24 Mayıs 2014

[World War Z.]

korku filmlerinde ödüm patlar benim. bu kendimi bildim bileli böyle. bakmayın siz buffy filan yardırarak izlediğime, ben hala chuckie, elm sokağı'nda kabus ve dahi çığlık serisini bile izleyemedim. ödüm patlar böyle şeylerden. korktuğum yetmiyormuş gibi bir de çeneme vurur ki, oooooo zaten izlemeye kalksam yanımdaki insan beni öldüreceğinden hiç yeltenmem. dediğim gibi bakmayın buffy'leri izlediğime, bakmayın american horror story'den büyük keyif aldığıma, korku filmleri benim ödümü patlatır. zaten korktuğum için bir de bu filmleri sinemada izlemem tabii ki söz konusu bile değil tahmin edersiniz ki. ama bu sene bir film vardı ki, cidden sinemada yakalamayı çok istedim ama denk getiremedim. evet efendim, world war z'den bahsediyorum.

öncelikle walking dead'ı yemek yerken izlemeye alıştığım gevşekliğimin doruklarında bir dönemde, tabii ki brad pitt'in esas kahramanı oynadığı zombi filmini izlemek isteğiyle kavruldum a dostlar. bu istek özellikle fragmanı gördüğümde katlandı. neden? çünkü birbirinin üzerinden su gibi akıp geçen, helikopterlere filan zıplayan zombiler vardı bu filmde! dediğim gibi sinemada göremedim ama en sonunda world war z'yi denk getirdim!

film öncelikle gergin başlıyor. hayır, zombiler evinizi basmıyor ama televizyon haberlerinde bir çok farklı olay duyuyorsunuz. öyle bir his geldi ki benim üzerime, bu senaryo çok da uzak değildir belki bizim hayatımıza gibi, korkunç bir his doğrusu. efenim sonra bir şehir çekimi ve dönüşen insanlar ve birbirine saldıran zombiler. burası baya güzel olmuş çünkü kısacık süre içinde nasıl bir kurt adam gibi bir zombinin dönüştüğüne tanıklık ediyorsunuz. sonrasında ise evlerde saklanma sahneleri ve kendini selamete atma çabaları oldu karakterlerimizin. tabi gergin sahneler olsa da tabii ki brad pitt'in ölmeyeceği bariz olduğundan çok da panik yapmadım.

çok uzatmak istemiyorum ama velhasılı brad pitt'ciğimin tüm mevzuyu çözmesine odaklanmış film. israil sahnelerinde kapılarını kapatıp tam zamanında kendini kurtaran koca bir ülkenin, mikrofondan mal gibi şarkı söyleme aşkı yüzünden koca şehrin zombiler tarafından ele geçirildiğini de gördüm ya valla pes. o sahneler çok iyi bu arada, ben böyle sinek sürüsü gibi su gibi akışkan bir zombi fikrini çok daha korkunç buldum walking dead'deki mıymış zombilerden. bir de makyaj daha güzel olaydı valla şapkayı çıkarıp yere koyacağdım.

neyse efenim filmin ilerleyen sahnelerinde tüm olaylar bağlanıyor işin özü. tabi mevzunun çözüldüğü anda ben yeniden bir buffy bölümü anımsadım. buffy'ciğim 'killed by death' bölümünde ateşli hastalık geçiren çocukları öldüren bir yaratıkla kapışıyor. o arada okullarında hastalık salgını var, buffy de hastanelik oluyor. sonradan fark ediyorlar ki, bir tek ateşin olduğunda bu canavarı görebiliyormuşsun. buffy'ciğim de tabi fedakar kahraman olduğu için kendisine virüs mirüs bişiyler enjekte edip yaratıkla savaşıyor ve onu yeniyor. işte o bölümü izlerken yaşadığım aman buffy'ciğime uzanan eller kırılsın temasındaki endişelerim world war z'de de kendini gösterdi. neysem ki film güzelcene bağlandı.

izlesek mi izlemesek mi? bence görün dostlar. hem heyecan uyandırıyor, hem brad pitt var, hem de zombiler baya başarılı.

ama filmin starını sorarsanız tabii ki Mireille Enos. bir insan bu kadar şanslı olabilir mi diye yeminle filmi izlediğim akşam uykularım kaçtı. kadın the killing'deki mıymış sarah linden rolünden nasıl olduğunu anlayamadığım bir şekilde kendini brad pitt'in karısını oynarken bulmuş daha ne olsun? bu arada sıfır yetenek gerektiren bir rol, onu da söyleyeyim. arasıra çığlık panik telaş, sonrasında brad pitt'in yolunu gözleyen sevgili karısı. yeminle beni koysan ben de o rolü oynarım zaten çekim yapılan yerler ve yaratıklar yeterince korkunç. brad'in yolunu gözlemeye ne var anacığım? kadın brad pitt'le sarılıp kucaklaşıp öpüştükçe içimin yağları böööööyle eridi. valla bu kadar olmaz yani. kendisini sıfır yetenek gerektiren ve dünyadaki en harika adamla sarılıp öpüşme imkanını veren bu role konduğu için canı gönülden tebrik ediyorum. darısı başımıza gerçekten.

[12 Years a Slave.]

eveeeet, başıma birşey gelmeyecekse 12 years a slave ile ilgili yorumlarımı yazabilirim.

dostlar bu film nasıl en iyi film oscar'ını aldı, anlayan bana bir anlatsın.

ilk ve genel yorumumu bodoslama yaptıktan sonra gelelim film hakkında görüşlerime. efendim bu film gerçek hayat hikayesi. ilk şok bence bu. insanın insana yaptığını başka hiçbir canlı diğerine yapmıyor galiba. yuh. insan izledikçe kanı donuyor. sizi kaçırıyorlar ve siz derdinizi anlatamadan 12 yıl kölelik hayatı sürüyorsunuz. dediğim gibi, bu olayın bir kitabı var ve hikaye günümüze kadar gelmiş. film bağlamındaki sıkıntı ise kitaptaki herşeyi anlatmaya çalışmaları. eminim çoğu detay atlanmıştır. ama solomon'un 4-5 ev değiştirmesi ve sürekli bu değişiklikleri göstererek filmi uzatmaları bence gereksiz olmuş. şahsen ben michael fassbender'ı merak ediyordum, 1 saatte ancak gelebildik. bu arada kendisi hakkaten nefret ettiriyor karakterinden, bravo.

filmin uzunluğunun dışında bir başka husus da filmseve gözüyle hiç bir çekim özelliği olmaması. birkaç close up çekim gerçekten insanı etkiliyor. ama onun dışında bu sıkıntılı uzun hikaye sinematografik açıdan beni hiç tatmin etmedi. sanki o evin içinde tanık olmuşum gibi oldu ama bir sinema keyfi vermedi, çok üzgünüm.

oyuncular hakkında uzun uzun birşey söylemeye gerek yok. michael fassbender iyi ama devleşmiyor. çünkü zaten çirkef bir adam olduğu için ayrıca birşey yapmasına gerek kalmamış açıkçası. onun karısı da -american horror story'den tanıdığımız sarah paulson. ama yine kendisi de gıcık bir karakteri oynuyor. sevmediği köle kıza sürekli fiziken zarar verdiği için ayrıca bir yetenek gerektirmemiş bence bu rolü. ama yine de kendisi bu rolü alıp dikkatleri çektiği için pek sevindim.

brad pitt'e gelince, kendisi kilit bir rolde. zaten solomon'u kurtaran adam da kendisi oluyor. kalp. filmin en can alıcı sahnesi bence son sahnedeki ailesiyle kavuşma sahnesi. orası gerçekten çok duygusal, yiğidi öldür hakkını yeme. ama sorarsanız biz bu filmi izleyelim mi diye, bence bana haber verin ben size filmi anlatayım, siz de iki buçuk saatinizi daha faydalı birşey yaparak değerlendirin. üzgünüm ama ellen'ın dediği kadar var, ya bu filme en iyi film oscar'ını vereceklermiş, ya da ırkçı damgasını yiyeceklermiş. oscar'ı vermişler.

[Her.]

bir süredir devam ettiğim geçen yılın oscar filmleri maratonunda bir de her'ü izledim. şimdi kısa kısa yorumlarıma geçeyim.

efendim filmin konusu çok güzel. gerçekten de bir gün geleceğimiz noktayı yansıttığını düşünüyorum bu filmin. kendi düşünme kabiliyeti olan bir bilgisayar programı yaparlar mı bilemiyorum, ama o program tüm herşeyimizi biliyorsa, ondan etkilenmemek mümkün mü?

yazdığımız ve bize gelen e-mailler, attığımız mesajlar, rehberimizdeki kişiler, izlediğimiz videolar ve internette aradığımız herşeyi görüp bilen, bizimle insan gibi konuşan program, hele de sizinle konuşuyorsa, neredeyse sizinle aynı şeylerden hoşlanan biriyle tanışmış gibi oluyor, mutlu oluyorsunuz. bu gerçeği reddetmek mümkün değil. zaten filmin başarısı da bu yadsınamazlıktan geliyor bence.

oyuncularla ilgili yorum yapmak gerekirse, açıkçası Joaquin Phoenix'ten pek haz etmem. sorarsanız senin bu adamla alıp veremediğin ne diye, kendisini en önce gladyatörde çirkef rolüyle tanıdığım için hiç ısınamadım. ama burada gerçekten çok başarılı ve içten. kalbinin kırıldığı anlarda izleyicinin de kalbini kırıyor, yalnız hissettiyor. sokakta elinde telefonu ile yürürken yanında biri varmış izlenimi yarattığı yetmiyormuş gibi, yaşadığı korkulu anlarda gözlerindeki panik, gerçekten kız arkadaşı çekip giden bir adamın gözlerindeki panikle aynı. çok etkileyici. ama onun şanssızlığı olarak bir diğer aday matthew'du bu sene. 

scarlett johansson ise gerçekten çok başarılı bir seslendirme yapmış. kendisinin çok fazla filmine hakim değilim ama o konuşurken gerçekten yüzündeki ifadeleri görüyor gibi oluyorsunuz. tebrik etmek lazım.

amy adams için ise birşey diyemeyeceğim. kendisi tam bir bahtsız bedevi. dilerim bir gün onun da oscar aldığını görürüm. burada son derece geri planda kalmış bir karaktere hayat veriyor.

son olarak filmde gösterdikleri surrogate karakter hakkında da bir iki kelam etmek isterim. varan bir, çok enteresan bir kafa kendisininki, yardım ediyor, onların aşkı için çalışıyor filan, çok enteresan. varan iki, zaten bizim dünyamız da bu gidişatta değil mi sizce de? bilimum aygıtlarla sanal seks deneyimi planlarını hepimiz duyuyoruz ara sıra. insanoğlunun ihtiyacını duyduğu ten ve ten olmadan da tene dokunma isteği ne kadar filmde işlense az gelir zannımca.

overall, film çok enteresan olmuş, tavsiye ederim. ama birazcık havada bitiyor benim için. belirli bir yere doğru yönlendiriyor yönetmen bizi ama ben her zaman kesin kalıcı sonları tercih ettiğimden, yapayalnız bırakıldığım noktayı pek sevmedim. ama yine de izleyin, izlettirin dostlar. çok farklı bir ve aynı zamanda çok tanıdık bir bakış açısı göreceksiniz.

19 Mayıs 2014

[Les Oiseaux Qu'on Met En Cage - L'enfant Trouvé.]

ders çalışırken notre dame de paris dinliyorum da...

bu dili anlamasam bile quasimodo'nun ne kadar acı çektiğini anlardım. ne kadar hüzünlü bir şarkıdır bu l'enfant trouvé.

bir yandan da Les Oiseaux Qu'on Met En Cage dinliyorum. daha acıklı bir şarkı olabilir mi acaba bu koca müzikalde? kabul ediyorum en sonunda danse mon esmeralda derken de gözyaşları da döküyorum ama, bu şarkı bir başka. özellikle de l'enfant trouvé ile birlikte düşündüğünüzde.

kendinden utanıldığı için sokağa bırakılan bir çocuk. ona sahip çıkan kişiye duyduğu korkuyla karışık daimi bir şükran. sevebilir mi gerçekten bu geçmişe rağmen quasimodo?

kapısına bırakılan çatlak bir vazo içindeki solmuş çiçek ile kilden yapılmış sağlam bir vazo içindeki taze çiçek arasından solmuş çiçeği seçecek kadar aşık esmeralda. kalbimi kırıyor senin kalp kırıklıklarını düşünmek. ne kötüdür aşık olduğun insana rağmen onu sevmek...

işte bu iki insanın yolları demir parmaklıkların iki ayrı yakasında kesişir müzikalde. insan izlemeye kıyamazken, okurken ne kadar korkuyor sayfayı çevirmeye hayal edebiliyor musunuz?

son sayfaları düşündükçe gözlerimin dolmasına engel olamıyorum. yıllar sonra bile, hala. insan bir kez aşık olduktan sonra, tanıklık ettiği aşk acılarını kolay kolay unutamıyor. kitaplarda olsun, filmlerde olsun, fark etmiyor pek.

isterdim ki asıl notre dame ekibi istanbul'a gelsin. işte o zaman atlar ben de gelirdim o gösteriyi izlemek için. ama ingilizce oyun için gerçekten gelemezdim. gelmem. orada olsam da gitmem. gitmedim de zaten. çünkü bu oyun ben hiç anlamasam bile benim için birşeyler ifade edeceğine inandığım dilde güzel. kaldı ki anlıyorum bu dili. nasıl kulağımı tıkarım alıştığım sözlere? nasıl dance my esmeralda diye dinlerim son şarkıyı? mümkün mü alıştığım seslerden başka seslerde aramak o tamamlanma hissini? hiç sanmıyorum.

kısmet inşallah bilmem kaçıncı yılını kutlayan notre dame ekibinin fransızca gösterisinde buluşmaya olsun. böyle birşey var mı bilmiyorum ama diyorum ya işte, kısmet.

18 Mayıs 2014

[Post Çalıkuşu.]

yok arkadaş, ben bu dizi dünyasını çözmüşüm gerçekten ya. an itibariyle kamran'ın anadolu'da feride'yle aynı pansiyonda kaldığını ve feride'nin apar topar munise'yi kaldırıp hazırlanmaya başladığına tanıklık ettim. biliyordum bu bokluğu yapacaklarını, biliyordum işte biliyordum. bok herifler.

