noktasına gelmenin ne kadar kayıplara sebep olduğunu düşünmek bile ağır geldi bana. senariste selam ederim, adamsın. 

rick cephesine gelirsek... o kadını öncelikle lori'ye çok benzettim, el insaf. başka kadın mı bulamadınız. ben bir an o kadın lori'nin zombi versiyonu ama rick onu karşısında konuşurken görüyor filan sandım ayol! bir de o yerde duran domuzumsu şeyin içinde birşeyler kıpırdıyordu sanki, onu parçalayıp içinden neler çıkacağını görmek zorunda kalacağımız düşüncesi beni ufak ekran izlemeye bile itti yeminlen. oy. ama aslında bambaşka bir story arc yapmışlar. daha doğrusu story arc değil de, rick'in karakterini gözler önüne seren bir hikaye oluşturmuşlar, dehşet içinde, kanım donarak izledim. rick'in bıdı bıdı heykeli benim en sevdiğim heykel deyişinden sonra kadının evet benim de diye cevap vermesinin üzerine, rick'in yüz ifadesi değişti ya hani, o an kadında bir bokluk olduğunu anladı ama yine de oraya gitmesi, enteresan ama tam bir rick hamlesiydi. kadının kocasından bu kadar bahsetmesi -ve bu kadar hayatta kalması beni baya şaşırttı doğrusu- en sonunda olmayan bir kocaya itecekti bizi şüphesiz, ama kocasının sadece kafasına itmesi, rick'i ona kurban etmek istemesi ve en sonunda kadının bu hayata dayanamayıp kendini öldürmesi... vay anasını sayın seyirciler. insanın dayanamayacağı noktaya gelmesini anlaması bir başka insanla karşılaşmasına bağlıymış meğer. karşında güçlü birini görmek, ne kadar zayıf hale geldiğini gösteriyormuş. bilemiyorum senaristler bunu düşündü mü ama bu sahne beni düşündüklerinden de derin etkiledi. şapka çıkardığımdır. rick'in ölmek üzere olan kadına soracağı soruları söylemesi güzeldi. ama beni en etkileyen bir diğer ifade, aslında herkesin infected olduğu bir dünyada kadını başından vurup onun misery'sini sonsuza dek bitirmek istemesi ile kaynakların kısıtlı olduğunun farkında olan rick'in bu kadına bir kruşun harcayamayacak durumda olması çatışması çok güzeldi. gerçekten de ilk bölümde yerde sürünen walker'ı öldürmesinden yola çıktığımı bu yolculukta arkasını dönüp giden rick noktasına varmamız, karakterlerin de geliştiği değiştiği bir dizi olduğunu gözler önüne serdi walking dead'in. işte ben zaten bu yüzden walking dead'i izliyorum a dostlar. kabul, ilk sezonda çok korkarak izledim. ikinci sezonumu iğrenerek ve korku içinde geçirdim. ama artık yemek dahi yerken bu diziyi izleyip insan doğasının, karakterlerin sınırlarını izliyor ve çok keyifl alıyorum, iyi ki başlamışım diyorum. dizi dediğin böyle olur. tabi dizi dediğin böyle olur yorumuma bir şerh düşmeyi borçl bilirim. valla ilk sezon kampları vardı, ikinci sezonda çiftliğe sığındılar, üçüncü sezon hapishaneyi savunarak geçti derken, dizinin bu yerleşik düzeninin heyecanını kaçırdığını düşünmeye başlamıştım. gerçekten seanristler ve show runner sesimi duymuş olmalı ki öteki bölümün fragmanında gördüğüm kadarıyla hapishaneyi zombiler basacaklar ve bu ekip bir şekilde orayı terk edecek. inşallah yine yollara düşerler de bir de onun gerginliğini yaşarız. çünkü insanın nerede uyuyacağını bilmesi insana huzur vermekle birlikte, bu dizide huzur çok büyük bir lüks. artık senaristlerin bunu hatırlama vakti geldi de geçiyor.

son yorumlarımı da hastalık hakkında yapayım. korkudan öleceğim!!!! herşey bir yana bir de bulaşıcı bir hastalık hikayesine temelleri attılar, dehşet içindeyim. zaten salgın hastalıktan çok korkan bir insanımdır. hele de salgın hastalık bir virüsten kaynaklanıyorsa korku ve dehşet katsayım 1500 kat artar. ama burada zombiye dönüştüren, sizi insanlıktan çıkaran ve biri sizi vurmadıkça sonsuza dek, çürüyünceye dek, kopuncaya dek, yokoluncaya kadar, kurtlanıncaya kadar canlı etin peşinden koşmanıza sebep olan bir virüsten bahsediyoruz. valla allah yardımcımız olsun ben bu sahneleri nasıl izleyeceğim merak içindeyim.

korku ve dehşet içindeyim ama dördüncü sezona hazırım.

ps. andrea'nın öldüğünü unutmuşum yahu, valla tekrar hatırlayınca çok üzüldüm dördüncü sezonu izlerken bile. yazık oldu kendisine. neyse.

16 Ekim 2013

[Homeland S3E1-2-3.]

Homeland'le ucuncu sezon bulusmamizi anlatmamin bu kadar uzun surdugune inanamiyorum. Ozellikle ilk iki bolum o kadar guzeldi ki, soluk soluga izlerken bolum oracikta bitince yasanilan hayal kirikligi icin ayri bir kelime yaratmalari gerekli.

Homeland'in ikinci sezonunda koccaman br patlama olmus, carrie brody'den suphe etmis ama en sonunda ona yardim edip ulke disina kacirmisti. Kaldigimiz yerin bir ay otesinden devam ettik hikayeye. Bir arastirma komisyonu kurulmus konuyu arastiriyor. Ama o ne arastirma, milleti kirip gectiler oturumlarda. Ve zavalli carrie brody'nin kotu adam oldugunu bir sezon soyledikten sonra ancak inandirabildigini soyleyemiyor. Cunku cia terorist bir adamla is birligi yaptigini kabul etmek istemiyor. Bu iki bolum carrie ve brosy'nin ailesi uzerinde odaklandik. Tanii cia'de onemli olan herkes oldugu icin meydan saul'a kalmis maalesef. O kisimdan hic haz etmedigim kayitlara gecsin. Carrieye gelirsek... Claire danes daha ne kadar yukselebilir oyunculuk seviyesinde bilemiyorum. Tabii bana dusmez oyunculuk hakkinda yorumlar yapmak ama claire danes aldigi tum odullerin hakkini verip, onumuzdeki emmy'lerde de galibiyetini ilan ediyor daha simdiden.

