19 Ekim 2013

[Night Train to Lisbon.]

“We leave something of ourselves behind when we leave a place, we stay there, even though we go away. And there are things in us that we can find again only by going back there.” 
Pascal Mercier - Night Train to Lisbon

perşembe günü öyle bir filme gittim ki, yukarıda söylenen cümlesiyle beni bitirdi. başka ne diyeyim?

borgias'ın meşhur papası jeremy irons, dexter'ın vogel'ı charlotte rampling, la rafle'ın vicdanlı hemşiresi melanie laurent oynuyordu. film bern'de başlayıp lizbon'da bitiyordu. ingilizce'ydi -ki burada bu da bir avantaj a dostlar-. elinde bir kitapla yola çıkan bir profesörün macerasını anlatıyordu bu film. profesör kitap hakkında araştırma yaptıkça, geçmişte yaşanan hikayeleri daha çok öğrendiğimiz, günümüzle geçmiş arasında gidip gelen bu hikaye çok çok derinden etkiledi beni. daha doğrusu hikaye değildi beni yakalayan, sadece elde gezen o kitabı gerçekten elime geçirip okumak istedim. o sözler, o kendi kendine düşünürcesine yazılmış paragraflar arka fonda okunurken başka diyarlarda gezdim. 

izleyin. izlettirin dostlar. hatta kendime ufak bir not, kitabı varmış, oku RDIM. çünkü perşembe günü öyle bir filme gittim ki, aşağıda söylenen cümlesiyle beni bitirdi.

“We leave something of ourselves behind when we leave a place, we stay there, even though we go away. And there are things in us that we can find again only by going back there.” 
Pascal Mercier - Night Train to Lisbon

[American Horror Story Coven E1-2.]

şükür kavuşturana efendim şükür kavuşturanaaaaa!

american horror story coven iki hafta önce başladı! o kadar özlemişim ki bu diziyi size anlatmam mümkün değil. öncelikle bu diziye neden başladığımı kısaca anlatayım bence. birkaç arkadaşım dizinin çok harika bir korku serisi olduğunu söyledi. hem depek alışılmadık olan versiyonundan. dolayısıyla korka korka da olsa ilk sezonun birkaç bölümüne tabii ki göz attım. ama bir noktadan sonra -arka fonda her zaman korktuğumu belirtmeme gerek yok heralde- o kadar merak ettim ki nasıl sonlanacağını bu hikayenin, artık bu diiyi bırakmam imkansız hale gelmişti. açıkçası ilk sezon bittikten sonra bu hikayenin nasıl devam edeceğini çok merak ettim. sonrasında ise bambaşka bir gerçekle karşılaştım. meğersem diziyi bir sezonluk çekiyorlarmış! yani ilk sezonda oynayan oyuncular ikinci seonda yine yer alacakmış ama bu sefer farklı rollere bürüneceklermiş, konu farklı olacakmış! dizilerin fazlaca uzatıldığı hatta sündürüldüğü bir dünyada 13 bölümle kendi hikayeni sınırlamak özgürlüğüne kavuşmak ne kadar güzel bir his olmalı bir yazar için ve aynı zamanda ne kadar zor olmalı. çünkü gerçekten öncesinde düşünmeli ve dangır dungur bir yazım tarzı yerine herşeyi ince eleyip sık dokuduğu bir ağ içerisinde yazmalı. işte bu dizi ikinci sezonuyla beni bir kere daha daha başlamadan bağladı. ikinci sezonun konusu açıklandığında ise bizi nelerinde beklediğini meraktan çatlayarak düşündüm, çok korkmama rağmen yeniden başladım. ikinci sezonun adı american horror story asylum'du. yarab ne olaylar oldu ne olaylar tek tek yazmama gerek yok, ama şeytan mı ararsın nazi subayı mı psikopat doktor mu katil mi uzaylı mı! bu dizide herşey var yahu! nasıl bir zihinden çıkıyor diye soruyorum bazen kendime ama nip/tuck'ı yazan adam yazıyorsa, pek şaşırmama gerek yok diye düşünüp yeniden gözlerimi ekrana çeviriyorum. efenim dizi sezonları ilerledikçe harika bir görsel şov, senaryo üstatlığı ve oyunculuk şaheserine döndükçe daha da çok kapılıyorsunuz tabii. dolayısıyla ikinci sezonun son bölümünün daha ending credits'i dönerken üçüncü sezonu özlemeye başlamıştım. sonrasında ise bambaşka haberler geldi. ilk haber üçüncü sezonun konusunun coven olmasıydı. ki bu noktada dizi zaten beni benden aldı. yani dününün 7 sezon buffy'de, 8 sezon charmed'da, 5 sezon angel'da ve bilimum filmde izlediğin sihir büyü ve cadı konsepti bu sefer karşıma american horror story'de çıkıyordu. tavanlara sıçradım sevinçten! sonra ikinci haber geldi. üçüncü sezonda konuk oyuncu olarak kathy bates oynayacaktı!!!! kendisi titanic'in batmayan molly brown'ı olup bilimum filmleriyle kalbim fethetmiş oscar'lı bir oyuncudur! sevincimin ne kadar katlandığını hayal edebileceğinizi sanmıyorum. sonra dediler ki kathy jessica ile önceleri kanka olacak. youv! sonraları ise düşman olacak. duble youv. yani böyle bir senaryoyu kaçırmam tabii ki mümkün görünmüyordu. ve üçüncü sezon başladı.