çalıkuşu'nun son bölümünü skim scan yaparak izliyorum çünkü maalesef tüm bölümü izleyecek kadar sabır gösteremeyeceğim. o derece başarısız bir bölüm olmuş şimdilik söyleyebileceğim kadarıyla. daha sonuna 30 dakika var.

hayır bir de şunu söylemem lazım. sen kadına hiç bir önemi yok bunun benim için, bu bir hataydı dedin. diyebilirsin. ama kadın açık açık kardeşine acı çektirdiğini sana söyledi kamran. yani gerçekten bu kadar mal mısın da bu işin peşini bıracağına inanıyorsun? neyse, zaten sıçıp batırmayı azelya yapmadı neriman bokladı ama yine de. bu kadar mal mısın cidden kamran? hala soruyorum gerçi, bu da bir garip. pes.

şimdi gördüm de yok ayol, azelya da niyeti bozmuş düğünü boklamaya geliyor. tamam yine kamran'a mal deyişlerim hem justified hem de boşu boşua değil. [ay aman entrika çözüldü, azelya'nın kardeşi manyakmış herşeyi uydurmuş filan fıstık.]

olmayacak nikahın telaşesini yarım saat göstermeniz içime fenalık getirdi amk.

ya kafayı yicem necmiye bile ezikella murat bey'le mutluluğu yakalama koşuşlarında, bi feride mutsuz. gad demmit. bu arada hele şükür necmiye'nin karnı büyüdü. hele şükür yani 9845768567 bölüm olmuştu artık hamile olduğunu öğreneli.

tanrım müjgan'la hilmi cem ne zaman evlendi de, müjgan hamile kaldı filan? ay kafayı yiycem bu mutluluk tablosundan yeminle midem bulandı.

yuh lan yuh! hacı kalfanın mekanında mı yakaladın feride'yi kamran? allah senin belanı versin senarist gibi allah senin belanı versin lan! allahım gülbeşeker filan diyorlar kafayı yicem laaan! yeminle o kadar sinirliyim ki şu an klavyem kırılacak diye korkuyorum amk!! WHAT THE FUCK ULAN WHAT THE FUCK!!!! hacı kalfanın mekanında karşılaştılar yemin ediyorum çatlayacağım şu an! sizin yapacağınız işin tam ortasına sıçayım!

ya bari şu kara çarşaflı gububet haber kadınını düzgün yapın. neyse en azından pişt kısmını tutturdunuz. aaah ah, daha sen çok gençsin diyecekti o kara çarşaflı kadın. pof ya.

biliyoruz canım kamran'ın kalender meşrep olduğunu biliyoruz, bilmez miyiiiiz? allahın cezası.

yani sanki feride her şeyi götünden anladı da gitti gibi yapıyorsunuz ya, vallahi reşat nuri kırk takla attı ulan! ya aklımı kaçıracağım. azelya bari renk verme of ya, bak şimdi aramızda birşey olmadı dersen sen bana onun ne dediğini nerden biliyorsun der tabi bu kız ya. of amk. herkes gerizekalı.

ya git bari kamran'a her boku öğrendi de de engel olsun. zaten kitabı filan komple sikip attınız bari böyle kendi çapınızda eğlenin. ama onu da yapmıyorsun değil mi ezikellalar ezikellası azelya karısı.

hayret, feride'nin yazdığı mektupta iki kelime tutuyor kitapla. hayret.

ya işte yapmayın ya, yapmayın bunu. feride o kadar gururlu, o kadar kırgındır ki iki satır bir mektup yazıp terk eder evini ve sevdiği adamı. yapmayın, uzatmayın işte bu mektubu amk. bari bunu düzgün yapın ya.

benim hayatta yaptığım ikinci üçüncü iş filan ne abi. kendinize gelin. ciğerimi tükürmüşüm ne? feride böyle şeyler söyler mi allah aşkına? o kız ölse gık demez. hiç mi çözemediniz siz bu kitabı ya. valla acıyorum size.

kamran. o. kapının. önünden. defol. git.

birkaç ay acı çekmekle kurtulamayacaksın kamran. verem oluncaya kadar, tükeninceye kadar yanıp kül olman gerekli... yeminle hızımı alamadığımdır.

munise de ölmüyormuş zaten amk.

güçlü ol feride... (feride'nin oraya gelme ihtimaline gönderme yapan kafanıza sıçayım lan.)

bir kitabın içine nasıl sıçabiliriz konulu 30 bölümlük bir ders olarak çalıkuşu. hele şükür bitti.

gerçekten türkiye'ye döndüğümde çalıkuşu kitabı alıp tims production'a, hatta senaristlerin her birine göndereceğim kitabı. kendi çaplarında dünyada en sevdiğim roman ve karakteri yazmaya çalıştılar ama başka bir boyuttan yazdılar heralde, bu rezilliğin başka bir açıklaması olamaz. bari dizi bittikten sonra reyting telaşesi olmadan biraz okuyup öğrensinler. lanet ediyorum hepsine.

neresinden tutsam elimde kalıyor. gerçekten inanılmaz. o kadar saptınız ki konudan, feride'nin kendi düğününü terk etmesi filan hafif kaldı yani. sanki kafasına esmiş de gitmiş, sanki yanlış anlaşılmalara kurban gidiyormuş evliliği. ya sabır.

bu kadar tatlı başlayan, harika oyuncularla devam eden dizinin yayından kaldırılmasına inanamıyorum demeyeceğim. ama doğrusu çok yazık. demek ki illa da bir aşk hikayesi damarına girip güzel yakışıklı oyuncu koymakla bitmiyormuş iş, öyle değil mi? bir kitabın doğal akışını bozdunuz işte olmadı yani. insanlara fenalık geldi. feride'yi harika bir şekilde canlandıran fahriye evcen'e hiç sözüm yok. ama kamran'ı canlandıran burak özçivit'in über yeteneksizliği karşısında sadece gülümseyip çok hoşum çok yakışıklıyım harikayım qıslar bana bayılıyor xD diyen bakışlar atması yetmedi işte. neyse. yazdıkça sinirleniyorum ve aslında gerçekten boşa sinirleniyorum. harika oyunculara çok teşekkürler, emeklerine sağlık. kitabı okurken yıllardır tanıdığım karakterlere yüz kazandırdınız, çok teşekkürler. ama yine de işte olmadı, bambaşka bir yere getirdiniz eseri. keşke çalıkuşu'nun adını kullanmasaydınız. keşke. ama olmadı işte. kısmet değilmiş. 

pazartesi günü buradaki kütüphaneden aldığım bir kitabı iade etmeye gittiğimde çalıkuşu'nu alıp yeniden okuyacağım. kalp ağrısına rağmen güçlü durmanın ne demek olduğunu 2014 yılında ekranda gösteremeyenlere inat, neredeyse 100 yıl önce bunu hayal eden reşat nuri ile buluşup, tanıdığım feride'yle yeniden sohbet etme vaktidir vakit.

17 Mayıs 2014

[Aşk Bu Değil. Ben Burada Değilim.]

ders çalışırken arka fonda akustikhane'den şarkılar dinliyorum. bir şarkı var ki, ilk kez duyduğumda kalbimi tekletti. öyle bir çarpıldım ki bu şarkıyla, beş dakika boyunca artık hangi dünyaları ve dahi hangi anıları gezdiysem, o beş dakika bittiğinde kendime gelmem uzun süre aldı. 

öyle çok sevdim ki bu şarkıyı, müslüm gürses'ten dinledim daha sonra. hatta bestekarı olan avni anıl yorumunu da dinledim. derken derken kendimi behiye aksoy versiyonu dinlerken buldum. inanır mısınız, zeki müren de söylemiş, ona da denk geldim. (zeki müren'in benim için yeri apayrıdır. gerçekten söylediği bazı şarkılar onun yokluğunda bir daha asla o kadar güzel söylenemeyecekler diye düşünmüşümdür hep.) son olarak ise tabii ki emel sayın yorumunu dinledim. (emel sayın'ı o kadar çok severim ki... bir insana boşu boşuna şark bülbülü denmiyor a dostlar.) ama işte olmadı, ilk vurulduğum versiyon kadar etkilemedi tüm bu yorumlar.

birsen tezer'in dünya güzeli sesinden mi, yoksa kanunun attığı çığlıklardan mı? gitarların o tok ve sanki insanın gönlüne dokunan tınıları mı beni böyle yaptı? bilemiyorum. ya da belki biliyorum da farkında değilim. 

farkında olayım ya da olmayayım, şu an arka fonda bu şarkı çalıyor ya, ben burada değilim aslında.

nerede olduğumu ise gerçekten bilmiyorum.

16 Mayıs 2014

[Soma.]

Filmler, diziler hakkında ne kadar yazarsam yazayım, Türkiye'nin acı gündeminden kaçamam. kaçmamalıyım zaten. kaçmamalıyız. yakalanalım artık, ne olur.

troy'un kralı priam, ne güzel de söylemişti filmde. even enemies can show some respect.

ölü sayısı verilmiyor. söylenenler doğruysa, kayıplar madenin içerisinde bırakılıyor, tüm koridoru betonlaştıracaklar. kimse sorumluluk almıyor. ocağına ateş düşen insanlar hem sözlü hakaretlere, hem de yumruklara, tekmelere, tokatlara maruz kalıyor.

sedye kirlenmesin diye çizmesini çıkarmak isteyen işçinin cümleleri çok ağır. ama daha da ağırı, kepçelerin toplu mezarlar kazdığı bir kent. artık büyükşehirlerde duyuluyor mu bilemiyorum, ama ufak kasabalarda sela verildiğini duyunca irkilir, kime ne oldu diye düşünüp, kalbinizin sıkıştığını hissedersiniz. soma'da son üç gündür sürekli sela veriliyor.

diyecek birşey yok.

yapacak çok şey var.

insanın uyuduğu uyku, aldığı nefes haram oluyor haberleri okudukça. beraber helal uyku uyumak, helal nefes almak çok mu zor bu ülkede allahım?

yapılacak çok şeyin olmasına rağmen değiştirilemeyen düzen için bir çare diliyorum.

ve uyku.

ve nefes.

ülkemizin başı sağ olsun.

[Grey's Anatomy S10E24.]

uzun süredir beklediğim bir dizi bölümüyle bugün kavuştum a dostlar. biliyorum, aslında bu yazıyı artık başlamam gereken finallere hazırlık süresini biraz daha ertelemek için yazıyorum ama doğruya doğru, bu bölümü gerçekten uzun süredir bekliyordum. evet, grey's anatomy'nin onuncu sezon finalinden bahsediyorum. christina yang'in gidişinden.

doğrusu ben bu diziye başlamıştım. ciddi ciddi de her hafta izliyordum. teheeeey mcdreamy geyiklerinin dönüp daha herkesin asistan olduğu yılları hatırlarım desem yalan olmaz. zaten dizinin onuncu yılını oynadığını düşündüğümüzde dizinin taa ben lisedeyken başladığını ve HALA devam ettiğini fark ediyoruz. demek ki bu dizide bir hikmet var. hiç kan kaybetmiyor. neyse efenim, ne diyordum? ben bu diziye başladım ve her bölümünü heyecanla izledim. her bölümün son sahnesinde içten içe hüzünlendim daldım daldım gittim. diziyi bıraktığım nokta sezon ikinin finalinde denny'nin öldüğü dakikadır. doğrusu o sahneden sonra yeniden izledim ama artık her hafta takibi bıraktım. daha sonrasında düşündüğümde neden bu şekilde bir yol izlediğimi çok iyi anlıyor ve açıkçası çok gurur duyuyorum kendimle. her sezon finalinde bir bölüm içinde büyük bir olay yapıp her seferinde seyircinin yüreğine indiren bir diziyi bıraktım işte, nedeni niyesi yok vallahi. o noktadan sonra sadece sezonun ilk bölümünü ve son bölümünü izlemeye başladım. bir de tabii sevdiğim karakterlerin başına birşeyler geldiğini duyunca izledim ki neler olduğunu bileyim. düşünün yani, gemi kazası oldu, uçak kazası oldu, otobüs kazası oldu, karakterlerden biri kanserle mücadele etti, silahlı baskın oldu, patlama oldu, öyle ki nikahta masada bırakmak bunlar karşısında çocuk oyuncağı kaldı. buna yürek mi dayanır dostlar! ama tüm bunları düşünürken hiç bir zaman diziye adını veren grey'in diziden ayrılacağını düşünmemiştim. malumunuz, kendisi naming karakter ve eminim onu dizide tutmak için herşeyi yapıyorlardır. nasıl ki grey'in gitmeyeceğinden eminsem, christina yang'in de diziden çıkmayacağından emindim. mark, george, burke, little grey gitti ama christina yang'in gitmesi imkansızdı. çünkü biliyordum ki bundan geri dönüşü yazmak çok zor olmalı senaristler için. ama ne oldu? sandra oh diziden ayrılmak istediğini söyledi yazarlara. o andan itibaren tabii ki diziye geri döndüm. 

işte dün yayınlanan ve bugün internetlere düşen bölüm yang'in son bölümüydü. bu genius kadın, isviçre'deki dev bir kardiyoloji bölümünün başına geçmek üzere seattle grace'den -yani şimdiki adıyla sloan grey hospital bıdı bıdı- ayrılıyordu. üstelik onu davet eden de işini ona bırakıp italya alemlerine yelken açacak burke idi. bölüm yine bir kaza haberiyle başladı elbette. öncelikle terörist saldırısı spekülasyonu yapıldı. doğrusu tepki vermedim orada. çünkü grey's anatomy'de cidden herşey mümkündü. ilk on dakika için christina'nın patlamanın olduğu alışveriş merkezinde öldüğünü düşündükçe kafayı yedim. tanrım böyle bir gidişi benim yüreğim kaldırmıyorsa grey ne yapardı? neyse efendim 10 yıllık karakterine bir normal sonu hak gören shonda çok şükür yang'i bir patlamada öldürmedi. 

