15 Aralık 2014

[Küflü Börek Kokusu.]

Ruyalar vardir hani, onlari gormek istediginiz, onlara uyanmak istediginiz gunlerin ruyalari...

Bir zamanlarinizin ruyalari, kabusa donusuverirler bir gun. Kalp kirilmaya en once ruyalardan baslar. Ruyalarin tersinin kabus olmadigi gunlere uyaniverirsiniz bir sabah.

Ruyaniz, kabusunuz olmustur artik.

Uyanali tam 12 saat oldu ama dun gece gordugum o ruya/ruyanin tersi/kabus hala kanimi donduruyor.

Kalp kirikligi en once ruyalardan basliyor da, en son nasil insani kendine birakiyor?

Kendini bos aniniza denk geldiginde firinin icinde unutulmus borek gibi kirk yilda bir animsatan kuflu borek kokusu. Gelme artik, ruyalarimda bile duymak istemiyorum seni.

14 Aralık 2014

[Homeland S4E8-11.]

homeland bu sezon o kadar güzel ki, soluk soluğa izlemekten blog yazamamışım yahu!

en son yedinci bölümün yorumlarını yapmıştım, kaldığım yerden devam ediyorum. bitireceğim nokta ise sezon finalinden bir önceki bölümün sonu. haftaya sezon finaliyle birlikte doruklara çıkıciiz inşallah.

efenim sekizinci bölüm uzuuuun bir saving saul bölümüydü. doğrusu pek de umrumda olmayan, dünyanın en bayık insanı olduğu için pek de heyecanlanmadım. dağın başında kalakalsaydı yada şehrin ortasında alnının ortasında vurulsaydı çok sevinirdim. böylece saul the grumpy şirinden kurtulmuş olurduk. velhasıl sekizinci bölüm çok da heyecan yaratmamakla birlikte sonunu izlemek için değerdi:  en başta belirttiğim üzere en sonunda çok şükür biri carrie'ye içerdeki köstebeğin gudubet adam olduğunu söyledi. üstelik beni zehirlemeniz çok ucuzdu sohbetinin üzerine söyledi ki, yine beni fethettin pakistanlı adam. aferim, aferim.

derken derken geliyorum dokuzuncu bölüme. saving saul temalı bölümlerden ikincisi. allahım saul'un oturduğu yerde kalıp mıymış mıymış beni bu işlere konu yapmayın krizlerinde beynini patlatın da kurtulalım demedim değil. ama tabii bölümü harika yapan bu bölüm boyunca yaşanılan krizler değildi. sonuydu yahu sonuydu. anam elalem konsolosluğu basıyor, bombalar patlıyor, carrie tuzağa filan düşürülüyor dizide bu nedir! bir ara verin de nefes alalım, öleceğiz ayol.

gerçekten de maceraya beş dakika ara verin bacılar yakarışlarımı duyan senarist ekibi cidden o dev finalde bölümü bitirdiler ve biz kendimizi bir sonraki haftada kaldığımız yerde bulduk. tanrım olacak iş miydi bu olanlar soruyorum size. en başından alırsak, konsolosluğu basan taliban yardıra yardıra bayrağını çekti. doğrusu bu kadar organizasyon bu kadar istihbaratı şaşkınlıkla takdir ettim. bu ne lan? bu nası bişey? bölümün yıldızı yine quinn'di ve herkesleri kurtardı. ammavelakin olacak iş miydi bu dediğim olay gerçekleşti ve fara bu bölümün sonunda öldü. haqqani zaten onu aldığında ona zarar vereceğini hissettmiştim ama hain deyip öldüreceğini düşünmediydim. valla gitti kız. yazık oldu. ailesini aradıkları sahne baya etkileyiciydi yine carrie. bravo doğrusu. ve max. anam max sen neymişssin be? olayın nedir fara ile merak etmedim değil.

tabii bu noktada ayrı bir konu olarak konsolos kadının çirkef kocasına değinmeyi bir borç bilirim. ya sen baş yüzsüz müsün hayvan? bu kadar saf mısın? gerizekalı mısın? yeminle inanılmazsın ya. cidden senin boşboğazlığın yüzünden öldü şu insanlar. ne düşünmüş olabilirsin ki? geberesice herifin kendini asacağına filan hiç inanmadım bu arada. kadını zor duruma düşürdü, onu bir tarttı filan. götümün güven oyunları. gerçekten çok kızdım, sen ölseydin biraz hızımı alabilirdim ama olmadı. hapishanelerde gün ışığını görmeden öl lan. zaten desperate housewives'tan beri gıcığım sana paul, valla sinirlerimi tepeme çıkarttın. of.

şimdi on birinci bölümden olaylara devam edersek, onuncu bölümün sonunda quinn yardırarak ortamları terk etti ve haqqani'yi kişisel bir mesele haline getirdi. doğrusu onun yaşadıklarını düşününce bu durum garip değil. ama şunu söylemek lazım: quinn'e birşey olursa cidden bir süre bu diziyi izlemem. neyse efenim carrie onu bırakamayacağından bölüm quinn - haqqani - carrie ve lüzumsuz alman görevli kadın arasında gitti geldi. lockheart sıçmalardan sıçma beğenedursun, quinn dev bir bomba planıyla göz doldurdu yeminle. carrie herşeyin ortasına sıçaraktan operasyonu durdurdu -ben bu noktada sivil kayıpları düşünecek hali geçtim bu arada. patlamalar filan baya kaptırmış durumdayım. adeta bir dexter heyecanı ve kan macerası şeklinde izliyorum diziyi. haqqani kasting'e de selam ederim doğrusu, bravo.- ve birden bire ne görelim? teeeeee geçen sezondan beri gudubet saul'la sohbetlere koşan bir türlü ısınamadığım çirkef suratlı bey amca haqqani ile aynı arabada olmasın mı? yuh. adam üst düzey görevli, amerika'nın bundan nasıl haberi olmaz doğrusu şaşkınlıklar içinde olmakla birlikte, birkaç sezona yayılmış dev leak hikayesi için ayrıca takdir ediyorum. bundan sonrası sezon finali artık.

bu sezonun tadı damağımda kaldı, sezon finaliyle zirve yapması dileğiyle selamlarım sizi.

haftaya görüşmek üzere.

[Savaş.]

geçen yıl şubat ayında twitter'da dikkatimi çeken hareketlenmeler oldu sayın seyirciler. fark ettim ki damla sönmez'in rol aldığı bir tiyatro oyunu sahnelenmeye başlamış. bu arada bu heyecanın sebebi şurdan geliyor: türkan saylan'ın hayatından kesitler taşıyan türkan dizisinde tanıdım kendisini. bu diziyle birlikte çok harika oyuncular tanıdım ne mutlu ki. mesela tiyatro pera'yla tanışmam ve nesrin kazankaya'ya hayranlığım türkan sonrasında kendisini merak edip kendi yazıp oynadığı ve yönettiği oyunları izledikten sonra başlamıştır. işte efendim bu seriyi pınar öğün'lü mi minör muhteşem bir şekilde devam ettirdi. acep damla sönmez nasıl bir oyuncu derken gözlerimi bu oyuna açtım. tahmin edersiniz ki bende bir heyecan bir heyecan ki sormayın. üstelik ekibin geri kalanına baktım, heyecan kat be kat arttı. ekip inanılmaz!

tabii sonrasında bir hüzün sardı.

ben isviçre semalarındayken oyun sahnelenmeye başladı ama ben izleyemiyorum. ne olacak, kaçıracak mıyım filan fıstık derken efendim derken en sonunda cumartesi akşamı savaş'ı yakaladım. oy, iyi ki yakaladım.

merak ettiğim damla sönmez'in karakteri oyunun anlatmak istediklerinin yarısını saklayan dili ile birlikte beni çok etkiledi. hatta bir sahne var ki -tam önümde cereyan ettiğinden belki de- dehşete kapıldım, kanım dondu. dizlerimi göğsüme topladım desem yeridir. of.

bir yandan da ecem uzun'dan bahsetmek istiyorum. zati kendisi bir çok ödül almış bu oyundaki performansı ile birlikte. doğrusu hak etmiş. bravo bravo. attığı kahkahalar, çığlıklar, oynadığı oyunlar, koluma dokunma deyişi bir süre gözümün önünden gitmeyecek.

tilbe saran'ın yüzündeki hüzünlü ifade, çaresiz iğrenme, aşk uzunca bir süre aklımdan silinmeyecek. nasıl silinebilir ki? yatağın tozu hala içimi bunaltırken, orada yaşam savaşı veren bu kadın nasıl silinebilir soruyorum size sayın seyirciler.

sermet yeşil ise şubat'taki deli karakteri ile dikkatimi çektikten sonra yine kalbimdeki ayrı yerini korumaya devam edecek. sevgi dolu halleri, korkak halleri, kıskanç halleri... bravo bravo bravo.

izleyin izlettirin dostlar.

dipnot: bu arada girince hemen sağ taraftaki ikinci sırada oturdum, karton üzerine battaniyenin serili olduğu köşe sağ alt çaprazımda ve aynı zamanda önümde kaldı. bu noktadan izlemek çok güzel, tavsiye ederim. ufak bir eleştiri olarak diğer yerlerden izlemenin çok iyi olmadığını düşünüyorum. her ne kadar oyuncular sahneyi çok güzel kullansalar da (yerdeki beyaz çakıllar çok akıllıca seçilmiş bence. çünkü en ufak hareket izini belli ediyorlar, sahnenin zeminine de bir yaşanmışlık katıyorlar) oturma düzenine göre esasen girişe paralel oynuyorlar diyebilirim. diğer yerlerde oturmak görüş açınızı etkileyebilir, dikkat.

[Kurusıkı.]

12 aralık cuma günü bkm'de kurusıkı oyununu izledim. uzun lafın kısası bu oyunu izleyin a dostlar. aralık ayı boyunca her cuma bkm'de oynuyor olacak.

oyun hakkında hiç bir spoiler vermeksizin şunları yazabilirim:

hem güldüren hem de şaşırtan/üzen/dehşete düşüren bir oyun bu. ama dozajı o kadar güzel ayarlanmış ki, gülerken korkuyorsunuz, üzülürken sizi bir gülme alıyor. bayıldım doğrusu. zaten arada gülümsemesek depresyonlara girerdim ben heralde.

kadroyu izlemek ayrı bir keyif, herkes rolüne acayip oturmuş doğrusu. ama gökçe bahadır bambaşka. kendisine kayıp şehir'de hayran olduktan sonra tiyatro sahnesinde görmeyi merakla bekliyordum. doğrusu bu bekleyişe değdi.

keyfinin yerinde olduğu sahnelerden dehşetli anlarına, mutsuzluğun zirvesindeki hallerinden, öfkenin en koyu rengine tüm sahnelerde hayranlıkla izledim, izledik. 

doğrusu eğer ara olmasaydı soluk alamayacaktık. 

bravo. 

bravo.

bravo.

birkaç kere daha izlenecek ters köşe bir oyun ve harika oyuncular istiyorsanız, hem gülmeye hem de sinirlerinizi bozmaya adaysanız hedefiniz kurusıkı olsun.

aman dikkat, şeytan doldurabilir.

[Homeland: S4E7.]

homeland'de bir başka bölümde daha beraberiz. doğrusu merak ediyoruz amerikan büyükelçinin kocasının ajan olduğunu anlamaları ne kadar sürecek diye. hey yareppim. diren carrie.

zaten brody ile karşılaştığın anda izlerken bizi çok üzdün ah canım benim ya. kıyamam ben sana kıyamam. sevgiili yer gök aşk'taki sultan'ın söylediği gibi allahım aklımızı alma diyor ve yepyeni bölümün özetine geçiyorum. ve evet, uzun süredir yapamadığım canlı yayın yorumlarımla ekran başındayım.

haydi bakalım carrie gözlerini bir odada açtı. ay bu güzelim kadın bitmiş görünüyor naaptınız lan? tabii daha ne yapacaklar çat çat zehirlediler haplarıyla daha ne yapsınlaaar!

bu arada carrie'nin gözlerini açtığı ev baya güzel bir ev, hayran olduğumdur.

ayı herifler seni zehirledi sen de gözünü burda açtın carrie daha ne olsun, tabii sana bunları anlatmıyorlar ama mevzu ordan geliyor.

ay allahım kadını bağladınız mı? inanamıyorum şu an. ay carrie matheson, ay claire danes, harika bir insansın ya. şimi açıp bir de romeo ve juliet izleyeceğim, o derece bir hüzünlenme yaşıyorum. artık kadına ne ilaç verdilerse vücut hala etkisinde, yeminle kanım dondu.

ay kadına gel, olay entrika karıştırıyor ortaklarına söylemiyor. bu nasıl bir boktur ya, nasıl bir kumpaslardır deli olmamak elde değil. yeminle bu işler hiç bana göre değil.

efendim bu noktada canlı yayın yorumlarıma ara vermek zorunda kaldım. devamını aklımda kalanlardan yazacağım.

ah carrie ah, beni bu bölümün sonuyla bitirdin. kıyamam ben sana ya. kıyamam. brody'nin karşımıza çıkmasıyla birlikte benim bile nutkum tutuldu, elim ayağım boşaldı, carrie ne yapsın! kıyamam sana ben carrie. kıyamam. bu kadar zayıf bir an, bu kadar güzel şekilde anlatılamazdı helal olsun. canımsın carrie. ay valla yorumlarımın bittiği ve kendini tekrarladığı bir noktadayım, o kadar beğendim bu bölümün sonunu.

şimdi sıra gelsin diğer bölümlerin ard arda yorumlarıııı.

[The Walking Dead: S5E8.]

efendim the walking dead'in sezon yarı finalinin yorumları ile karşınızdayım.

ama sorarsanız ne yazacaksın diye, ben de sorayım size: ne diyeyim ki?

tüm bölüm adeta bir icc tahkimi havası yaratıldı, planlar, düzenekler, pazarlıklar bilmemneler yapıldı. ne için? soruyorum lan ne için?

norman reedus'un saatlerce ağladığını duyduğum anda iki kelime belirdi zihnimde: carol. beth.

önce içimden carol'ın ölmesini geçirdim ama o kadar güçlü bir karakter ölmez diye düşündüm. çünkü o diziden çıkarsa rick'in mıymışlıklarını dengeleyecek biri kalmaz. denge baya sarsılır.

düşününce beth dedim. beth. sevdiğim bir karakter kendisi. tough bir kere. dizide başladığı noktadan vardığı noktaya baktığımızda en büyük değişimi gösterenlerden. güçlü. başkalarının zaferleriyle bile mutlu olan bir kız. soğukkanlı. yani göründüğü kadar minnoş ve güçsüz değil.

her ne kadar beth'in öleceğini anlamış olsam da böyle birşey düşünmemiştim. olmadı ya olmadı son dakkada.

bir de tabii maggie yüzü var madalyonun. o da bir bölüm içinde kaybettiğini sandığı kardeşine kavuşmayı bekledi, bir bölüm içinde kaybetti. aaah ah. kahroldum yeminle kahroldum.

daryl'in kucağında beth'le çıktığı sahne ben bittim.

sevindiğim tek şey beth'in zaten başından vurulması oldu. yoksa öldükten sonra bir kere daha öldürülmesi gerekecekti. kim yapacaktı ya kim? daryl'ciğim mi? maggie mi? carol mı? of çok daraldım yeminle yazarken bile.

kış sonrasında göreceğiz bakalım bizi neler bekliyor. bakalım birkaç ay sonra mı başlayacak yoksa olayların hemen ardından mı?

ne olur bilinmez, ama ben o zamana anca toparlanacağım.

[The Walking Dead: S5E7.]

bir başka walking dead bölümü ile daha  selamlarım sizi a dostlar. here we go, canlı yayın yorumlar:

zombilerin sese geldiği bir dünyada takır takır baltayla koltuk kırın. çok mantıklı bence. hey allahım ya.

ay rick, çirkin bebiş ve gudubet carl kilisede yaşasın ve biz artık diğerlerinin macerasını izleyelim bence. of valla bu ekibi görür görmez bayıyorum.

yani o kadar umrumda değil ki şu an şu kilisede yaşananlar, ancak bu kadar olur.

ben de diyorum bunlar neden bahsediyor, ohoooo unuttuk gitti anam o ölen adamı. behey. bir daha söylüyorum, umrumuzda mı sizce.

ay tipitoş kızla glenn bir araya gelse de maggie'nin nevrozlarına tanık olsak mesela. ya da vazgeçtim, hiç görmeyelim, buna da bayarım kesin.

anam maggie senden beklenmeyecek hamleler yapıyorsun, bravo. of, cidden bu askeri chapter kapansa çok sevincem.

ay rick kalk bir traş ol bok gibi görünüyorsun, pisliğinden bir arın lütfen ya.

bu kadar action dolu bir dizide bütün hikayeyi yavaşlatan peder gibi bir karakter olmasının sebebi ne merak içindeyim.

işte bir tane insani hareketi maggie ile gördük. şöyle baymadan yapsanız da baymasanız. aferim maggie.

eğer bu dizide daryl'e birşey olursa, cidden izlemeyi bırakırım. bak buraya yazıyorum.

ayyyy rosita kalp!

rahip kesin bok birşey peşinde de hayrdi hayırlısı bakalım.

bu polis amca bu kızı tufaya düşürecek de dur bakalım hayırlısı.

of. mallık doruklarındayız yine amk.

evet, ver elini yarı sezon finali. beklenen hikaye birleşmeleri önümüzdeki bölümde yaşanacak inşallah. ama internetlerde bir haber okudum. habere göre daryl'i oynayan norman reedus, son bölümdeki bazı sahneleri çekmeden önce saatlerce hönküre hönküre ağlamış. ağlamış ki o sahne -her ne ise artık- çekilirken ağlamasın. işte ben bu haberi okuyunca neler olacağını tahmin ettimimsi. bir sonraki yazıda yazacağım, catch me if you can.