bu noktadan sonra üçüncü sezonun ilk iki bölümüyle ilgili yorumlarımı göreceksiniz a dostlar. öncelikle sezon kathy bates'le açıldı. yareppim kadın cildi gençleşsin diye yüzüne kan sürüyordu. kanı da tavanarasında işkence yaptığı zenci karakterlerden alıyordu! evet efenim dizi 1800'lü yıllarda açıldı ve bu yıllarda kölelik vardı. kadın da kölelerine kötü davranmayı aşmş bir noktada bildiğin işkene ediyordu. tavan arasında artık yaraları kurtlanmış bir kölesi duruyordu ki tek yorumum var: gross. neyse efendim sonrasında günümüze döndük. çünkü şahsi fikrim dizi eski yıllarda geçseydi gerçekliğini -ya da sürrealliğini artık ne derseniz deyin kaybederdi insana tanıdık gelmeyen kostümlerinden dolayı- kaybedecekti. efenim bir tane kız göründü öncelikle. kız teenage, ailesi yokken erkek arkadaşıyla eve geliyorlar, yatak odasına doğru ilerliyorlar. -bu arada bu kız ilk sezondaki haunted mansion'a taşınan ailenin kızı evet- üst baş tişört kot mot derken gençler iyice intimate bir hale geçiyorlar derken efenim derken oğlana birşeyler oldu! hayır. ciddiyim. kinky bir yorum yapmadım. oğlan bildiğn kriz geçirdi, kulakları filan kanadı ve öldü! dedim hassiktiiiiir! bu nasıl bir olay çocuklar, nerden ne oldu şimdi? derken meğersem bu kızımız cadıymış. süper gücünü de öğrendik maalesef tabi. xmen'deki rouge gibi bir konsepti var ama çook detaylara girmeyeceğim, spoilers çocuklar. yıh yıh yıh. neyse kız kendini cadılar için akademide buldu uzun lafın kısası. akademinin müdürü ikinci sezonun gazeteci kadını. lana. yareppim lana'nın annesi de jessica lange. kendisine supreme diyorlar yanılmıyorsam. çünkü kendisinde her güç var. jessica'cım da bu sezon gençl olmayı gençl kalmayı gençleşmeyi kafasına takmış belli ki. tabi bir yandan diğer öğrenci kızlarla da tanıştık. precious var mesela, human vodoo doll. bir tane film yıldızı var, elleriyle cisimleri oynatıyor diğer kız, ilk sezondaki jessica'nın kızı ruhları duyuyor görüyor filan. herkes bir ayrı alemde anlayacağınız. ilk sezonun mansion'ınının ilk sahibi kadın, ikinci sezondaki içine şeytan girdikten sonra kaltağa dönüşen rahibe ise bu sefer can verebilen bir cadı rolünde. ölü biri mi var, uyandırmak mı istiyorsunuz, bu kız sizin adamınız a dostlar. velhasıl, ilk bölümde jessica kızının okuluna gelip onun tontik müdire anlayışı yni aman güçlerimizi saklayalım hiç ortalarda görünmeyelim anlayışını sarsma planlarıyla sazı eline aldı. kızları cezalandırmak yerine havalara savuruyor yeminlen. jessica, sana desteğimiz tam. bir de son dakkada kathy'i mezarından çıkardı beni benden aldı. çok ayrıntılara girmiyorum ama kathy'i mezara kapatmşlar 180 yıl aşağıdaymış a dostlar. 

ikinci bölüm açıldığında işin içine bir de polisler girmesin mi? ilk bölümde iki teeange kızımız bir partiye gitmiş, kızlardan biri gang rape'e maruz kalmıştı. ama tabii ki kız cadı olduğundan mütevellit, bütün gang rape'çilerin olduğu otobüsü tepetaklak ederekten herkesi öldürmüştü. tabi bu konu gizli kalmadı. polisler gelip bu kızları sorguladılar. ezik bi şekilde herşeyi mal gibi anlatan teeange kızımız biraz sinirlerimiz bozsa da, jessica ortama el koyup polisleri herşeyi unutturdu. bu bölümün olayı, ilk sezondaki jessica'nın oğlu çocuk, ikinci sezondaki karısı uzaylılar tarafından kaçırılıp katil olduğu düşünülen çocuğu ölümden geri döndürmek oldu açıkçası. valla bu çocuk ilk bölümde çok sempatikti, yazık olduydu. e tabi bir de başrollerden olduğu için kendisinin ölmeyeceğini, ya da en azından ölü kalmayacağını anlamıştık. peki bu işler nasıl olduuu? yareppim o kadar çok ceset parçası vardı ki! hepsinin arasında seçip beğendiler, bir araya getirdiler, bir sürü büyü yaptılar ve bir şekilde çocuk uyandı. şaşkınım. çünkü birini başka dünyadan geri getirmek onu asla bildiğiniz aynı şekilde geri getirmediği gibi hep başka boklukları da beraberinde getirmiştir, haydi hayırlısı. gelelim bölümün öteki olayına.