yang yapması gereken tüm işleri halleti. daha doğrusu bir closure istedi, bunu sağlamak için ordan oraya koşturdu. en sonunda grey'den gidebilmek için yardım istedi. grey onu taksiye bindirse de, son bir dans etmeden gitmedi grey'le. huzurlu mutlu zürih semalarına vardı. hastaneyi terk etmeden ise aman dikkat et, sen çok yeteneklisin, hayatını boşa harcama bacım dedi. tabii bunun üzerine grey'le shephard birbirlerine girdiler. malumunuz uzuuuun bir hikaye sonucu derek dc'ye taşınma arefesinde. bu kısım beni hiç ilgilendirmiyor ama sen yang'le zaten her gün konuşursun geyikleri beni benden aldı doğrusu. ya kadın diziden çıktım diyor siz nasıl ona diyalog yazacaksınız çok merak ediyorum? üstelik grey'in bir tanecik çok yakın arkadaşı vardı, o şimdi yapayalnız ne yapacak o kadar içim dert olmuş vaziyette ki tahmin bile edemezsiniz.

bir de son dakika golü yedik. sanki yang'ciğimin gitmesi beni yeterince üzmüyormuş gibi. tabii gidişini hüzünlü de yapmadılar dans ettiklerinden mütevellit hırsımı alamadım, üzülemedim yahu, içimde patladı o kadar beklediğim bölüm. neyse son dakika golünden bahsedeyim. yang yerine yeni bir doktor geldi kalpçi. kendisi bundan sonra yeni yang benim için. yok, yang'in yerini tutacağından değil, adı yeni yang. adının ne olduğu önemsiz olduğu için açıkçası. tıpkı muhteşem yüzyıl'da daye hatun'cuğum öldükten sonra yeni gelen afife hatun'a bir süre yeni daye demem gibi. işte efendim bu kadın, weber'in grey'in anasından olma kızı çıktı! ciyzız krayst süpırstar. vat is dis diyorum ya vat is dis? ya bu senaristlerin işi gücü yok heralde sürekli yeni bir little grey getiriyorlar ya sabır! valla bu durumu weber kesin 43865857 bölüm filan saklar, sonra ortaya çıkar da dur bakalım hayırlısı. bu arada yeni yang hastanede bir tane daha grey olduğunun farkında değil zaar. çünkü galiba grey shephard soyadını mı kullanıyor? o kısmı çözemedim ama galiba öyle değil. neyse emin olamadım, ama hastanede bir grey daha varsa ve kadın bunu fark etmediyse çüş diyeceğim. yerini aldığın kişinin en yakın arkadaşı kardeşin lan, çüş de la çüş. neyse efenim, bakalım grey bu durumlara neler diyecek, ortalık öteki sezon nasıl karışacak. doğrusu miranda kendini yk üyesi olmaya hazırlıyor ama o board'da alex'i görmeyi gerçekten çok isterim ben. belini de doğrulttu ekonomik olarak, sakın onu iğneleyip sizin boklu ortamınıza dönmesine sebep olmayın çocuklar. tamam hastaneniz güzel de, çocuk iflaslardaydı, give him a break.

yang'ciğim gittiğine göre yine eski alışkanlığıma dönüp yine ilk ve son bölümleri ve aradaki must see bölümleri izlemeye devam edeceğim. ama şunu söylemek lazım, christina yang, şu dizinin en harika yazılmış karakterlerinden biriydin, gerçekten çok çok insandın vallahi. yolun açık olsun. ve tabii ki sandra oh, inşallah bu kararından pişman olmazsın ve bilimum emmy altın küre ve dahi oscar'lara koşarsın. seni çok seviyoruz.

[Twice Born - Sen Dünyaya Gelmeden - Venuto al Mondo]

hazır filmler hakkında yazmaya başlamışken, daha dün izlediğim bir filmi daha tavsiye etmeyi bir borç bilirim dostlar. filmin asıl adı venuto al mondo, ingilizce adı ise twice born. türkiye'de vizyona aralık 2012'de sen dünyaya gelmeden adı ile girmiş. 

film saraybosna'da eşini kaybeden bir kadının yıllar sonra oğluyla saraybosna'ya dönmesini konu alıyor. başrolde penelope cruz var. kendisini eskiden pek sevmezdim ama volver ile birlikte kalbimde kalıcı bir yer kazandı, sevdiğim oyuncular arasına hızlı bir giriş yapmıştı evet. işte bu filmi izlerken kendimi şöyle düşünürken buldum: galiba penelope cruz hüzünlü olmak için yaratılmış. hayır mazallah tabii ki üzüntülü şeyler yaşasın istemem, tam tersi javier bardem'ciğimle binbir mutluluk ve başarı kendisini bulsun inşallah. ama kamera önünde o hüzünlü duruşu ve gözyaşı dökmesi insanı o kadar derinden etkiliyor ki, bence kendisini hep hüzünlü filmlerde oynatmalılar.

gelelim filmdeki penelope'ye. doğrusu film günümüzde başladığında son derece sıradan bir penelope ile karşılaşıyoruz. tabii flashback'lerde alışkın olduğumuz güzel kadın ekranda beliriyor. çok fazla anlatıp filmin sürprizlerini kaçırmak istemiyorum. ancak kısaca yorumlarımı yazmadan da edemeyeceğim.

film günümüz ve geçimş arasında giden çekimler arasında ilerliyor. geçişler o kadar yumuşak ki, yılların geçtiğine inanamıyorsunuz. üstelik bu kadar yumuşak geçişler olduğu için, karakterler açısından yılların ne kadar çabuk geçtiğini de hissediyorsunuz derin bir şekilde. saraybosna'da yaşananlar ile ilgili olarak ise ne diyebilirim ki? korkunç sahneler, duru net bir anlatım ile kanınızı donduran gerçekllik sizi selamlıyor. bu tip sahneler çok fazla olmayıp, genelde set ortamı olarak yansıtılsa da, canınıza yetiyor, rüyalarınıza girmeye adaylar. 

film hem çok güzel bir aşk hikayesi, hem de çok güzel bir dostluk hikayesi. ayrıca tanıdık bir yüz olan saadet aksoy'u da filmde görüyoruz. açıkçası benim hiç dikkatimi çekmedi ama film vizyona girdiğinde kendisinin yatak sahneleri pek konuşulmuşmuş. merak etmiyor değilim doğrusu neyi konuştular. üstelik spoiler vermeden yazmam gerekirse, insan ne konuştuğuna biraz dikkat eder diyorum. 

bir de son olarak şunu belirtmek lazım ki, bir yanda savaş olurken bambaşka bir yerde bambaşka şeylerin yaşandığı gerçeklerini çok iyi yansıtmışlar. bu iki zıt kutup, bir karakter tarafından öyle güzel canlandırılıyor ki, bu fikri tebrik etmek lazım. bravo.

neyse efendim, uzun lafın kısası film çok etkileyici. muhteşem bir twist içeriyor ve şaşkınlıklara sürüklüyor sizi. bu öyle bir dönüm noktası ki, açıkçası işin aslını öğrendikten sonra filmi baştan sona yeniden izlemek istedim. çünkü eminim ki o zaman başka türlü izleyeceğim. ikinci sefere kadar, tadı damağınızda kalacak bir film için, izleyin izlettirin.

[La vie d'Adèle - Blue is the Warmest Color.]

Resimde gercekciligin ne demek oldugunu cesitli ressamlarda gorduk a dostlar. Ama sinemada gercekciligi ben hic bu kadar duru bir sekilde gormemistim. Evet, uzun suredir surekli adini duydugum, cannes'da yonetmenin yani sira oyuncularinin da odul alarak ilkleri gerceklestirdigi la vie d'adele'den bahsediyorum. Ingilizce ismi blue is the warmest color bu filmin.

Film iki kisinin iliski surecini anlatiyor ozunde. Siz hic fark etmiyorsunuz ama zaman akip geciveriyor ekranda. Bir an lisede olan adele, bir baska zamanda on sekizinci yasini kutluyor, derken anaokulu ogretmeni oluyor ve yillar gectikce ilkokul ogrencilerine ders vererek hayatini gecindiriyor.

Filmi izledikten sonra cekim asamasi ile ilgili bir kac sey okudum, bir de sizlerle paylasmak isterim a dostlar. Oyuncular senaryoyu okuduktan sonra yonetmen senaryoyu ezberlememeleri gerektigini ve akillarinda kalan, anlatilan duyguya uyan diyaloglari o anda kendilerinin kurmalari gerektigini soylemis. Dolayisiyla filmdeki sohbetler hemen hemen her zaman hep oyuncularin kendi katkilariymis. Bir baska enteresan durum filmde, film disi goruntulerin kullanilmis olmasi. Ornegin set arasinda yemek yerken ya da uyurken yonetmen oyunculari kaydetmeye devam etmis. Zaten filmin adi la vie de clementine iken la vie d'adele'e donmus. Cunku film disi kayitlar oldugu icin basrol oyunculardan birinin adi adele oldugundan kayitlarda hep onun adi geciyormus. Inanabiliyor musunuz? Bayildim bu dogalliga bayildim, yonetmenin diger filmlerini de izlemek icin sabirsizlaniyorum.

Bir baska dikkatimi ceken ve bircok yerde okudugum konu ise makyaj ve sac olayi. Filmin bir makyozu ve kuaforu yok. Zaten cogu sahne makyajsiz cekilmis. Sac meselesinde ise oyuncular istedikleri gibi kullanmislar saclarini. Bu da tabii oyuncunun kendi saciyla oynayip, dogal hareketlerini kayda alabilecek kadar dogal bir akisa imkan vermis.

Bir de ozellikle son sahnelerde -korkmayin spoiler verip bozmayacagim buyuyu. Cunku gercekten cok cok guzel, duru, gercek bir film- yakin plan cekimlerde devamlilik meselesi harika yakalanmis. Akan burun, damlayan gozyasi... Bir yandan bir mendil verip aglayan karaktere yardimci olmak istiyorsunuz, bir yandan da yasanan kalp kirikligi karsisinda solugunuzun kesildigini ve siz oylr bir kalp kirikligi yasasaydiniz ben de burnumu silecek gucu bulamazdim diye hak veriyorsunuz.

Filmin cok konusulan bir baska meselesi de su sekilde dostlar. Filmde gercekten cok fazla seks sahnesi var. Oooo spartacus sezon iki gibi surekli bir dayatma yok ama yerinde ve zamaninda cidden cesur sahneleri iceriyor. Bu durum cesitli tepkiler cekmis ama film bittiginde oturup da bu sahneleri takan bir izleyici olacagini sanmiyorum.

All in all, izlemenizi gercekten oneririm. Film bittiginde zamanin siz hic farkinda olmadan nasil aktigina sasiracak, sanki iki tanidiginizin hikayesine tanik olmus gibi gercek bir anlatimla uc saatinizi gecirmis olacaksiniz. 


dipdipnot: neden bilemiyorum ama başrollerden Adele Exarchopoulos'u acayip bir şekilde summer glau'ye benzetmekteyim. galiba bir sredir sürekli joss whedon dizileri izleyip, summer'ın bu dizilere sürekli konuk olması ile alakası olabilir. ama nedense özellikle firefly'daki o dalgın hallerine çok benziyor adele'in bankta dalgın dalgın oturan hali filan.

[Dallas Buyers Club.]

Soruyorum sizlere dallas buyers club'la en iyi erkek ve en iyi yardimci erkek'i bu iki adam almayacakti da kim alacakti?

Matthew mccaughney ve jared leto'nun performansi gercekten gorulmeye deger a dostlar! Filmi cok carpici bir survival hikayesi olmakla birlikte gercekten oyunculuklar icin de ayrica izlenmesi lazim.

Once matthew hakkinda yazarak baslayayim. Sunu belirtmeliyim ki ben bu giney aksanli tough guy rollerinden biktim. Belki de true detective'i de izledigim icin boyle hissettim ama sanki oradaki rolun bir adim ileri goturulmus haliydi bu guneyli haller. Ama sanmayin ki matt'in hakkini yiyorum. Hiv pozitif oldugunu ogrenen ve kendisine otuz gun omur bicilen bir adamin tepkilerini gorecegimi hic dusunmemistim, ama gercekten bu filmle tanik oldum. Oyle gercekciydi ki... Ustelik matt'in gunden gune eriyip gitmesi de isin ayri bir boyutu. Ben kendisini tee wedding planner'dan beri takip eden biri olarak boylesine guzel bir erkegin bu hale gelebilecegini hic hayal edemezdim. Sadece oyunculugu icin degil ama cesareti icin de kutluyorum kendisini.

Jared leto ile ilgili de iki kelam etmek isterim. Jared leto ne guzel bir kadin olmus oyle?! Daha ne diyeyim a dostlar. Sesi, silueti, yuruyusu ve tum mimikleriyle gercekten bir kadin olmus jared. Hayretler verici bir performans, bravo! Role oyle bir burunmek ki bu, takim elbisesini giyip babasini gormeye giden raymond'i karsimda gordugumde rahatsiz oldum, hayir, don't impersonate her dedim kendi kendime. Gercekten tebrikler! Ustelik sonlara dogru when i see god, i will be beautiful dedigi an ben benden gittim. O kadar huzunlu, o kadar haunting bir sahneydi ki, helal olsun jared aana tum o oduller. Requiem for a dream'den beri suregelen tanisikligimizi oscar ile taclandirdigin icin gurur duyuyorum. Ustelik oscar konusman ile ayrica gurur duyuyorum. Tek basina seni buyuten annene de selamlar sevgiler.

Overall, izleyin izlettirin efendim. Hem oyunculuklar icin, hem de hayatta kalmaya calismanin gozler onune serilen tum zorluklarina tanik olmak icin. Gazete haberlerinin bir adami ne hale dusurebileceginden toplumsal dislanmaya, kanuni duzenlemenin can aldigi bir mekanizmadan hayatta kalmak icin insanoglunun neler yapabilecegine hersey bu filmde.

[Blue Jasmine.]

Efendim gec kalan 2015 yili oscar filmleri yorumlarimi patlatiyorum an itibariyle. Ilk once blue jasmine'den bahsedecegjm. Bildiginiz uzere bu filmle birlikte cate blanchett'cigim en iyi kadin oscarini odulleri eklemisti.
Filmle ilgili ilk yorumum, flashback'lerin cok guzel kullanildigi yonunde. Gercekten de gunumuzde gecen bir cumlenin gecmisini o anda gormek gercekten cok tatli olmus. Ustelik bazen gecmisten gunumuzue dondugumuzde jasmine'in o anda nasil takilip kaldigini da gormek ayrica basarili bir fikir.