[The Walking Dead: S5E6.]

walking dead'in ilerlediği yön beni çok mutlu ediyor açıkçası. eğer tüm bu ayrı timeline'a sahip hikayeler birleşebilirse, o kadar güzel olacak ki... haydi hayırlısı diyerek izliyorum doğrusu.

bu arada bence bu bölüm benim beklediğim bölüm. daryl ve bizi şaşkınlıklara sürükleyen carol, inşallah çılgın kızımız beth'i kurtaracak. 

evet aranağme yapmam gerekirse bir önceki bölüm sıkıntıdan çatlayayazdım. glenn maggie ve asker ekibi o kadar beni ilgilendirmiyordu ki... zaten o adamın bir bok bilmediği biraz olsun belliydi. kıyametler kopmuş olaylar karışmış adam hala sivil sivil takılıyor muydu yani? ama yine de hakkını yemiyorum, asker amca çok güzel bir kriz geçirdi. bence onun konumunda olan herkes böyle kafayı yerdi. yuh lan yuh! bence yere çarpmakla az bile etti. artık öldü mü ölmedi mi anımsayamayacağım amma üzülmedim. manipulative bok.

canlı yorumlarıma gelince, şöyle buyrun:

aman tanrım hastaneye mi girdiler carol'la daryl şu an? nasıl bir yerdeler? uf ya bu dizinin gergin anlar yaşatmasını özledik. artık sadece sokakta gezinen zombiler görüyoruz, ilk sezondaki gibi koltukların altına atlatacak şeyler yaşamıyoruz. garip yani. insan oğlu buna da mı alışıyor nedir?

bu arada bence carol ve daryl için başka bir dizi yapsınlar. cidden yani onlar giderse hayatta ezik grimes ailesini izlemem.

ya bebişim daryl leyla mısın işte of, kadının kocası manyaktı işte amaaan. uzatmasak gereksiz diyaloglarla?

fak fak fak fak fak. aradığım ruh buuuuu!

yaaaaaaaaaaaaa, daryl adamsın yaaaaa. onyüzbinmilyon kalp kalp kalp!!!!

müzik bu bölüm baya güzel yalnız. ilk kez mi bu kadar dikkat ediyorum çözemedim ama cidden çok güzel. derin derin.

ya daryl senin aklına kurban olsunlar ya, defterin kenarını yakmalar filan nedir canım benim, adamsın.

beynin başını parçalarlar inşallah şu çadırdan çıkanlar lan. daryl'e dokunanlar gebersin umrum olmaz.

ay carol şu kıçı kırık depresyonunu bırakabilir misin pliyz? içimizi kıydın aq.

ikiniz de binin geberin gidin düşen arabanın içinde tamam mı? of daralttınız yauv.

hah, belliydi bunun böyle olacağı. belliydi amk belliydi.

şeyin şeyini gördün lan pezevenk.oh çok iyi oldu sana, asla yardımcı olmayın lan. asla yardım etmeyin. herife bak milletin silahını çal da yolunu bul öyle değil, vay eşşoleşşek vay! hadi yine iyisin, şanslı günündesin.

haydi bakalıııım, inşallah öteki bölüm kaldığımız yerden başlar da ezikler eziği rick'lerin cephesine dönmeyiiiiz. cidden en merak ettiğim hikaye bu hikaye, diğerleri pek de umrumda değil. zaten hepsi tertemiz yalan oldu.

[Once Upon a Time: S4E11.]

once upon a time izlemeyi çok seviyorum. bu dizi başladığı yerden bambaşka noktalara geldi, her sezonuyla beni şaşırttı güldürdü ve hatta ağlattı bile. o yüzden birazdan yazacaklarımı yazmadan önce bu bilgileri vermek istedim. hani sanki öncesi kötüymüş gibi anlaşılmasın diye. here we go: once upon a time'ın bu bölümü uzun süredir izlediğim en güzel bölümüydü a dostlar!

regina'nın çataaa diye evil queen kıyafeti geçmesi, emma'nın onu kızdırması ve neredeyse şeyinin şeyini göreyazması filan muhteşemdi. hele de regina ve snow'un kavgasına bayıldım! kurban olsunlar, çok özlemişiz masal dünyasını yauv! 

yareppim bu bölümün her bir anına ayrı ayrı bayıldım desem yalan olmaz. rumpel'ın çılgın planları, buzlar kraliçesinin çaldığı anılar, emma'nın çocukluğu, anna'nın şişedeki mesajı okuduğu an, charming'lerin bebişleri tehlikedeyken adeta shattered sight'tan kurtulayazmaları, herşey çok güzeldi her. şey!

uzun uzun herşeyi anlatmaya çalışmayacağım. anlatmak istediğim tek sahne var. 

buzlar kraliçesi, elizabeth mitchell.  self sacrifice noktasında beni benden aldınız. hele o müzik yok mu o müzik! adeta bir doctor who murray gold şarkısıymış gibi öldürdü beni. mahvetti. 

elsa, emma, anna hiç gözümde değildi o sahnede. sadece pure joy, pure fulfillment hafızamda kaldı. aaah ah, çok üzüldüm çok. içim parçalandı. bir yol bulmalıydınız, bir çözüm geliştirmeliydiniz. gitmeyecekti o kadın ya. çok kötü oldu. regina'nın dediği kadar var, kötüler iyileşse de mutlu sona erişemiyor işte of. çok daraldım çok.

bakalım yarın yayınlanacak bölümle birlikte araya giren once upon a time bizi nerede bırakacak? rumple'ın planları nereye gidecek? bir başka deyişle çanak çömlek patlayacak mı? heyecanla bekliyoruz seyirciler.

[Once Upon a Time: S4E10.]

eveeet, en son bir haftalık araya shattered sight bulutları storkbroke'a doğru gelirken girmiştik. bu bölümde ise once upon a time'da yeni bir büyü heyecanı vardı. ama bu seferki bir başkaydı. çünkkü insanlar karşısındakilerden değil kendilerinden korkmalardaydı. açıkçası kimse değil regina'nın sahnesi beni çok etkiledi.

robin'ciğime bakıp seni ezberlemeye çalışıyorum dedi regina. bana aşkla bakan gözlerini ezberlemeye çalışıyorum.

youv. bu kadarı yüreğime çok fazla geldi. allah aşkına give her a break ya senaristler. diren regina.

efendim, bölüm boyunca hazırlık aşamalarını gördük. regina henry'i aldı, korunacağı bir odaya kapattı. kendini vault'una kapattı kimseye zarar vermemek için, robin'ciğimi gördü. mıymış charming'ler kendilerini karakola kapattılar. veee emma elsa anna ve kristoff ortada kaldı. kristoff da kendini kelepçeledi bu arada. ama kendisi o kadar tipitoş harika bir insan ki, shattered sight hali bile minnoşlukta komikklikte bir dünya markasıydı doğrusu. kalp kristoff kalp!

aslında bu bölümün esas hikayesi anne ve kristof'tu a dostlar. öyle bir çift düşünün ki aşkta charminglerden filan üstün olsunlar, sempatiklik ve komiklikte ise dünya şampiyonu. valla işte bu çifti öylesine seviyorum. sandığın içinde denize atılınca bile harikalardı. bravo bravo bravo.

şimdi bölüm hakkındaki bir numaralı yorumuma geleyim. ya siz hangi akla hizmet elsa'nın kardeşinden vazgeçip tanımadığı etmediği sallamadığı bir kasabayı kurtarmaya çalışacağını düşündünüz, bana bir anlatın hele. tabii ki o kolyeyi vermeyecekti. tabii ki!

nitekim tüm bu olaylara değdi ve bence müthiş bir kavuşma sahnesiyle bu elsa anna kardeşler buluştular. çok mutlu oldum çok. beni tek üzen kısım the şişedeki mesajı görmedi kimse ama sonradan yazdığım bu yazı vasıtasıyla söyleyebilirim ki o şişe bulunuyooooor!

neyse efenim bu haftalık bu kadar. bir sonraki bölümün muhteşemliğini anlattığım yazıda görüşmek üzere.

[Once Upon a Time: S4E8-9.]

haydi bakalııım rumpel yapmak istediğini nasıl yapacak bunu öğrenecek miyiz? aynanın olayı çözülecek mi? charming'lerin aile krizi bizi nereye götürecek? beni oldukça heyecanlandıran birşey oldu ve ouat'ın iki bölümü aynı anda yayınlandı! bu arada merak etmiyorum sanmayın, en çok da regina ve robin'in mutluluğunu merak ediyorum. inşallah şu ezik marianne'i unuturlar da mutluluklara yelkenler açarlaaaar.

evet live commentary'im ile yine ekran başındayım sayın seyirciler.

ya bu arada şu gudubet mavi şey merlin'in zımbırtısı değil mi? öyle bir merak içinde bıraktılar ki cidden bildiğimden şaşmış vaziyetteyim sayın seyirciler.

elizabeth mitchell harika bir casting ya, öyle yakışmış ki! zaten revolution'da kadının bu soğuk hallerine bayılıyordum, şimdi iyice mutluyum çünkü bildiğin karlar kraliçesi kadın yauv! bravo casting ekibi, bravo!

kadının bu hali bana illyria'yı anımsatıyor. ordinary derken sanki unimpressive demiş gibi hissettim.

ay inanamıyorum ya, emma'ya inanamıyorum. hem enchanted forest büyülei kendisinde, hem kar buz güçleri kendisinde, hay ağzına sıçayım emma, ne minnetsiz kontrolsüz bir karı çıktın sen başımıza ya.

charming'lerde az bok değil, utanmazlar. tipitoş tipitoş takılırlarken herşey iyiydi, bir kere şu kadının yanında olacaktınız, onda da sıçtınız. sizin de kafanıza sıçayım.

ay abc'nin tipitoş "best sleep" hamlelerine gel yaaa

en tatlı çift maşallah, şükür şu kadın bir gün mutluluk yüzü gördü.

galiba robin angel'daki tontiş çocuğa benziyor. adını anımsamıyorum ama bulup yazacağım. veyt for it çocuklar.

ah kıyamam ya, vicdan yapmış vaziyette regina. cidden mutsuzum şu an.

who the fuck is the writer AMK?

peki regina'nın simsiyah bir aynası olması ve iyi olmaya, mutlu sona kavuşmaya çalışması ve karlar kraliçesinin bembeyaz aynası ile ortalığın ağzına sıçması sorunsalı.

allah aşkına şu mutlu sahnelerin içine sıçmayın charming ailesi. hey hoy yardıma ihtiyacımız var diye regina'yı arayacaksınız gibime geliyor fikirsizler ekibi.

elsa ve kraliçenin saçları cidden böyle soğuk görünüyor mu, yoksa saçlara ayrıca birşeyler yapıyorlar mı? baya güzel görünüyor saçları, umarım birşey yapıyorlardır.

ay keşke rumpel'ın dükkanında the phantom of the opera'daki maymun müzik kutusunu göreydik, çok tatlı olmaz mıydıııı?

gold'un da bu evle ilgili dev bir olay var kesin de haydi neyse.

elsa allah cezanı versin! bu kadar olmaz ya, post frozen evresinde nasıl böyle davranabilirsin aklım almıyor. oh çok şükür, askerlerin duyması içinmiş, oh! yoksa inancım bitecekti yeminle. aferim yazarlar disney hikayesinin içine sıçmadınız. aferim.

ay herkesin bir durgunluk dalgasına girmesi. öf. kafayı çalıştırın ya, bunu kim yapabilir, tabii ki tek kişi var o kasabada. rumpel bebişler rumpel. hu huuuu!

kostümler çok iyi. daha doğrusu kraliçe'nin kostümü çok iyi.

of o vazo kesin sahte çıkacak ya. of of of.

e yani, elsa'nın emma'nın peşinden koşacağı belliydi ya. bu kadar olaydan sonra kıçının üstünde oturacak hali yoktu ya.

anna'nın hali tavrı aynı willow yareppim. gerilince she babbles. ay çok hoşuma gitti bu hal ya, zati ayrıca buffy izlemeyi de özlediğimi fark ettim.

hahahahahhaahha snow queen'de çok iyi bir sense of humour var. bravo!

ahahahahhahhahahahhah!! regina bebeyimsin ya! işte aradığım voice of reason burda, tüm lafları çakıyor. oh ya oh! wicked witch lafını da soktu şu an mest olmuş vaziyetteyim! oh! knock some sense into them! allah aşkına knock some sense. ay charming sen laf çakacak durumda değilsin allahın belası. kızın kendisinin bir parçasından vazgeçmek üzere, hala çay kahve içiyorsunuz. allah belanızı versin. bravo regina. hatasını da kabul eden makul bir karakter. şükür kavuşturana. şükür ya. adamsın regina! adamsın!

ayyyy elsa da ortamlara akıyor üç kardeş buluşacaklar yeminle.

efendim bu noktadan sonra live yorumlarım sona eriyor, haftalar sonrasında aklımda kalan bilgilerle dolduracağım bu sayfayı.

efenim herkes emma'nın peşine düştü, vay se bizim kızımızsın, güçlerini bırakma seni böyle de seviyoruz diye. tabii ki bu aklı onlara regina verdi dizideki tek voice of reason olaraktan. uzuuuun lafın kısası elsa emma'nın yanına yetişti, güçlerinden vazgeçmekten vazgeçirdi. bu ikili kanka alemlerine uzun yolculuklarında yürüyedursunlar, rumpel'ın hayalleri suya düştü tabii a dostlar. ama açıkçası üzüldüm mü? hayır. çünkü bizi bekleyen daha güzel olaylar var. bir haftalık aradan sonra yepyeni bir büyü bulutyla storybroke'a geri döneceğiz. bekle bizi karlar kraliçesi, bir sonraki yazıda buluşmamız çok yakın!

[Unearthly beauty.]

doctor'un clara'ya söylediği şu cümle dalga dalga kıyılarıma vurdu.

so unearthly. so beautiful.

"Do you think I care for you so little that betraying me would make a difference?"

10 Kasım 2014

[Doctor Who S8E8-10.]

doctor who'nun sezon finali yapmasının ardından yazacak çok şeyim var ama aslında aynı zamanda da yazacak hiçbir şeyim yok. zaten doctor who'nun üçüncü sezonu benim heyecanla takip ettiğim dev olarak adlandırdığım sezonlarından da değildir. o yüzden missy events olarak adlandıracağım olaylar zincirine hiç giriş yapmayacağım. bu noktada sadece beni etkileyen bazı cümleleri not alacağım. sonrasında inşallah uzun uzun yazarım.

are you my mummy referansı çok tontiş olmakla birlikte murder on the orient express bölümünden aklımda cidden önemli bir sahne kalmamış olması sorunsalı. sadece asker teması filan içimi baydı onu söyleyebilirim. ama zaten sezon teması olduğu için yapacak birşey yok. etkileyen yer clara'nın yine yalan söylemek zorunda kalmasıydı. ama bence o konuyu da doctor sıradakinin yerini alarak çözü gitti kapandı mevzu. filler bir bölüm desek yalan olmayabilir bence.

flatline. bence sezonun en başarılı bölümlerinden biriydi. doğrusu tardis'in içinde sıkışıp kalan doctor'un sazını clara'nın alması ve bilmiş bilmiş milleti kurtarmaya çalışması ve yine doctor'u kurtarması güzel bir bölüme imza attı denilebilir. çünkü doctor olmanın ne kadar zor olduğunu biraz olsun gördü, anladı. ama bir yandan da doctor'un o nefesi azalmış çaresiz halini görmek pek hoşuma gitmedi. garip bir histi. ama tardis'in kutu haline gelmiş hali çok güzel, ben de istiyorum! bence bölümün kötü adamları muhteşem bir fikirdi! cidden! iki boyuttan üç boyuta geçmek, boyutlarla oynayabilmek filan harika fikirler. üstelik o walker yürüyüşleri ve silinip cızırdayan görüntüleri kanımı dondurdu, tebrik etmek lazım. ve tabii ki son sahne... seni seviyorum capaldi! seni sevmemek imkansız zaten! alıştım gitti sana yauv. o cümleleri şuraya yazmazsam içimde kalır. keşke o mavi enerjiyi de göstermenin bir yolu olaydı bu sayfada. ama dediğim gibi şimdilik son sözlerin ve Doctor's Goodness başlığında eklediğim cümlelerle anacağım bu bölümü, dilerim bu düşmanı yeniden görürüz:

"I tried to talk, I want you to remember that. I tried to reach out, I tried to understand you. But I think that you understand us perfectly. And I think that you just don't care. And I don't know whether you are here to invade, infiltrate, or just replace us. I don't suppose ti really matters now. You are monsters. That is the role you seem determined to play, so it seems that I must play mine. The man who stops the monsters. I'm sending you back to your own dimension. Who knows? Some of you may even survive the trip. And if you do, remember this. You are not welcome here. This plane is protected. I am the Doctor, and I name you the Boneless!"

In the forest of the night: yazıklar olsun senin gibi bölüme. ben aklımdan river song'u pondları filan geçirirken, david'i anarken bölümün böyle bağlandığı şu bbc dünyasına yazıklar olsun. ağaçlar bizi kurtardı, lay la lay la laaay laaa temalı bölüm sinirlerimi zıplattı! danny ve clara ilişkisinde yet another pıtış sahneler zinciriyle dolu olan bu bölüm, en nihayetinde doğayı koruyalım, dünya bizi koruyor oleey temasına bağladığı için mutsuzum. ama doctor clara'yı kurtarmayı teklif ettiğinde danny'le kalmayı seçmesi doğal bir insan tepkisiydi bence. gözlerine bakıp ben türümün son örneği olmak istemiyorum çok dürüstçeydi. ama yine de bölümün salakça bitmesi sinirimi alamadı, bak buraya yazıyorum.

dediğim gibi, son iki bölümün olaylarını ayrıca yazacağım. ama önce o gücü toplamam gerekli. hayır, beni çok etkileyen dev final bölümleri olduğundan değil, beni etkileyen kısımları içerip, aylar içinde sönen bir balonun ezikliğinde sona eren bir sezonun hatırası oldukları için. yazık yani.

neyse, şimdilik bu kadar.