Carrie'nin yapayalniz kalisi, yillardir calistigi cia'in ona saul'un ifadesiyle ihanet etmesi, kapatildigi hastanede kendisini gormeye gelen kisiyi gormek icin mucadele vermesini ve istenilen herseyi yapiyorum deyisindeki o huznu unutamayacagim. Claire, bizi goturecegin baska hisleri tatmak bambaska.

Ote tandan brody'nin ailesine gelirsek, bence bu ailede herkes cok sakin ve sadece dana herkesin girmesi gereken soku kendi bunyesinde yasiyor. Hatta oyle ki, herkesin cilesini tek basina cektigi icin kaldiramiyor. Kaldiramadigini ogreniyoruz. Annesinin intihara kalkistigi banyoyu degistirdiginu gordugu zamanki umursamaz bakislari bir yandan, annesinin kan cikmadigi icin yeniden yapmak zorunda kaldim diye bagirmasinote yandan, brody'nin ama iyi ama kotu davranislariyla nasil bir enkazi geride biraktigini gormek muthis bir keyif. Tabii ki bu insanlar icin uzulmedigimden degil, tam tersi, birileri bu insanlarin huzunlerini kaleme almayi unutmadigi icin, boyle yazarlar varoldugu icin cok mutluyum.

Brody'e gelirsek, ancak ucuncu bolumde karsimiza cikti kendisi. Brodu'nin nasil vuruldugu o kadar umrumda degil ki... Sadece yardim icin sigindigi insanlarin -imamin ve karisinin- olumune sebep olan bir adamin nasil morfin/uyusturucu batagina dustugunu cok net gostermisler. Ama esas soruyu sorarsak, yani gercekten ne yapmak icin bu adami bagimli hale getirmeye calisiyorlar ve onlar kimler diye sordugumuzda cevabi merak ediyor muyum? Hayir. Bir sekilde hak verip, baska sekillerde sevmeye baslayabilecegim bu adam her seferinde guvenimi kirarak artik son kredisini kullandi. Cidden, brody cephesinde cok heyecanli bir story arc gelmeyecekse dizinin akibeti ne olur bilemiyorum.

Ama brody disinda herseyi merak ediyorum, kayitlara gecsin. En cok da saul'un dususunu gormek icin daha 5 sezon daha bikmadan izleyebilirim. Haydi hayirlisi a dostlar.

12 Ekim 2013

[Çalıkuşu 2013.]

Çalıkuşu. en sevdiğim roman. aşk acısını kalbimde hissettiğim roman. tıpkı küçük prens gibi hayatımın hemen her dönüm noktasında okuduğum, her seferinden farklı bir yerini yakaladığım roman. çocukluğum. gençliğim. yetişkinliğim. bu hikayeyi ne kadar sevdiğimi tahayyül edebiliyor musunuz? işte ancak bir şekilde bu sevgiyi tahayyül edebiliyorsanız ne kadar endişelendiğimi anlayabilirsiniz bir dizinin çekileceğini duyduğumda. kamran karakterine zaten gıcık olduğum aşikar. kolay değil, feride'nin kalbini çatırdattığı o an kitap benim de elimden düşmüştü, onu kimin oynayacağı pek umrumda değil. ama burak özçivit çok yerinde bir tercih olmuş. hem gerçekten hoş biri, hem de onun o havalı cıvalı ama bir yandan da çıtkırıldım haline çok yakışmış. üstelik bir önceki rolü de malkoçoğlu'ydu, takdire şayan, beklemiyordum. benim esas bahsetmek istediğim bu noktada feride. fahriye evcen'in feride'yi oynaycağını duyunca mutuzluktan düşüp bayılıyordum desem yeridir. en sevdiğim karakteri güzel canlandırmak bir yana, canlandıramayacağı senaryosu, hatta berbat edeceği, insanlara feride'yi aksettiremeyeceği korkusu içime öyle bir oturdu ki, diziyi ilk izlemeye başladığım dakikalarda yüreim ağzımda izledim. ama ne yalan söyliyeyim, bana kapak oldu. fahriye evcen harika bir feride olmuş! dizinin sadece senaryosundan gelen bir durum değil bu. bakışları, hali tavrı, o gururundan kan kusup kızılcık şerbeti diyen hali o kadar harika ki, gözlerime inanamıyorum her bölümde. kamrandan içten içe hoşlandığını kendine dahi itiraf edemeyen halindeki naiflik, kara çarşaflı kadının düğün arifesinde bahçe kapısında feride'yle konuştuğu andaki hayal kırıklığını o kadar çağrıştırıyor ki, kalbim şimdiden acımaya başladı. begüm kütük de çirkef kadın rolüne çok yakışmış. kendisini çok severim amma bu rolde bir süre gıcık olacağım kesin. birazd aha oyunculardan bahsedecek olursak, teyze rolünde harika bir kadın var! hakikaten anne yarısı bir teyze var karşımıda, casting ekibine helal olsun valla! enişteyi de suskunlarda izlediğimiz, muhteşem yüzyılda gördüğümüz o sert mizaçlı adamın oynaması beni ayrı bir şoklara soktuğudur. iyi ki varsın enişte. bir an önce iyileşip vebadan kurtulmanı bekliyorum ama sanmıyorum ki kurtulasın. mutfak ekibine de ayrıca bir alkış, the ferhunde hanımlardaki kadın -çok üzgünüm, adını bilmiyorum- sana kahkahalarla gülüyorum, hay sen çok yaşa!

dizide beni rahatsız eden şeyleri de söyliyim de tam olsun. tabii ki de kitapta olmayan şeyler. mesela eniştenin bu kadr iyi ve sağlam karakterli birisi olması. tamam kurguda çok hoş duruyor da, açıkçası burak özçivit'in harika oğul rolleri çok fazla seyirciye oynamak olmuş, gerek yok ama anlıyorum neden yaptığınızı. ikincisi de şu feride'ye so called tedavisini uygulayıp onu keklemeyi düşünen doktor. ne gereksizlik! how absurd! saçmaladını iyice. feride kamran'a güvenmiyor onun kendisinden pek haz etmediğini de düşünüyor bazı bazı ama heralde ölecek olsa, kamran'ın hiç umursamayacağını düşünecek kadar gerizekalı bir kız değil. reca ederim yani. o kadar da değil. kendinize gelin. şimdi feride'yi yataklara düşürmek, elinden tutup gözünün içine bakmaklar filan, yani gerek yok. haydi bir an önce zeyniler'e gidelim, bir an önce ç'ye gidelm, gülbeşeker'den kaçalım, açlıktan bayılalım narin bünyeden bayıldım sansınlar da müteşekkir olalım. kitaptan uyarlanan eserlere her zaman ekstra şeyler eklenir ama yeani, daha çok yol var, bunlarla bizi oyalamayın lütfen.