Acikcasi ben jasmine'in biraz daha harap olacagini dusunmus, onu raha miserable halde bulacagimi sanmistim. Ama tahminimin tam aksine karsimda chanel ceketiyle arzi endam eyleyen tanrica cate'i buldum, saskinim. Ama hakkini yemiyorum, filmin sonuna dogru cate'in dagildigina gercekten tanik olduk. O nerede oldugunu bilmeyen, histerik hali kalbimi kirdi. Ustelik oglu ile ilgili olan karsilasmada gecmiste neler olduguna tanik oldugumuz sahnede cate'in gecirdigi o kriz hali de o kadar gercekciydi ki, kalkip pencereleri actim, onun yerine nefes almaya calistim desem abartmis olmam diye dusunuyorum.

Overall, film akici olmakla birlikte acikcasi cate blanchett disinda herhangi bir katkisi olmadi bana. Bilemiyorum birileri woody allen'in oscar alacagina inandi mi ama, ben filmi oscar'dan once gormus olsaydim boyle birseyin mumkun olamayacagini yazardim buraya a dostlar.
 

Ustelik bu konuyla ilgili bir baska konuya daha parmak basmak lazim. Oscarlardan once woody allen'in uvey kizi tacize ugradigina iliskin bir mektup yayinladi. O unlu yonetmene tesekkur ettiginizde icimde bir seyler oluyor yazan kizin yillar sonra gelen bu acik mektubundan sonra, akademi agziyla kus tutsa woody allen'a odulu vermezdi. Ayrica bir de sunu soylemek lazim. Cate tesekkur konusmasinda -cok tatli bir konusmaydi zannimca- sadece bir cumle ile ona tesekkur etti. Bu gergin mi desek yoksa kritik mi, iste bu bu an gozlerden kacmadi. Ne kadar dogru bilemiyorum ama saniyorum ben bu iddialara inandim. Cunku cate blanchett'i tanimasam da onun konusmasinda son derece icten bir tepki gordum. Artik gunahi boynuma a dostlar.

13 Mayıs 2014

[Mayıs Sıkıntısı.]

dün, mayıs ayının on biri. öğlen beş gibi dolu yağdı burada. öyle çok yağdı ki, bir kaç saniye içerisinde tüm terasım bembeyaz oldu. her bir tanesi o kadar kocamandı ki, sanki yerden toplasam, bir bardakta buz olmak yaraşacaktı o tanelere.

dün, mayıs ayının on biri. öğlen beş gibi dolu yağdı burada. ve ben, akşam yemeğinden sonra mevsimin ilk şeftalilerini yedim. 

baldan tatlı şeftaliler, her zamanki gibi buruk bir tat bıraktılar yüreğimde.

dün, mayıs ayının on biri.

12 Mayıs 2014

[Once Upon a Time: S3E21-22 a.k.a. Season Finale]

hayır ya hayır kesinlikle ka bul etmiyorum bu olanları! o kadar sinirliyim, o kadar doluyum ki aklımdan geçen kelimelere ellerimin hızı yetmiyor! bu kadar aleni, bu kadar bile biLe lades, bu kadar pisi pisine olabilemez yani şu durum! ya allah kahretsin çok mutsuzum şu an ya çook!

neden mi bahsediyorum a dostlar? tabii ki once upon a time'ın sezon finalinden bahsediyorum. tabii ki beni mutsuz eden olan son 3 dakikada gerçekleşti. zaten bir süredir beni mutsuz eden dizilerim hep son dakikalarında patlatıyorlar olayları. ama yine de o ana gelmeden, belki biraz da hızımı alırım umuduyla, tüm bölüm hakkında yorumlarımı yapmayı bir borç bilirim.

tabii ki tüm eleştiri ve nefret oklarımı en önce emma'ya yönelteceğim. ya kadın, sen 2 sezondur, artık diyelim ki 2 yıldır bu maceranın içindesin. ya sen gerçek hayatta yaşayıp masal dünyasına dahil oluyorsun. ya hala anlamıyor musun ki, sihrin mihrin yokken geçmişe gitmek bi boka yaramaz? ya sen ne kafalar yaşıyorsun be kadın? geçmişi değiştirmenin sonuçları oılabileceğini hiç mrü hayatında duymadın mı gerçekten? soruyorum sana emma allah seni kahretsin, soruyorum hiç mi duymadın. ama yooooook, emma paşa hazretleri her boka bodoslama daldığı gibi yine bu işe de bodoslama adaldı ve haydi bakalım, büyük ışıklar saçan portala girivereyim dedi. babası telefonu zıngıl zıngıl arıyormuş, peeeeh hiç umrunda değil, nasılsa ms. her boku ben bilirim kendisi. nasılsa yanı başında süründürdüğü hook onu takip eder değil mi emma? kadir kıymet bilmeyen karı sen beni bir gün öldüreceksin bak buraya yazıyorum!

efendim neler oldu? tabii ki emma önden hook arkasından portal'a girdiler. vallahi buraları uzun uzun yazamayacağım. ama overall, emma anne ve babasının ilk tanışma anlarını mahvetti. sonrasında da tabii ki varolabilmek için bu boku düzeltmeye karar verdi rumpel'dan yardım istedi. emma'nın regina'yı evil queen olarak gördüğü anda içimin yağları erimedi desem yalan olur. öyle langır lungur konuşuyor regina'ya karşı, biraz ayağını denk alır belki diye düşündüm. oh çok iyi olur. ama aldı mı? nerde emma'da o akıl a dostlar nerdeee? neyse efendim rumpel'ın yardımıyla filan fıstık derken, tabii ki puppy love charming ve snow aşklarının başlangıcını yaşadılar. emma duygulandı filan bi olaylar oldu. velhasılı kelam günümüze dönmeyi başardılar. tam günümüze dönecekleri anda hook bak emma sihrini geri adın derken valla bir an için ayağında kırmızı rugan ayakkabıları göreceğiz sandım bu kadar çok there's no place like home geyiğinden sonra ama olmadı. bence o sahneye yakışanı true love's kiss ile emma'nın üzerine yapılan büyüyü geri çevirmesiydi ama yapmadılar. neyse dedim, önemli değil. bu mıymış karı günümüze daha fazla sıçıp batırmadan dönsün, başka birşey istemem. günümüze döndüğümüzde ise rumpel belle ile evlendi, yeni doğan charming oğlanının adını neal olarak açıkladılar filan böyle bir sevgi pıtırcıklığı modu yürüdü gitti. neal göndermelerini ekstra bayık bulduğumu söylemeden edemeyeceğim. vallahi o hikaye örgüsü hiç umrumda değildi benim. zaten bir noktada neal'ın ölüp, emma'nın hook'a yön alacağını tahmin ediyordum. neyse efendim, tüm bu dediğim sevgi pıtırcıkları yaşandı filan.

tüm bu esnada ben ne yapıyordum peki? tabii ki emma ve hook'un büyük fuck up'ının ne derece büyük olacağını düşünüp kafayı yemekle meşguldüm! ya geçmişte ölmesi gerek bir kadını kurtarıp, geçmişte sıkıntı yaratmasın diye geleceğe getirmek ne demek ya allahın cezaları? hadi emma bi sikim anlamamış şu geçen iki yılda ve bilimum büyü macerasında, ama sen de mi gerizekalısın hook allah aşkına! senin de mi beynin iki gram basmıyor ya bu nedir? orada öldürecektiniz o kızı yani bu kadar zor mu? ay emma sana zamanı değiştirme diyoruz sen geleceğe birini getiriyorsun, sen anandan da gerizekalısın yemin ederim! hayır bir de kız ailesinden anasından babasından filan bahsediyor. yani senaristlere de aşkolsun, hep aile aile geyiği yaptını, kadın çocuğundan ve kocasından hiç bahsetmedi bu nedir allah aşkına ya deliricem! ben sanıyordum ki bu kız bir büyücü çıkar da bizimkilerin başına yeni işler açar. sonuçta öteki sezon içinde kötü bir karakter lazım öyle değil mi? regina mutluluğu buldu, wicked öldü, bir kötü lazım öyle değil mi? bu arada rumpel da belle'den wicked'ı öldürdüğünü saklamayı başardı ama bence bu bok yine başına sarılacak onun ama haydi hayırlısı, artık öteki sezon göreceğiz. yani artık dizinin son 3 dakikasına girdiğimizde her bokun içine sıçacağınızı nasıl tahmin edebilirdim? dediğim gib bir bokluk bekliyordum bu kadar mutluluk üzerine ama, yani tanıklık ettiğimiz olay beni bayılttı. cidden. kanepeye iki seksen serildim olanları görünce. 

aaa peki emma gerizekalısı ne yapıyordu o ana kadar? binbir dorothy referansı, disney referansı ve dahi  geleceğe dönüş referansından sonra hook'la sohbet muhabbetlere oturan emma, hook'un onun için en kıymetli jolly roger'ını verdiğini öğrendikten sonra hele şükür ve hatta şükürler şükür hook'u öptü. direne direne kazandın be hook, direne direne yemin ederim! ne kıymetliymiş dudağın emma, adamı 40 bölüm süründürdün be allah seni kahretsin! adam daha ne yapsın diye sormuyorum soramıyorum çünkü senin için yapmadığı bok kalmadı. ve en nihayetinde emma anasının babasının yanında, bi elinde oğlu, dudağında sevgilisi hook, storybroke'ta yerleşmeye karar verdi. ama yok emma, bence sen nyc'e git orada takıl. tek başına otur. henry ev bakıyor, sen hala new york'tan filan bahsediyordun hani bölümün başına? ay hiç olmaz olaydı da tüm bunlar sen gidip orada oturaydın tek başına allahın cezası!

son sahnede ne oldu? daha doğrusu son iki sahne hakkında konuşmak lazım. ilki beni zıvanadan çıkaran durum tabii ki. emma, geleceğe beraberinde getirdiğpi kızı tabii ki granny's e getirmekte bir sorun görmedi. ne yani, masal diyarından gelen bir kız illa da bu insanları tanıyacak değil ya? sanki dizimiz ufak tesadüfler, pıtırcık aşk anları ve binbir rastlantıdan oluşmuyormuş gibi, o kızı oraya getirdi. kız regina'yı gördü korktu. emma da hemen kendisi st. emma olduğu için hemen ipleri eline aldı ve regina ile kızı tanıştırıp, kızın yüreğine su serpmeye karar verdi. hay senin yüreğine ineydi de gelmeyeydin be kadın! of. regina'nın karşısında çıkan kızı gören hook demesin mi marian diye! ya robin'in ölmüş olması gereken karısını çekip getirmişsin emma ya! ya ben sana ne diyim ya? ya ben sana ne yazayım da hıncımı alayım senden ya? 3 sezondur mutsuz olan regina, kötülükten iyi olmaya karar vermiş regina, oğlu için mücadele eden regina, oğlu için oğlunu kaybeden regina, herkesin götünü kurtarmak için tek sevdiği şeyi yıllar önce yaptığı curse'ün bedeli olarak feda eden regina, yapayalnız regina, sana büyüyü öğreten regina, ya senin oğlun henry'i pan'ın elinden kurtarmak için kıçını yırtan, tüm milleti kendine getiren, sürekli wicked tarafından duvardan duvara vurulan regina, senin fikirsiz ananın gerçek aşkının ölümüne sebep olunan regina, kalbi yeniden kırılır diye meant to be aşkının yanına gitmeye cesareti bile olmayan regina. ya bu kadın toplam 4 bölüm mutluluk yüzü gördü. daha 2 bölüm önce oğlu kendisini yeniden tanıdı.kadın daha kalbini yeni kazandı ya. ama sen ne yaptın emma? tek bir kahramanlık hareketi havan cıvan yüzünden bu kadının mutluluğunu elinden toplam 3 saniyede aldın ya? delireceğim ya! robin'e aşk olsun, karısını gördü hemen regina'ya sırtını çevirir gibi oldu ama devamını sanıyorum dördüncü sezonda göreceğiz. umarım kaldığı andan devam eder de, 3-5 ay sonrasında regina'nın yine yapayalnız hallerine tanıklık etmeyiz bu arada. ya emma sen ne yaptın ya?! hala i didn't know diyorsun elime boğuvericem seni huzura ericem. ben bu kadar delirdiysem bu kadın ne yapsın allahın cezası? 

yemin ederim eğer büyü gücüm olsaydı ellerimin ucundan çıkan alevlerde seni geberticektim şu an ya. yani bu kadar çaba, bu kadar fedakarlık üzerine mutlu olmayı hak eden karakteri yine mutsuz ettiniz ya, nerede bu masalın happily lived ever after ending'i ya, of! ya utanmadan bir de i didn't know dedin ya, bak düşündükçe kan beynime sıçrıyor. annenle aynısın işte. aynısın. ve bu kadın bu noktadan sonra delirim hepinizin ağzına sıçsa evde mısır patlatır, bira içerek izlerim artık hiç de umrumda olmazsınız. bu kadar olmaz ya, bu kadar olmaz. benim bu durumu sindirmem değil öbür sezonun başlangıcına, galiba dizinin final yapacağı (ve hiç yapmasını istemediğim, inşallah gelecekte 2817564 yıl sonra filan olur o final) ana kadar gerçekleşmez.