efenim okulun müdiresinin çocuğu olmuyor, ya da çok zor olacak filan gibi bir öykü yapmışlar. kocası da kadının cadı olduğunu biliyor bu arada. adam dedi ki bebişim biz bu tüp bebekle filan uğraşmayalım büyü yapalım. dedim mal mısınız a dostlar! hayatla oynamak,hayatın döngüsüyle oynamak yasak nümero 1. valla beni dinleyen olmadı. siyah tozları döktüler, siyah halkayı tamamladılar, enteresan yumurtalar koydular, kan akıttılar ve yumurtaların kırılıp içlerinden minik bissürü yılanın çıktığı bir seks sahnesi oldu. valla o çocuktan hayır gelmez de neyse. sahne bittiğinde tüm yumurtalar sağlamdı ve ortada hiç yılan yoktu. haydi hayırlara yazsın.

overall, dizi tam gaz başladı. okuldaki eğitimi devralan -aman yanlış anlaşılmasın jessica öğretmenlik yapmıyor şimdilik- jessica güçlerinin accayip bilincinde olduğu için, kızları nasıl bir noktaya getirecek merakla bekliyoruz. ölümden dönen çocuk da merak konusu olmakla birlikte, o çocuk ne olarak doyacak en büyük merak konum şimdilik bu. tabii kathy'nin 21. yüzyıla alışma süreci de enteresan olacak. bakalım jessica'yla nasıl kanka olacaklar? dahası, kathy jessica'nın eternal youth peşinde olduğunu anladıktan sonra nasıl bir kılıçların çekilme sahnesi yaşanacak merak içerisindeyim. meraklarda kavruluyorum adeta a dostlar. son noktaya gelirsek, öğrencilerin her birinin geçmişinden bir sahne ile kendilerini bize daha fazla tanıtma fırsatını yaratan senaristlere selam ediyorum. bir tanesiniz. son yorumumu da yapayim, bu konu çok hoşuma gittiği için sona sakladım desem yalan olmaz. efenim dediğim gibi kathy  kölelerine işkence yapıyordu. işte bu kölelerden birinin sevgilisi bit iksir hazırlayıp kathy'e getirdi, aynı kişi kathy'i ölümsüz yapıp mezara kapattı. işte bu kadının gipsy olduğunu düşünüyorum. yareppim angel'daki gibi, çok heycanlıyım! hani vampir ve kötü halini lanetlemişti ya bir gipsy aile, adeta onları anımsar gibiyim. bakalım bu kadınla jessica'nın çekişmesi nereye varacak. ayol kadın hiç yaşlanmamış kuaförlüğe devam ediyordu, başka birşey demiyorum! üstelik bu karakteri angela bassett oynuyor. ay bir de bu kadının sevgili rolünde başında boğa kafası gibi bişiy olan bir adam var. cidden minataur rolünde endişeliyim. bir noktada bu karakterle kathy kesin karşılaşacak da dur bakalım ne zaman.

efendim gördüğünüz üzere çok büyük bir heyecanla yeni sezona başlamış durumdayım. bizi nasıl dehşetli korkunç senaryolar bekliyor bilemiyorum. şimdilik dehşete kapılmadım ama gerildiğim oldu. bu sezon keyifli olacağa benziyor çünkü sadece her zamanki kadro değil, diğer harika isimler de katılmış vaziyette. american horror story ailesine katılın, beraber korkalım, beraber şaşıralım, beraber merak edelim. bekliyoruz.

[The Walking Dead S4E1.]