09 Kasım 2014

[American Horror Story Freak Show E1-5.]

eveeeeet, uzuuun bir aradan sonra american horror story yeniden başladı, ne kadar mesudum anlatamam size a dostlar! kendisinin ilk sezonu korkudan fenalıklar geçirerek izlemiş, ikinci sezonunu ise bağımlılık sebebiyle -işte dizi dediğin böyle yazılır tadında, dev yazarlık göstergesi olan ve insanı hep zorlayan senaryolarından ötürü- izlemiştim. doğrusu ikinci sezon birinci sezon kadar korkutmamıştı beni. haunted mansion her zaman beni dehşete düşürdüğü içindir belki. ikinci sezonun üzerine ise bambaşka bir konseptle karşıma çıktı american horror story. sezonun temasını öğrendiğim ilk anı asla unutamayacağım. çünkü resmen sevinçten zıplamış, çığlık atmış ve dahi sevinç gözyaşı dökmüştüm. evet american horror story coven'dan bahsediyorum. bu muhteşem ekibi muhteşem senaryosuyla bu sefer cadı olarak görmek ve büyü temalı bir sezonun tadını çıkarmak kolay kolay kısmet olacak şey değildi, oldu ya, çok mesudum. işte bu bilgileri verdikten sonra ahs'nin yeni sezonunda bahsetmeye geldi sıra. soracaksınız, tema ne diye. tema freak show. hem de nasıl bir freak show!

efendim dizi başlayalı 5 bölüm oldu. dolayısıyla herşeyi tüm detayıyla yazamayacağım. ama şunu söylemek gerekli: sirk ortamı cidden çok gergin. hele de palyaço bey dehşetli korkularla dolduruyor içimi. herkesin hikayesini ayrı ayrı görmedik ama hem bölüm içinde ufak ufak çıtlatıyorlar, hem de bir noktada biraz olsun hayal edebiliyorsunuz, en azından deniyorsunuz.

urban legend hikayelerden unsurları içerdiği kadar, palyaço katile kadar hemen her unsuruyla bizi zorluyor dizi. doğrusunu söylemek gerekirse geçen sezonu ben daha çok beğenmiştim ama sezon ilerledikçe merak katsayımın artmasına engel olamıyorum.

jessica lange yine dev kadro haliyle çılgın bir background hikayesiyle ve hülyalı sesiyle yardırıyor ekranda. onun o 'düşmüş' halini öyle güzel yansıtmışlar ki, jessica lange kimliği cidden gözümün önünde siliniyor, hayret ediyorum.

diğer oyuncular hakkında yorum yapmaya gerek dahi görmüyorum. kathy bates ve angela bassett yardırıyor. jessica kathy ve angela üçgeni zaten diziyi sallayıp geçiyor a dostlar. bu kadar muhteşem insanların böyle kılıklara girmesi bile diziye şapka çıkarmak için bir sebep. diziye, senaryoya, valla kelimem bittiğidir.

tabii bir de dizinin bu sezon yine birkaç şarkısı önemli bence. jessica lange ve sarah paulson şarkı söylüyorlar. öyle bir söylüyorlar ve öyle iyi tepkiler geliyor ki itunes'ta rekorlara filan koşuyorlar. bravo! the name game'den sonra bu tip olayları arıyor gözlerimiz, daha çok şarkı istiyoruz! gerçi elsa'nın durumu içler acısı bir hal almaya başladı, o yüzden göstermeseniz de olur işte siz anladınız mesajı. ay lav ahs songs.

bu arada bence jenerik creepy. ama diğer sezonlarda bir kez izledikten sonra -ilk bölümde- bir daha izlemeye yüreğim dayanmadıydı. bu sefer izleyebiliyorum. demek ki yeterince creepy değil. çok fazla kukla olduğu için heralde insanlar kadar derinden yakalayamadı beni. olsun canım, üç yıl jenerikten tırstıktan sonra bu kadarı da olsun yani.

son olarak, falcı esmeralda rolünde emma roberts bence çok eğreti duruyor. onun dışında dev bir sorun yok bence sezonun gidişatıyla ilgili. ama şunu söylemek gerekli, ben o dehşetli palyaçonun hikayesinin daha uzun süreceğini düşünüyordum, olmadı, şaşırdığımdır valla.

şimdi esmeralda ve agent bey amcanın kuracağı kumpasları merakla bekliyoruz sayın seyirciler. zati sezonu yarıladık gibi, bakalım nasıl bir final bizi bekliyooor.

[The Sleepy Hollow S2E1-7.]

sleepy hollow'da action vakti, koşuuun!

resmen sezon başlayalı 7 bölüm olmuş inanasım gelmiyor, ne kadar da çabuk geçiyor bu sezon böyle yahu. doğrusu moloch'un dev planı, kıyamet, atlılar filan bunlar bahane, ben büyük bir keyifle ichabod'un genius hamlelerini izliyorum. zaten kendisi de çok hoş bir insan olduğu için diziyi izlemek ayrı bir keyif desem yalan olmaz.

bir kere her bölümde ayrı bir tarihi hikayeyler, inciller, yok efenim bıdıbıdının günlükleriyle ve amerikan bağımsızlık savaşı karakteriyle bağlıyorlar olayı. dolayısıyla hem bilgi ediniyoruz, hem fiction oluyor, hem de doğaüstü hem de korkudan yüreğime inmiyor (the strain ve salem gibi misal).

üstelik ichabod'un günümüz dünyasıyla imtihanı bence cidden çok komik bir şekilde işleniyor. direksiyon başındaki ulen ben herşeyi hallettim bunu mu çözemeyeceğim endişeli bakışı, telefonu katrinaya anlatması, katrina'nın korse ve kotlar hastaneden kaçışı filan çok ince düşünülmüş tatlı unsurlar.

bir diğer yandan en sonunda ek bir karakter geldi ve ekibimizin kara borsadaki elemanı oldu, çok şükür ichabod'a bir kimlik yaptırdı filan. üstelik son derece paragöz cin gibi bi insan olduğundan güven/şüphe ilişkisini çok güzel yansıttıkları gibi, ichabod'un alfa male konumundan yaptığı kıskanç yorumları da gülümsetmiyor değil.

velhasılı kelam diziyi bölüm bölüm uzunca yazamayacağım, ama henry'nin creepy büyüleri ve bilimum entrikalı olayı keyifle izlediğimi belirtmezsem orta yerimden çatlarım.

son olarak benjamin franklin cidden o kadar genius bir adam mıydı bimiyorum ama cidden northern lights ile şapka çıkardım, kayıtlara geçsin. orda katrina'nın çılgın hamileliği her doğaüstü dizide iblise hamile olmak şeklinde gösterilir ama bu ışık olayı bambaşkaydı, çok güzel olmuş tebrik ederim.

dediğim gibi, dizinin esas olayı olan moloch'un dev planlarıyle pek ilgim alakam yok ve her bölüm ayrı bir olayı çözdükleri için mutluyum. ilk sezonun dev sezon finalinden sonra yine güzel birşey yapacaklarına dair ümidim de olduğu için azimle izliyorum. cheers for team ichabod!

[Once Upon a Time: S4E3-6.]

heyecanla beklediğim sezonun geri kalanıyla ilgili yorumlarım geliyor a dostlar. tabi bu yorumlar birkaç hafta geriden geldiği için sıcağı sıcağına olamayacak ve bazı ayrıntılar unutulacak ama olsun, once upon a time'ın yeri bende ayrı olduğundan, elbet başka bölümlerde telafi ederim. 

efenim son bıraktığım noktadan bu yana robin'in karısının buz büyüleri cartacurtuyla ölümlerden ölüm beğendi. olacak iş mi diye sordum tabi, hiç durur muyum? olacak iş mi yani regina aşık olduğu adamın karısını iyileştirmek için uğraşıp duruyor olması! olacak iş değil. üstelik öyle bir durum ki resmen onu kurtarmak için marian'ın kalbini aldı filan. öyle de bir güven ilişkisi var robin'le arasında. ah canım benim, regina diren. cidden diren. iyileştirmek istemiyorsun diye düşünmesin diye az kıvranmadın çözüm bulamadığını söylemek için. of. regina mutlu olsun diyenler derneği onursal başkanıyım ya.

geri kalan bölümlerde hook'un elini melini gördük. çok da heyecanlı bir bölüm değildi aslında ama insanın kolayca yaptığı kötülüklere bahane bulmasının ne kadar kolay olduğunu, suçlayabilecek birşey bulduğumuzda hiç kaçırmadığımızı gösteren net bir senaryoydu. bravo.

rumpel cephesinde merlin'in şapkası temalı olaylar gerçekleşti. yine uzun uzun anlatmayacağım bir silsile ama doğrusu emma, snow queen ve rumpel arasındaki olaylar çözüldükçe şaşırıp daha da merakla dolacağımı hissediyorum. cheers! 

snow ve ailesi konusunda çok yorum yapamayacağım yine. bebişleri, başkanlığı filan ay valla bu aile çok bayık her zamanki gibi. ama emma'nın date'i sonrasında darlayan soruları ile beni baya gülümsettiler, bravo! çok doğal bir sahne olmuş doğrusu. 

beni esas şaşırtan olay belle'in geçmişi oldu. yollarının anna ile karşılaşması bir yana, cidden taş peşinde koşup birinin neredeyse ölümüne sebep olması baya şaşırttı. yuh lan. belle, pull your shit together. bu arada o aynaya bayıldım, cidden doğruları söyleyen bu ayna muhteşem. karşısında emma'nın çıkmasını heyecanla bekliyorum. 

tüm bu kesik paragraflardan anlaşılacağı üzere aslında geçtiğimiz dört bölüm dev olayları patlatıp hepimizi şoka sokmak amacıyla değil de, sezonu kurmak amacıyla yazılmış bölümler, bunu görüyoruz. sezon kurulurken bölümler yavaş geçse de, devamını heyecanla bekliyorum çünkü geçen sezonlarda beni hiç yanıltmayan senarist ekibi eminim en güzel şekilde birkaç dünyayı birbirine bağlayıp yine tadı damağımızda kalacak harika bir sezon yaşatacaklar bize. 

keep up good work çocuklar, yarın görüşmek dileğiyle.  

[Homeland S4E1-6.]

şükür kavuşturana diyorum başka birşey demiyorum! çok şükür homeland eski hızına döndü a dostlar, daha ne isteriz?

efendim üçüncü sezonu izlerken sezonun gereksizliği, kötü yazılmışlığı ve boş entrikalarıyla kafayı yemiştim, yemiştik. gereksiz saul mu dersiniz, yoksam zırt pırt başa alınan olay kurguları mı, carrie üzerinden oynanan entrika odaklı sıfır cia temalı olaylar mı artık cidden içimize fenalıklar geldiydi. üstelik tüm bunlar yaşanırken kanalın bir sezon daha uzatma vermesi sorunsalı yaşandıydı.

şimdi tüm bunları aklımızdayken yeni sezona başlamak kolay olmadı tabii. beklentiler yüksek ama ümitler düşüktü a dostlar. başlayan entrika çemberini beğendim, merak ettim. sonrasına dozajı da arttırdılar. üstelik the esas oğlan'ın life of pi'daki oğlan olduğunu öğrenince yaşadığım şok bana yetti de arttı. ve derken altıncı bölüme geldik!

dizi şu ana kadar carrie kriz dozajını iyi ayarlamış durumda. saul the en sevmediğim lüzumsuz karakter bölümlerini kısa kesmiş durumda. hatta adamı gözümün önünden alıp teröristlere verdiği için accayip mutluyum. bir yandan quinn'in hikayesini izliyoruz filan, heyecanlanıyoruz kendisi zaten kalbimizin efendisi olduğu için. tüm bunların yanında bir de the esas kötüyü dev seçmişler ki, oooo tadından yenmiyor yahu, çok şükür!

işte efenim çok da spoiler vermeden yazdığım şu olaylar silsilesi sonucunda homeland'e inancım yeniden arttı, devam ediyoruz sayın seyirciler. üçüncü sezonun bayıklığını ve ezikliğini atlattıysanız korkmayın, devam edin, arkası çok güzel!

[The Walking Dead S5E1-4.]

efendiiim, uzun süreden beri ara verdiğim, ara vermek değil de daha çok zaman sıkıntısından uzak kalmak zorunda kaldığım yazılarıma geri dönüşüm walking dead ile olacak sayın seyirciler. 

doğrusu bu sezonun başlangıcını büyük bi merakla bekliyorduk malumunuz. çünkü en son rick ve ekip bir vagona kapatıldıydı ve onların yardırarak çıkacağını düşünüyorduk. ilk dakikalarda öyle birşey olmadığı gibi, esas şaşırtıcı olay carol cephesinden geldi. doğrusu dizi ilk başladığında tırsık ev hanımı carol'ın gün geçtikçe daha da güçlendiğini gördükçe şaşırmış, ama karakter gelişimi açısından olumlu bir olay olarak değerlendirmiştim. ama carol'ın koskoca terminali basıp bombalarla zombilerle filan ortalığı karıştıracağını hiç düşünmemiştim. şoklardayım. şapka mı çıkarsam, donup mu kalsam bilemediğimdir.  twelve points go to carol.

şimdi ben bu satırları yazarken 4 bölüm oldu aslında. dolayısıyla çok da net her olayı hatırlayamıyorum. ama hatırladığım kadarıyla şunları söyleyebilirim. insan yiyen ekibi çok yadırgamadım doğrusu. bence dizi boyunca ancak bu sezona kalması daha şaşırtıcı. insan oğlunun çiğliği hakkında bir dizi de olduğunu düşünürsek walking dead'in, şoklara girmedim desem yalan olmaz. ama rick'in bu ekibin peşine kan davası gibi düşmesi çok gereksiz. tam beklenen bir lüzümsuzluk ama yine de beklenen birşey. 

papaz olaylarına gelirsek... bu papazın bir bokluğu olduğu belliydi. papazlar böyle acı durumlarda genelde on the go millete yardım ederler, bu amca kapanmış konservelere şişelere filan, olayın nedır diye sormakta geç bile kaldılar.

askeri ekip hakkında pek bir yorum yapamiyciim, izledikçe göreceğiz. ama bence taş taş üstünde kalmamış bir şehirle karşılaşacaklar. o konuda hiç heyecanlı değilim. hatta bence varacaklar ve tam kapıdan filan gireceklerken kesin güm diye ölcek o genius adam. bu arada bu kervana lüzumsuz çiftimiz glenn ve maggie'nin katılmasına ayrıca sevindim. hiç ilgimi çekmiyorlar yeminle.

şimdi en yarılarak güldüğüm ana gelelim, buradan bahsetmezsem içimde kalır. insan yiyen grubun zombiye dönüşmek üzere olan adamı yemeleri yeminle çok komikti. tabii bunu buraya böyle yazınca dehşetli birşeye dönüşüverdi ama cidden çok komikti dostlar ya. 

şimdi tabii ki en kritik yere geliyorum: beth. kırk yıl düşünsem böyle diyeceğim aklıma gelmezdi ama mıymış beth'in hikayesi en merakla beklediğim hikayeydi doğrusu. bu hastane kafası filan çok güzeldi. hele de o polis kadının hello ladies'de stuart'ın ev arkadaşı olması gerçeği ile karşı karşıya kaldığımda yaşadığım şok her gerginliğe bedeldi! bravo kasting ekibi! beth'in hapiste yaşadıkları dönemde sevgilimsi arkadaşı öldüğünde son derece net bir şekilde naabalım ya ifadesi beni çok etkilemişti. işte çiftlikteyken krizler nevrozlar intihar teşebbüsleriyle tüm ekibi darlayan kızın böyle net, soğuk, nokta atışı bakış açısına sahip olan bir karaktere dönüşmesi harika. 

yarın yayınlanacak bölümde bizi askeri ekibin olayları bekliyor fragmandan gördüğümüz kadarıyla. ama ileriki bölümler hakkında şu yorumu yapmadan edemeyeceğim:

umarım ileri bölümlerde bu kadar çok parça parça hikayelerde kaybolmaz, hepsini tertemiz birleştirir, bir araya gelirler. yoksa cidden işimiz var. 

23 Ekim 2014

[Doctor's Goodness.]

Dun izledigim bolumde Doctor'un soyledikleri bana bambaska seyleri animsatti. 

"You were a brilliant Doctor. Goodness had nothing to do with it." 

07 Ekim 2014

[Once Upon a Time: S4E1-2.]

once upon a time!

ay seni ne kadar çok özlemişm anlatamam yaaaa!

regina'nın kalp kırıklığı içimizi yakıp geçse de, elsa ve anna'nın hikayesinin baya güzel adapte olacağını hissettim bak buraya yazıyorum. anna'nın kayınpederi kim aceba diye şimdiden senaryolar düşünülmeye başlansın, daha çoooook aile ağacı değiştirecek bu dizi bize bence.

uzun uzun karakterleri yazmaya niyetim yok. ama regina'nın yeniden kötülüğe geçişi baya çılgın bir şekilde oluyor doğrusu. kitabın yazarı kim allaasen böyle kafalara bu yazarlar nasıl ulaşıyor aklım almıyor! bravo bravo bravo! regina'nın geri dönüş yapıp yine charming'lere sarması yakışık almazdı zati.

bu noktada ikinci bölüm yorumlarıma geçiş yapıyorum.

anacığım elsa, sen nasıl ortada bir karaktersin hayret doğrusu? hani iyi bir insansın orasını biliyoruz, kız kardeşini de arıyorsun atarlar yapıp ama ne bileyim, çok güçlü başlayıp emma için ağlayıp sızlayan kıza dönmeni pek sevmedim. neyse.

anna'nın charming'le olan olayları bence çok şekerdi. hayatımıza gelip geçen insanların bizi kısa sürede bambaşka bir insan yapacak kadar değiştirmesini her zaman hayret ve gizli bir kabullenme ile izlemişimdir zaten. ne kadar doğru bir tespitti o öyle a dostlar.

bu bölümde rumpel cephesi biraz durgundu, regina'dan çok havadis alamadık ve mevzumuz snow the mayor ile geçti. doğrusu o direk devrilmişken size yakıt da yetmez snow'cuğum ama yine de post bebek krizin çok şekerdi. gerçekten de sen cidden doğum yaptın, çekimlerle nasıl gidiyor acep annelik?

bir başka yorum ise henry'nin kocaman bir adam olmuş olması. zaman ne kadar da çabuk geçiyor hayret ediyorum! hazırladığın şarap dvd sepetine kurban olsunlar senin. cağnımsın henry.

ay şu anna'nın bulunması umarım bin yüz bölüm sürmez de bir an önce karakterler yerine oturur, geriye geçmiş anıları izlemek kalır.

tabii ki beni en çok güldüren/şaşırtan/mutlu eden sahnenin yorumunu en sona bıraktım! diziye Elizabeth Mitchell gelmiş a dostlar! evet kendisi revolution'ın rachel matheson'ı. kendisi enteresan sayko tipleri canlandırarak ekranda yerini aldıydı. şimdi bu sefer elsa gibi kar buz kuvvetine sahip birini canlandırıyor. ama beni mest eden detay o değildi. malumunuz tüm kasabada elektrik kesildiydi bu bölüm. bu kadın da dondurmacı rolünde. işte efenim grumpy gelip umarım elektrik kesintisi size zarar vermemiştir dedi ya, anam dizlerime vurarak güldüm, çok hoşuma gitti! kadın elektrik kesintisi üzerine iki sezonluk dizide oynadı ve dizide kendisine söylenen ilk cümle bu oldu ya, daha ölsem de gam yemem! işte aradığım cross over referanslar bunlar bebeyim! adamsınız senaristler! canımsınız senaristler!

kristoff ve charming'in nasıl tanıştığı, anna'nın kayınpederi, elizabeth'in olayları, regina'nın çabaları filan derken bu sezon beni baya baya meraklandırıyor.

yeni sezonumuz hayırlı olsun!