 bu arada sanıyorum ki feride'nin iki yakın arkadaşı feride'nin karşısına milli eğitim müdürlüğünde çıkıp önünü açacaklar. gıdı gıdı bıdı bıdı fıtı fıtı üçlüsüne de ayrıca gülüyorum. bu da kayıtlara geçsin evet.

uzun lafın kısası bu diziye heyecandan çok korkuyla yaklaşmıştım ama artık keyifle izliyorum. tam hayalimdeki karakterleri resmeden harika insanlar seçmişler ve senaryosunu da harika yazmışlar. hiç bir dakikasında sıkılmıyorum. üstelik sıkılmamak bir kenara, çok da eğleniyorum. yönetmenlerden biri çağan ırmak diğeri de doğan ümit karaca. şimdi yalan olmasın doğan ümit karaca ile pek aşina değilim ama çağan ırmak başımın tacı yeminlen. keyifle izliyoruz, gözyaşlarını sonraki bölümler için biriktiriyoru efenim.

son söz vurucu olsun diye ayrı bir paragrafa aldım evet. izlemediyseniz derhal başlayın dostlar. pişman olmayacaksınız.

[Newsroom Sezon 2: Epilogue.]

newsroom'un ikinci sezonundan daha önce nasıl hiç bahsetmemişim, hayretler içindeyim öncelikle bunu söyleyerek başlamalıyım söze. ikinci sezon ağırlıklı olarak genoa denilen operasyon hakkında yapılan haber serisi ile ilgiliydi. bilinmez bir halde başlayan sondan başa giden bu haber serisinin entrikası öncelikle pek sarmasa da sonrasında enteresan olmaya başladı. daha doğrusu esas ilginç olan, ekibin çektiği dava çilesine kimin sebep olduğunu görmekti. en nihayetinde haber kaydını kesip manipüle ederek yayına hazırlayan prodüktörün bir de yüzsüz bi şekilde tüm fatura bana kesildi diye dava açması şaka gibiydi. sezonun benim için bir başka highlight'ı maggi'nin başına gelenlerle ilgili olan bölümdü. çok ama çok etkilendim. bir şekilde dizilerin afrika'ya gidip oradaki bir meseleye parmak basmaları veya doğrudan doğruya böyle bir maceraya cesaret etmeleri bile öyle takdirimi kazanıyor ki, tebrik ediyorum herkesi. zamanında er'daki kovac ve carter'ın yaşadığı afrika maceralarını hala unutmadım, unutamadım ve maggie'nin o ufacık çocukla yaşadığı olayı da unutmayacağım. 

bunun dışında prodüktör çocuğun röportajını diğer gazeteci kıza vermesi, onların skype aşkı ve bilimum bıdı bıdı detay hiç de umrumda değil. seriously, adından bile emin olamadım çocuğun şu an, lütfen o mıymışık çifte oynamayın bu dizide. 

bu dizide bizi ilgilendiren bir çift vardı, o da sloan ve don. yareppim bu ikili 2 sezon bakıştılar bakıştılar bakıştılar, daha doğrusu zavallım sloan baktı karşılık alamadı alamadı derken, yok efenim kitabı almış da, bi alvera dalavera olmuş da filan fıstık derken, en sonunda güzzzzeeeeğl bir öpüşme sahnesiyle diziye can verdi. şükür. sorkin'e saygım sonsuz ama biraz temas olsa hiç de fena olmayacağdı. dahası sezon finali demişken tüm olayları patır patır patlatan sorkin usta sanıyorum temas taleplerimizi bayağ ciddiye almış olmalı ki, will mac'e evlenme teklifi etti. vallahi hiç mi bağlamaz beni, ancak bu kadar olur. zaten sürekli didişiyorlar atıp tutuyorlar, evli olup olmamanın bu duruma bir eksisi artısı olacağını düşünmüyorum. bakalım öteki sezon ne olacak, bekliyoruz. 

şimdi biz en son seçim gününde bıraktıydık, bakalım yeni sezonda hangi olaylar dizide yer bulacak bir tek o kısım soru işareti kaldı. don'la sloan'a uzanan eller kırılsın demekle birlikte, son sözümü de charlie hakkında kullanarak yazımın sonuna geliyorum. charlie, seni çok seviyorum. harika bir adamsın, çok komiksin, çok akıllısın, karizmatiksin. birkaç decade'le kaçırmışız seni vallahi.

dip dip son söz: jane fonda, gerçekten bir efsanenin efsane olmuş kızı. high hallerin, inatçı hallerin, kontrolü oğluna bırakan uysal hallerin ama her halinle muhteşem olan duruşunla sana o kadar hayranım ki, dilerim senin yaşını görürsem, böyle kuuğl bir insan olurum.

evvet newsroom sezon üç yolcusu kalmasın, öteki yaza buluşalım. hayatlar ve mekanlar değişsin, ama haberler hep baki kalsın.

[Suits S3E1-2-3 ve Post Suits.]

efendim sezon biteli bir hafta oldu benim daha ilk hafta yorumlarım taslaklarda duruyormuş, kendime koca bir pes diyerek konuya giriyorum. aşağıda ingiliz harvey'e duyduğum hayranlık uzun uzun yazılmış. değiştirmiyorum bu görüşü. harvey specter'ın zor duruma düştüğünü görmek, onun o havalı cıvalı her boku ben çözerim I'm the king of the world goygoyundan o kadar daralmıştım ki, birilerinin o cakayı dağıtması çok hoşuma gitti evet. ama şimdi iki şeyi ayrı tutuyorum. donna'nın kalbini kırmayacaktın ingiliz harvey. bu noktada cümlemizi her anlamda kaybettin. sadece harvey'e oynasaydın çok iyi olacağdı. 

efenim sezonun olaylarını uzun uzun anlatmayacağım. ama rachel ve üniversite krizine değinmeden edemeyeceğim. NO. ONE. CARES. evet, yorumum bu kadar, you may elaborate gençler.

jessice bir başka partneri daha nasıl şirketinden atabileceğini gösterdin canım. bravo. yani bir insan bu kadar mı klişe şekilde yırtıcı olur hayret yani.

louis'yi kimse sevmeyecek mi bu ofiste derken artık biraz olsun bir takdir göresi sezonun en güzel anlarından biriydi. ama kedi muhabbeti neydi öyle? are you out of your minds? kediyi almak vermek nedir ya? get a life already senaristler.

lady stark, seni çok seviyorum. valla senin olayın tüm sezona yayılıp bizi biraz darladı ama seni o alıştığımız kostümlerin dışında ama yine de tam bir leydi olarak görmek çok hoşuma gitti. casting'e douze points. 

donna. mutlu olmanı istiyoruz. başka bir dileğimiz yok adeta. saygılar.