Efendim walking dead'in dördüncü sezonunun başlamasıyla birlikte vahşi görüntüler ve korkunç gerginlikler özlemimiz sona erdi. çok mesudum. dedikodulara göre walking dead'in dördüncü sezon işlk bölümü televizyonun en çok izlenen dizisi olmuş. nasıl olmasın? şahsım adına konuşmam gerekirse takip ettiğim diziler ya amerikan politikası üzerinden, ya doğaüstü konular üzerinden gidiyor. ya bir şekilde soğuk kanlı bir katili takip ediyorum, ya da ertesi gün ufak tefek sitcom'lara gülüp, ay nerde vahşet, nerde insan doğasını sonuna kadar zorlayan senaryolar diye hayıflanıyorum. işte walking dead, insan doğasını zorlayan senaryolar kategorisinden favorim. çok şükür kavuştuk.

en son rick ve ekibini bıraktığımızda koskoca kasaba halkını da aralarına alıp, zaten sınırlı miktarda olan kaynaklarını bu kasabayla paylaşmaya karar vermişlerdi. tabii ki bu fikre yüzde bin beş yüz karşıydım. ama sahne açıldığında gördük ki, insanlar bir şekilde birbirlerine yetmişler. mal governor'ın kendi çapında başlattığı savaş kısa sürdüğü için, güllük gülistanlık tadında hayatların bir de bağ bahçe eklemişler. anladığım kadarıyla asıl ekipten oluşan bir konseyleri var ve önemli kararlara bu konsey karar veriyor. hershel -ki kendisini hiç özlememişim bu nur yüzlü dede kafasındaki amcaya kanım asla ısınamayacak üzgünüm- rick'e gardening tavsiyeleri filan veriyor, böyle çılgın kafalar yaşanıyor. öte yandan daryl ve virkaç eleman hala hapishane dışına çıkıp kaynak arama arayışındalar. zaten böyle bir olay olmasa dizi inandırıcılığını kaybederdi diye düşünüyorum. neyse, gelelim dizinin youuuuv dedirten harika olaylarına.

efenim dediğim gibi bir grup insan yine bir süpermarketimsi askeri bir tesise gitti ve kaynak arayışına devam etti. burda enteresan olan asla tüm marketi yüklenip çıkmamaları. bana öyle geliyor ki sadece ihtiyaçlarını alıyorlar ki insanlar ihtiyaç halindeyse onlara da birşeyler kalsın. yaşanan kıyameti düşünürsek bu bir avuç insanın insanlığını kaybetmemesi beni her seferinde şaşırtıyor doğrusu. takdir ediyorum. neyse gelelim esas olaya. bir baktık ki çatıdan su damlıyormuş. dqha neydi ne oluyordu demeden patır kütür zombiler aşağıya düşmeye başlamasın mı? meğersem çatı sudan çürüdüğü için çok sağlam değilmiş. dolayısıyla zombiler sese doğru yürüdükçe tepemize düşmeye başladılar. harika bir sahneydi! neden? çünkü artık bir yere girdiklerinde içerden hüloğ diye zombi çıkması baymaya başlamıştı. üstelik ekip artık o kadar ustaca bir hamlelerle giriyor ki, birilerinin ani zombi atağında ölmesi çok da inandırıcı gelmiyordu. ama bu şekilde öyle bir mayın tarlası yaratmışlar ki, bir an cidden daryl ölecek filan sandım, dehşete kapıldım. hersel'ın küçük kızının sevgilisi parçalanıp öldü ama kız bu işi o kadr doğal karşıladı ki, en sonunda onu tanımak güzeldi noktasına gelmenin ne kadar kayıplara sebep olduğunu düşünmek bile ağır geldi bana. senariste selam ederim, adamsın. 