[Doctor Who S8E7.]

bu bölümü uzun uzun anlatmayacağım açıkçası. ama en sonunda clara'nın dev atarını yapmak hiç kolay değildi doğrusu, hissettim. bu kadar sevdiğin bir adam, bu kadar güvendiğin bir adam seni o durumda bırakınca yaşanılan şok kolay değil. doctor bambaşka şeyler düşünerek yaptı ama yine de, clara'nın hakkı yok değil.

doctor'a bir daha gelme diyecek duruma gelmek... ne kadar hüzünlü, ne dehşet vericiydi öyle!

pink, sana resmi olarak gıcığım bilesin. erkek arkadaşıyla arası bozuk olan kıza yazan kanka gibisin. peh!

dipnot: bu arada doctor'un ara vermeksizin kasıma kadar devam edeceğini öğrendim bugün. baya baya aralıksız her hafta doctor izleyebileceğiz. acep dokuzuncu sezon ne zaman diye düşünüp, inşallah şöyle mart nisan gibi onu da görürüz ümitlerindeyim. bakalım zaman bize neler gösterecek...

unutmadan ayrı bir dipnot: courtney öl geber de kurtulalım. martha'nın küçük kuzeni gibisin, illa bı sıçış, illa bi boklayış. mevzun bitmiyor, tribin bitmiyor, fikirsizliğin bitmiyor. azalarak bit anacığım, daha fazla dayanamayacağım.

03 Ekim 2014

[Doctor Who: S8E6.]

efendiiiim, doctor who hakkında yazılacak o kadar çok şey var ve o kadar yazasım yok ki, resmen bu duruma kalbim kırılıyor. evet, the caretaker bölümünden bahsediyorum a dostlar. şimdi bölümü arka fona alıp an be an bana hissettirdiklerini yazacağım, bahsedeceğim hiç bir şeyi unutmak istemiyorum çünkü.

clara'nın erkek arkadaşı. yani bu çocuk mickey kadar gıcık ve lüzumsuz bir çocuk değil ama cidden kendisi beni benden almalardaydı bu bölüm. başlayalım bölümün başından. biliyoruz ki clara maceradan maceraya koşuyor doctor'la, sonra da rica minnet randevularına tam vaktinde yetişiyor. öncelikle koccaman bir çüş diyorum. clara. bebişim. seni çok seviyoruz. sen hakikaten salvage of a life time'sın. doctor'u kurtaran kişisin. senin hikayen cidden çok güzel. ama bu nedir ya? bu sömürü, bu ukalalık cidden canımı sıkmaya başladı, bilesin. tabii itiraf etmek gerekli, bir yandan da seni kıskanıyorum. hem sevgili peşlerindesin, hem doctor maceralarında. kıskanmamak mümkün değil anacığım bu ne lüküs bir hayattır!

şimdi gelelim doctor ile ilgili edeceğim birkaç kelama. doğrusu doctor'u seviyorum, doctor'u capaldi olarak da çok seviyorum. ama capaldi'ni eee siktir git be işime bakıcam söz dinle hal ve tavrı biraz canımı sıkıyor. belki bu yeni bir doctor olduğu için böyle yeni bir tutum takınmıştır, belki de clara'nın ukela dümbeleği davranışlarına böyle bir hal ve tavır tutturmuştur bilemiyorum. ama pek alışkın değiim onu söyliyim.

doctor'un yeniden john smith olarak insanların arasına karışmasına bayıldım. david'li bölümleri anımsayıp duygulandığımdır doğrusu. ama caretaker isimli bölümü gördüğümde ben bambaşka şeyler düşündüydüm. bir bölümde clara için she my carer so i don't have to care demişti doctor. onunla bağlarlar diye bekledim ama nerdeeeee, bambaşka bir yerde bıdık bir okulda bulduk kendimizi.

doctor'un pink'e pe demesi bence hillarious! kendisi askerleri sevmiyor malumunuz. ama bence bu çocuğu bir noktada sevecek. ya da tam tersi, bu gergin çatışma üzerinden devam edecek ilişkiler. doğrusu pink'e kolay gelsin, sevgiline dünyalar gösteren bir adamla yarışmak hiç kolay değil.

bu arada doctor'un öğrenci kızı alıp uzaya çıkarması filan çok tatlıydı. en nihayetinde çocukken herşeye daha açık oluyoruz. gerçi bu kız biraz büyümüştü ama yine de, bu gezintiyi yapıp döndükten sonra işi kara dönüştürecek bir yetişkin değildi. doğrusu doctor'un spillage demesi filan çok tatlı geliyor bana. hem komik, hem karanlık bir doctor. işte aradığım ruh bu!

yukarıda da bahsettiğim gibi an geliyor clara'ya çok kızıyorum ama yine de kendisine olan sevgim anlık gıcıklığımın önüne geçiyor. herşey bir yana çocuklar güvende mi diye sorması tam bir clara oswin oswald. seviyoruz seni clara.

doctor'un hillarious hallerine en güzel örnek papyonlu adamı clara'nın sevgilisi sanması gerçeği! inanılmaz güzel bir andı! kendini dışarıdan görsen tanır mısın sorusuna en güzel cevaptı doctor tarafından verilen, tipini biliyordu elbet doctor!

şimdi doctor'un komik hallerinden son derece ciddi tutumuna geçiyorum. sert bir geçiş elbet. beni ona anlattın, onu bana anlatmadın clara dediği an kanım dondu. hani öyle korkmaktan filan değil ama, vazoyu kırdığım anlaşılmış gibi hissettim. çünkü ihtimal vermiyorum ki iki bölüm önce astronot pink'le filan bağlantıyı doctor çözememiş olsun. yok, mümkün değil. dedikodulara göre promised lands askeriye ile ilgiliymiş de pink de bir parçası olabilirmiş de filan. bana çok uzak geldi, ama doctor who evreninde herşeye neden olmasın diye bakmak lazım.

şimdi bahsetmek istediğim son şeye geleyim: yahu hep bir pattern var ve ben bu pattern'dan bıktım! pond, rory'nin peşinden gitti, doctor kalakaldı. bu sefer de pink'in peşinden giden clara'ya mı tanık olacağız? valla sinir oluyorum bu duruma. herkes için bu çılgın seyahatlerin bir bitiş noktası var ama her seferinde doctor'un yine el elde baş başta kalmasından sıkılmış vaziyetteyim. hayır bir de pink doctor'u nereden tanıyor da hemen yorumları löp löp ortaya atıyor? sen o adamın gördüklerini görsen, sen clara'nın yaşadığı maceraları yaşasan yine böyle der miydin aceba?

pink'e gıcık olmakla sevmek, clara'yı da çok sevmek hakkında üzülmek ve sinir olmakla karışık bir hisle takip ediyorum. bakalım ileri bölümler bize neler getirecek yazacağım ama hayır getirmeyeceği kesin a dostlar.

haftaya görüşeceğiz artık.

23 Eylül 2014

[Doctor Who: S8E5.]

daha derin bir anlam beklemiştim gençler ya. kasalardan son ikisini daha açıp, doctor ve clara'nın en çok ne isteyebileceğini bulmak istemiştim. belki clara'nınki çok dünyevi bir şey olacaktı ve şaşırtmayacaktı, belki de şaşkınlıklar denizine sürükleyecekti ama esas doctor'un kasası ne olacağdı? fazladan bir sonic screwdriver bekledim river'a verilmek üzere. koltuk dönerken o koltukta river'ı bekledim. dünyanın en kıymetli kasasında tüm bu sanat eserleriyle yaşayan kişinin river olduğunu hayal ettim. post library değil ama yeni doctor'u bekleyen matt sonrası bir river. bilemiyorum mümkün müdür bu çılgın zaman sarmalı içinde ama istedim. olmadı.

bunların yerine türünün tek örneği değil, meğersem iki örneğini kurtarmak için vicdan azabı çeken bir teyzeyi izledik. yeminle sinirlendiğimdir. bilimum robot çocuk, mutant kız ölümleri ölmemeleri bilmemneleri accayip boşa gitmiş gibi hissediyorum, yazık yani.

bir de tabii clara'nın date'i var. o kaçtı mı aceba? merak içindeyim doğrusu. gittikçe dan pink hakkında meraklanmaya başladım. clara'nın gidişi yaklaştıkça da hüzünleniyorum zaten. of. içim bunaldığıdır. daha iyi bir bölüm olmalıydı. bu bankayı apalapucia tadında bir yer olarak görmek istediydim. kilitleri tek tek açılan bir kasa olarak değil.

bu arada bak yine aklıma geldi yine sinirlendim. solar flare diyorsunuz river song yok bu nedir allah aşkına! nerde wedding of river song bağlantısı nerdeeee? ulan asmalı konak'taki ipek tuzcuoğlu'nun oynadığı her dizide aynı şekilde sigara içmesini dileyen bir insanım, öyle olmadı diye üzülen, hayalkırıklığı yaşayan biriyim. olacak şey mi ya? olacak şey mi?

neredesin river song? çok özledik.

bölümle ilgili tek hoşuma giden şey -tardis'in telefonu filan değil tabii ki- guard dog mevzusu. suçluluk duygusunun, niyetin kokusunu alabilen bir güvenlik sistemi bence çok çılgın bir fikir. o an düşündüm ki acep böyle birşey olsa neler olur? diren hukuk. diren insanlık.

bu arada iki minik not daha yazmalıyım: doctor'un architect'ten nefret etmesi gerçeği kalbimi kırdı. kendinden nefret etme doctor. am I a good person diye sorarken bile içim acıyor, böyle yapma ne olursun...

en sonunda "Robbin' a bank. Robbin' a whole bank. Beat that for a date." dediğin an çok tatlıydı. arasıra clara'ya çok sert çıkışıyorsun doctor. ama doğrusu bu minnoş flörtöz halin demiyim de, rekabetçi halini kaybetmemiş olman beni çok mutlu ediyor.

    öteki bölümlerde bakalım bizleri neler bekliyor. şaka maka sezonu yarılamış olacağımız için oldukça hüzünlüyüm. river gelir mi acep? gelsin gelsin gelsin, nooolur gelsiiin. capaldi ile olan uyumlarını görmek için sabırsızlanıyorum!

    [Doctor Who: S8E4.]

    gördüğüm en etkileyici doctor who bölümlerinden biriydi listen. daha ilk iki cümlesinde beni fethetmeyi başardı.

    öncelikle yorumlarımı yazayım. sonrasında bölümden vurucu cümleleri yazacağım. uzun uzun yorum yapmama gerek yok demiyim de, yazsam kitaplar dolar gibi hissediyorum, güç bulamadım doğrusu. belki bir başka zaman. şimdi önce bahsettiğim yorumlar gelsin:

    dan hakkında daha çok şey öğrendik bu bölüm. asker olmasının ardındaki sebep belki de doctor ve clara'ydı. ve belki de bu sebepten bağımsız zaten doctor onu companion olarak kabul edecek. ama yine de çok güzel bağlandı bu hikayeler. canımsınız. böyle yazın, dünya sizin olsun canlarım ya. bu arada clara'nın dan'le yollarının kesiştiğini doctor gerçekten anlamamış olamaz değil mi? yani bu duruma imkan dahi vermiyorum. üstelik daha sonrasında orson aile yadigarı diye o minnoş asker heykelini verdi clara'ya. ama aslında en sonunda onu doctor'a bırakmıştı. of. benim devreler yandı çocuklar. time travel is in our family filan. ya resmen clara'nın geleceğini öğrendik amma haydi hayırlısı, time can be rewritten. merak içindeyim. dipnot olarak bir de şundan bahsetmeli: clara'nın kuralları eğip bükme talepleri biraz canımı sıkıyor. kendisini seviyorum ve salvage of a lifetime olduğuna katılıyorum ama yani, date night'ın sonunu yeniden yaşamaya çalışman beni benden aldı. neyse. neyse. son olarak clara'nın doctor'a söz geçirmesine bayılıyorum. çünkü doctor kimseden emir almıyor. ama clara'yı dinliyor. çünkü bunun altında güven olduğunu düşünüyorum. seviniyor ve kıskanıyorum bu ilişkiyi. ah canlarım beniiim, maşallah maşallah.

    gelelim dev quote'lara. büyüksünüz bbc ekibi. büyüksünüz. iyi ki de varsınız. tüm bu soruları düşünüp sormanız, cevapları vermeseniz dahi kabulümüz. çok şükür.

    Doctor: Question: why do we talk out loud when we know we're alone? Conjecture: because we know we're not. Evolution perfects survival skills. There are perfect hunters. There is perfect defense. Question: why is there no such thing as perfect hiding? Answer: how would you know? Logically, if evolution were to perfect a creature whose primary skill were to hide from view, how could you know it existed? It could be with us every second and we would never know. How would you detect it? Even sense it? Except in those moments when for no clear reason, you choose to speak aloud. What would such a creature want? What would it do?

    Doctor: I think everybody, at some point in their lives, has the exact same nightmare.

    Doctor: What’s wrong with scared? Scared is a superpower! Your superpower! There is danger in this room. And guess what? It’s you. Do you feel it? 

    Doctor: Deep and lovely dark. We'd never see the stars without it.

    Clara: A soldier so brave he doesn't need a gun. He can keep the whole world safe.

    Clara: Listen. This is just a dream. Very clever people can hear dreams, so please, just listen. I know you're afraid, but being afraid is alright, because didn't anyone ever tell you fear is a super power. Fear can make you faster, and cleverer and stronger and one day, you're going to come back to this barn and on that day, you're going to be very afraid indeed. But that's OK, because if you're very wise and very strong, fear doesn't have to make you cruel or cowardly. Fear can make you kind. It doesn't matter if there is nothing under the bed or in the dark, so long as you know it's OK to be afraid of it. So listen, if you listen to nothing else, listen to this. You're always going to be afraid, even you learn to hide it. Fear is like a companion, a constant companion -- always there. But that's OK because fear can bring us together. Fear can bring you home. I'm going to leave you something just so you always remember. Fear makes companions of us all.

    [Doctor Who: S8E3.]

    insanoğlu ne kadar da ufak. üzülerek, kıskanarak söylemiyorum bunları. bu bir fact. kabul etmek gerekli. karşınıza bir adam çıkıyor ve zaman ve mekanda istediğin yere gidebiliriz diyor. ama biz, kendi dünyamızın efsanelerimizden, hikayelerinden ve hayallerinden başkasını bilmiyoruz. bilemiyoruz. ne garip bir acı. daha doğrusu ne garip bir eksiklik.

    işte doctor who'nun bu bölümü bu anlattıklarımı düşündürdü bana. doctor clara'ya nereye gidelim diyor, robin hood'a diye cevap veriyor. öyle güzel ve net bir mesaj ki...

    bu arada yazmaya başlamadan önce tardis'in dekoruyla ilgili de iki kelam etmeyi bir borç bilirim. bence tardis'in içerisi çok modern, sanki peter capaldi'nin doctor'u için garip kaçmış. ama kara tahtaya bayıldım. doctor zaten kafası sürekli karışık olan, olanları, olacakları ve olabilecekleri gören biri. dolayısıyla her an bir yerlere not alabilme fırsatının kendisine ilk kez yaratılmış olmasına bayıldım ben. bravo!

    bölüm boyunca robin ve doctor'un kapışması beni güldürdü. ama açıkçası ben daha yoğun bölümlerden daha çok keyif alıyorum. üstelik doctor haklı, bir süre sonra benim sinirlerimi de bozdu bu bitmek tükenmek bilmeyen kahkaha tufanı!

    doctor'un iyi bir okçu olmasına şaşırdım desem yalan olur, çok hoşuma gitti. yakışır canım capaldi'me.

    itiraf etmem gerekirse son dakikalardaki uzay mekiği, altın bıdı bıdı çılgınlığı beni hiç sarmadı. hele de ha gayret bir de altın oku atıp deneyelim mevzusu hiç mi hiç sarmadı bak buraya yazıyorum. ama yine de izlemekten keyif aldım çünkü peter capaldi'nin doctor'unu ne kadar görsem yanıma kar diye düşünür oldum. -tabii ufak bir yanım da robin hood'la tanışan clara'yı kıskanaraktan izledi desem yalan olmaz. ben de tanışmamıza hayır demezdim doğrusu.- doctor'un şüpheci ve sert yanını göstermek açısından iyi bir bölümdü desem yalan olmaz. ama iyi var iyi var, bu ortalamanın üzerinde bir iyiydi. devliğe yakın bir iyilik değildi, bak buraya yazayım.

    marian'ı gördüm, yine cinler tepeme çıktı bu arada. diren regina diyor ve once upon a time'ı merak içerisinde beklemeye devam ettiğimi burada kayıtlara geçiriyorum sayın seyirciler.