tabii efendim ben bu sahnede krizler geçirdikten sonra son sahne acayip hafif kaldı benim gözümde. regina umarım başka bir boklar daha getirmemişssindir dedikten sonra tabii ki esas suç mahaline dönd kameramız. ne bekliyorduk ki zaten başka? portal kapandığına göre ve herkes storybroke'ta olduğuna göre elbet birinin buraya gelip yeni kötü olması gerekiyor öyle değil mi? işte o kişiyi de karlar kraliçesi yaptılar diye düşündüm ben buz temasını görünce. ama esas şok edici olay once upon a time'ın kanalı abc'nin disney kanalı olması sebebiyle (aslında sonuç bu da başka bir açıklaması olabilir tabii, artık ortağı mı sahibi mi yönetici mi şubesi mi bilemeyeceğim. ama zaten böyle bir bağı dizinin ilk sahnesinde gösterilen mickey mouse oyuncağından anladık. üstelik disney'in star wars'un sahibi lucasfilm'i alması ile tüm internet alemi sallandığından, princess leia referansı yapılması şahsımı pek şaşırtmadı) disney'in son dönemdeki en popüler yapımını once upon a time'a dahil etmesi oldu. valla ben çocukken karlar kraliçesini okuyup çok etkilendiydim ama açıkçası frozen'ı izlemedim. ikisi aynı karakter mi bilemeyeceğim ama sürekli internet alemlerinde karşıma çıkan let it go ve elsa geyikleri karşısında inanın hiç bir fikrim yok. galiba once upon a time'a dahil edildiğinden mütevellit benim bu filmi izleyip konseptine hakim olmam gerekecek. gerçi daha önce frozen'a dair hiç bir şey bilmiyor olmam aslında çok güzel. çünkü izlediğimde sıfırdan once upon a time bağlantıları kurup kafamda istediğim yere oturtabilirim kendisini, bu ayrı bir mesele. bakalım, en sonunda beni frozen'a mahkum eden en sevdiğim dizi için bu filmi izleyeceğim. aslında çok karşı çıktığım bir konsept değildi ama hep izlemek için fırsat olmamıştı, hem de ben animasyon değil de gerçekten çizgi film seviyorum galiba. nemo'yu, shark tale'i, rio filan izledim ama açıkçası buz devri insanı olmadım hiç. dediğim gibi, kabul edip izleyeceğim artık, ne yapalım. sevdiğim dizi öyle istiyorsa so be it.

efendim krizlerimin sonuna gelirken hala emma'ya çok kızgınım. çok ama çok! yani regina benim bu dizide en sevdiğim karakter ve kendisinin mutsuz olması beni gerçekten çok üzüyor. çünkü bir şeyleri telafi etme yoluna giren herkesin en sonunda biraz olsun mutluluk hak ettiğini düşünüyorum. işte bu mutluluğu elde ettiği anda o mutluluk elinden alınırsa, ne olur? daha doğrusu olanların sorumlusu kim olur?  bence artık sorumluluk çabalayan kişiden çıkıyor bu noktada. ama bakalım yazarlar nasıl bir yorum getirecek bu soruların cevabına, öteki sezon göreceğiz.

geçen sezondan daha da güzel bir sezon yaşatan sevgili once upon a time ailesine binlerce teşekkürü bir borç biliyorum. daha geçenlerde dördüncü sezonun onayını aldılar ama açıkçası şaşırmadım, çünkü herkes benim kadar müteşekkir. yeni sezon başladığında elbette görüşeceğiz a dostlar. benim umudum o zamana kadar emma'ya olan öfkemiz biraz geçmesi yönünde, pek sanmıyorum ama deniyeceğiz bakalım. meanwhile, umarım regina'nın mutluluğu için çaba gösterirsiniz yazarlar. yoksa faith in humanity'm yokolayazıyor şu an. sevgiler, saygılar.

11 Mayıs 2014

[Çalıkuşu 29.]

[arka fona da bohemian rhapsody'i aldım tekrarda, yeminle yazdıkça coşuyorum, coştukça daha çok nefret akıtıyorum içimden, oh!]

delireceğim ya delireceğim. bu böyle giderse gerçekten kafayı yiyeceğim! 92 yıllık kitabın içine sıçmanızı geçiyorum da, bari sıçma seviyesini bir ayarlayın ya yeter! 

çalıkuşu için son birkaç haftadır büyük kampanyalar devam ediyor. malumunuz 2 hafta önce açıklandı ki dört bölüm sonra dizinin finalini yapıyorlar. bunun üzerine hayranları startv'ye filan mail atmaya başladı, twitter alemlerinde çalıkuşu fanları timur savcı'yı darlıyorlar. aslınd abu kampanyaya kesinlikle katılabilirdim ama yok, gerçekten yapamayacağım! bu şekilde gideceğine bitsin bu lanet dizi de ben kurtulayım ya bu nedir allah aşkına!

çalıkuşu kitabını o kadar çok severim ki, hemen her fırsatta kendisinin küçük prens gibi bir kitap olduğunu belirtiyorum benim için. feride karakteri o kadar kıymetlidir ki gözümde, zaten sırf onu harika bir şekilde canlandıran fahriye evcen'in feride'sini ekranda görmek için katlanıyorum bu diziye. ama artık bu kadrı da pes dedirtti allah kahretsin sizi! 

murat bey'in feride'ye yavşaması dizi bağlamında kabul edilebilir. ama artık feride'nin kamran'a ben murat'la evlenicem demesi filan ayılık yani bu kadarına pes! ya neriman götümün ucusun hala debeleniyorsun ya. yok efendim, kamran'ı kurtarmak için kamran'ı kendinden uzaklaştır. oldu bebeğim çünkü biz moulşn rouge'dayız, feride satine ve mıyış kılıklı kamran eziği de christian değil mi! 

yani velhasıl öyle bir hale getirdiler ki, kamran'ın asabının bozulup da azelya'yla birlikte olması sanki feride'nin suçuymuş. feride öyle bir yalan söylemese, herşeyi kamran'a anlatsa böyle bir şey olmazmış. ya götüm! gerçekten götümün de götü çok afedersin! böyle bir dünya yok. o kız kitapta kamran'ın ihanetini öğrendikten sonra anadolu yollarına düşüyor bre senaristler, siz nasıl bir böyle bir twist yapıyorsunuz? tüm hikaye kurgusunu tam tersine çevirin, iyice friends'e döndürün olayı. ay bayılıcam gerçekten sinirim tepeme çıktı delirmek üzereyim. 

şimdi son bölümün fragmanını da izledim ki tansiyonum 2086584 oldu yemin ederim! azelya yaklaşık 973905 bölümdür anladığımız üzere, gelip düğünü mahvedecek. bu zaten bizim kitaptan da bildiğimiz bir olay. ama bu sefer konsept çok farklı. kitapta kamran yurtdışında alemlerden alemlere akarken feride'yi aldatıyor, feride bunu düğün arifesinde öğrenip basıp gidiyor. ama dizide ne yaptılar? kamran bir önceki gece (ya da bir hafta önce, fark eder mi?) bir başka kadının yatağındayken, şimdi pişkin pişkin feride'yle evlenmelerde. muhtemelen can şenliğim, bok reçelim, patatesim böreğim filan diyor. aynı şey mi? 

şu dünyada en sevdiğim kitap karakterine, kitapta çektiği acılardan daha fazlasını da çektiriyorsunuz ya, gerçekten hakkımı helal etmiyorum! ha derseniz ki senin ne hakkın var RDIM, sana ne oluyor diye, tabii ki hakkım var. harcadığım zaman, sevdiğim karakter üzülürken hissettiğim hüzün ve dahi dizi kitaptan bambaşka yönlerde sıçmalardayken yaşadığım tansiyon zıplamaları karşısında bence biraz olsun hakkım var bu dizi üzerinde. 

finale doğru gelirken aklımı gerçekten kaybetmek üzereyim bu dizi yüzünden. reca ederim bitirin artık, bu çileyi çekmeyelim. fahriye evcen de çalıkuşu'nun tiyatro uyarlamasında filan oynasın, ya da film filan çeksin ben onu izliyim. yoksa yüreğim dayanmayacak.

bu arada dizinin devam etmesini dilemem için tek bir senaryo mümkün. gerçekten feride düğünü terk edecek ve anadolu macerasına atılacak. kamran da bir zahmet kıçını kırıp istanbul'da verem olmakla zayıflamakla filan uğraşacak. yoksa anadolu'da feride'nin peşinden gelip köy kahvelerinin önünde onu rezil etmesini filan görürsem gerçekten katil olurum. 

ama bu noktada bir de şöyle bir durum var bahsedilmesi gereken. şimdi bu noktada final nerede kapanacak? ilk soru bu tabii ki. yani en sonunda epilogue mu yapacaklar, feride şuraları buraları gezdi, en sonunda kavuştular diye, nedir yani? bir de gerçekten  böyle bir şey yapmak mümkün mü? sonuçta kitabın çeyreği filan kamran'la nişanlılık dönemleri olmakla birlikte, geri kalan tamamı anadolu maceraları. o kısmı epilogue'a sığdırmak imkansız geliyor bana. yoksa kanald birileriyle pazarlık durumunda mı? ama hiç sanmıyorum. oyuncular twitter'da son sahnemizi de çektik ühühühü filan diyor. öyle bir şey olaydı, duyardık sanki? 

bir diğer mesele de şu: bu kız anadolu'daki binbir yobazlıkla mücadele edecek aylar yıllarca. güzelliğinin başa bela olduğu, kadın olduğu için esamesinin okunmadığı, milli eğitim müdürlüğünde ayı ayı insanlara dil dökmeye dert anlatmaya çalıştığı, tek başına evlat edinen, savaşı yaşayan bir kadın çıkacak karşımıza. bizim halkımız bu diziyi izleyecek mi gerçekten, soruyorum size. bence böyle bir konu üzülerek söylüyorum ki tutmaz. çünkü çok üzgünüm bunu söylediğimiz için ama bizim de ortalama televizyon izleyicisi insanımızın içinde bir tutam yobazlık, bir tutam 'aman oturaydı oturduğu yerde'cilik, bir tutam da 'susup işine baksın o da canım sen de'cilik olduğu için, dizi gerçekten devam edecek gücü bulabilir mi ki? üstelik bu maceralar son derece pahalı olan setlerde geçecek muhtemelen. sonuçta savaş olacak, ayrı şehirler olacak filan. üstelik sadece feride üzerinde odaklanacak, konaktakileri görmeyeceğiz. türkiye cidden one man show'a hazır mı? bence değil. 

işte dostlar, tıpkı Angels in Manhattan bölümünden sonra steven moffat'a kustuğum nefret gibi bir entry ile daha beraberiz. overall, çok kızgınım bu diziyi bu hale getirdikleri için. oysa ilk bölüm ne kadar tatlı başlamış, minik oyuncularla dahi bizi fethetmişti, yazık! geldiğimiz nokta feride'nin aslında çekmemesi gereken acıları çekmesi ve müjgan'la hilmi cem'in evlenmesi. ay direniyorum direniyorum ama nereye kadar, sus sus çatladım artık vre yeter!

tabii ki finalden sonra -bu sefer finali tamamıyla izler, skim scan yapmam diye düşünüyorum- yeniden görüşlerimi yazacağım. o zamana görüşürüz diyor, güzel bir final olması -artık ne kadar güzel olabilecekse yani- dileğiyle sizi selamlıyorum dostlar.

[Aranağme 10.]

son iki saattir durmaksızın yazıyorum. doğrusu bilgisayarımın masaüstüne bir not sayfasına üç kelime not etmiştim. biri dollhouse idi, diğeri ise isviçre günlükleri. henüz isviçre günlüklerine sıra gelmedi. aklımda gezdiğim şehirleri yazmak var. ama meğersem uzun süredir içinde olan bir de merhamet hakkında birşeyler yazmakmış. üstelik onu yazmaya başlayınca hızımı alamadım. ne kadar çok işlemiş içime o final öyle!

yani overall, dollhouse ve merhamet üzerine iki saattir yazıyorum. insan hafızası ne kadar enteresan değil mi? kelimelerle dolu ama yine de hiç göstermiyor o kelimeleri siyah bir bardakmış gibi. ama sonra o kelimeler dökülünce bardağın içinden, sanki saçlarımı kestiriyormuş gibi bir his geliyor üzerime. artık başım daha hafif sanki. içim daha huzurlu. sanki kelimeler birikmiş de çıkmalarını ben engelliyormuşum bir süredi.

ohh, ne iyi oldu da yazdım bu gece yahu.

[Dollhouse.]

uzun süredir aklımda duran bir başka dizi hakkında yazma vaktidir şimdi.

evet dollhouse'dan bahsediyorum. öncelikle bu diziyi izlememe sebep olan olaylar zincirini yazayım sizlere. ortaokulda çok yakın arkadaşım b sayesinde buffy izlemeye başlamam ile devamında gelen angel dizisini de çok severek izlemişimdir. dolayısıyla bu dizilerin yaratıcısı joss whedon'a olan sevgim bir başkadır. öyle bir sevgidir ki bu, joss whedon'ın yönettiği avengers filmi dünyanın en çok izlenen dördüncü filmi olduğunda, adeta kendim filmim rekorlara koşmuş milyar dolar hasılat yapmış gibi sevindiğimdir. işte efendim, joss'ın buffy ve angel dışında bizzat yazdığı ve dahi yarattığı iki dizi daha bulunuyordu. birincisi sonbahar aylarında izlediğim firefly. ki bu dizi ilk sezonun sonunda iptal edilmesiyle nice kalp kırıklıklarına, nice öfke nöbetlerine sebep olmuştur takip edenler arasında. işte efenim firefly'i izledikten sonra geriye kalan son joss whedon dizisini izlemem artık farz olduydu. nitekim hem yaratıcısı joss whedon, hem de oyuncular arasında eliza dushku -yani buffy ve angel'da oynayan faith- ve amy acker -yani angel'daki biricik winifred burkle'ımız, sonrasında ise almighty illyria'mız- görüldüğü üzere büyük beklentilerle başladığım dizi, tabii ki beklentileri verdi. şimdi yorumlarıma başlayayım.

dizinin konusu hafızalarından vazgeçen insanların, bir şirketle anlaşma yapıp vücutlarını bu şirkete 5 yıllığına kiralaması üzerine. bu insanların hafızası silindikten sonra -insanlara doll diyoruz- yaşamaları için başka bir isim verilip bir eve yerleştiriliyorlar -dollhouse-. hafızaları hem geçmiş anılarını unutacakları şekilde siliniyor, hem de çok basit düşünceler şeklinde kendilerini ifade edecekleri şekilde siliniyorlar. byani hava soğuk, yemek güzel diyebilen bu insanlar derin sohbetler etmiyorlar, edemiyorlar. peki dollhouse'daki insanlara ne oluyor? şirketin müşterileri belirli profilde insanlar istediğinde, bu doll'lara o profiller yükleniyor tıpkı matrix gibi ve müşterilere veriliyorlar. yanlarında da onların hayatından sorumlu polis gibi bir koruma oluyor. bu noktada etik tartışmalar başlıyor işte dostlar. yani müşteri ne isterse olacak mı bu doll'lar? bedenlerinin üzerindeki kontrolden vazgeçtikleri yetmiyormuş gibi, bir de hafızaları silindiği için, tenlerine ne olduğunun farkında değiller örneğin. peki ya hafızanın silinmesiyle herşeyi unutabilir miyiz gerçekten? 