[..]

efendim ilk iki bölüm hakkındaki yorumlarımı topluca yazayim: pek beni saran birşeyler olmadı. en nihayetinde kaldığımız yerden devam etti dizi. rachel ve mike'ın ayyyy ara verelim ben bi düşüneyim tadındaki nevrozları da HİÇ umrumda olmadığı için zannımca sönük geçti iki bölüm. ama sonra ne oldu?

lady catelyn stark, i kneel before you. cidden. abi bir insana bir rol bu kadar yakışamaz. the petrol kraliçesi, harikasın ya. ay o kadar yakışmış ki bu kıyafetler, bu bakışlar, bu saçlar, inanılmaz şaşkınım. kadının suratına baktım baktım, kimdi bu kadın kimdi bu kadın diye kafayı yedim ve en sonunda buldum, google'ı kullandım ama itirafımdır, çok mutluyum yahu! çok havalı! kadın harika! çok mesudum.

ikinci bomba: Kurt McVeigh! bildiğin the good wife'taki the en sevdiğimiz partnerin balistikçi sevgilisi geldi hağğnım! savcı rollerinde yardırıyor ve bıyık çok yakışıyor! canımsın kurt! seni harvey'i zorlarken görmek güzel ama en nihayetinde kaybedeceksin maalesef. bu öyle hava cıva yapmaya, yemeklerde insan tutuklatmaya benzemez.

ilk iki bölümle ilgili en önemli yorumum tabii ki louis ve donna konusunda. ya ben bu ikiliyi çok seviyorum. atışmalarınız harika! louis, canım muhteşemsin, senin film referanslarına hastayım! her referansla beni biraz daha kazanıyorsun, ama yüzündeki ifadeyi değiştirmen lazım. donna. donna ben sana ne diyeyim? yani şu dizinin bayık sezonundan sonra tekrar izlememin sebebi sensin! merak ettim senin hikayen nasıl devam edecek diye ve bu yola başkoydum. dilerim bu sezon mutlu olursun. senin mutluluğun kararsız harvey'de değil sana söyliyim.

gelelim üçüncü bölüm yorumlarıma. dosdoğru yazdığım gibi başlayalım:

WELL HELLOOOOO!

karizmatik misin?

stephen huntley cağnımsın. donna ve stephen, now you are talking çocuklar!

hurley and thatcher, ahahahaha! muhteşem.

people pave the way for me. şalalalalalala şov radyooo!

yareppim havadan öleceksiniz. içimi bulandırdınız valla.

rachel ve mike, you disgust me to my guts.

bu kadar çirkin bir çiftin ne bok yediğini kimse umursamıyor, aceba senaristler bunu ne zaman anlayacak?

AHAHAHAHAHAHAHAHAHAHAHAHAHHAHAHAAHAHAH

OHA ÇOK İYİ ÇOK ÇOK ÇOK İYİ!!!

stephen'ı daha çok seviyorum. çok net. harvey'den daha çok seviyor olabilirim an itibariyle. çok havalı ve çok gizemlisin. bebeyimsin. sonradan bu adama kazık da atsan seni seveceğim. çünkü o zaman da harvey'den daha zeki olduğun ortaya çıkmış olacak. canım benim.

macbeth ve daniel day lewis. allahım donna şu an beni öldürdün. o oyuna gideceğdin ya!

ay harvey ve hırsları konusunda ayrı bi spinoff yapın bence pof pof pof.

efenim harvey mike'a darbe yapmak istediğini belirtti ve bölüm orada bitti. biz daha fazla entrika bekliyoruz. henüz sezonun içine giremedim. dilerim büyük bir olay başlatırsınız ve bu saçma sapan bir şirket ayrılması olmaz. sevgiler. saygılar.

[Once Upon A Time S3E1-2.]

bu diziye bayılıyorum! başka diyecek bir sözüm yok. cidden. o ilk sezonun mary margaret ile charming arasındaki mıymışık olan olamayan unutulan hatırlanan bayık aşk hikayesini aşmanızla birlikte yepyeni kapılar açıldı, mutluyum mutlusun mutluyuz. üçüncü sezona bomba gibi iki bölümle başladığımız doğrudur. bir yandan bildiğimiz masal realm'ine dönen neal penceresi var, ki babasının sihir gücünü kabul etmesine koccaman bir douze points, bir yandan da neverland'a geçen diğer karakterlerimiz var. rumpel, emma, hook, regina, snow ve charming'den oluşan bu çılgın ekip iki bölümdür beni çok eğlendiriyor. regina'nın mıydı, emma'nın mıydı anımsayamıyorum ama dönüp snow'a NEDEN BU KADAR İYİSİN LAAAĞN? dediği sahne harikaydı. bu ekibin tüm özelliklerini birleştirip henry'ı buluncaya kadar maceraları ayrı bir spinoff'a konu olabilir. tabii ki ben nevroitk emma, onun minnoş tipitoş tontoş anası ve babası charming ve snow'dan ziyade regina tarafındayım. bu kadın knows how to handle business. net. beş kere düşünüp yarım kere hareket etmiyor. respect. bir de tabii ki rumpel'a hastayım. bu so called kötü adamın iyilik ve kötülük arasında sürekli gidip gelirken gösterilmesi ama aslında içten içe de kötü olduğunu bilmemiz ama aslında özünde de bir ebeveyn olduğunun gözler önüne serilmesi ne kadar güzel birşey öyle!

güzel demişken bir de beni acayip şaşırtan bir noktaya parmak basacağı tabii ki. peter pan kötü karakter! bu nasıl mümkün olabilir lan? şaşkınlıklar içerisindeyim. çocuk tam bir devil. ondan nefret ediyorum adeta. bunu düşünen yazarlara şapka çıkardığımdır. hook'un iyicene bir adam olması ve dahi yakışıklı bir adam olmasından anlamalıydık biz bunu. oysa ben hook'u görüdğüm ilk andan itiabren peter pan'ı hangi hoş gencin oynayacağını hep merak etmiştim. meğer çirkefler çirkefi biri oynayacakmış haberim yok. aklımda green arrow'la green lantern tadında biri vardı, yaramaz çocuk çıktı yeminlen. bu arada neverland demişken, o çocukların hali beni üzüyor.. lütfen wendy'li ve peter pan'in iyi olduğu kısma dönelim. hatta bence peter pan ölecek ve henry orada kalacak filan gibi bir atraksiyon bekliyorum da, dur bakalım hayırlısı.