rick cephesine gelirsek... o kadını öncelikle lori'ye çok benzettim, el insaf. başka kadın mı bulamadınız. ben bir an o kadın lori'nin zombi versiyonu ama rick onu karşısında konuşurken görüyor filan sandım ayol! bir de o yerde duran domuzumsu şeyin içinde birşeyler kıpırdıyordu sanki, onu parçalayıp içinden neler çıkacağını görmek zorunda kalacağımız düşüncesi beni ufak ekran izlemeye bile itti yeminlen. oy. ama aslında bambaşka bir story arc yapmışlar. daha doğrusu story arc değil de, rick'in karakterini gözler önüne seren bir hikaye oluşturmuşlar, dehşet içinde, kanım donarak izledim. rick'in bıdı bıdı heykeli benim en sevdiğim heykel deyişinden sonra kadının evet benim de diye cevap vermesinin üzerine, rick'in yüz ifadesi değişti ya hani, o an kadında bir bokluk olduğunu anladı ama yine de oraya gitmesi, enteresan ama tam bir rick hamlesiydi. kadının kocasından bu kadar bahsetmesi -ve bu kadar hayatta kalması beni baya şaşırttı doğrusu- en sonunda olmayan bir kocaya itecekti bizi şüphesiz, ama kocasının sadece kafasına itmesi, rick'i ona kurban etmek istemesi ve en sonunda kadının bu hayata dayanamayıp kendini öldürmesi... vay anasını sayın seyirciler. insanın dayanamayacağı noktaya gelmesini anlaması bir başka insanla karşılaşmasına bağlıymış meğer. karşında güçlü birini görmek, ne kadar zayıf hale geldiğini gösteriyormuş. bilemiyorum senaristler bunu düşündü mü ama bu sahne beni düşündüklerinden de derin etkiledi. şapka çıkardığımdır. rick'in ölmek üzere olan kadına soracağı soruları söylemesi güzeldi. ama beni en etkileyen bir diğer ifade, aslında herkesin infected olduğu bir dünyada kadını başından vurup onun misery'sini sonsuza dek bitirmek istemesi ile kaynakların kısıtlı olduğunun farkında olan rick'in bu kadına bir kruşun harcayamayacak durumda olması çatışması çok güzeldi. gerçekten de ilk bölümde yerde sürünen walker'ı öldürmesinden yola çıktığımı bu yolculukta arkasını dönüp giden rick noktasına varmamız, karakterlerin de geliştiği değiştiği bir dizi olduğunu gözler önüne serdi walking dead'in. işte ben zaten bu yüzden walking dead'i izliyorum a dostlar. kabul, ilk sezonda çok korkarak izledim. ikinci sezonumu iğrenerek ve korku içinde geçirdim. ama artık yemek dahi yerken bu diziyi izleyip insan doğasının, karakterlerin sınırlarını izliyor ve çok keyifl alıyorum, iyi ki başlamışım diyorum. dizi dediğin böyle olur. tabi dizi dediğin böyle olur yorumuma bir şerh düşmeyi borçl bilirim. valla ilk sezon kampları vardı, ikinci sezonda çiftliğe sığındılar, üçüncü sezon hapishaneyi savunarak geçti derken, dizinin bu yerleşik düzeninin heyecanını kaçırdığını düşünmeye başlamıştım. gerçekten seanristler ve show runner sesimi duymuş olmalı ki öteki bölümün fragmanında gördüğüm kadarıyla hapishaneyi zombiler basacaklar ve bu ekip bir şekilde orayı terk edecek. inşallah yine yollara düşerler de bir de onun gerginliğini yaşarız. çünkü insanın nerede uyuyacağını bilmesi insana huzur vermekle birlikte, bu dizide huzur çok büyük bir lüks. artık senaristlerin bunu hatırlama vakti geldi de geçiyor.

son yorumlarımı da hastalık hakkında yapayım. korkudan öleceğim!!!! herşey bir yana bir de bulaşıcı bir hastalık hikayesine temelleri attılar, dehşet içindeyim. zaten salgın hastalıktan çok korkan bir insanımdır. hele de salgın hastalık bir virüsten kaynaklanıyorsa korku ve dehşet katsayım 1500 kat artar. ama burada zombiye dönüştüren, sizi insanlıktan çıkaran ve biri sizi vurmadıkça sonsuza dek, çürüyünceye dek, kopuncaya dek, yokoluncaya kadar, kurtlanıncaya kadar canlı etin peşinden koşmanıza sebep olan bir virüsten bahsediyoruz. valla allah yardımcımız olsun ben bu sahneleri nasıl izleyeceğim merak içindeyim.

korku ve dehşet içindeyim ama dördüncü sezona hazırım.

ps. andrea'nın öldüğünü unutmuşum yahu, valla tekrar hatırlayınca çok üzüldüm dördüncü sezonu izlerken bile. yazık oldu kendisine. neyse.

16 Ekim 2013

[Homeland S3E1-2-3.]

Homeland'le ucuncu sezon bulusmamizi anlatmamin bu kadar uzun surdugune inanamiyorum. Ozellikle ilk iki bolum o kadar guzeldi ki, soluk soluga izlerken bolum oracikta bitince yasanilan hayal kirikligi icin ayri bir kelime yaratmalari gerekli.

Homeland'in ikinci sezonunda koccaman br patlama olmus, carrie brody'den suphe etmis ama en sonunda ona yardim edip ulke disina kacirmisti. Kaldigimiz yerin bir ay otesinden devam ettik hikayeye. Bir arastirma komisyonu kurulmus konuyu arastiriyor. Ama o ne arastirma, milleti kirip gectiler oturumlarda. Ve zavalli carrie brody'nin kotu adam oldugunu bir sezon soyledikten sonra ancak inandirabildigini soyleyemiyor. Cunku cia terorist bir adamla is birligi yaptigini kabul etmek istemiyor. Bu iki bolum carrie ve brosy'nin ailesi uzerinde odaklandik. Tanii cia'de onemli olan herkes oldugu icin meydan saul'a kalmis maalesef. O kisimdan hic haz etmedigim kayitlara gecsin. Carrieye gelirsek... Claire danes daha ne kadar yukselebilir oyunculuk seviyesinde bilemiyorum. Tabii bana dusmez oyunculuk hakkinda yorumlar yapmak ama claire danes aldigi tum odullerin hakkini verip, onumuzdeki emmy'lerde de galibiyetini ilan ediyor daha simdiden.