    [Doctor Who: S8E2.]

    Ve beklenen gerçekleşti, doctor who yepyeni bir dalek konulu bölümle bizi selamladı a dostlar. açıkçası dalek'lerin olduğu bölümlere bayılıyorum. çünkü malum, bu yaratıklar eeen eski doctor who yaratıklarından olduğundan, bir efsaneyi devam ettiren bölümler zaten daha özenli yazılmış gibime geliyor. üstelik çok bahsedilen yaratıklar olduğu için artık yaratıcı olmaları gerekiyor. ki yalan olmasın, bunu da başarıyorlar bence. 

    into the dalek, kelimenin tek anlamıyla bir dalek içindeki yolculuğu anlatıyordu sayın seyirciler. gelelim bölüm içindeki gelişmelere.

    annımca ilk söylenmesi gereken yeni karakterimiz: danny pink. doğrusu bu çocuğun ekibe katıldığını öğrenince pek ısınamayacağımı düşünmüştüm ama sempatik bir çocukmuş, yanıldığımı kabul ediyorum. meğersem kendisi bambaşka bir hikaye içerisinde karşımıza çıkmayacakmış da clara'nın sevgilisi rolünde olacakmış ayol! pek sevindiğimdir. bu çifti birbirine yakıştırıyorum doğrusu. aferim size senaristler.

    gelelim konunun kendisine, yani dalek'e. dalek dğer dalek'lere ölüm diyor başka birşey demiyor yahu! yani iyi bir dalek! there's no such thing. hoppala yarim!

    bu arada clara you ar enot my boss, you are one of my hobbies diyorsun da ayıp ediyorsun yani. eline dizine dursun bacım daha ne istiyorsun? ukalalık edip benim canımı sıkma allah aşkına.

    she cares so I don't have to. yeminle sesli güldüğümdür. harikasın yeni doctor ya!

    şimdi dalek'in içinden bahsetmek için yıllaaaaar öncesine gitmem gerekiyor. hani bir çizgi film vardı, karakterler ufalıp bir bedenin içine girerlerdi de bize biyoloji anlatırlardı. işte bu bölüm aynen öyle olmuş! antikorlar filan var, gülümsediğimdir. bu fikri takdir ettim ve ayrıca da teşekkür ettim beni yıllar öncesine götürdüğü için. 

    bölümün sonlarına yaklaştığımızda dalek'teki 'iyileşmeye' kaçak radyasyonun sebep olduğunu öğreniyoruz. doctor da bir şekilde bu radyasyonu düzeltiyor filan fıstık. işte bu noktada dalek yeniden kötü olup bizimkilere saldırmaya çalışıyor. velhasıl doctor yeniden dalek'i 'iyi' yapmaya çalışıyor. anılarını gösterip, evrenin güzelliğini gösterip, onu ilk iyi olmaya iten ana götürmeye çalışıyor, bir yıldızın doğuşuna... ama olmuyor işte a dostlar! dalek, doctor'un içindeki dalek nefretini görüyor, evrenin muhteşem düzeni, bu nefretin arka planında kalıyor ve yeniden 'iyi' oluyor, malfunctioning dalek which turned out good. ne acı... öyle üzülüyor ki içine bakan dalek'in tüm güzelliklere rağmen nefreti görmesine. ah doctoooor, canım benim kıyamam sana.

    bu bölümün bence en önemli anı son sahneleriydi. öncelikle asker kızı, asker olduğu için almayan bir doctor bulduk karşımızda. acaba clara xmas special'da gittikten sonra danny ile devam edilecek mi? yani daha doğrusu bir kız daha gelecek mi ekibe yoksa iki oğlan mı göreceğiz yollarda? aaah ah, merak içindeyim ve clara gidecek diye şimdiden kahırlardayım. 

    en vurucu an: "I am not a good dalek. you are a good dalek."

    this is just deep. very deep.

    [Doctor Who: S8E1.]

    Doctor who. aylardır beklediğim canım dizim!

    bi dakika bile soluk aldırmadan her zaman beni şaşırtan, hayalgücümü her zaman besleyen, beni bambaşka yerlere götüren biricik dizim! şükürler olsun kavuşturana!

    şimdi efendim ilk bölüm ile başlayacağım yazmaya. ama ilk üç bölümü izleyeli iki hafta geçti. dolayısıyla highlight olarak bahsedeceğim beni etkileyen sahnelerden.

    öncelikle bir doctor'un regeneration sonrası hallerini görmeyeli o kadar uzun süre olmuştu ki, bu çılgın şaşkınlık günlerini unutmuşum tamamen! doğrusu görünce accayip afalladım! doctor'u her konsepte hakim bir insan olarak gördükten sonra doğrusu böyle dağılmış görmek öyle garip bir kafa ki!

    kıyamam ben sana doctor, dinozoru dinleyen ve yalnızlığına üzülen doctor. ben sana kıyamam. bu arada jenny strax ve madam vastra ekibinden aslında pek hoşlanmıyorum. daha doğrusu keyifli bir ekipler ama ben diğer companion'ları daha çok sevdiğim için çok hafif kalıyorlar bence. ama ne yalan söyleyeyim, vastra maskelerle ilgili yaptığı konuşmada beni fethetti, o noktada takdirlerimi sunuyorum.

    sevdiğiniz kişinin yüzünün değişmesi konusu. tanrım... ne güzel sözlerdi o sözler öyle jenny... doctor'un bölümün sonunda ben buradayım, gerçekten görmüyor musun deyişinde içim kan ağladı. bu durumda kendimi hayal ettim ve kestiremedim neler hissedeceğimi, neler düşüneceğimi. ne kadar da yüzeyseliz öyle değil mi? ne kadar da insanız?

    capaldi ile ilgili yorumlarıma gelince: peter capaldi'yi sanki yıllardır tanıyorum. hiç ama hiç garipsemedim, doctor haline geldikten sonra -çılgınlık anları geçtikten sonra- sanki hep oradaymış gibi hissettim. seni çok sevdim be ben peter capaldi!

    gazeteye verilen ilanın çılgın zekasına bayıldım. doğrusu clara ve doctor ikilisi yine harika, hiç bir değişiklik hissetmiyor gibiyim.

    şimdi gelelim restoran sahnesine: tanrım bu sahnede çok korktum! çok ama çok korktum! o kuklaların kurulmuş yaylarının boşalırken çıkardığı ses, bizimkilere karşı yürümesi filan accayip etkiledi beni! bu arada bölümün adı da ayrıca bir etkiledi! clara'nın nefesi azalırken ben daraldım, bir nefes daha almaya çalıştım sanki benim nefesim ona yardımcı olabilecekmiş gibi. hele de doctor onu yalnız bıraktığında öyle korktum ki! doğrusu weeping angels bile beni böyle korkutmamıştı. yalnızlık... her canavardan daha da korkunç...

    ters köşenin tanımı: işte yukarıda anlattığım sahneden sonra daha da bir korkutucu sahne ile yeniden yüreğimi ağzıma getirdiniz, bir önceki sahneye dua ettirdiniz. alacağınız olsun. doctor'un clara'yı bırakıp gitmesi nedir? bir an için bile inanmadım ama aslında bir yanım da inanmaya beyilli kaldı. bunu bu diziyi bu kadar seven bir izleyiciye yaptığın için yerin dibine batın. peh!

    şimdi gelelim son dakikada yaşadığımız sürprize. beni öldürdünüz ulen! beni benden aldınız! ağlattınız! diz dövdürdünüz! olacak iş mi karşımıza yeniden matt smith'i çıkartmak! beni benden aldınız ya, alacağınız olsun. öyle hoşuma gitti ama öyle boş bulundum ki onu karşımda görünce... clara'ya o çok korkuyor deyişindeki titreyen ses sonrasında capaldi'nin o kır saçlarının düştüğü yüzündeki gencecik gözlerini görmek, beni görmüyor musun sorusu... ah bittim ben bittim. kıyamam ben sana doctor. canımsın.

    son olarak, promised lands nedir bilemiyorum. tahmin de etmiyorum çünkü eminim karşımıza yeniden çıkacak. bu noktada sevindiğim şey, birkaç kez karşımıza çıkacak olması (diğer bölümleri izlediğim için rahatça söyleyebiliyorum tabi bu sözleri). hele şükür bölümlere yayılan sezon kurgusu, hele şükür bir bölümde patlayıp kapanmayan sezon etnrikaları. seni seviyoruz capaldi. vurun moffat'a.

    [Ode to Heartbreaking Briliance.]

    her sezonu 13 bölümden oluşuyor. an itibariyle ikinci sezonda sadece bir bölüm kaldı. bu ana kadar olan tüm bölümlerini izledim. ama doğrusu burada hiç bahsetmedim. yine uzun uzun bahsetmeyeceğim. ama öyle bir sahne var ki, yazmayıp içimde tutamayacağım.

    “By taking this you’re promising me you’ll see to it… that my wishes are carried out. Will you take it?”

    and then, she carried them out.

    This is just heartbreakingly brilliant.

    [Post - The Killing.]

    The Killing benim favori dizilerimden biri olmuştur her zaman. son 6 bölümü ile de bu kanımı onayladı zaten.

    efendim the killing'i en son üçüncü sezonda bırakmıştık. o zamandan bu zamana olan gelişmeler sonucu, 6 bölüm daha yayınlanmasına karar verildi ve tüm diziyi -ve cinayetleri- bu bölümlerde toparlayacaklarını söylediler. iyi ki de söylemişler.

    bu 6 bölüm esnasında hem linden'ın gencecik insanları öldüren katil polis patronunu öldürülmesinin peşine düşüldü hem de linden ve holder yepyeni bir cinayet vakasını çözmek için kolları sıvadılar. aslında çok uzun uzun anlatmak istemiyorum bu seferlik. izleyin, keyif alın dostlar.

    şu kadarını söyleyebilirim ki, bu sezonun cinayeti oldukça enteresandı. üstelik dizinin bir kısmı askeri bir okulda geçtiğinden, bu disiplinden gelen insanları görmek, korkunç ritüellerine tanık olmak, bazen takdir etmek, bazen hayret içerisinde izlemek diziye kuşkusuz bambaşka bir hava katmış. ben çok sevdim.

    linden ve holder'ın sonuna gelince, tabii ki dizi hakkında uzun uzun yorum yapmama kararımı burada da koruyacağım. ancak şu kadarını söyleyebilirim ki ben dizinin sonundan son derece memnunum. son sahneleri izlerken istemediğim bir yöne sapmalarından endişe duymuştum ama tam yerinde bitirdiler, takdirimi kazandılar.

    uzun lafın kısası: the killing'i izleyin dostlar. izleyin, izlettirin. bu diziyi izlerken hem hayatın içinden polisleri -bana bu şekilde hissettirdiler- ve bu polislerin hayatlarını tanımış olacaksınız, hem kurbanları ve kurbanların ailelerini, cinayet öncesi ve sonrasına tanıma imkanına kavuşacaksınız. izlerken dizinin hem teknik, mekanik, soğuk bir yanı olacak, hem de içinizi yakan, bunaltan, bölümü kapatma hissi veren bir gerçeklik sizi kucaklayacak. biliyorum, yavaş ilerleyen bir dizi. biliyorum herkes dünya yakışıklısı güzeli değil. biliyorum hava seattle'da hep yağmurlu. ama inanın, eğer izlerseniz, pişman olmayacaksınız.

    teşekkürler linden, teşekkürler holder. emeklerinize sağlık the killing ekibi. helal olsun diziyi havada bırakmayan netflix.

    [The Strain: Post S1E4.]

    The Strain'i izlemeyi bıraktım ama bir önceki catch up entry'sindeki yorumları buraya taşımayı bir borç bildiğimdir.

    Dördüncü bölümü izlerken bu diziyi bırakmaya karar verdim. çok ama çok gerilmiş ve iğrenmiş vaziyetteyim. otopsi sahnesi filan beni benden aldı. ki ben dev bir polisiye hayranıyımdır. ama bu kadarını da beklemiyordum. yuh lan. hayır bir de fenalıklar geldi üzerime dehşetlere kapılmış vaziyetteyim. YAYILACAK ULAN! of neyse.

    Diziyi izlemeyi düşünen varsa, yorumlarımı şu şekilde özetleyebilirim: tüm creepy şeylere hazırlıklı olun. her bölüm sürükleyici olmuyor, bazen filler bölümler oldu diyebilirim. ama her bölüm kesinlikle accayip gergin ve asla beklemediğiniz olaylar oluyor. vampir otopsisi diyorum, daha ne diyeyim?

    izleyenlere dipnot: izlerseniz bir zahmet bana şu virüs salgını bitti mi bi anlatın. merak ediyorum ama izleyecek takati bulamıyorum. bulduğunuz için ayrıca tebrikler.

    [Suits: Post Season 4.]

    suits'ten uzun uzun bahsetmeye gerek yok diye düşünüyorum. ama yine de şunu söylemezsem çatlarım: sezonun geri kalanını çok merak ediyorum!

    louis'in mike'ın tüm foyasını öğrenmesiyle birlikte yaşatacağı fırtınayı dört gözle beklemeyen yoktur bence. bu shiny hayatın üzerine gölge düşmesinin vakti gelmişti. tabii burada çirkeflikten söylemiyorum bu sözleri. ama zannımca mike bulunduğu konumda başarılı olsa da hak etmiyor. üstelik senaryo bağlamında en nihayetinde bu çanak çömlek patlamalıydı, en ideal zamanda oldu! kırk yılda bir yapacağım şu şeye hazırlıklı olun: senaristleri tebrik ediyorum. düşünün yani, ben, suits senaristlerini tebrik ediyorum. olacak şey değildi, yaptılar oldu hele şükür.

    şimdi bu noktada uzun uzun rachel ve mike ilişkisinden bahsetmeyi düşünmek bile içimi baydı. değinmek istediğim esas konu donna. donna ve louis'in karşı karşıya gelmesi bombok oldu yauv. donna'cığım - the dizinin neşesi, her boka tercüman olan, kafası çalışan tek insan- üzülmesi, başka hiç birşey istemiyorum cidden. ne harvey'nin boş havası, ne jessica'nın sevgilisi, valla hiç gözümde değil yani. hatta istiyordum ki çılgın mücadelelerinde sıçıp batırsınlar ama olmadı olamadı. artık bundan sonra mike'ın çilesini görelim jübileyi yapacağım.

    tek korkum louis'in naming partner olduktan sonra bu mevzunun cart diye kapanması. öyle bir şey olmamasını diler, selam ederim.

    [Defiance: Post Season 2.]

    defiance. defiance defiance defiance. inanamıyorum sana defiance!

    ikinci sezonun başlangıcında zaten beni fethetmiştin beni çok sevgili defiance. ilk sezonda bir noktada bıraktığımız karakterlerimiz kendilerini bambaşka yerlerde bulmuşlardı. tabii ki bu durum benim çok hoşuma gitti çünkü aynı karakterler ile hiç tahmin edemeyeceğimiz sonuçlar yazmak öyle kolay değildir a dostlar. işte senaristler bunu başarmış. bravo doğrusu. şimdi gelelim en son kaldığım yerden -gerçi o noktayı da hatırlayamıyorum ama- sezon finaline kadar yaşadığımız highlight'lara.