işte asıl karakter echo, son soruya çok net bir cevap veriyor aslında. her görev sonrasında karakteri silinse de, oynadığı -daha doğrusu olduğu karakterler- kendisinde kalmaya başlıyor. o anlar aklına geliyor ama echo bu anıları neden anımsadığını anlayamıyor bile.

bir başka konu ise, echo'nun yavaş yavaş kişilik geliştirmesi. tecrübe ettikleri, anıları, karakterleri arasında gidip gelebilme yeteneği ile echo, gerçekten bir karakter oluyor derin sohbetler yapabilen. echo'nun doll olmadan önceki insan hali caroline bir diskette 5 yıl sürenin bitmesini bekliyor. ama echo bir insan gibi karakter geliştirmişken, caroline'ı yeniden hafızaya yüklemek echo'yu öldürmek oluyor. ya da oluyor mu? ölüm için bir beden gerekiyor mu gerçekten? işte bu dizi, ölümün de tanımını yeni baştan yapıyor. kimliğimizin yok oluşu da bir nevi ölüm. nitekim sezon finalleri, gelecek dünyada herkesin hafızasının silindiği ve karakterlerin rastgele insanlara yüklendiği bir dünyada geçiyor. küçük bir çocuğun içinde bir iş adamı var mesela. bir iş adamının içinde bebek, yardım için sokağın ortasında ağlıyor? insanlar gerçek adlarını dövme yapıyorlar sırtlarına. böylece karşılaştığı diğer insanlara gerçek olduklarını ispat edebiliyorlar. çılgınlık değil mi? harika bir hayal gücü deği mi? 

tabii dizide bir de başka karakterler var. sierra, victor ve mellie var. sierra ve victor dollhouse'da birbirlerine aşık oluyorlar. düşünsenize, hafızları olmayan ve sadece çok basit şeyleri düşünebilen iki insan, birbirine sığınıyor. beraber yemek yiyor, beraber resim odasına gidiyorlar. tarif edemiyorlar ama birbirlerini seviyorlar. üstelik bir bölümde sierra'nın hafızasına gerçek hali yüklendiğinde, aslında dollhouse'daki anılarını unutmuş olması gerekirken victor'u görüp aşık olduğum adam diye işaret etti. aşkın kimlik üstü, vücut üstü bir yerde olduğunu daha güzel ne anlatabilirdi acaba? gerçekten de gönlü, karşısındaki adamı tanımıştı işte hafızasında olmamasına rağmen. daha güzel ne olabilir, daha güzel nasıl anlatılabilir ki? 

bir başka açı ise yine sierra üzerinden anlatıldı. sierra dollhouse'da yaptığı resimlerde hep siyah boya kullanarak kötü bir karakter çiziyordu. sonrasında öğrendik ki, o kötü karakter sierra'nın gerçek hayatına ilişkinmiş. sierra tarafından reddedildiği için onu zehirleyip, deliymiş gibi göstermeye çalışan bu doktor, sierra'ya tecavüz etmeye dahi kalkmış. işte görüyorsunuz ya, bazı şeyler hafızayı ne kadar silerseniz silin, arkada bir yerde kalıyor, çıkmıyor. çok çok garip ama çok çok insan değil mi?

şimdi biraz da mellie'den bahsedeyim. mellie karakteri, dollhouse gerçeğini ortaya çıkarmaya çalışan cia/fbi -hangisi olduğunu anımsayamıyorum- ajanının karşı komşusu olarak karşımıza çıktı. dollhouse'un sahipleri bu adamı kontrol altında tutmak için ona aşık olacak komşu kızı olarak mellie'yi göndermişti. bizim de son ana kadar öğrenmediğimiz bu gerçek beni düşünmeye sevk etti tabii ki. çünkü mellie'nn doll olduğunu öğrenen ajan, mellie'ye bunu söyleyemiyor. nasıl oluyor bu iş derseniz şöyle oldu. mellie ile ajan yemek yiyordu. mellie birden ayağa kalktı. başka bir isimle kendini tanıtıp ben dollhouse'dan geliyorum. doll olduğumdan mellie'nin haberi yok. onu üzmemek için söyleme, ama daha fazla da işlerimize bulaşma diyerek yeniden yerine oturup ajana gülümseyerek yemek yemeye devam etti. karşınızdaki insanın o insan olması, ama aynı zamanda da o insan olmaması. başka bir bedendeki bir karaktere aşık olmak aşk mı? başka bir bedendeki karakterler aşık olabilir mi? vücut gerçekten bizlere yük mü? madem ki karakter olarak sadece hafızadan oluşuyoruz, vücutlar değişse biz biz olmuyor muyuz şimdi?

işte böyle sorular sorduran bir dizi dollhouse. üstelik sadece doll'lar açısından bakmıyorsunuz olaya. bazen de müşterilerin talepleri sizi düşüncelere sevk ediyor.

bir bölümde echo, bir adamın karısı oldu. adam yeni bir ev almış, karısını evde bekliyor. karısı eski model üstü açık bir arabayla oraya getiriyor, evden içeri adımını atıyor. adam heryere gül yaprakları dökmüş, öperek karşılıyor karısını. işte o an önce anlayamıyorsunuz neden böyle birşey istediğini. sonra anlatmaya başlıyor. yıllar önce o evi aldığında çok acil buraya gel diye eşini aramış. eşi de o panikle yola çıkıp, yolda kaza yapmış. meğersem adam kazandığı ilk büyük meblağ ile aldığı evi sürpriz olarak eşine göstermek için çabuk gelsin diye eşini o şekilde çağırmış. işte o an, adam dedi ki, ben her yıl tam da o tarihte, eşimin sağ salim eve geldiği hayalini yaşıyorum, çok mu? diyorum ya, hafıza adamın eşinin hafızası, ama vücut başka. sevmek mümkün mü? görmemek mümkün mü? yoksa gerçekten görebilmek mümkün mü?

bir de dizinin bir bölümünde başka bir konuyu ele aldılar. echo'ya yükledikleri anne karakterinin beyin yapısıyla oynarken, hormonal bazı değişiklikler de yaptılar. sonuç olarak echo'yu bebek emzirirken gördük. which is impossible. çünkü kendisinin çocuğu değil, echo hamilelik bile geçirmemiş. neyse efendim daha sonrasında görev bitiminde echo dollhouse'a döndü ve hafızası silindi ama sonradan kaçtığı fark edildi. işte o an bize yeniden gösterildi ki, annelik iç güdüsü hafıza ve bedenden öte birşey. içinden geliyor ve ne olursa olsun önüne geçemiyorsun. işte bu konuyu başka bir karakter, başka bir vücut ve kendi karakteri gelişen bir insan üzerinde görünce, daha da çok inanıyorsun bu teoriye. yeniden düşüncelere dalıyor ve yeniden insan olmanın ne demek olduğunu düşünürken buluyorsun kendini.

neler olduğunu bilmesem, hafızam silinse vücudum her şeye katlanır mı? katlanamıyor işte. tıpkı sierra'nın bir bölümde kendisinin elini tutan victor'a karşılık olarak çığlık çığlığa bağırması gibi. bir başka mekanda tecavüze uğramış, hafızası silinmiş ama tenin de bir hafızası var işte. silemiyorsunuz. 

peki ben böyle beş yıllık bir maceraya atılır mıyım? bu eve giriyorsunuz ve beş yıl sonra -şirket bu süreyi sömürmüyor, beş yıl bittiğinde gerçekten de sizi serbest bırakıyor- çok zengin bir insan olarak, geride bıraktığınız hüzünlü anlardan uzaklaşmış halde yeniden yaşama dönüyorsunuz. atılır mıyım? 

allah böyle şeyler düşündürmesin, gerçekten. 

ama birileri böyle soruları sorup da bu diziyi yazdığı için çok mutluyum. evet, yazının içeriğinde spoiler var ama emin olun esas kötü adamlardan hiç bahsetmedim. dizinin her bölümünde caroline'ın geçmiş hayatına ilişkin daha fazla bilgi alıp sona daha da yaklaştığınızı göreceksiniz. üstelik iki sezonun sonunda tam bir finale bağlanan bu dizide sona yaklaştıkça, tıpkı dondurması biten bir çocuk gibi hüzünleneceksiniz. ben ilk 10 bölümü bir günde izledim. sonra 3 bölüm daha izleyip ilk sezonu bitirdim. ikinci sezona başladığımda ise yine 9 bölüm izleyip ertesi gün 4 bölümü sonlandırarak dizime son noktayı koydum. dediğim gibi, öyle güzel bir fikir üzerine yazılmış bir dizi ki, hem karakterleri seviyorsunuz, hem kendi hayatınızı sorgular şekilde düşünüyorsunuz, hem de 13 bölümü izlemek için 24 saatin yeterli olmadığını düşünüp hayıflanıyorsunuz.

ultimate joss whedon yapımı efendim. firefly ve angel oyuncuları bu dizide buluştukça, ben büyük buffy angel dünyası hayranı olarak ayrıca mutluluktan kendimi kaybettim.

izleyin. izlettirin.

[Post Merhamet.]

arka fonda sezen aksu'dan kavaklar çalıyor. ne yazacağımı söyleyeyim sizlere: merhamet hakkında yazacağım.

bu dizinin başladığını ilk öğrendiğimde açıkçası heyecanlanmıştım. çünkü özgü namal'ı çok çok severim. dizi ve kitap hakkında yorum yapmaya başlamadan önce, özgü namal hakkında birkaç şey yazmayı borç biliyorum.

kendisini ilk kez yeditepe istanbul dizisinde tanıdım ben. zuhal olcay -ki kendisini de çatısız kadınlarda tanımış ve çok sevmişimdir, sonrasında ise takip etmişimdir hem sinema filmlerini hem de albümlerini- meral okay, uğur polat, ruhi sarı ve daha niceleriyle, harika senaryosu, yumuşacık insanları ve insana ilişkin tüm hikayeleri ile bu dizi, benim için her zaman çok özel olmuştur. herşeyini kaybeden olcay'ın kızı duru'yla taşındığı -yoksa sığındığı mı demeliyim- konaktaki yaşamına ilişkin olan dizi, sadece olcay ve duru'nun hayatını değil, geçmişin kayıp hayatları ve gelecek umutlara ilişkin bir şölen. doğrusu izlemeyen varsa, yakalasın derim dostlar. işte bu dizide ben özgü namal'la ilk kez tanıştım. zaten eğer bir oyuncuyu ilk gördüğüm karakterinde seviyorsam, bitmiştir. gelip beni öldüreceğini bilsem yine o oyuncuyu çok sever, takip ederim. 

nezdimde yeditepe istanbul'la başlayan özgü namal'ın hikayesi, büyü filmi ile devam etti. açıkçası korku dizileri izlememe rağmen ben korku türünden hiç haz etmem, ödüm patlar çünkü. bu filme üç arkadaş gitmeye karar vermiş, benim çok korkmayacağıma, nasılsa bir türk filmi olduğuna kanaat getirmiştik ama o gece uyuyamadığım doğrudur. cinlerin tecavüzü filan değil de, hep minnoş karakter olarak görmeye alıştığım özgü namal'ın bu sefer possessed bir karakter rolünde yüzü kanlar içinde ipek tuzcuoğlu'nun peşine takılması, o gece her gözlerimi kapattığımda korkuyla yerimden sıçramama sebep oldu evet. derken derken, bebeğim dizisi başladı. burada da bebeği olmayan arkadaşı için taşıyıcı anne olan kadın rolünde tanıdık kendisini. işte böyle diziler beni derinden etkiliyor nedense. en nihayetinde çocuk ve anne arasındaki bağ ve anneliğin tanımı üzerinden bir süre devam eden diziyi keyifle ve hatta bazı bazı ağlayarak takip ettim evet. sonra yeniden sinemada karşılaştık özgü ile. beynelmilel ile vurdu, parçaladı hepimizi. o saf, dünyadan habersiz, aşık kız... babasının parmak uçlarına ağlaya ağlaya krem süren evlat... o kadar üzüldüm ki bu filmi izlerken. kalkıp sarılmak, teselli adına iki kelam etmek istedim, yapamadıkça içim parçalandı. -bu arada gündüz kuşağında denk geldiğim fosforlu cevriye'de de oynadığını fark ettim özgü namal'ın. burada çok çok genç olup, zaten çok çok genç birini oynuyordu. sonu hüzünlü biten bir karakterdi a dostlar.-

derken mutluluk. yıllar öncesinde okuduğum bu kitap film olmuş, başrole de özgü namal'ı yerleştirmişti meryem olarak. tabii ki koşarak gittim sinemaya. okurken hayal etmeye çalıştığım ama bir yandan da hayal etmekten korktuğumtüm hisler, tüm korkular ve dahi sevinçler, karşımda duruyordu işte. filmin sonlarındaki o çığlıkları asla unutamam biliyorum. çok çok güzel bir filmdi, hatta çok da güzel bir kitap uyarlamasıydı bence. herkes izlesin. talat bulut için değil belki ama özgü namal'ın meryem'i için, murat han'ın cemal'i için mutlaka görün dostlar. hatta sadece filmi izlemekle kalmayın, kitabını da okuyun. elinizden akıp giden bir kitap, gerçekten pişman olmayacaksınız. üstleik iyi bir uyarlama olduğu için belki siz de benim gibi hayal ettiğiniz karakterleri karşınızda aynı hayal ettiğiniz gibi görmekten büyük keyif alırsınız.

sonra yeniden apayrı bir paragraf açmak istediğim o... çocukları geldi. üstelik bu film sadece özgü'yü değil, ipek tuzcuoğlu ve demet akbağ'ı da oyuncu kadrosunda içerdiği için yeniden koşa koşa gittim. bir an için müzik değişimiyle hayır hayır, böyle birşey yapmazlar heralde dediğim an, korktuğumun başıma geleceğini nereden bilebilirdim?