önümüzdeki bölümlerde bölümlerin biraz daha coşmasını heyecanla bekliyorum. örneğin etraflarını saran çirkef denizkızlarına bakıp, eeağğh siktirin gibin lağn tadında bir hamleyle tüm herkesi kurtaran regina biraz daha takdir edilmeyi hak ediyor. emma sürekli ben henry'nin annesiyim annesiyim diye yollarda ama regina da o çocuğun annesi. ve emma alemler aleminde gezerken regina büyütmüştü. neyse efenim bu noktada herkesin aklındaki soru şu olmalı bence: henry'i bulduklarında henry tanıdığımız henry olacak mı? o minnoş bakışlı ümit etmeye bayılan ve inanan henry'yi gözünn feri gitmiş, daha da ötesinde artık peter pan'in tarafına geçmiş biri olarak görmeyi kaldırabilir miyiz? hiç sanmıyorum. diren regina, diren henry, diren emma.

[The Sleepy Hollow Sezon 1.]

efendim sizi yepyeni dizimle tanıştırayım, sleep hollow!

bu dizide harika şeyler olacak olabilir ve oluyor a dostlar! ichabod crane başrol yakışıklımız, iki yüzyıl sonrasında dünyaya gözlerini açtı. karısı cadıymış. ortada gezinen başsız bir süvari var. olayları araştıran polis kadın ve kardeşi sanıyorum bir ormanda devil itself'i görmüşler. başka boyutlardan dünyaya zıplamaya çalışan yaratıklar mı dersiniz, yoksa kötü kalpli ve vücut bulmaya çalışan cadı ruhları mı, hepsi burada! bazen hayal ettiğim şekilde devam etmiyor dizi ve böyle olunca hemen çözülüyor olaylar ama yine de bu diziyi sevdim. büyük bir potansiyel seziyorum. dilerim gerçekleştirir ve ortada eksik kalan mistik dizi boşluğumu doldurur. 

diziyle ilgili büyük sıkıntılardan biri iki yüzyıl sonrasına gözlerini açmış bir adam olarak ichabod'un hemen hemen hiç şaşkınlık yaşamaması. ama bunu sineye çekebilecek durumdayım galiba. çünkü örneğin geçen haftalarda boyutlar arasında kalmış bir cadı gördüm. ya da mistik kapıları açan anahatarları yok ettik filan, çok güzel çok. biraz da karakterler güzel olsa, tam olacak. tabi burada güzelden kastım, fiziksel bir güzellik değil a dostlar. derinliğini alamıyoruz karakterlerin. biraz daha geçmiş öğrensek, biraz daha personal seviyeye insek o kadar bağlanacağız ki, hayret ediyorum senaristler nasıl böyle birşeyi atlar diye. polis kızımızın gençken ufak çapta bir suçlu olduğunu öğrendik, foster care sisteminden çıkmış, ormandaki meşhur karşılaşma filan da tamam ama, ne bileyim, bu sürekli güvensizlik hali çok sıkmaya başladı. yahu bir bağlantı kurun, birşeylerinizi paylaşın ve bu şeyler klişe olmasın allaaasen. bekliyorum bak çocuklar. bunu yapabilirsiniz. ynai herşey de ichabod'un varolan tarihlerde hep orada olduğu için, hep kulak misafiri olduğu için, hep karısı kulağına fısıldadığı için çözülmesin. biraz da kendiniz düşünün bazı şeyleri. biliyorum, o zaman diyeceğim ki yeni buffy'm bu dizi. hayırlara yazsın. ve hatta hayırları yazsın senaristler. keep up good work.

[Dexter Sezon 8: Epilogue.]

dexter'ın dizi finali. bu konu hakkında yazmadan önce öncelikle bir saygı duruşunda bulunmayı bir borç bilirim. bu diziye başladığımda lisedeydim. bittiğinde master programındayım. ne kadar zamanın geçtiğini, ne kadar çok şeyin değiştiğini ve dexter'ın tüm bu zamanlar içerisinde bana hep keyif veren, context'lerin değişmesine rağmen temasını kaybetmeyen bir dizi olduğunu belirtmeyi bir borç bilirim. ilk sezonunda izlediğimiz ice truck killer, ikinci sezonda bay harbour butcher, üçüncü sezonun çirkef savcısı, dördüncü sezonun mighty trinity killer'ı, beşinci sezonun jordan chase'i, altıncı sezonun doomsday killer'ı, yedinci sezonda karşımıza çıkan hannah ve rus mafyası örgüsüyle birlikte dexter'ın meşhur gizli kimliğinin ortaya çıkması artık sekizinci sezonla birlikte zirve noktasına varmıştı. dürüst olmak gerekirse sekizinci sezonu çok beğenmedim. tamam, güzel anlar oldu, mesela vogel'ın diiye dahil olması ve öldürüldüğü an muhteşem derecede anlamlı ve sert olmakla birlikte -dexter'a yaraşan da bu değil miydi zaten?- sekizinci sezon aile dramı dışında pek birşey vermemişti bana. ama yine de söylemek lazım: debra'nın hikayesinin sona erişi bu şekilde mi olmalıydı? biliyordum ki debranın bir mutlu sonu olmayacak. ama ölmesi gerekir miydi? emin olaıyorum. daha sonrasında düşündüğümde sanıyorum ki onun hikayesi ancak bu şekilde closrue'a ulaştırılabilirdi sanıyorum. neyse efendim, zaten ucundan giriştik, gelelim son bölüm yorumlarıma.

kabul edemeyeceğim bir son yaşadık. dexter kendine mutlu sonu biçemedi, biçmedi. amerikanın en sevilen seri katili tagline'ı ile satılan bu dizi, dexter'ın mutsu yapayalnız, çocuğunu yabancı bir kadına emanet etmiş bir şekilde cinayetlerin devam etmesi senaryosuyla devam etti. hayır. böyle birşeyi kabul etmem mümkün değil. 

debra. beni ağlattın. alacağın olsun. quinn karakterini boş boş comic relief olmayan sahneler yarattığı için zaten sevmiyordum. ama yine de sizin mutlu olmanızı istemişim galiba, daha sonrasında düşününce anlıyorum. en nihayetinde fırtınada suya bırakıldın debra. of. mutsuz oluyorum düşündükçe. çünkü başka bir son olamazdı. dexter debrayı o halde bırakamazdı. bu konuyla ilgili yazmayacağım. yazamayacağım. çünkü it breaks my heart in ways you cannot imagine gençler. ama dexter'ın debranın fişini çektikten sonra yine akıntıya doğru gidip onu o raya bırakması, son darbe oldu. artık bıçak darbesini sırtımdan mı aldım, kalbimden mi aldım bilinmez. ama çok acıdı dexter. expected. ama heart breaking. 