    öncelikle tabii ki amanda ile başlayacağım. yahu amanda sen benim yüreğime indiriyordun! sana bi zımbırtı takıp yavaş yavaş seni delirttikleri bölüm beni benden aldı! biz seni bağımlı olarak düşünürken vay anam neler gelmiş başına! tebrik ediyorum seni sevdili julie benz. harika bir performanstı doğrusu! amanda'dan devam edersek, bir de tabii kız kardeşiyle kavuştuğu sahnelere değinmek lazım. o güçlü, herşeyi başarabileceğini bize hissettiran amanda, kenya'nın ölümünden şüphelenirken nasıl da küçük bir kız çocuğu oluverdi? ah öyle hüzünlü bir andı ki, doğrusu kenya'nın yaşadığını görünce bir ufak sevinç ççığlığı da ben patlattım sayın seyirciler! daha sonrasında kenya'nın kenya olmadığı gerçeği ile yüzyüze kaldıktan sonra ise o çaresiz hal, o öfke, herkesi derinden yaraladı zannımca. bravo bravo.

    tabii ki bu noktada tarr'lardan bahsetmek gerekli. datak'a zaten doctor who'da vincent'ı oynadığında beri hastayım. o muhteşem adam, nasıl da bu acımasız patrona dönüşmüş hayret doğrusu! kendisinin stahma ile olan love/hate ilişkisi incelenmeye değer. stahma'dan bahsetmek gerekirse daha önce de bahsettiğim üzere tv'de gördüğüm en manipulative bitch'lerden biri. tebrik etmek lazım. hem o sakin sakin konuşmasıyla savunmasız izlenimi veriyor, hem de bildiğini okuyor yahu bravo! doğrusu bu ana babadan o ezik alak'ın çıkmış olması bence dizinin en büyük sürprizi. kendisinin christie ile olan evliliğinden hiiiiç bahsetmeyeceğim zira bayık bir çiftsiniz çocuklar. sonradan entrikalı bir çifte dönüşmeniz christie sayesinde oldu, go girl diyorum. alak'ın bu ezikliğini adını anımsayamadığım kızla gidermeye çalışması filan oldukça sıradandı. ama christie işin rengini değiştirdi ve ebeveyn tarr'ları kazandı ya, doğrusu orda ben bile gevrek gevrek güldüm. yanlış anlaşılmasın kıza üzüldüm amma yine de kurulan entrika zinciri takdire şayandı. bazen korkunç şeyler yapmak zorunda kalabiliriz. önemli olan uğruna kötü şeyler yaptığımız şeyin, tüm kötülüklere değmesi. daha güzel anlatılamazdı bu durum. tebrik ediyorum. şimdi tarr'ların genel bağlamından çıkıp castithan geleneklerinden bahsedeceğim. ben bu castithan geleneklerine hayranım. yok tabii ki ikinci plandaki sessiz, hizmetkar ve herşeyi kabul etmek zorunda olan kadın konseptini benimsemiyorum. ama evindeki hizmetkarlardan birinin ölümü ile yaptıkları cenaze merasimi oldukça etkileyiciydi. ayrıca af dilemek için yaptıkları o diz çökme seremonisi ve bilimum şey için bilimum başka söz öbekleri accayip hayranlığımı kazanmış vaziyette. bir de tabii enteresan barda çalan castithan dilindeki şarkılardan anladığım kadarıyla, dillerini de çok beğendim. go castithans!

    tommy ve berlin'den uzun uzun bahsetmeye gerek yok. ama tommy'nin ölümüne sevindim. zaten beni sıkan bir karakterdi, hiç de aramayacağım kendisinni diyebilirim. ama tabii bu ölümün berlin ve özellikle irisa üzerindeki etkisi ne olur bilinmez. inşallah maşallah üçüncü sezon onayını alırsak görebileceğiz. berlin'e gelirsek, ben şahsen bu kızın ekibe katılmasına çok sevindim. hem enteresan bir hikayesi var, hem tough bir insan, hem de dobra olduğu için konuyu uzatmadan çat çat mevzuyu özetlemesiyle seyirciyi baymaktan kurtaran biri. tebrik ediyorum yazarları.

    niles pottinger. senin gibi bir sürüngene ne denir bilemiyorum şu noktada. go get a life bebeyim ya. ne amanda'ymış yauv, ne amanda'ymış. anılarını çaldın bilmemneler yaptın, yemek hazırladın, güller verdin, madenlerde şövalyelik tasladın filan. ay valla pes yani niles! go get laid. başka kadın mı yok. ama tabii amanda'nın bu mıymışın çabalarına boşa çıkarmayacağı belliydi. nolan gibi havalı bir adamdan sonra bu ezikle olduğuna inanamıyorum amanda. beni kaybettiğin tek nokta bu oldu doğrusu. bak hızımı alamadım. yine söylüyorum. get a life niles.

    doc yewll. sen ne komiksin ya! gerçekten çok başkasın doğrusu, seni seviyoruz. şu çiplerle ilgili bölümde sevdiğin insandan vazgeçemeyip, çipi çıkarmayarak onunla konuşmaya devam etmen beni benden aldı. çok hüzünlendirdin çok, alacağın olsun! ondan sonraki bölümler hakkında uzun uzun yazmayacağım ama ağzı sıkı olan karakter sorarlarsa senin ismini vermekte tereddüt etmeyeceğim bir karaktersin doğrusu. son bölümde tüm entrikayı senin keşfetmen bir yana, çipi etkisiz hale getirmen kalbimi yeniden kırdı. oyh. dilerim senin çılgın esprilerinle dolu bir sezon daha görebiliriz.

    rafe'ten çok bahsedemeyeceğim, ama oğlu için hapse girmeyi göze alması ve karısının bu gerçeği gerizekalı oğluna anlattığı sahneyi unutamayacağım. bravo teyze! çılgınsın mılgınsın ama lafı gediğine oturttun doğrusu! tabii bir de son sahnelerden bahsetmek lazım. ezik alak bir bok yapamadığı için kaçırılmaları hakkında, tarr'lar ve rafe kızlarının oğullarının peşine düştüler. orda hapishane basıp adamı çıkarmaları -ve berlin'i kurtarmaları- accayip zor ölüm sahnesi gibiydi. bu arada berlin'i öyle çaresiz görmek canımızı sıkmadı değil. bravo, yine iyi bir twist olmuş sevgili senaristler.

    geldik nolan ve irisa'ya. ne yazayım ki ben o sezon finalinde sonra? ne yazsam az gelir? işte bu dizi aslında bir babanın kızını korumak için neler yaptığını gösteren bir dizi oldu çıktı en sonunda. şikayetçi miyim? hayır! ba-yıl-dım! adamsın nolan! uzaylı - insan. hislerin değişmediği, evlat olmanın, aile olmanın ne demek olduğunu şu çılgın konulu dizide bile göstermeyi başaranları ayakta alkışlıyorum doğrusu. bravo! nolan hakkında uzun uzun yazmaya gerek yok, dizi başladığında neredeyse, şimdi de orada bıraktık onu: irisa'nın yanında. farklı şehirlerde, uzakta, görevde ama her zaman irisa'nın yanında. irisa'ya gelince... bacım sen neler yaptın beni benden aldın! doğrusu sezonun gidişatında neler olduğunu anlamak için kıçımı yırttım çok afedersiniz. defiance yazarları da bence steven moffat-vari bir hamle yaparak her boku bize son bölümde, hatta son bölümün birkaç dakikasında yumurtladılar. ama o ana kadar herşey o kadar güzel bir sarmal içinde yazılmıştı ki, hiç rahatsız etmedi bu durum bizi. efendim, anladığım o ki, meğersem uzay kolonisi kurulacakmış dünyada. bu koloni için seçilmiş insanlar dışında herkes ölecekmiş. hatta ölümler new york'tan başladı, tüm şehir yokoldu. doğrusu o sahneler hem görsel olarak çok güzeldi, hem de zannımca tam da hayal ettiğim -korktuğum- uzaylı kıyameti gibiydi. dondum kaldım. yeniden bravo bunu yaratan ekibe. neyse efendim, işte bizim seçilmiş kişiler neyin bir araya geldiler. ama nolan irisa'yı kurtarmak için yılllaaaaaaaaar önce irisa'nın dünyaya gelmeden önce bu planı yaptığı kişiyi buldu. uzun lafın kısası, iki kişinin her birinde bir anahtar olunca sorun yokmuş. iki anahtar bir kişideyse dünya yok olacakmış. anahtarlar ayrıldı. tüm yer gök yıkılırken, nolan irisa'yı kucakladı -daddy's lil' girl sahnesi daha ne kadar güzel olabilirdi ki sorıyorum size- ve o anda bir kapsülün içinde donakaldılar. uzun süredir gördüğüm en tatmin edici sezon finali olmakla birlikte, eğer dizi üçüncü sezon onayı almazsa, uzun süredir gördüğün en güzel dizi finali de olabilir zannımca. go team nolan and irisa!

    uzun uzun anlattıktan sonra diziyi ne kadar keyifle izlediğimi tahmin etmiş olmalısınız dostlar. dilerim bu dizi üçüncü sezon onayını alır ve biz tüm bu çılgınlığa biraz daha tanık olma şansına erişiriz. doğrusu senaristler üçüncü ve dördüncü sezon story arc'ları hazır diyorlar ama bu dizi iptal edilirse korkarım biz o arc'ları okuyamayacağız. ne olur açıklayın yea. şimdi tabii bir de bu dizinin oyunu da var, belki orada açıklarlar ama ben oyun moyun oynayamam. ne olur onay alsın, bak rica ediyorum çocuklar! haydi hayırlısı!

    [Rizzoli and Isles: Post Season 5.]

    eveeet, uzun süren bir aradan sonra yeniden yazmaya yeniden kavuştuğum dizilerden bahsederek başlayacağım a dostlar. catch up başlığında açtığım tüm diziler üzerinde haydi şööööyle bir geçelim. öncelikle rizzoli and isles'dan başlayayım.

    efendim geçen sezonun sonunda en son jane'in hamile olduğunu öğrenerekten ekrara veda etmişlerdi. şimdi tabii bunu yazmak hüzünlü aslında ama ben dizinin gidişatında jane'in anne rolüne bürünmesini henüz mümkün görmediğimden, dedim ki RDIM, sen bu diziyi ciddi ciddi takip et. bir entrika bir olay dönecek, kaçırma, sonrasında izlerken toparlayamazsın (maalesef tahminimde haklı çıktım). evet, ben bu diziyi tv'de yakaladıkça izliyorum ve o bölümden sonra ciddi ciddi izlemeye başladım. böyle ardarda takip edince baya da sardım doğrusu, cidden çok komik bir ekip rizzoli and isles ekibi.

    şimdi uzun uzun tüm bölümlerin üzerinden geçmeksizin, highlight anlardan bahsedeyim.

    hüzünlü bir bilgi ile başlıyorum: jane'in ortağını oynayan çocuk sanıyorum yaz aylarında intihar etmiş. dolayısıyla dizide bir boşluk oluşmuş. diziye yeniden dönmem ile birlikte bu geçiş dönemine de tanıklık ettim. öyle yumuşak bir geçiş yaptılar ki... masasının boşluğu, herkesin ayrı ayrı anlarda ağlamaya başlaması... o kadar güzel yazılmış bir bölümdü ki, doğrusu hayran oldum. velhasıl, yeni bir detektifi dahil etmemeye karar verdiler, bilgisayar başında ekibe destek veren birini dahil ettiler. kendisini de sevdik.

    bir diğer highlight'a gelirsek, maura'nın yeni sevgilisi! yahu bu çocuk bizim victor'umuz dollhouse'taki. seni çok seviyoruz victor, çok özlemişiz victor! bence maura ile harika bir çift olma yolundasınız, size desteğim tam. hatta dipnot dipnot: daha önce maura'nın aşk hayatında katillerin filan olması ve sürekli öldürülmeye çalışılmış olması bilgisini de aldım, dikkatimi çektiniz, tüm sezonlarını izlemem mümkün. bu arada maura'nın victor'un (evet o çocuğun adı benim için sonsuza dek victor kalacak) kızıyla tanıştığı bölüm çok tatlıydı. maura'nın bieber ile imtihanı görülmeye değerdi doğrusu.

    şimdi hüzünlü bir highlight, maalesef önceden tahmin ettiğim kısım. jane'e sürekli genç korunmasız çocuğa karşı zayıflığı olduğu telkininde bulunuldu, önceki sezonları izlemek isteğim arttı. neler olduğunu bilesim var. neyse efendim, bir tanığı korumak için kendisini tehlikeye attığını gördük jane'in. acı olaylar sonucu, jane bebeğini kaybetti. işte bu bölümü bir tatilde izledim, sonra da internetle bağlantım bitti. sonraki bölümü izlemek başlı başına bir macera oldu. bölüme kavuştuğumda maura'nın jane'in başında otururken bölümün açılması zaten ilk darbe oldu sayın seyirciler. onun bile söyleyecek söz bulamaması filan... üzdünüz bizi çocuklar. neyse efenim, jane iki bölüm içerisinde toparlandı, bu konuyla çok da uğraşmadılar. sevindim mi üzüldüm mü bilemiyorum.

    şimdi diğer highlight'lar için uzun uzun yazmama gerek yok. ama bence cinayet şekilleri enteresandı. buzda ölen adam, panik odasına ölen adam, kitapçı adam oldukça ilginçti. özellikle son bölümdeki neredeyse hayatı kayan savcı adamın hikayesi bir sürü twist and turns ile doluydu. yalnız son dakikası çılgınlık oldu! kabul etmiyorum yani adamın arkasından löp diye suya atlamanı jane! yuh yani yuh!

    şimdi son highlight ile maura'cığımdan bahsedeceğim. efendim zaten kendisini seviyoruz. zaten kendisi çılgın bir insan. ama belli ki ben bahsedeceğim özelliğine hiç denk gelmemişim. tanık çocukcağız yaralıyken maura onunla telefonda konuştu. onu uyanık tutmak için, destek vermek için. işte o sahnelerde hayran oldum kendisine. böyle bir soğukkanlılık, böyle bir cana yakınlık ama samimiyet. bravo doğrusu, bravo! sonrasında victor'la olan minoş sahne de çok güzeldi. canım ya, maşallah çogzel bir bir çift oldunuz.

    efenim tabii ki ilerideki sezonları da izlemeye devam edeceğim. hatta vakit buldukça önceki sezonları bile en baştan izleyebilirim, o derece. hem merak içindeyim, hem de sempati. aynen devam rizzoli and isles ekibi, desteğim tam size!

    05 Ağustos 2014

    [Catch Up.]

    [Bu entry'deki tüm dizilerimi yakaladım. The Strain'i bıraktıydım zaten. Arasıra vakit bulduğumda da Penny Dreadful takip etmeye karar verdim.]

    Yaz sebebiyle internet yoksunlugundan izleyip de izleyemedigim dizilerimi buraya not alayim da, sonrasinda takibi zor olmasin. En son kaldigim bolumler de bir kenarda dursun.

    Rizzoli and Isles (8). bir sonraki bölüm ve hatta daha sonraki bölümde internetten uzak olacağım gerçeği beni çok üzüyor. içim parçalandı bu bölüm. hay lanet gelsin böyle işe arkadaş ya. of. [sonradan gelen edit: (12) Bitti! Böyle sezon finali son saniyesinin kafasına sıçayım!]
    Tyrant (2)
    Masters of Sex (8)
    Defiance (13) Bitti!
    Suits (10): Bitti!
    The Strain (4).

    Bu arada yeni bir diziyi takibe alacagim dondugumde. Dedikodulara gore Eva Green baya basariliymis ve dahasi sevgili Rose Tyler'imiz oynuyor bu dizide. Selam olsun sana Penny Dreadful.

    Neredeyse unutuyordum a dostlar! The Killing'in yeni ve son sezonu netflix'e düşmüş! Tabii ki bir noktada onu da baştan sona soluksuz izlemek lazım!

    02 Ağustos 2014

    [Nemlendirici Kreme Övgü.]

    Isvicre'de havanin soguk ve kurulugu ile mucadele etmek icin aldigim kremi, gunes sonrasinda canim yanmasin diye suruyorum.

    Hayat tum yolculuklari ile ne kadar da guzel!

    29 Temmuz 2014

    [Bayram Blues, or not.]

    Sabah kahvaltisindan sonra teyzemlere gecerek baslattik bayrami. Adana dogumluyum, soran olsa adanaliyim diyorum dogrudur. Ama burasi da benim evim, kanima canima isleyen bir cocukluk ve biricik insanlarla dolu. Elimde degil, evimde hissediyorum, ne mutlu bana.

    Tum gun hic birsey yapmayarak tatilin tanimina uydugumuzu dusunuyorum. Oglenden aksama kadar 51, resmen tum yil hayalini kurmustum, gun be gun hep gerceklestigine tanik olmak harika bir his.

    Aslinda bu yaziya baslarken esas yazmak istedigim yere vardim. Dun aksam, bayram yemegi yerken aklimdan gecenler. Akordeon, darbuka, meze ve raki esliginde ailecek karsiladigimiz bayramda an geldi, herkes aramizdaki eksiklikleri dusunup daldi gitti bir an. Ama o an yedigim kavunda, kan kirmizisi sarapta ve ev yapimi cevizli baklava tum gidenlerin masamizda oldugunu hissettirdi. Eksik degil, tam degil, ama bir sekilde beraberdik o an.

    Iste mutlulugun resmi boyle bir sey Abidin. Sevincli ama bir tutam huzunlu, tam ama eksik, eksik ama beraber.

    24 Temmuz 2014

    [Ab-ı Hayat.]

    Ne zamandan beri beş litrelik su bidonlarının nihai durağı mezarlıklar oldu?

    Ben ne zaman fark ettim?

    Neden daha önce fark etmedim?

    Eskimek. Yaşlanmak. Aynı değil, günler geçtikçe daha iyi anlıyorum.

    02 Temmuz 2014

    [Notre Dame de Paris.]

    eveeet, en sonunda final döneminden beri hedefim olan şeyi gerçekleştireceğim. notre dame'ın müzikalini açtım, yanında da yorumlarımı canlı yayın yazacağım. an be an krizler geçirince buraya yazmak keyifli olacak sanki. keyifli hüzünlü öfke dolu ve şefkatle sınanan bir yolculuk. yani bir nevi hem şarkılara hem müzikalin kendisine yorumlar. üstelik bu yorumlar daha geçen hafta paris'te olduğumdan mütevellit daha bir taze heyecanla yazılmış yorumlar üzerinize afiyet. haydi buyrun notre dame de paris yolcusu kalmasın!

    Ouverture: Tabii ki bu kısmı yazmadan geçmek mümkün değil. aslında bu kısım için birşeyler yazmadan sadece ilk şarkıyla başlayan yorumları yazarak geçmiştim ama eksik kalmasın istedim bu seri. efenim bu kısım öncelikle victor hugo'ya selam ediyor. şööyle bir sahnenin üzerinden geçiyor. tabii ki bu eseri yaratan genius insanlar olan sözleri ve öyküyü yazan luc plamondon ve müziği yapan richard cocciante'yi belirtiyor. sonrasında ise yakın çekimde tüm karakterlerin isimleri ve oyuncularını anlatıyor. bence güzel bir tanışma faslı. gerçi yalan olmasın sıralamanın esmeralda - frollo - gringoire - quasimodo - phoebus - clopin - fleur de lys olmasına itirazım var da neyse çok uzatmiyim. bence sıra şöyle olmalıydı: esmeralda - quasimodo - gringoire - frollo - phoebus - clopin - fleur de lys. yani quasimodo'nun esmeralda'dan sonra yazması lazımdı. çünkü selamda da bu şekilde çıkıyorlar. hadi neyse. devamında ise ışık kostüm dekor koreografi yönetmen ve prodüksiyon gibi bilgiler var meraklısına. tabii bende film versiyonu olduğundan ben tüm bu detayları görüyorum. eğer o salonda olsaydım ışıklar aydınlanırken seti inceler ve sabırsızlıkla müzikalin başlamasını beklerdim. dile kolay dostlar. dört yıl oynandı bu müzikal. neyse efendim çok uzatmadan mevzuya gireyim: beklenen oluyor veee ilk şarkı başlıyoooor.

    Le Temps des cathédrales: müzikalin bu şarkıyla başlaması bile bir işaret sayın seyirciler. yani diyoe ki gringoire, benim sesim böyle güzelse artık tahmin edin diğer insanların sesi ne kadar güzel. bu şarkıdaki en sevdiğim an kollarını kaldırıp perdeyi açma sahnesi. sonrasında ise kollarını iki yana açıp "il est foutu" kısmında artık coşması. sahneye çok hakim, dekoru tanıtıyor ve kitaba da güzel göndermeler yapıyor. bravo bravo.