bundan sonra gelen hanımın çiftliği ve koyu kırmızı'yı açıkçası çok takip etmedim. sebebi de aslında şu: hanımın çiftliği orhan kemal'in eseri ve ben gerçekten hiç haz etmem kendisinden. lisede okumak zorunda kaldığımız baba evi ve avare yıllar adlı iki bayıklar ötesi kitabıyla beni tüketmiştir kendisi. o yüzden arasıra baksam da, özellikle de mehmet aslantuğ'un diziden çıkmasıyla birlikte güllü'nün hikayesini takip etmedim. koyu kırmızı için de aslında çok heyecanlandım ama anımsayamadığım bir sebepten takibe almadım. sanıyorum pazartesi akşamıydı ve benim bir başka dizimle çakışıyordu. 

işte başladığım yere geri döndüm dostlar. bütün bu bilgiler kulağımın arkasındayken öğrendim ki merhamet diye bir dizi çıkıyormuş ve başrol özgü namal olacakmış. ama ne oldu? kanald bu diziyi çarşamba gecesine koyarak izleme ihtimalimi yok etti. zira çarşamba akşamları son dört yıldır benim için muhteşem yüzyıl demek. üstelik dizinin arasıra baktığım sahnelerinde gördüğüm şeyler beni o kadar rahatısz etti ki sanıyorum zaten izlemeye yüreğim izin vermeyecekti. narin, şadiye, anneleri, o zalim babadan neler çekmişlerdi öyle? sonra öğrendim ki aslında merhamet'in bir kitabı varmış, dizi kitaptan uyarlanıyormuş. hah, dedim, aradığım fırsat bu. hemen alıp okuyayım, neler olduğunu olacağını öğreneyim. kitabın adı kahpe rengi. havaalanında uçakta okumaya başlarım diye aldığım kitap, havaalanında bekleme süresi ve bir buçuk saatlik uçak yolculuğu sonucunda bitiverdi elimde. çocukluğunda binbir çile çeken narin, fırat'a duyduğu aşk ve utanç anları, derken üniversiteye gelip en yakın arkadaşı çılgın deniz'le tanışması diye başlıyor kitap ilk solukta. sonrasında fırat'ın yeniden narin'in hayatına girdiğini görüyoruz. yalnız bu sefer maalesef fırat, deniz'in kardeşinin nişanlısı. bu arada deniz'in kardeşi de isviçre semalarında okumuş etmiş, pek de ablasıyla yakın değil diye kayıtlara geçireyim. ben zaten kitabı okurken anladım ki, narin fırat'a açılsa, deniz bu durumu hiç yadırgamaz. önemli olan onun mutluluğu der. zaten kardeşi de dengesizin teki, hiç sorun olmaz. gerçekten de narin ve fırat'ın kaçamak sürdürdüğü, narin'in vicdanen bitirmeye çalıştığı bu ilişki, en sonunda ortaya çıkıyor. narin, deniz'i kaybedeceğini düşünedursun, tabii ki deniz fırat'la narin'i bir araya getiriyor ve kitap mutlu sonla bitiyor. dediğim gibi pek şaşırtmayan, akıcı bir kitap. beğendim diyelim öyle olsun. sonuçta yiğidi öldür hakkını yeme.

efendim dediğim gibi kitabı okudum, huzura erdim. artık hangi anda diziyi açarsam açayım konuya hakim olacaktım öyle değil mi? ama öyle olmadı! bir baktım karşımda babür diye bir karakter! ya da sonra aynı karakter sermet'e döndü galiba. hiç anlayamadım. neyse efendim bu karakter kesinlikle kitapta yoktu dolayısıyla her anı anlama planlarımı bozdu maalesef. kendisi bir süre narin'e takmış karkteri oynasa da sonrasında deniz'le yakınlaşması oldu. gerçekten de çılgın deli dolu, sinirlendiğinde koca koca adamları bile dövmeye kalkan deniz bu adama aşık oldu a dostlar! belirttiğim gibi, dizi finaline doğru yaklaşırken herşey yolunda gidiyordu ve ben sadece fragmanlarından ve kardeşimin verdiği havadislerden diziyi takip ediyordum. derken kardeşim finalin yayınlandığı gece ağlamaktan çatladığını, mutlaka izlemem gerektiğini söyleyince eyvah dedim, bir bokluk oldu!

açtım, uzun uzun son bölümü izledim. öyle mutlu öyle güzel bir bölümdü ki, içimin yağları eridi bitti. narin'in hamileliği, sermet'le deniz'in uzuuuuun balayı ve balayı dönüşünde koştur koştur narin'in doğumuna gitmeleri filan, ay o kadar tatlıydı ki, kendimi en yakın arkadaşlarımla gelecek zamanda bir yerde doğururken filan hayal ettim, o derece! deniz ve sermet'in bebişlere biz göz kulak oluruz siz başbaşa olun diye narin'le fırat'ı gönderdiği gün, sermet'le deniz'in derin çabaları beni öyle bir gülümsetti ki, dizide kardeşimin neden ağladığını düşünmeyi bırakmış, ağladığını bile unutmuştum! sonra fırat'la sermet'in konuşması ile kendime geldim. birileri sermet'i vurmak istiyordu. sadece o değil, ailesi de tehlikedeydi. dolayısıyla toparlanıp ülkeyi terk edeceklerdi! daha ben what the fuck ulan diyemeden, bir başka güzel haber alıp yeniden comic relief'le neler olduğunu düşünmekten tamamen koptum gittim. deniz hamile olabileceğini keşfetmiş hamilelik testi alırken, tabii ki sermet'in peşine taktığı adamları keşfetmiş, eve dönüşte de ağzının payını vererek ay bu kadın çılgın gerçekten dedirtmişti. o sevinç anları filan derken derken, dizinin son 15 dakikası geldi. kötü adamlar sermet'le deniz'in evini bastılar. sayıları arttırılan korumaları öldürdüler. sermet, deniz'e silah verip gerkirse kendini bununla koru dedi ve yanında siper alıp millete ateş etmeye başladı. derken adamlardan biri gelip sermet'i vurdu, o dev adam deniz'in üstüne kapanıp bayıldı. deniz, sevdiği adam kanlar içinde üzerinde, hamile, kendisini öldürmeye gelen adamı vurdu. o kriz anıyla bahçeye çıkıp arabaya bindi. tüm bunlar olurken narin ve fırat da gelmişlerdi ama narin'e arkada kalmasını söyleyen fırat eve girdi. deniz'in histerik halde arabaya binmesiyle, narin de arabaya bindi. deniz gaza bastıkça bastı, narin onu ikna etmeye çalıştı ama başaramadı. derken yoldan çıktılar.

buradan sonrasında ben bittim a dostlar. iki arkadaş dış seste, arka fonda sezen aksu - kavaklar. şu konuşmayı yaptılar.

Deniz: durduk işte al
Narin: neredesin sen aralığın içinde misin dışında mısın
Deniz: bilmiyorum ki herşey ters görünüyor. narin, annemler de böyle ölmüştü.
Narin: biliyorum. biz ölmedik ama, sanmam yani.


[bu noktada çok ağladım çok. çünkü gerçekten kitapta da, dizide de deniz'in ailesi bir trafik kazasında ölüyordu. deniz'in ailesi ile kaderlerinin bir olduğunu düşündüğü an paraçparça etti beni..]


Deniz: anlamadım ki, ölünce konuşulabiliyor mu
Narin: senin konuşmaya devam edeceğine eminim.
Narin: deniz, ya insanın dünyadaki ağırlığı nasıl hesaplıyorlar
Deniz: nereden aklına geldi şimdi bu?
Narin: yani ne bileyim, bu terazileri neye göre yapıyorlar. böyle doğuyorsun,ölüyorsun, bir yer kaplıyorsun dünyada. sonra böyle anıların yaşadıkların sevdaların çocukların yılların falan. bütün bunlar, böyle ağırlığın gittikçe artıyor.bedeninden daha fazla bir insan oluyorsun. ruhun ağırlaşıyor.
Deniz: bence bunları düşünmene sebep kaburgalarının kırık olması... sen nefes alabiliyor musun?


[Bu yorum hakkında ne yazayım a dostlar? Ne yazılır ki?]

Narin: evet, evet, derin derin hem de
Deniz: narin, ben hamileyim biliyor musun?
Narin: çok sevindim bir tanem.
Deniz: ağlama
Narin: çok sevindim.
Deniz: ağlama.
Narin: çok sevindim.

işte böyle böyle, beyaz ışıklar içinde kumsalın üzerinde, üzerlerinde baharlık elbiseler, deniz ve narin'in hikayesi sona erdi. öyle bozuldum ki. mutsuz son beklediğim diziler mutlu bitip hayal kırıklığına sebep olurken, mutlu bitmesi için herşeyi yazdıkları bir diziyi, iki harika karakterin sonuyla bitirmeleri tüm sinirlerimi zıplattı, uykularımı kaçırdı. narin'in ikizleri vardı, deniz hamileydi. öyle üzüldüm ki... şimdi yeniden düşündüğümde güzel bir son muydu diye soruyorum kendime. şiirseldi, anlamlıydı, ama güzel değildi. aşk olsun yani.


üstelik bugün youtube'da denk geldiğim son sahnenin klibini izlerken, oradan oraya kendimi merhamet bölümlerinden alıntılar izlerken buldum. sonuç olarak fırına verdiğim patateslerimi yaktım! bir kısmını yedim ama yine de bir kısmı çöpe gitti. 

diziye gel. hem ağlatıyor, hem yemeğimi elimden alıyor! 

alacağın olsun özgü namal, alacağın olsun burçin terzioğlu.

ama yine de teşekkürler bu dostluğu bu kadar güzel yansıttığınız için. kumsalda kahkahalar atarak koşuşturduğunuz sahnelerde, gerçekten o dostluğun sıcaklığını aldık. teşekkür ederiz.

10 Mayıs 2014

[Aranağme 9.]

bir süredir aklımda olan şeyleri yazıp tamamlamak için ideal bir akşam yaşanıyor isviçre semalarında dostlar. öncelikle yazmaya oturmamın ilk etkeni kanald'ye teşekkürü borç biliyorum. çünkü internetten canlı yayınları o kadar kötü ve o kadar çalışmıyor ki, maalesef çalıkuşunu yarın izlemek zorunda kalacağım. neyse efenim, geç olsun güç olmasın.

09 Mayıs 2014

[Doctor Who Cravings: Wedding of River Song.]

şimdi youtube'u açtım da, vallahi binbir şey binbir şeyi doğuruyor derhal kapattım yatıyorum. ama the wedding of river song'u galiba bir kere daha izlemem lazım. ayrıca bu bölümün confidential'ları çok tatlı. matt'ciğimin alex kingston'cığıma miss kingston demesi. canıms! kalp! 

hazır doctor who'dan ve bu diziyi delicesine özlemekten bahsetmişken, elim varmadı bilgisayarı kapatmaya şunarı yazmadan. river song hikayesini de çok özlüyorum. ama açıkçası 12. doctor'la birlikte sanıyorum pek river song macerası yapmayacaklar diye üzülüp hayıflanıyorum. haydi hayırlısı. 

steven moffat, hayra yaz allah aşkına.

dipdipnot: alex kingston'ın er'ın the letter bölümü ile ilgili konuşurken gözlerinin dolması, sesinin titremesi gerçeği. işte this is being a family. this is devotion.

[sonradan gelen edit]: bugün tam da ders çalışmaya başlamadan önce yeniden wedding of river song'u izledim. doctor river'a bakıp millions and millions will suffer and die, bundan daha mı çok üzüleceksin dedikten sonra river'ın evet demesi gerçeği ile yeniden başbaşa kaldım. alex kingston, büyüksün be bacım! en sonunda amy ile tontiiş bi şekilde dans ettiğin dakikalarda yine hepimizin kalbini fethettin. canıms.

[Asylum of the Daleks Epiphany!]

doctor who müzikleri ile ders çalışırken birden bire asylum of the daleks izleme fikri geldi aklıma. atlaya atlaya izlerken tabii belirli sahnelerde duraksadım. pond'ların aralarının düzeldiği, eggsterminate ve tabii ki tüm dalek konseyinin doctor who çığlığı attığı anlardan bahsediyorum ama bunları izlerken müziklerle ilgili çılgın bağlantılar fark ettim. fark eder etmez de tmasaüstümde açık olan not sayfasına (aslında aklıma gelen unutmayayım diye not aldığım blog entry konularını içeren bir yapışkan not bu) hemen yazmaya başladım. evet, yazdıklarım aşağıdaki gibi:

allahım hem wedding of river son'dan forgiven çaldı, hem de last chapter of amelia pond çaldı. yemin ederim bayılıcam ben bu diziyi bir gün izlerken! yarım sezon öncesinden last chapter şarkısına geeeel! her sezonu yeniden yeniden yeniden izlemek istiyorum! o kadar güzel ki bu ufak şeyleri tekrar tekrar izleyip fark etmek! ay bayılıcam şu an!!


Overall, doctor who izlemeyi, her hafta kafa patlatmayı, bin bir türlü bilmece bulmacayı uykulardan önce veya sabah ilk iş düşünmeyi çok özledim. vaktidir artık, haydi yeni doctor'la kopun gelin be clara! 

[Ederlezi.]

Ederlezi...

Adını baharın gelişini kutlayan bayramdan alıyor ama ne zaman dinlesem bana derin bir hüzün veriyor.

Hüzün bu kadar güzel olabilir mi? 

Demek ki, isimler yüzeyde kalıyor en nihayetinde, önemli olan derine ne ulaşıyor onu görmek, onu dinlemek.

Ya da hiç dinlememek.

Ama her zaman baharın gelişine sevinmek lazım, o ayrı.