ilk 4 sezonunu ikişer günde oturup izlediğim, sonraki her sezonunu soluk soluğa her hafta heyecanla bekleyerek takip ettiğim dizim sona erdi. dilerim bu kadar iyi bir polisiye karşımıza çıkar. ama bir yandan da diliyorum ki bir daha böylesine saran bir dizi çıkmasın karşıma. o zaman daha büyük bir efsane olur belki dexter. sonu unutulur. glorious days akıllarda kalır. çünkü benim hep öyle kalacak. dexter ve bir kutu kan örneği. fit to kill an be on time for dinner.

dexter. en sevdiğim seri katil.

[Muhteşem Yüzyıl S3 ve 106.]

Efendim birazdan muhteşem yüzyılın 106. bölümünü izlerken yazdığım şeyleri paylaşacağım. ama öncelikle 107. bölümü de yeni izlemiş biri olarak aklımdan geçenleri yazmayı bir borç bilirim. ilk yorumum vahide gördüm hakkında olmalı. bir öneki sezon biterken son 30 saniyede karşıma çıkan hürremi hiç beğenmemiştim. en nihayetinde 2 sezon boyunca meryem uzerli ile görmeye alışkın olduğumuz bu karakterin yerinde vahide gördümü görmek, hatta özür dileyerek düzeltiyorum, vahide perçin demeye henüz alışamadım ama alışacağım, vahide perçini görmek, çok çok garip bir histi. sanki meryem 4 bölüm sonra zaten gidecekmiş gibi değil de, hürremin tüm yıllarını kaçırmışız gibi bir öfke doldurmuşt içimi. ama vahide perçin harika bir hürrem sahneliyor bence. neden mi? çünkü. efendim üçüncü sezonda bildiğimiz hürrem gitmiş. soğuk, acımasız ve çok çok daha zeki bir kadın gelmiş. tabi kolay değil o kadar yıl gücü elinde tutmak ve bir yandan da esir tutulmak. dolayısıyla meryem uzerli'nin o yumuşak mizacından byölesine sert ifadeleri olan kocaman bir kadın yüzüne geçmemiz beni rahatsız etmiyor. yalnız tek rarahtsız eden konu, hürremin kendisi ile yaşadığı güvensizlikler. anlıyorum, yaşını aldığı için yaşlanma mutsuzluu yaşıyori gençliğini özlüyor ama yine de, onu güçlü görmeye o kadar alışmışım ki özellikle 2. sezondan beri, içim sıkılıyor. üstelik de artık geçen hafta menopoza girmesiyle birlikte süleymanın şehzadeler doğuracak yeni cariyeler meselesini sen hiç düşünme bebişim deyip, yine cariyeleri yatağına alması resmen canımı yakıyor. kaç şehzade istiyorsun be adam demenin ötesinde, dünya hükümranı bir adamı kendine kul köle etmiş bir kadının mutsuzluğu ve gözyaşları içimi parçalıyor. hürremin artık cariye seçip süleymana gönderdiği bir sezonda, cariyelerin mutlu mesut hamileyiiim diye müjdeler verdiği ve hürremin betinin benzinin attığı bir sezonda ben yokum demek istemesem de, bir ben var benden içeri demeden edemeyeceğim. diren hürrem. bir başka hususa da şu şekilde değinmek lazım, ozan güven harika olmuş dizide. onun o gücü elinde tutan hırslı ama aynı zamanda narin aşık hali beni fethetti, sadrazama desteğim tam. merve boluğur ve berrak tüzünataçın diziye girmesiyle dalgalanan entrika sularını geçtim, ben sadrazamın çevirdiği entrikaları büyük bir keyifle izliyorum. özellikle merve boluğurun selimi sürekli baştan çıkarma hali baymaya başladı. bu dizinin satmak için sekse ihtiyacı olduğunu düşünmüyorum. dilerim düşünülmüyordur da. son olarak bir de meltem cumbuldan bahsetmem gerekiyor. yareppim melte cumbul da yaşlanmış amma o yumuşak hali tavrı ve çok bilmiş hali çok çok güzel! güzelden kastım, senaryo bağlamında özellikle. diziye bir ivme getirdiğini düşünüyorum. ama çok sinir etmeye başladı o ayrı zehehe. şehzadeler hakkında ise söyleyecek bir şeyim yok. bence öyle bir geçer zaman ki'nin metesi tam olarak oturmuş rolüne. sanıyorum ki çocuk kendini oynuyor ve kendisi zıpçıktı. haz etmedim. ama beyazıd'ın tarihi tasvirlerine benziyor. bakalım entrikalar ne şekilde sonuçlanacak, heyecanla bekliyoruz. ve evet, 106. bölüm notlarımı aşağıya dosdoğru aldım. şaşkınlığıa tanık olun a dostlar.

hürrem'e nooldu yareppim meraktan öleceğim.

meltem cumbul muğğğğ? allahım sen ne rolndesin meltem cumbul? seni çok severim ama artık pıtı pıtı roller sana gelmiyor bak buraya yazıyorum.

ah meryem'in bu hallerini ögrebileydik çok iyiydi.

hürrem menopoza girmiş yareppim tüm bu entrika o yüzdenmiş!

ülen fahriye hatun, harikasın, adamsın be! böyle sağlam insanlara bayılıyorum!

artık hürrem'in faniliğin sorguladığı bir noktadayız dizide. vay anasını. işte dünyalara sahip adama sahip olsan bile böylece alıveriyorseni bir fainilik hissiyatı. ne garip, ne hayat...

ya gülfem hatun, hala kaşın gözün ayrı oynuyor, valla bir kabul edemedin hürrem'in zaferini. pes ki ne pes valla. gıcığım sana bilesin.

abi aynı haremde 1000 kadın yaşıyorsunuz, elbette biriniz menopoza gireceğdi. bundan doğal ne var anlayamıyorum.

hürrem'i obsesif bir kadın olarak resmediyorsunuz. çok fena gıcık olmaya başladım.

afife hatun seni çok seviyorum yea. kayıtlara geçsin.

hala aşk tazeliyorlar valla. vay anasını. darısı başımıza.

rüstem. hastayım sana.

fatma sultan kimdi lan?

vay anasını!!!