    Les Sans-papiers: karanlık figür olarak çat diye frollo'nun görünmesi ve o ezilecek böceklere bakarmış gibi attığı bakışlar. evet bu quote da titanic'ten alıntıdır. rose annesinin jack'e bakışları için böyle der. bu şarkının da anlamı müziğiyle accayip uyuyor. hani hem bir isyan hem bir kaçaklık havası hakim. clopin rolü accayip yakışmış luck mervil'e. bakışlarındaki vahşi hal çok çok hoş. sesi de hafif kısık gibi böyle biraz da kırık ya, sanki adam sokaklarda şarkı söyleyip protesto yapmak için doğmuş anacığım.

    Intervention de Frollo: frollo adeta bir crow yeminle game of thrones'dan. ama bu crow corrupt ve çirkef crow'lardan. zati frollo'dan emir alan phoebus'ten nasıl bir hayır gelir o da ayrı bir mesele.

    Bohémienne: gudubet herif resmen ilk bakışta çarpıldı, peşine takıldı, adeta bir kediymiş gibi kovalıyor esmeralda'yı. yuh. helene'nin sesi çok buğulu, çok derinden, harika! doğrusu bu rolde noa'yı filan göreydim çok üzülürdüm. bu esmeralda ideal esmeralda olmuş. yalnız bu oyuncu ve bu rol müzikalde insanı yanıltıyor. aslında esmeralda çok çok genç. arkadan luck'un ritim için seyirciye gaz vermesi sempatisi. helene adeta bir andalusian. coşmalar danslar. valla seviyoruz kendisini. bu arada eteğinin ucunu savururken tam bir esmeralda. bravo doğrusu. tam hayalimdeki karakteri yakalamış esmeralda. bu arada un fleuve d'andalousie derken bakışlarındaki hüzün ve evini özleme duygusu gözlerden kaçmıyordu. ne hüzünlü... daha esmeralda'nın olduğu ilk şarkıdan bu karakterin ne kadar gururlu, dürüst ve aşka hasret olduğunu görüyoruz. bak daha bohemienne'in sonunda 2 saniye gudubet fleur de lys'i gördüm gıcık oldum, daha dakka bir gol bir. ya sabır.

    Esmeralda tu sais: ya aslında bu konuşma kitapta bambaşka da haydi neyse. işte burada clopin'in esmeralda'ya ne kadar kıymet verdiğini ve the talk'u yaptığını görüyoruz aslında. adeta tüm müzikalin foreshadow'u bir çeşit. bir de tontiş tontiş anlıyorsun beni değil mi diyor ya, bayılıyorum sana clopin ya.

    Ces diamants-là: fleur de lys'e o kadar gıcığım ki julie zenatti'yi bile sevemiyorum o derece. aferim, en azından bu karakterin ne kadr genç olduğunu yansıtmışsınız. tabii julie zenatti'nin de burada 16 yaşında olmasının bir etkisi var. şu an gördüm tanıyamadım, bir haller olmuş kendisine. büyümüş değil de bir garip bir değişikmiş. efendim bu çift cehennemin dibine gitse çok seviniciim. aşk aşk diye masum bir insanın kanına girdiniz resmen. bok yiyin. zaten çiftin ne kadar mıymış olduğu müziğin tıptış melodisinden belli. ay tanrım son dakkada gringoire'ın gereksiz konfeti atraksiyonu nedir allaasen?

    La Fête des fous: işte bu sahne tam da kitabını okurken hayal ettiğim gibi. bir kalabalık bir cümbüş, değişen ışıklar filan inanılmaz. gringoire dışında kimse şarkı söylemese de arkadaki koro o kalabalık hissini çok güzel vermiş doğrusu. bu arada laissez moi presider derken o yamuk bakış bu karakterin de gerçek yüzünü gösteriyor bence. bravo bruno pelletier. kitabı okuyun okuyun okuyun dostlar. pişman olmazsınız. quasimodo'yu ilk gördüğümüz ana kocaman bir kalp gönderiyorum burdaaan! inanılmaz bir ifade, inanılmaz bir makyajla birleşince böyle oluyor demek ki. devsin garou! inanılmazsın! bebeyimsin! ah esmeralda tacı takığ konfeti attığındaki o gülen yüz...

    Le Pape des fous: canıms yaaaa, quasiomodoooo, kıyamam ben sana yeminle. nasıl da ümit besliyor, nasıl seviniyor seçildi diye, hiç kıyamam sana... gringoire seni görünce sinirleniyorum esasen de hadi neyse. sesin çok güzel başta sonda bizi fethettin diye fazla yazmiyciim. kitaba refer ediyorum cümle alemi. dönelim garou'nun sesine. ah böyle genizden hem gıcıklı, hem kırık, hem umutlu hem hüzünlü. bayılıyorum sana garou. senden başkası bu role olabilemezdi yeminle. helal olsun. bu arada garou'dan devam edersek, kendisinin kelimenin tam anlamıyla dev bir adam olup bu kambur rolüne girmesi ayrıca takdire şayan.

    La Sorcière: ay gudubet frollo geldi bayılıcam şimdi amk. o bakışlar ve arka fondaki müzik zaten ne kadar çirkef biri olduğunu gösteriyor. aslında bu sözlerden quasimodo'yu korumaya çalıştığını düşünebiliriz. ama müzikalin sonuna doğru rengini belli ettiğinden, böyle bir yorum yapmam için artık çok geç. gıcık. aslında quasimodo bir patlatsa frollo karşı koyamaz da işte o dev/güçlü adam korku içinde geri adım atıyor.

    L'Enfant trouvé: garou'ya hep bir yüksek bölüm içeren bölümlü şarkıları yazmaları tabii ki bir tesadüf değil. sesi öyle güzel ki... canım ya. minörlerin gücünü daha bu blogu ilk açtığımda yazmıştım, bu zamanda yeniden karşıma çıktı bak işte gördünüz mü? keşkem müzikal aslında quasimodo'nun çok yetenekli biri olduğunu da gösterseydi bu arada. ama bunu anlatacak yer denk gelmiyor konu içerisinde o ayrı, mevcut versiyona da hak vermiyor değilim bu yüzden.

    Les Portes de Paris: arka fondaki dansçıların olduğu mekanlara giden gringoire, yolun yol değil, yakınken geri dön temalı bir şarkı bu doğrusu. böyle romantik romantik başladığına bakmayın, gringoire bir sonraki şarkıda büyük boka batacak. clopin'in babacan tavrına aldanmamak lazım, valla paralar parçalar atar.

    Tentative d'enlèvement: bu şarkı aslında kitapta frollo'dan emir alan quasimodo'nun esmeralda'nın peşine takılması ile ilgili eğer yanılmıyorsam. ama o kısmı çok silik geçmiler, quasimodo'nun neden kızın peşine düştüğünü anlayamıyoruz maalesef. şarkının sonları ise belli. esmeralda aşık olma yollarında ve hayırlara çıkmayacak. ah ah, yazık.

    La Cour des miracles: bu şarkı luck mervil'in havasının karizmasının doruğu tabii ki. bu adam isyan etmek için doğmuş, o tepeden bağlı olduğu ip de adeta bir ,lmik ve sanki ilmik clopin'den korkuyor, sanki clopin ile can buluyor ve ona bağlı. bu şarkıyı ilk dinleyince siz de bu kardeşliğe katılmak istiyor, sokaklarında yaşanan 'mucizeleri' gözlerinizin önünde görebiliyorsunuz. tabii eğer gringoire değilseniz. hehehe.  ce poete de quatre sous derken demir zımbırtıya yayılması da ayrı bir havalı bu arada, hazır yazıyorken bunu da kayda geçireyim. hele o en sonlardaki delicesine kahkaha atan hali inanılmaz! adamsın clopin! resmen senin askerleriniz. resmen başıma birşey gelse yanımdaki insan sen olsun istiyore. böyle bir güç, böyle bir cesaret ve böyle bir karizma gösterisi. canımsın.

    Le Mot Phoebus: hahhaha, bu şarkı gringoire için toplu bir epic fail anı. istersen seni severim sayarım diyor esmeralda'ya. esmeralda ise phoebus ne diye soruyor. o ne laaan diye cevap verdiğinde öğreniyor ki esmeralda'nın sevdiği adamın adı. yareppim duble epic fail.

    Beau comme le soleil: bu şarkıda esmeralda ve fleur de lys'in phoebus'e olan aşklarını ilan etmelerini görüyoruz. tabii ki ben team esmeralda olaraktan fleur de lys'in her söylediği harfe bile gıcığım. bu arada izlediğim bir röportajda öğrendim. aslında phoebus sarışındır biliyorsunuz. phoebus ve comme soleil geyiğini bu durum güçlendiriyor. bu genç sarışın dışında herşey gördüğünüz üzere. ama patrick fiori'nin sesi o kadar güzelmiş ki onu seçmeyi uygun görmüşler. gerçi kendisi audition gününde çok hastaymış ve kendini pek gösterememiş amma yine de rolü kapmış sonrasında.

    Déchiré: bokun boku phoebus. dechire kadar net bir şarkı olabilemez. phoebus'e gıcığız evet. ama o da haklı, arada kaldı işte. şimdi söyleyin bana, nasıl ben bu şarkının ingilizce versiyonunu dinleyip keyif alabilirim ki... bu arada patrick fiori ş ve j sesini söylemek için doğmuş. hani şarkıdaki ch kısmına tekabül eden yer ve je kısımları. accayip yakışıyor. adeta bir gerard butler'ın m harfleri gibin. bu arada arkaadaki dansçılar mükemmel. bayılıyorum busahneye doğrusu. hem dans güzel, hem de yalan olmasın adamlar çok hoş. yüzlerini göremiyorum ama boylu poslular gözden kaçması mümkün değil.

    Anarkia: işte efenim kitapta gringoire'ın çevirdiği işler burada biraz biraz kendini ucundan gösteriyor. frollo ile muhabbetlerde kendisi. pes.

    À boire: garou iki gelime söylüyor. bizi bitiriyor. böyle bir insan işte. tekrar tekrar söylemek istediğim şey şudur ki, makyajı çok güzel! ifadesi, sesi, herşeyi çok güzel bu adamın! iki kelime ile 6 harf ile bizi mahvetmeyi başarıveriyor. adamsın garou.

    Belle: eveeeeet, the şarkı of the müzikal çocuklar. herhalde bu şarkı kadar ünlü şarkı yoktur son 20 yılda fransız sinemasına/gösteri dünyasına ilişkin. bu arada biliyorsunuz bu şarkıyı quasimodo, frollo ve phoebus söylüyor. ama şunu söylemek lazım, aslında hiçbiri masum değil. zaten phoebus ve frollo'dan eminiz de, quasimodo da masum bir bakışla sevmiyor esmeralda'yı. yine de en güzel, en doğal, yok yok belki de en doğru tanım zararsız demek olacak, işte zararsız sevgi onunkisi. frollo'nunki son derece ölümcül. bu günah unsurunu yok etmeye çalışıyor sonuçta. bence zaten bir rahibin yaşadığı vazgeçiş ve muhtemel ikilemler başlı başına bir challenge iken bu durum iyice bok. phoebus için diyecek bir söz bulamıyorum. kendisine o kadar gıcığım ki kelimeler yetmiyordu. resmen bok yoluna gitti esmeralda. gurursuz fleur de lys ve fleur d'amour d'esmeralda deyişleri arasında beni tükettin phoebus. meanwhile böyle tutkulu ve arzulu sözler sarf edilirken esmeralda'nın sahnenin ortasına tepe taklak yatıp kollarını iki yana açaraktan saçlarını merdivenlere saçması beni çok güldürüyor. ya bacım bi kendine gel kurban olayım zaten herkesin gözü sende kaldı, bu kadar da yapmasan iyi olacağdı.

    Ma maison, c'est ta maison: quasimodo'nun gargoyle'lar ve ben seni herşeyden koruruz derken esmeralda'nın korkması ve onun hale güven vermeye çalışması. kıyamam ben sana ya. göklere bakarken o sevgi dolu ifade. esmeralda'nın korksa da quasimodo'ya güvenmesi... işte böyle değil midir hayat zaten? kaçamadığımız aynalardan korkabiliriz bazen, çünkü o aynalar, dostlar bize gerçeği söyler. ve bazen o gerçek her zaman güzel değildir. korkarsınız, ama güvenirsiniz. ah ah, ne güzel bir şarkıdır bu. quasimodo'nun evimi paylaşırım seninle dediği dakikalarda esmeralda'nın ilk kez evi olacağı sebebiyle duygulanması gerçeği. of. bu arada yeniden: quasimodo'nun makyajı harika harika harika. yeminle dünya yakışıklısı adamı ne hale getirmişiniz, helal valla.

    Ave Maria païen: bizim gibi olmayan insanları nasıl da kolay yargılıyoruz. pagan, sans papier, işte en nihayetinde bu kadın da göğe sesleniyor beni koru tanrım diye. ne acıdır yarabbim. 150 yıl sonra aynı şeyleri yaşıyoruz. çok farklı mı sizce gerçekten? ne acıklı... öyle çaresiz olmak ki, öyle yalnız olmak ki, aslında daha önce hiç yapmamış olmasına rağmen tanrıya sığınmak... esmeralda'ya çok üzülüyorum... onun o selfless hali beni ayrıca yaralıyor. sadece kendisi için değil, şehrin duvarları ardında kalan 'kardeşleri' için de dua ediyor. insanoğlunun en büyük dileği en zor anlarında yalnız olmamak galiba. veya benimki öyle de öyle yansıyor bana müzikalden.

    Je sens ma vie qui bascule: ara şarkı bu şarkı. intro gibi. hani insan bazı 'günahlarını' kendine itiraf etmeden önce bir giriş konuşması yapar ya kendi kendine, işte bu o. güzel düşünülmüş bence.

    Tu vas me détruire: ilk yorum: dekorun kullanımı harika. kilise duvarları arasında sıkışıp kalmak kelimenin tam anlamıyla gerçekleşiyor. bir diğer yapılması gereken yorum tabii ki frollo'nun sesi. daniel lavoie'nın sesi büyüleyici. öyle ki bir programa katıldığını gördüğüm tüm ekipten bu adam şarkı söylerken helene segara halen gözyaşı döküyor. gerçekten kendisi çok havalı bir adam. frollo'nun esmeralda'ya dokunamayışı, ellerinin titreyişi ve her cümleyi fısıldar gibi onun üzerine eğilip söylemesi harika olmuş. bu hissi öyle bir yansıtıyor ki, bravo valla.

    L'Ombre: hem bir gölgenin seni takip ettiğini fark et, hem de bıçaklanma olayını esmeralda'dan bil. bu ne kafadır? ya gerizekalı bu çocuk yemin ederim.  bu arada hakkını yemiyorum, patrick'in sesi çok güzel yauv.

    Le Val d'amour: adeta bir chicago the musical izliyordum. arka fondaki dans eden insan görüntüleri çok harika bir fikir! en nihayetinde val d'amour fikrine cuk oturmuş. ama kameranın çekim açısından olsa gerek tepeden indirilmiş bir perde ekrana güzel yansımamış. sanki yanlışlıkla basık kalmış gibi. heryerde ve bu kadar çok sayıdan olan genelevler filmlerde filan kendini hatırlattıkça nasıl olmuş da insanoğlu cinsel yolla bulaşan hastalıklardan bu döneme kadar sağ çıkmış hayret doğrusu.

    La Volupté: bu arada phoebus'ün üzerindeki dev zırha rağmen bıçaklanması gerçeği. sinirlendiğimdir şu an. neyse, knight in armor geyiğini yapmak için bu kostümü seçmişler, anladığımdır. ah bu sahneyi bir de kitaptan okumalısınız dostlar. anlatmak yetecek gibi değil. esmeralda lanetleneceğini, ailesini bir daha asla göremeyeceğini, öleceğini düşünüyor ama buna rağmen phoebus'e karşı koyamıyor. ne oluyor peki? al işte fatalite, al işte haksızlık ulan!

    Fatalité: allah cezanızı versin lan! böyle iş olmaz olsun! kadersizsin esmeralda kadersiz. hem sevdiğin adam yatağında yaralı, hem de anlattığın şeylere kimse inanmaz. sıçayım lan böyle işe. bu arada bu şarkı ilk act'in son şarkısı ve bence çok güzel bir son. ışıkçılara selam olsun.

    Florence: ikinci act başlarken daha güzel bir şarkı seçilemezdi zannımca. soruyorum size a dostlar: don't we just love renaissance? yeminle bu devir yaşanmasaydı insanoğlu yarım kalırdı. o kadar seviyorum ki. insanoğlunun teeee o zamana kadar boş oturduğunu söylemek haksızlık olur. ama yine de adeta bütün tarihi boyunca oturmuş da bu dönemde coşmuş gibi hissediyorum. hayatımızı resmen bu dönem kurtardı gibime geliyor. aydınlık ancak 15. yüzyılda dünyamızın perdelerinden içeri süzülmüş. işte zaten böylesine güçlü bir kilise karakterinin olduğu bir müzikalde floransa ve rönesanstan bahsetmemek haksızlık olurdu. aferim çocuklar.

    Les Cloches: les cloches çok güzel bir şarkı. hem sözleri açısından, hem de quasimodo'nun ne kadar yalnız olduğunu gösteriyor. girişteki gringoire'ın sesi mikemmel a dostlar mikemmel. hele ki frollo ile uyumu bir başka. bu arada sahneye inen çanlarda sallanan dansçılara da direnin diyorum. tepetaklak havalarda direnmişsiniz valla. bravo. öyle bir insan düşünün ki kilisenin çanlarını çalarken sağır olmuş. ama yine de o çanları seviyor. o çanları her çaldığı anın bir anlamı var insanlar için. işte o adam o insanlar için seviyor çanları. ah quasimodo, sen nasıl bir insansın? mutluluğu öyle hak ediyorsun ki... ölen çocuklar, şehirden ayrılan denizciler ve evlenen çiftler için çaldığı çanlar en sevdiği çanlar. ama en çok en son çan canını yakıyor. çünkü hep yalnız kalacağını biliyor. ama yine de çalıyor ki tüm dünya bilsin. bilsin ki bu adam esmeralda'yı seviyor. aah ah.