Carrie'nin yapayalniz kalisi, yillardir calistigi cia'in ona saul'un ifadesiyle ihanet etmesi, kapatildigi hastanede kendisini gormeye gelen kisiyi gormek icin mucadele vermesini ve istenilen herseyi yapiyorum deyisindeki o huznu unutamayacagim. Claire, bizi goturecegin baska hisleri tatmak bambaska.

Ote tandan brody'nin ailesine gelirsek, bence bu ailede herkes cok sakin ve sadece dana herkesin girmesi gereken soku kendi bunyesinde yasiyor. Hatta oyle ki, herkesin cilesini tek basina cektigi icin kaldiramiyor. Kaldiramadigini ogreniyoruz. Annesinin intihara kalkistigi banyoyu degistirdiginu gordugu zamanki umursamaz bakislari bir yandan, annesinin kan cikmadigi icin yeniden yapmak zorunda kaldim diye bagirmasinote yandan, brody'nin ama iyi ama kotu davranislariyla nasil bir enkazi geride biraktigini gormek muthis bir keyif. Tabii ki bu insanlar icin uzulmedigimden degil, tam tersi, birileri bu insanlarin huzunlerini kaleme almayi unutmadigi icin, boyle yazarlar varoldugu icin cok mutluyum.

Brody'e gelirsek, ancak ucuncu bolumde karsimiza cikti kendisi. Brodu'nin nasil vuruldugu o kadar umrumda degil ki... Sadece yardim icin sigindigi insanlarin -imamin ve karisinin- olumune sebep olan bir adamin nasil morfin/uyusturucu batagina dustugunu cok net gostermisler. Ama esas soruyu sorarsak, yani gercekten ne yapmak icin bu adami bagimli hale getirmeye calisiyorlar ve onlar kimler diye sordugumuzda cevabi merak ediyor muyum? Hayir. Bir sekilde hak verip, baska sekillerde sevmeye baslayabilecegim bu adam her seferinde guvenimi kirarak artik son kredisini kullandi. Cidden, brody cephesinde cok heyecanli bir story arc gelmeyecekse dizinin akibeti ne olur bilemiyorum.

Ama brody disinda herseyi merak ediyorum, kayitlara gecsin. En cok da saul'un dususunu gormek icin daha 5 sezon daha bikmadan izleyebilirim. Haydi hayirlisi a dostlar.

12 Ekim 2013

[Çalıkuşu 2013.]

Çalıkuşu. en sevdiğim roman. aşk acısını kalbimde hissettiğim roman. tıpkı küçük prens gibi hayatımın hemen her dönüm noktasında okuduğum, her seferinden farklı bir yerini yakaladığım roman. çocukluğum. gençliğim. yetişkinliğim. bu hikayeyi ne kadar sevdiğimi tahayyül edebiliyor musunuz? işte ancak bir şekilde bu sevgiyi tahayyül edebiliyorsanız ne kadar endişelendiğimi anlayabilirsiniz bir dizinin çekileceğini duyduğumda. kamran karakterine zaten gıcık olduğum aşikar. kolay değil, feride'nin kalbini çatırdattığı o an kitap benim de elimden düşmüştü, onu kimin oynayacağı pek umrumda değil. ama burak özçivit çok yerinde bir tercih olmuş. hem gerçekten hoş biri, hem de onun o havalı cıvalı ama bir yandan da çıtkırıldım haline çok yakışmış. üstelik bir önceki rolü de malkoçoğlu'ydu, takdire şayan, beklemiyordum. benim esas bahsetmek istediğim bu noktada feride. fahriye evcen'in feride'yi oynaycağını duyunca mutuzluktan düşüp bayılıyordum desem yeridir. en sevdiğim karakteri güzel canlandırmak bir yana, canlandıramayacağı senaryosu, hatta berbat edeceği, insanlara feride'yi aksettiremeyeceği korkusu içime öyle bir oturdu ki, diziyi ilk izlemeye başladığım dakikalarda yüreim ağzımda izledim. ama ne yalan söyliyeyim, bana kapak oldu. fahriye evcen harika bir feride olmuş! dizinin sadece senaryosundan gelen bir durum değil bu. bakışları, hali tavrı, o gururundan kan kusup kızılcık şerbeti diyen hali o kadar harika ki, gözlerime inanamıyorum her bölümde. kamrandan içten içe hoşlandığını kendine dahi itiraf edemeyen halindeki naiflik, kara çarşaflı kadının düğün arifesinde bahçe kapısında feride'yle konuştuğu andaki hayal kırıklığını o kadar çağrıştırıyor ki, kalbim şimdiden acımaya başladı. begüm kütük de çirkef kadın rolüne çok yakışmış. kendisini çok severim amma bu rolde bir süre gıcık olacağım kesin. birazd aha oyunculardan bahsedecek olursak, teyze rolünde harika bir kadın var! hakikaten anne yarısı bir teyze var karşımıda, casting ekibine helal olsun valla! enişteyi de suskunlarda izlediğimiz, muhteşem yüzyılda gördüğümüz o sert mizaçlı adamın oynaması beni ayrı bir şoklara soktuğudur. iyi ki varsın enişte. bir an önce iyileşip vebadan kurtulmanı bekliyorum ama sanmıyorum ki kurtulasın. mutfak ekibine de ayrıca bir alkış, the ferhunde hanımlardaki kadın -çok üzgünüm, adını bilmiyorum- sana kahkahalarla gülüyorum, hay sen çok yaşa!