amanın berrrak tüzünataç göründü!

yok artık barbaros hayrettin paşanın kızı haremde cariye mi olacak!

huricihan da az değil ha!

hürrem tükeniyor...

haremdeki kadınlar saçlarını nasıl kurutuyor? tek sorum bu.

hürrem bebeyimsin ya! yeminlen kendimden geçtim şurda zevkten! abiy bir an kız süleymana ulaşacak sandım valla ben bile deli olacaktım! hürrem'den cidden korkmak lazım, kadının eli kulağı heryerde! vay anasını vay! bu arada lokman ağanın da minnoş yüzünün arkasında nassıl bir katil varmış valla şaşkınlıklar yaşadığımdır. yey!

beyazıd da tam bir zıpçıktı çok afedersin.

ay bayılıcam halvet de halvet halvet de halvet valla bayılıcam içime fenalık getirdin lan merve boluğur, hayret vallahi.

huricihan ne ezik bir sultansın sen yareppim. hala bir boktan haberin yok sanki, hayret yahu hayret!

mustafanın bu kadar akıllıca bir hamle yapabileceğini 550796789 yıl düşünsem aklıma getiremezdim. adeta 5 yeni yaşıma daha girdim.

diren hürrem.

[13 Eylül 2013, Türkiye-İsviçre.]

Uzun suredir basina gecemedigim klavyenin basindayim. Anlatacak o kadar cok seyim var ki...

Cocuklugumun ufak kasabasina gidip yaklasik 10 gun kadar tatil yaptim diye soze girmek mumkun aslinda. O huzurun tarifini istesem de yapamam, bazen sadece kelimeler ve dil degil, zaman da yetmiyor bazi seyleri anlatmaya. Oradan donunce tatil bitiyor demem bosuna degil. Oradan dondugumde oranin huzurunu anlatirken bile yabancilasiyorum kendime. Neyse efendim o ufak kasabadan buyuk sehirler sehri istanbula tum hizimla dondum. Yolculuk oncesi alisveristen kuafore, kagit kurek islerinden dost meclislerine kostururken bir baktim ki ucak vakti gelmis, sabah alti bucuk olmus. Insanoglunun kus misali yasadigi bu koccaman ama ufacik dunyada gozlerimi kapattim yillarimi gecirdigim evden, baska bir haneye gidiyorum. Gozlerimi actigimda zurih'teydim evet. Surekli transit gectigim bu kentten ciddi ciddi giris yapacagimi hic dusunmus muydum acaba diye kendime soruyor, aklimdan gecenleri tahlil etmeye calisiyorum. Isin ozunde saniyorum ki asla aklimdan gecmezdi. Ama bir yandan da aklimdan gecmez dedigim icin mutlaka yine yolum duserdi. Dusununce ne enteresan, insanlar kadar mekanlar da insanlara kavusabiliyor demek ki.. Harika bir havaalaninda kisa bir sure gecirdikten sonra -evet bedava wifi olan yerlere saygim kat be kat artiyor. Saniyorum ki ideal dunyamda heryerde bedava wifi var, su gibi- trene atladigiin gibi solugu bir baska ufak ama gitmeden dahi beni muthis bir tanidiklik hissiyle saran sehre dogru yola koyuldum.

Efenim hedefime kolayca ulastim diye soze devam edeyim. Dogrusu tren yolculugunda bile size birseyler anlatiyor bu memleket. Bir kere tren saatleri cok duzenli. COK. Gozlerinizle gormeden inanamiyorsunuz. Bir dakika kaldiginda herkes saatlerine bakiyor ve tren vaktinde geldiginde -ki her zaman geliyor- muthis bir keyif aliyorlar bu durumdan. Yareppim oyle bir gurur ki isvicreli olmak, havaalani terminal shuttle'inda inek canlari duyuyorsunuz ve evdeyim hissini goruyorsunuz insanlarda. Ustelik ev kavrami cok da genis. Bu ulkede insanlar bir sehirden diger sehre her gun calismaya gidiyor. Inanilir gibi degil. Usenmek degil, sikilmak degil de beni en cok sasirtan bu zamana kadar gecirdigim yaklasik bir ay icerisinde hic yorgun bir isvicreli gormemis olmam. Tipki bir swiss saati gibi tikir tikir isliyorlar, isildiyorlar. Neyse efendim trenden indikten sonra otobusle yola koyulup gidecegim exact adrese varmam saniyorum ki 10 dakkayi buldu. Burada otobusler de saatli geliyor a dostlar. Ustelik paris otobusleri gibi degil baya baya saatli geliyor, insan saatini onlara gore kurma ihtiyaci hissediyor mesela. Tanistiginiz insanlar bir sure sonra bu duzenin insani yoracagini soyluyorlar ama simdilik keyfim cok yerinde. Hele de bu satirlari yazarken Italya'dan donus yolculugunda oldugumu goz onunde bulundurdugumda isvicre duzeninin gozunu seveyim, sarilip opecektim sbb tabelasini yeminlen. Neyse efenim, diger izlenimlerime gelince...

Burada herkes cok sabirli. Benim tahminime gore bu elbette egitim ve yetistirilme tarzindan geliyor ama bence mevsimin de cok buyuk etkisi var. Atlarca kar altinda kalan bu topraklarda karin kalkmasini bekleye bekleye tum sinirlerini aldirmis galiba bu insanlar! Mesela markete gidiyorsunuz, 8-9 kisi sira olmus, kimsede bir huzursuzluk olmuyor. Adeta kimsenin acelesi telasesi yok. Booooyle bekliyorlar. Zaten inanilir gibi olmasa da, o kadar insan 5 dakikada tukeniyor hemen sira size geliyor. Saka gibi. Istanbul'da olsam aldigim seyleri birakir o siraya girmezdim, biliyorum. Ama burada o siraya giriyorum. Hayir, girmek zorunda oldugumdan degil, siranin cabucak tukenecegi kanun gibi, anayasa gibi net bir kural haline geldiginden oturu. Baska dikkat ceken bir konu da meyve sebzenin curumesi. Simdi ne alaka bunun neresi swiss diyebilirsiniz ama burada yenilen seyler oyle dogal ki, icerisinde katki maddesi olmadigini domatesler bozuldugunda sevinerek anliyorsunuz. Iddiali bir soylem olacak belki ama cidden, sagliksiz beslenmek icin efor sarfetmelisiniz. cidden. Simdi gelelim istanbul haberlerine. Efenim ben yemek yemeyi seven bir insanim. Sevdigim yemekler olunca oooo karnim doyacak diye sevinmekten cok, negzel yemek yea diye hayran hayran yemegi izlerim filan. Ama oturup da su yemek olaydi da yiyeydim diye hayiflanmamaya calisirim. Cunku yurt gecmisi olan biri oldugumdan, hayiflanmanin sonu yok, kendi kendimin canini sikmamaya calisirim. Ama buradaki istanbul marche'de gozum dondu. Kocca bir pideyi alip yemek istedim filan. Boyle bir kafalar dogrusu. Manti borek corekyen ziyade onlarin orada oldugunu bilmek enteresan bir his yaratti icimde, kayitlara gecsin. Sanirim gurbette hissetmek hissiyati boyle seylerde ortaya cikiyor ve boyle ufak seyler icinizden o hissi sokup ativeriyor. Enteresan abileri barindirsan da seni seviyorum istanbul marche.