08 Mayıs 2014

[Post Hürrem.]

muhteşem yüzyıl hakkında ne yazsam az gelir. dört sezondur beni ekran başına kilitleyen bu dizi, masalsı senaryosu, bitmek bilmeyen entrikası ve harika oyuncularıyla gözümde en güzel türk dizisi. elbette kült dizilerimiz var (ikinci bahar, asmalı konak, süper baba gibi) ama yine de bu dizi, yapımıyla da büyüleyici, söylememe gerek yok. 

yeni sezonla ilgili ufak bir yorumla başlamak isterim yazacaklarıma. geçen sezon sona erdiğinde meryem uzerli'nin hürrem rolünü terk etmesi sebebiyle, yeni bir hürrem arayışı başlamış ve vahide perçin ile sona ermişti. son bölümde karşıma çıkan hürrem görüntüsünü hiç sevmemiş, yine de alışmayı ümit etmiştim sezon ilerledikçe. nitekim alışmak ne kelime, vahide perçim harika bir hürrem oldu gözümde. o öfkeli halleri ile çocuklarına zayıf anne rolü ve kocasına aşık devrinin en güçlü kadınını tam da kitaplarını okurken hayal ettiğim gibi gözlerimin önüne serdi. bin bir teşekkürü borç bilirim kendisine. işte geçen hafta, hürrem'in yolculuğu sona erdi dostlar. ben bu yazıyı hürrem'in ardından yazıyorum.

son birkaç bölümde kara çıban hastalığı ile mücadele etmeye çalışan hürrem, yerini hastalığını kabul edip sevdikleriyle vedalaşan bir anneye, eşe bıraktı geçen hafta. yaptığı veda konuşmaları elbette duyguluydu. ama beni en çok etkileyen, bir zamanlar düşmanları olanlardan bile helallik alması oldu. gülfem'le konuşması, pargalı ibrahim'in mezarına gidip dua dahi etmesi ve mahidevran'dan kendisini affetmesini istemesi beni tüketti a dostlar. mahidevran'ın affetmek en büyük cezadır dediği sahneyi ömrüm boyunca unutamayacağım. çok fazla uzatmaksızın şunu söyleyebilirim ki, hem vedalaşan hem de daha yapacak çok şeyi olduğunu gösteren bu karakter, burnumun direğini öyle bir sızlattı ki, yazarken dahi gözlerim doluyor.

son sahnelere doğru, hürrem bir sofra kurulmasını istedi. tüm ailesini, sevdiklerini bu masada gördükten sonra (kanuni'nin onu yanına oturtması hem bir o kadar normal, hem de anormal bir durumdu daha önce hiç gerçekleşmediği için, harika düşünülmüş bir sahne doğrusu.) artık vaktinin geldiğini anlayarak kalkmak istedi. sarayın içerisinde süleyman'ın kolunda yürürken, daha ilk bölüm hürrem'in süleyman diyerek kollarında bayıldığı noktada yeniden süleyman deyip bayılması o kadar güzeldi ki, dikkatli izleyen her sadık seyircinin unuttuğu bir ayrıntıyı yeniden anımsattı. bu muhteşem yapımı yaratan kadın, meral okay... gerçekten unutulmayacak bir insan kendisi. allah rahmet eylesin. 

işte bu noktadan sonra ağrı ve acı içerisinde, an gelip sürüklenerek odasına giden hürrem'i izlerken kanım çekildi. keşke süleyman onu kucağına alıp götürseydi diye geçirdim içimden. ama sonrasında, aslında dünyanın en güçlü adamının eşi olan dünyanın en güçlü, en merak edilen kadınının, son derece fani bir durumda olduğunu göstermek istediklerini düşündüm. çok yerinde bir tercihti elbet ama yürek burktu.

sonrasında ise son sahne geldi. hürrem, süleyman'dan ona yazdığı ilk şiiri okumasını istedi. halit ergenç'in dudaklarından o beyitler dökülürken ben bittim. ne aşk! ne aşk... aşk. saf bir aşk. öyle bir aşk ki, ne ben yazabilirim, ne bir başkası. ancak muhibbi kaleme alabilmiş. türk televizyonunun en başarılı dizisinde, yıllarca hakkında kitaplar okuduğum, oyunlarına gittiğim muhteşem karakter ölüyordu işte. nasıl olacaktı o an bilmiyorum ama, bölüm tüm hikayelerin uçlarını bağlayarak dizinin yavaş yavaş sona geldiğini anımsatıyordu bizlere işte. 

derken olanlar oldu. gördüğüm en güzel ölüm sahnesini yaptılar.

hürrem'in son nefesini aldığı o an, zaman durdu.

o an, öyle güzel anlatıldı ki... ondan önce, ondan sonra diye kendimizi tanımlamaya çalıştığımız hayatın en büyük gerçeği ölüm, sadece giden kişi için değil ama, kalanlar için de zamanın durduğu bir an olarak anlatıldı. daha ne kadar güzel olabilirdi? daha ne kadar gerçek, daha ne kadar acı ve dahi ne kadar güzel olabilirdi o sahne? kelimelerim bitti o an. türk televizyonunda gerçekten de bir an için farazi bile olsa zaman durdu. 

reklamlar araya girerken, o anın müzikleri kulağımda çınladı. en sevdiğim dizim, son rotasına başladı. 

[Once Upon a Time S3E20.]

emma, you had one job! başka da birşey demiyorum ya! pes! snow'un doğumunun başlaması ile birlikte herkes hastanenin etrafını sardı ve snow'u koruma altına aldı. emma bir protection spell yaptı ve herkes bu büyüye inandı. ulen regina bile güçlü duracağına inandı. ama ne oldu, emma hook'un ölmesine göz yumamayacağı için ona suni teneffüs yaparaktan, tüm sihrini kaybetti. buraya kadar bir itirazım yok. elbette hook ölsün istemedim. ama emma, bre emma, behey emma, aç bir telefon söyle be! zelena'nın yardırarak bastığı hastanede yeni doğan bebeğe ulaşması 30 saniyesini almadı senin sayende. bari söyle be emma! have some respect yani. üstelik tüm bu esnada regina'cığım yine duvarlara filan çarpıldı, ayrıca sinirlendim efenim. neyse devam edelim.

charming'in cesareti, rumpel'ın aklı, bebeğin innocence'ı ve artık neyi sembolize ettiğini unutmuş olduğum regina'nın kalbini dört köşeye koyan zelena büyüyü patlattı. bu esnada ne oluyordu? tabii ki tüm ihale regina'nın üzerine kalmaktaydı. regina'cığım white magic ile (LEO!) yine herkesin kıçını kurtaracak kişi oldu a dostlar! önce kendisi de inanmadı ama henry'nin filan gazıyla bu işe girişti vallahi. bilimum arbede içinde o kalbini aldı, millet bebişi aldı filan, huzura erdik. zira zelena'nın kolyesini kapmaları sayesinde onun da büyüsü kalmadı. ama çok afedersin hayatının en büyük mallığını yapan rumpel (açıkçası belle'e yalan söylüyor olman filan beni hiç şaşırtmadı. o kadar saf/şapşal bir adam olmadığını biliyoruz. üstelik oğlunun ölümüne sebep olan bu kadını belle hatrına da olsa öldürmekten vazgeçeceğine inanmak için bizim salak olmamız lazım zannımca.) zelena'nın bir çeşit dracula büyüsü sayesinde yeniden kolyesine dönmesine sebep oldu. yeşil dumanlar filan derken derken, kadın yine tam gaz büyülerine devam etti ve fragmanda gördüğümüz kadarıyla yeni bir portal açtı. 

bu noktadan sonra haydi hayırlısı diyorum öncelikle. ama emma'nın halen nyc'e gitme hayallerine filan götümle güüyorum çok afedersin. ya emma, henry herşeyi hatırlamış, tüm ailesi orada, zaten ömrü boyunca da orda yaşamış alternatif hayatı nyc'de senin ne şekilde aldığın belirli olmayan penthouse'da geçmiş. bu çocuk dönmek ister mi sence? bence bu gazla henry masal dünyasına bile döner de nyc biraz uzak bir ihtimal. ama en nihayetinde evli evine köylü köyüne olursa belki o zaman döner. 

ikinci yorumum ise, hook cephesinden geliyor. adam verem oldu olacak. yazık teşekkür etti emma'ya ölmesine izin vermediği için. neyse ki şu dudaklarım lanetli geyiği çok devam etmedi de, artık en azından şu çifti bir arada görebileceğiz. gerçi anasına bak kızını al misali, emma da snow gibi mıymışlıkta birinciliğe oynarsa, bunların öpüşmesi 5. sezonu bulur, bak buraya yazıyorum.

regina cephesine ilişkin de bir yorumum olacak elbet. kadının yetenekleri bitmiyor tükenmiyor. he kara büyü yapabiliyor, hemi de artık white magic (LEO!) yapabiliyor ulan! valla çok mighty bir cadısın vesselam, saygım sonsuz. dediğim gibi, robin'le mutlu olmanı bekliyor, allah nazarlardan saklasın diyorum.

artık haftaya iki saatlik sezon finalinde buluşacağız sayın seyirciler. accayip heyecanlıyım. her bölüm daha da heyecanlanan bu dizi, bakalım öteki sezon için nasıl bir hikaye ucu açacak meraktan çatlıyorum. üstelik çocukluğumda okuduğum onca masala rağmen, aklıma hiçbir yer gelmiyor! ne olacak yareppim antik yunanda herkülle kanka mı olacaksınız nedir yani! 

dediğim gibi, heyecanın doruk noktasında, haftaya yayınlanacak olan iki saatlik sezon finalinden sonra görüşmek dileğiyle.

[Once Upon a Time S3E19.]

yapmam gereken bir sürü şeyin olduğu bir akşamda blogumun başındayım sayın seyirciler. o kadar uzun süredir ki bu kayıt, dayanamayacağım daha fazla. 

once upon a time son iki haftanın olayları ile birlikte beni benden aldı! en sonunda herşeyin emma'nın ekseninden çıkıp da regina üzerinden dönmeye başlaması beni o kadar mutlu etti ki, suck it up emma diye çığlıklar attım diyebilirim. şimdi an be an neler olduğunu yazacağım sizlere. daha doğrusu olanlar olurken kendi hissettiklerimi kayda geçeceğim. bunun için de güzel bir review yazısındaki caps'leri inceliyorum bir yandan.

efenim dizinin başı snow ve charming'in hamileliği duyurma telaşıyla başladı. bu konuda noktayı yine regina koydu. ya sanki yeterince bok iş yokmuş gibi bir bu eksik kalmıştı yorumuyla yine takdir puanlarını topladı.

devam eden sahnede regina'nın robin'le kelimenin tam anlamıyla yiyişme seanslarına konuk olduk. yareppim şu kadın biraz olsun mutlu oldu ya, o kadar endişeliyim ki yine sıçıp batırırlar diye, yeminle nazarlık takacaktım bu çifte, o kadarını söyliyim. hatta regina'nın salona tabikisi robin'in sakallarından ötürü bir ksım kızarık gelmesini bile çok minnoş buldum, aferim, comic relief yapacaksanız mıymış snow ve charming'le değil de regina ve robin'le yapın. desteğim tam.

emma cephesine geldiğimizde ezikler eziği emma'nın nyc planları yaptığını gördük sayın seyirciler. çok afedersiniz ama bu kadın gerçekten geri zekalı! ya herkes böyle maceralar hayal eder, sihrim olsun büyüm olsun, kankam masal kahramanı olsun filan diye kurar, bu kadın elinin tersiyle itip nyc'e gidecekmiş. siktir git de bir daha gözüm seni görmesin. bu arada yukarıda herkes dedim ama ben isterim yani, sizi bilemiyeceğim. neden olmasın? 

efenim sonrasında belle ve rumpel muhabbetlerinden sonra çözüm yolu için good witch of the east midir artık nedir ona gittiler. kendisi pek bilgi veremedi sadece white magic lazım dedi. o an içimden LEO! diye bağırmadım desem yalan olur. ya zaten snow'un, charming'in, emma'nın büyüsü dark magic mi olacağdı allah aşkına mal mısınız diye iki tokat atmak istedim evet!

meanwhile, geçmişte öğrendik ki lanet'i yeniden canlandıranlar aslında bizim ekipmiş. vallahi bi açıklama yaptılar ve ben kabul ettim, ikna edici buldum ama inanın şimdi anımsayamadım. ama overall, büyü yapılırken wicked gelmiş, herkesin unutmasını sağlamış. tüm macera bundan ötürüymüş. ama bence esas mallıklar daniskası sahne, büyünün yapılması anında gerçekleşti. efenim bu curse için en sevdiğinin kalbini vermek zorundasın. charming durur mu, hemen gönüllü oldu, snow beni harca bebeğim dedi. snow da kalbi unufak etti doğacak çocuğunu korumak için. buraya kadar herşey normal. esas bomba, sonrasında lanet etraflarını sararken, snow'un regina'ya kalbimi ikiye böl, bir tek kalbin yarısıyla da yaşarız charming'le demesi oldu. regina'nın yüzündeki wtf ifadesini unutamayacağım. this is not puppy love gibi bişiyler diyerek yine takdirleri topladı. velhasıl charming ölümlerden döndü.

aynı esnada gerçek dünyamızda hook kendi çapında henry'i korumaya çalışırken, bilimum karakterler limana doluştular. meğersem true love's kiss bu unutma büyüsünü bilmemnesini bozacakmış. amaaaa bu sefer henry'e verilecek öpücük regina'nınkiymiş. çok şükür! emma da artık nyc'e gitsin huzurlu mutlu yaşasınlar robin ve çocuğuyla yeminle! neyse, henry'nin arayıp buldukları once upon a time kitabına dokunduğu an herşeyi hatırlaması ve mom! diyerek regina'ya sarıldığı an diziyi durdurup bir süre gözyaşı dökmüş olabilirim evet. o kadar güzeldi ki... en sonunda regina, en çok istediği şeye, oğluna kavuştu ya, benim için sezon finali orası olabilir!

en son sahnede dünya alemin yeniden hook'a yüklenmesi ise bölümün artık ilgilimi tamamen kaybeden anlarına geldi. who the fuck cares about this? bence hook daha hayırlı bir kısmet bulsun, bu kadir kıymet bilmez emma'dan vazgeçsin, adam verem olacak yoksa.

şimdi hızımı kesmeden bir sonraki bölümü anlatmaya başlayacağım. zira o kadar güzeldi ki, tadı damağımda kaldı, ayrı bir başlık açmak istedim kendisine.