dizide beni rahatsız eden şeyleri de söyliyim de tam olsun. tabii ki de kitapta olmayan şeyler. mesela eniştenin bu kadr iyi ve sağlam karakterli birisi olması. tamam kurguda çok hoş duruyor da, açıkçası burak özçivit'in harika oğul rolleri çok fazla seyirciye oynamak olmuş, gerek yok ama anlıyorum neden yaptığınızı. ikincisi de şu feride'ye so called tedavisini uygulayıp onu keklemeyi düşünen doktor. ne gereksizlik! how absurd! saçmaladını iyice. feride kamran'a güvenmiyor onun kendisinden pek haz etmediğini de düşünüyor bazı bazı ama heralde ölecek olsa, kamran'ın hiç umursamayacağını düşünecek kadar gerizekalı bir kız değil. reca ederim yani. o kadar da değil. kendinize gelin. şimdi feride'yi yataklara düşürmek, elinden tutup gözünün içine bakmaklar filan, yani gerek yok. haydi bir an önce zeyniler'e gidelim, bir an önce ç'ye gidelm, gülbeşeker'den kaçalım, açlıktan bayılalım narin bünyeden bayıldım sansınlar da müteşekkir olalım. kitaptan uyarlanan eserlere her zaman ekstra şeyler eklenir ama yeani, daha çok yol var, bunlarla bizi oyalamayın lütfen.

 bu arada sanıyorum ki feride'nin iki yakın arkadaşı feride'nin karşısına milli eğitim müdürlüğünde çıkıp önünü açacaklar. gıdı gıdı bıdı bıdı fıtı fıtı üçlüsüne de ayrıca gülüyorum. bu da kayıtlara geçsin evet.

uzun lafın kısası bu diziye heyecandan çok korkuyla yaklaşmıştım ama artık keyifle izliyorum. tam hayalimdeki karakterleri resmeden harika insanlar seçmişler ve senaryosunu da harika yazmışlar. hiç bir dakikasında sıkılmıyorum. üstelik sıkılmamak bir kenara, çok da eğleniyorum. yönetmenlerden biri çağan ırmak diğeri de doğan ümit karaca. şimdi yalan olmasın doğan ümit karaca ile pek aşina değilim ama çağan ırmak başımın tacı yeminlen. keyifle izliyoruz, gözyaşlarını sonraki bölümler için biriktiriyoru efenim.

son söz vurucu olsun diye ayrı bir paragrafa aldım evet. izlemediyseniz derhal başlayın dostlar. pişman olmayacaksınız.

[Newsroom Sezon 2: Epilogue.]

newsroom'un ikinci sezonundan daha önce nasıl hiç bahsetmemişim, hayretler içindeyim öncelikle bunu söyleyerek başlamalıyım söze. ikinci sezon ağırlıklı olarak genoa denilen operasyon hakkında yapılan haber serisi ile ilgiliydi. bilinmez bir halde başlayan sondan başa giden bu haber serisinin entrikası öncelikle pek sarmasa da sonrasında enteresan olmaya başladı. daha doğrusu esas ilginç olan, ekibin çektiği dava çilesine kimin sebep olduğunu görmekti. en nihayetinde haber kaydını kesip manipüle ederek yayına hazırlayan prodüktörün bir de yüzsüz bi şekilde tüm fatura bana kesildi diye dava açması şaka gibiydi. sezonun benim için bir başka highlight'ı maggi'nin başına gelenlerle ilgili olan bölümdü. çok ama çok etkilendim. bir şekilde dizilerin afrika'ya gidip oradaki bir meseleye parmak basmaları veya doğrudan doğruya böyle bir maceraya cesaret etmeleri bile öyle takdirimi kazanıyor ki, tebrik ediyorum herkesi. zamanında er'daki kovac ve carter'ın yaşadığı afrika maceralarını hala unutmadım, unutamadım ve maggie'nin o ufacık çocukla yaşadığı olayı da unutmayacağım. 

bunun dışında prodüktör çocuğun röportajını diğer gazeteci kıza vermesi, onların skype aşkı ve bilimum bıdı bıdı detay hiç de umrumda değil. seriously, adından bile emin olamadım çocuğun şu an, lütfen o mıymışık çifte oynamayın bu dizide. 