    Où est-elle: esmeralda'nın kocasına esmeralda'yı sorup sokaklar boş kaldı hacı muhabbeti yapmak. ne kafadasın frollo? hala kızın başındasın utanmaz herif! bir yanda da clopin var. ah canım benim ne kadar da mutsuz ve merak içinde. kanatları koparılmış derken aklıma maleficent gelmesi gerçeği. ama maalesef esmeralda kanatlarıyla yeniden kavuşamayacak... aferim gringoire bari esmeralda'nın nerede olduğunu söyledin de iki satır yardımın dokundu.

    Les oiseaux qu'on met en cage: dev demir parmaklıklar arasında ne kadar da çaresiz görünüyor esmeralda. hele de bir önceki şarkının üzerine yeniden güvercin gibiydim demesi kalp kırıyor. aaah ah, işte quasimodo neredesin diye soruyor esmeralda? aaah ah, anladı bu dürüst ve zararsız sevgiyi ama ne fayda? quasimodo'nun les oiseaux şarkısını söylerken gargoyle'ları sevmesi gerçeği ile yeniden başbaşa kalmak hüznü... esmeralda yokken bile onun için üzülen quasimodo. duasız ölümüne üzülen quasimodo. o kadar içim acıyor ki bu şarkıyı dinlerken. bence en etkileyici şarkı bu şarkı müzikaldeki. aşkın ötesinde bir dostluk ve güven ilişkisi. kurtaramadı işte... kurtaramadı...

    Condamnés: isyan başlasın ulaaan! işte bu şarkı daha ilk ritmiyle beni böylesine gaza getiriyor! şehrin kapılarında bekleyen ve içeri alınmayan sans papiers çok da uzak bir durum değil günümüze öyle değil mi? hiç düşündünüz mü bu gerçeği? vizeler, kontroller, sınırlar... patlamalar, çatışmalar, ölümler... english patient'ta ne demişti katherine? "All I desired was to walk upon such as earth that had no maps." bu ideale ne zaman ulaşabileceğiz acaba, merak etmiyor musunuz?

    Le Procès: esmeralda'nın aşık adamı öldürdüğünü sanması karşısında kalbimin paramparça olması gerçeği. ama yine de bu rahip her akşam beni taciz ediyor dese de kimsenin ona inanmayacak olması. of valla çatlayacağım. okumak, izlemek, beni delirtiyor. yareppim çok şükür bambaşka bir dönemde yaşıyorum. gerçi yine bu bok bok işler bizim günümüzde de gerçekleşiyor ama yani, yine de. hah işte, dediğim konuya geldik. esmeralda ne dese inanmaycaklar. koskoca peder karşısında. işte yine bir salem mevzusu. kıza diretiyorlar. ama kız itiraf etmiyor. ama ne kadar dayanabilir ki?

    La Torture: salem gerçeği peşimizi bırakmadı işte. onu seviyorum diye itiraf etti. pes etti, ne yapsın? assassin! assassin! kız haklı, assassin! prostitution'mış, büyücülükmüş. hay götüne girsin bu suçlamalar lan! allah seni kahretsin!

    Phoebus: hala phoebus'e yalvarıyor yareppim. kıyamam ya. mutsuzluktan öleyazıyor şu an esmeralda. aah ah. gel gerçeği açıkla, beni kurtar diyor. önceki şarkılarda quasimodo'ya seslenirken neden artık phoebus'e sesleniyor? insan ölüme yaklaştığında sevip ulaşamadıklarını mı düşünür gerçekten? öleceğini bildiğinde en büyük korkusu unutulmak mı olur? ah esmeralda ah, vers les montagnes d'andalousie. keşke...

    Être prêtre et aimer une femme: bu noktada o kadar sinirliyim, o kadar gıcığım ki frollo'ya söyleyecek söz bulamıyore. böyle aşk olmaz olsun ulan! nasıl da insafsızız insanoğlu olarka görüyor musunuz? işte bu şarkı bu durumun mükemmel bir yansıması. günahlarımızı başkalarından çıkarmayı bıraktığımızda dünya nasıl bir yer olacak acaba? yine kayıt düşüşyorum femme dediğine bakmayın çocuklar, une fille aslında. öyle düşününce daha da acı sanki yeterince acı değilmiş gibi...

    La Monture: fleur de lys çıkınca cinlerim tepeme çıkıyor ya of. gurursuz karı gurursuz allahın cezası yaktınız lan başını esmeralda'nın. la monture'ün yerin dibine batsın lan. phoebus'ü affetmeyi bir başka kadını geçtim, bir başka insanı öldürme şartına bağlamak... ne kadar insanlık dışı bir durum. bu kadar mı gözünü hırs bürüdü? yok mu sizde bir söz hani başkalarının mutsuzluğu üzerinden mutlu olunmaz diye? bir başkasının ölümü üzerinden nasıl bir mutluluk hayali seninki fleur de lys? biraz utanma olur insanda yahu. pes. senin masumiyetine sıçayım. l'art de la luxure başında paralansın inşallah!

    Je reviens vers toi: phoebus seni karşımda görsem valla kafanı koparacağım. işte görüyorsunuz ya seyirciler, esmeralda'nın kelimenin tam anlamıyla phoebus isimli bir bok yoluna gitmesi. hemen boku at esmeralda'ya, nasılsa onda kalacak değil mi? yeminle bu noktada orta yerimden çatlamak üzereyim. julie zenatti'yi asla se-ve-me-ye-ce-ğim! bu pis fleur de lys bakışı içime yer etti. kendime engel olamıyorum. l'art de la luxure'müş. hay kafanıza sıçayım be!

    Visite de Frollo à Esmeralda: hala yaşarken günahını yok etmek için öldürmeyi seçen bir rahip. bu insanlar hala aramızda. tehlikenin farkında mısınız? esmeralda ölümü kucaklamış seni ne yapsın lan? seni kabul eder mi kendine bir bak allah aşkına?

    Un matin tu dansais: vay gudubet hayvan öküz sapık herif vay! ahlaksız teklif! peh! götümün rahibi.dokunamayan bir adamın nefretine tanık olmak nefret uyandırıyor içimde, uykularımı filan kaçırıyor. yaaa işte sen de aynaya bakınca bir şeytan görüyorsun değil mi frollo? aaaaa! deli olacağım. hala phoebus gelecek diyor. yeminle orta yerimden çatladım! oiseau du malheur! artık var sen düşün, senin yerine mezarı seçiyor!

    Libérés: ŞU AN MUTLULUKTAN KENDİMDEN GEÇTİM! baskın var baskın ulaaan! ele geçiriyoru tüm şehri! seni geberticez lan frollo. ay o kadar gaza geldim coştum ki! adamsın quasimodo! adamsın bebeyimsin! işte minörlerin güzelliği yeminle! bir de tüm durumu anlatırkenki o saflığı beni çok etkiliyor. o mutluluk, o gurur. garou harikasın ya! gringoire senin sesin de harika bu şarkıyı indirirken yeminle senin arkadaki vokalini çok aradım ve bulduğumda şıkır şıkır oynadım. o kadar yakışıyor ki.

    Lune: bu ses... gökteki hilalin soğuk mavi ışığı... duyuyor musunuz? le cri d'un homme qui a mal pour qui un million d'étoiles ne valent pas les yeux de celle qu'il aime d'un amour mortel... Vois …comme un homme peut souffrir d'amour. diyecek çok şeyim var. ama hiçbirini yazacak halim kalmıyor bu şarkıyı dinlerken.

    Je te laisse un sifflet: ruhu özgür bir insan yaşamak için kendini hapsedebilir mi? ne acıdır quasimodo'nun rüyanda güneşini mi görüyorsun esmeralda diye kendi kendine sorması...

    Dieu que le monde est injuste: quasimodo'cuğum sen hiç cancağzını sıkma çünkü en yakışıklı adam sensin. bak buraya yazıyorum. patrick filan sana kurban olsun. dediğim gibi garou'nun şarkılarında mutlaka bir yüksek nota, mutlaka bir değişim noktası oluyor. öyle de yakışıyor ki kendisine. quasimodo'ya gelince, ne diyeyim ki? bir insanın kendini hakir görmesi çok acı. bu müzikalde quasimodo özellikle fiziken bu hüznü yaşıyor. ama aslında ruhen de bu hissi yaşayanlar yok mu? en kötü his bu his olsa gerek. doğrusu insanın kendine olan inancını kaybetmesi çok acı. ah, tahtalara vurun dostlar. değil dokunmaya kıyamamak, dilinin ucuna getirmeye bile kıyamıyor quasimodo esmeralda'nın tenini. şarkı devam ettikçe daha da kahroluyor insan. kime veya neye olursa olsun, inancını kaybetmek en kötü his. tutunacak hiçbirşeyin kalmaması. ah işte o yüzdendir ki danse mon esmeralda tüm gerçeğiyle bizi yutuveriyor bir lokmada. boğazımıza duruyor, boğuyor. biliyoruz ki bu kalp kırıklığı, bu acı, quasimodo'yu gerçekten ölüme götürüyor.

    Vivre: ya tabii ki ölmek istemiyorum esmeralda ya. nasıl isteyebilir ki? daha çok genç, daha aşkın tadına varamamış. nasıl umutsuz olur ki geleceğine dair? içim parçalanıyor. onun için yaşamak istedikçe, içim parçalanıyor. özgür bir hayatı hayal eden, bir ev dileyen, başının üzerindeki yağmuru tüm kutsallığıyla kabul eden esmeralda, canımı öyle bir yakıyorsun ki... yanlış kişiye aşık olmak ne kötüdür allahım. nasıl da alır götürür senden yaşam enerjini... bir yandan da metanetli, bir yandan da kendini feda etmeye gönülllü. öyle ufacık, öyle kırılgan bir karakter. daha acıklı bi kombinasyon olabilir mi? ah ah, karşılığında bir şey beklemeden sevmek ve aşkında ölünceye kadar sevmek. ah ah... ve bu arada unutulmaması gereken şey: esmeralda'nın aslında çok genç olması gerçeği... öyle bir yazılmış ki bu müzikal ve diğer gördüğüm filmler, sanki esmeralda kocaman bir kadınmış da aşk acısı çekmelerdeymiş gibi. insan hüzünleniyor kitabını okuyunca. esmeralda ilk aşkı yüzünden ölüme giden bir genç kız. bunu yumuşatmanın hiç bir yolu yok. yok işte. yok.

    L'Attaque de Notre-Dame: clopin v. phoebus ve frollo. tabii ki kimi tutttuğum aşikar. ama tıpkı titanic'in o buzdağına çarpmamasını dileyip beklediğim saniyeler sonrasında her seferinde o sarsıntıyı ayaklarımın altında hissettiğim gibi, bu yenilgiyi de midemdeki ağrı ile hissediyorum. işte görüyorsunuz ya, bir kişinin ölümü bazen dünyayı değiştirir. clopin veya bir başkası, bu düzen değişti, evrildi. katherine'in ideasına belki de böyle böyle bir adım daha yaklaşacağız. adım adım. yavaşça. ama umarım emin adımlarla. bu müzikalin en sevdiğim yanlarından biri de sadece aşk ile ilgili olmaması. müzikal aynı zamanda ev tanımı üzerinden devam ediyor. ki bu aşktan, ihanetten ve hırstan çok daha güçlü bir içgüdü. çok etkileyici çok. victor hugo yukarıdan izlediyse eminim çok mutlu olmuştur. gringoire da ver gazı ver gazı arkada hazır ve nazır bekliyor. seni de biliyoruz bebeğim, senin de ne bok olduğunu biliyoruz. sus otur aşağı valla ayağımın altına alcam. ama yine de arka vokal olarak da çok harika bir sesin var, seni seviyoruz bruno pelletier.

    Déportés: pheobus sen beni katil edeceksin anam. valla bak buraya yazıyorum. gerçek hayatta olmasa da rüyamda filan boğucam heralde seni ya sabır. bak fleur de lys'i de yanına aldı ki beni cidden delirtmek için yapmışlar. bu kadar da olmaz ya!

    Mon maître, mon sauveur: ah quasimodo sen nasıl bu ana kadar fark edemedin frollo'nun bokluğunu çirkefliğini?! aklım almıyor doğrusu. işte bu sahneyi kitapta okurken yeminle zevkten bayılmış olabilirim. quasimodo seni notre dame katedralinin tepesinden attığında cidden delicesine sevindim. biraz da adalet bu dünyada işlesin değil mi ya? ulan bir de kahkaha atıyorsun! oh çok iyi oldu sana! ben o merdivenlerin hepsini teeee kuleye kadar çıkmış bir insan olarak açıkçası korkunç anlar yaşadım. çünkü çok darlar ve sürekli döne döne çıkıyorsunuz, başınız dönüyor. ooooh, artık kuleden mi aşağıya düştüydün yok merdivenden mi indiydin anımsayamıyorum ama her iki türlü de içim rahat. oh.

    Donnez-la moi: elle est a moi! reste avec moi. kalbim kırılıyor BRB.

    Danse mon Esmeralda: danse mon esmeralda için ne söylenebilir ki... ancak gözyaşıyla onurlandırabiliriz bu şarkıyı. gözyaşı ve umut... quasimodo'nun etrafında uçuşan hayali akbabalara bakarak söylediği bu şarkının duygulandırmadığı insan insan değildir. inanmam böyle bir şeye. öylece yatan masum esmeralda'ya hala dokunmaya kıyamayan, elleri titreyerek saçlarına dokunma cesaretini bulan quasimodo hepimizi yaktı kavurdu, bitirdi tüketti. kucağına alıp yeniden yere bırakırken tıpkı bir tüy gibi bırakan quasimodo bizi dağladı geçti. sırtındaki yük ile dimdik duran quasimodo bizi utandırdı. sahnenin önüne doğru yürüyüp göğe doğru bakan quasimodo, ölüm senin için olunca ölüm değil diyen quasimodo bize umut verdi. arka fonda uçuşan melekler bu hüzünlü sondan bir mutlu son yarattı da boğazımızdaki düğümü çözemedi. quasimodo. dizleri üzerine çöküp esmeralda'nın üzerine kapanırken ben, benden uçtum, başka bir diyara geldim.

    an itibariyle tüm kadro seyirciyi selamlamaya çıkmış vaziyette. ben istanbul'daki evimin salonunda ayağa fırladım, çılgınlarcasına alkışlamak alkışlamak ve alkışlamak istiyorum. böyle bir müzik, böyle bir hikaye, böyle bir hüzün ve aynı zamanda böyle bir umut bir araya geldiği için öyle mutluyum, öyle müteşekkirim ki. iyi ki varsınız dostlar. iyi ki varsınız. hani hep bu blogu siz öznesine hitaben yazıyorum ama bu son dostlardan kastım tüm oyuncular oluyor evet. siz belki benim bu yazdıklarım hiç okumayacak, okuyamayacak, bilmeyecek ve anlayamayacaksınız. ama dünyada bir yerlerde birilerini düşünmeye, gözyaşına, öfkeye, mutluluğa ve umuda ittiniz. sizi izleyemedim canlı olarak ama inanın izleseydim o heyecanı kaldıramayabilirdim! iyi ki varsınız ve iyi ki evime konuk oldunuz. sizi çook seviyore, çok takdir ediyore!

    Le Temps des cathédrales: bu arada en son tüm kadronun bu şarkıyı söylediği dakikalarda adeta ben de kadronun bir parçasıymış gibi gözyaşı filan döküyorum. yukarıda da dediğim gibi, evimin konuğu olan bu karakter ve oyuncular adeta bir dost. elbette tanışmadık ve muhtemelen tanışmayacağız ama karakterlerinin altında sanki onların bir parçasını görmüş gibi hissediyorum. bence onlar da kendilerini izlemeye gelen seyircilerinin tepkilerinde benim bir parçamı görmüşlerdir. daha ne olsun.

    Bir de tabii anlatmak istediğim şöyle bir olay yaşandı. Geçenlerde bir gece tüm kadronun katıldığı bir programda müzikalin tüm şarkılarını söylediğini gördüm. o kadar duygulandım ki anlatamam size. helene segara şarkıları dinlerken ağlıyor yarappim ağlıyor. tabiikisi onun yerinde ben olsam ben de ağlarım abiy. ben kitabı okurken ağlamaktan geberdim, bir de herkesin benim etrafımda şarkı söyleyip, garou'nun danse mon esmeralda diye üzerime kapandığını görsem, ay yareppim sürekli ağlarım. çok kıskandım seni helene'cim bilesin.

    bir başka anlatmak istediğim şey ise aslında daha önceki 25 haziran paris yazımda bahsettiğim olay. paris'e gittiğim ilk günün gecesinde televizyonda julie zenatti, patrick fiori ve garou karşıma çıktılar. adeta arkadaşlar beni karşılamaya gelmiş gibi mutlu hissettim. işte müzikale kaptırıp gönül vermek böyle birşey dostlar (benim kendi seyircime bu sefer sözüm evet). bu kadar yazdığım kelamdan sonra mesajım net.

    izleyin. izlettirin. ama bununla da sınırlı kalmayın. okuyun. okutturun. dahası hep ama hep düşünün. inanın bana bu kitap/oyun/müzikal anlattığı dönemle sınırlı kalan bir eser değil. okuduğunu dönemden de birşeyler bulacağınız kesin. zaten victor hugo'yu dahi yapan da bu değil mi?

    dipnot: şarkı isimlerini wikipedia'dan aldım. tahmin edersiniz ki zaten izlerken yazmak vakit alıyordu, bir de şarkıları listelemedim. bir de şarkılar arasında geçiş şarkıları olduğu için en hayırlısı bu yöntem.

    dipdipnot: ilk kez bir blog yazımda bold underlined kullanacağım. highlight etmek güzel görünmedi gözüme. hayırlı uğurlu olsun.