Gelelim okul hayatina geri donmelereeeeee. Hala sabahlari alarm kurup derse gittigime inanamiyorum. Tabi sabah dedigim lafin gelisi, genelde ogleden sonra oluyor derslerim pek sevincliyim. Insan is hayatina giristiginde ogrencilik hayati cok uzak ve tatli geliyor ya hani, valla hic de uzak degilmis! Alisamam sanmak filan sanmak -benim hic aklimdan gecmedi gerci, hersey insan icin herseye alisilir- bosu bosuna. Aklinda sadece kendinle ilgili dusuncelerin olmasi, baska hic bir isi dusunmemek rahatligina nasil alisma zorlugu ceksin ki insan? Harika bir his, hoop hemen ogrenci oluveriyorsunuz. Tabii burada ideali sisteme konulan yazilari okuyup gitmek. Ben de o ideali yasatmaya calisiyorum ama bazen okuyamadigim da olmuyor degil. Ama sunu belirtmek gerek, insan biraz olsun hazirlanip gitmediginde ders hem keyifli olmuyor, hem de cidden eksik kaliyor. Buradaki tum universite hayati boyle mi geciyor bilmiyorum ama eger oyleyse universite egitimini de mukemmellestirmisler! Ben hic bir zaman hadi bir x konusunu okuyayim da derste iyi olur deyip hazirlikli gitmedim ve zaten hocalar da konuyu o yazilar uzerinden degil saf bilgiler uzerinden dondurdukleri icin sikintilar yasamadim. Ama belki de, bir metinden yola cikip ona gore donanmak, onunla zenginlesmek ve sonuca varmak daha etkili bir yontemdir, tum yil boyunca dusunup tartacagim bakalim ne sonuca varacagim a dostlar.

Simdi baska bir dala ziplarsak buralarin yesilinden bahsetmek isterim. Hava soguk da olsa cok ferah mesela, temiz. Derin bir nefes aldiginizda icinize dolan havanin saf oldugunu hissediyorsunuz bir kere. Bu temizligin yansimasi bir de yagmura oluyor tabii. Burada yagmur, yagmur olarak yagiyor. Oyle istanbul'daki gibi minik minik, cisil cisil sacma partikuller olmuyor. Damlalari gorebiliyorsunuz. Sanirim o yuzden de derece 17 iken bile kisa kollu gezmek mumkun oluyor. Hava net olunca, sicak soguk iyice bir ayrisiyor galiba, bilemedim teknik aciklamasini. Yesile donersek, efenim heryer yesil. Oyle gozunun alabildigine yesil baglaminda degil. Ama binalar burada istisna sanki. Hepsi ufak birkac katli olarak yapilmis, apartmanlar da olsa da onlar o genel resimde gokyuzunu gormenize engel olmuyor. Sehirler arasi trenle seyahat ederken ise yesil ne demekmis anliyorsunuz. Etrafi izlemekten gozunuzu alip saatinize bile bakmak istemiyorsunuz. Heryer bir kartpostal gibi, surreal ama elle tutabileceginiz kadar da yakin ve oracikta.

bir başka konuya geçmek gerekirse, isviçre'den bahsederken bankalara değinmemek ayıp olur. müthiş dakik olan bir sistemle vatandaşlarına tüm hizmetleri sunan bu ülkede ne kadar miktarlarda para olduğunu tahmin etmek zor değil. tabii paranın da olduğu bir yerd ebir çok bankanın karşınıza çıkması garip değil. ama burada her şeyin bankası var, o çok garip! herşey ama herşeyin bankası var ne demek? mesela bizde benim bildiğim bankalar başka ticari faaliyetle uğraşamıyorlar. burada öyle değil. yani daha doğrusu muhtemelen öyle ama aynı ismi taşıyorlar bir şekilde. nasıl mı? migros bank var! baktıkça kahkahalarla gülmek istiyorum. mesela post finance diye bir banka var, bildiğin posta servisiyle bağlantılı. bankaya girip gişe için sıra beklerken, etrafta dolaşıp post it kalem ıvır zıvır alabileceğiniz bir yerdeler. üstelik çalışanları da görmeniz lazım. üzerlerinde her gün giydikleri kıyafetleri ve üzerinde de bir hırka oluyor. hani bankanın adını taşıyan. dövmeli insanlar, piercing'li yüzler, rengarenk ojeler karşınızda. o kadar harika bir duygu ki! demek ki diyorsunuz, insanların kendinden vazgeçmeden bankada çalışması mümkünmüş bu dünyada. diyorsunuz ki ben bunu gördüm. öyle hoşuma gidiyor ki...

akademi dünyasına bir kere daha dönmek isterim bu noktada. efenim biliyorsunuz isviçre'de almanca ve fransızca konuşuluyor. benim bulunduğum yer de daha ağırlıklı olarak fransızcanın konuşulduğu bir yer. geçenlerde derste öğrendim ki, alman yazarlar, fransız yazarların kitaplarından alıntı yapmıyormuş! insanların fransızca cümleye başlayıp almanca bitirdiği bir coğrafyada böyle sert bir tepkinin, böylesine sert bir ayrım ve ötekileştirmenin olabileceğini hiç hayal etmezdim. çok ama çok şaşırdım. bir tarafın diğerini bu kadar görmezden gelmesi, isviçre gibi medeniyetle birlikte anılan bir ülkede gerçekleşiyorsa, dil din ve ırk ayrımcılıklarının ne kadar büyük problemler yaratacağını tekrar tekrar anlıyorum. bilmek ayrı, ama görmek, bir başkaymış a dostlar.

şimdilik aklıma gelen izlenimlerim bu şekilde olmakla birlikte aklıma geldikçe yazar ya da ekleme yaparım diye bu yazının sonuna geliyorum. sıra bir süredir ihmal ettiğim dizilerimde.