bu dizide bizi ilgilendiren bir çift vardı, o da sloan ve don. yareppim bu ikili 2 sezon bakıştılar bakıştılar bakıştılar, daha doğrusu zavallım sloan baktı karşılık alamadı alamadı derken, yok efenim kitabı almış da, bi alvera dalavera olmuş da filan fıstık derken, en sonunda güzzzzeeeeğl bir öpüşme sahnesiyle diziye can verdi. şükür. sorkin'e saygım sonsuz ama biraz temas olsa hiç de fena olmayacağdı. dahası sezon finali demişken tüm olayları patır patır patlatan sorkin usta sanıyorum temas taleplerimizi bayağ ciddiye almış olmalı ki, will mac'e evlenme teklifi etti. vallahi hiç mi bağlamaz beni, ancak bu kadar olur. zaten sürekli didişiyorlar atıp tutuyorlar, evli olup olmamanın bu duruma bir eksisi artısı olacağını düşünmüyorum. bakalım öteki sezon ne olacak, bekliyoruz. 

şimdi biz en son seçim gününde bıraktıydık, bakalım yeni sezonda hangi olaylar dizide yer bulacak bir tek o kısım soru işareti kaldı. don'la sloan'a uzanan eller kırılsın demekle birlikte, son sözümü de charlie hakkında kullanarak yazımın sonuna geliyorum. charlie, seni çok seviyorum. harika bir adamsın, çok komiksin, çok akıllısın, karizmatiksin. birkaç decade'le kaçırmışız seni vallahi.

dip dip son söz: jane fonda, gerçekten bir efsanenin efsane olmuş kızı. high hallerin, inatçı hallerin, kontrolü oğluna bırakan uysal hallerin ama her halinle muhteşem olan duruşunla sana o kadar hayranım ki, dilerim senin yaşını görürsem, böyle kuuğl bir insan olurum.

evvet newsroom sezon üç yolcusu kalmasın, öteki yaza buluşalım. hayatlar ve mekanlar değişsin, ama haberler hep baki kalsın.

[Suits S3E1-2-3 ve Post Suits.]

efendim sezon biteli bir hafta oldu benim daha ilk hafta yorumlarım taslaklarda duruyormuş, kendime koca bir pes diyerek konuya giriyorum. aşağıda ingiliz harvey'e duyduğum hayranlık uzun uzun yazılmış. değiştirmiyorum bu görüşü. harvey specter'ın zor duruma düştüğünü görmek, onun o havalı cıvalı her boku ben çözerim I'm the king of the world goygoyundan o kadar daralmıştım ki, birilerinin o cakayı dağıtması çok hoşuma gitti evet. ama şimdi iki şeyi ayrı tutuyorum. donna'nın kalbini kırmayacaktın ingiliz harvey. bu noktada cümlemizi her anlamda kaybettin. sadece harvey'e oynasaydın çok iyi olacağdı. 

efenim sezonun olaylarını uzun uzun anlatmayacağım. ama rachel ve üniversite krizine değinmeden edemeyeceğim. NO. ONE. CARES. evet, yorumum bu kadar, you may elaborate gençler.

jessice bir başka partneri daha nasıl şirketinden atabileceğini gösterdin canım. bravo. yani bir insan bu kadar mı klişe şekilde yırtıcı olur hayret yani.

louis'yi kimse sevmeyecek mi bu ofiste derken artık biraz olsun bir takdir göresi sezonun en güzel anlarından biriydi. ama kedi muhabbeti neydi öyle? are you out of your minds? kediyi almak vermek nedir ya? get a life already senaristler.

lady stark, seni çok seviyorum. valla senin olayın tüm sezona yayılıp bizi biraz darladı ama seni o alıştığımız kostümlerin dışında ama yine de tam bir leydi olarak görmek çok hoşuma gitti. casting'e douze points. 

donna. mutlu olmanı istiyoruz. başka bir dileğimiz yok adeta. saygılar.

[..]

efendim ilk iki bölüm hakkındaki yorumlarımı topluca yazayim: pek beni saran birşeyler olmadı. en nihayetinde kaldığımız yerden devam etti dizi. rachel ve mike'ın ayyyy ara verelim ben bi düşüneyim tadındaki nevrozları da HİÇ umrumda olmadığı için zannımca sönük geçti iki bölüm. ama sonra ne oldu?

lady catelyn stark, i kneel before you. cidden. abi bir insana bir rol bu kadar yakışamaz. the petrol kraliçesi, harikasın ya. ay o kadar yakışmış ki bu kıyafetler, bu bakışlar, bu saçlar, inanılmaz şaşkınım. kadının suratına baktım baktım, kimdi bu kadın kimdi bu kadın diye kafayı yedim ve en sonunda buldum, google'ı kullandım ama itirafımdır, çok mutluyum yahu! çok havalı! kadın harika! çok mesudum.

ikinci bomba: Kurt McVeigh! bildiğin the good wife'taki the en sevdiğimiz partnerin balistikçi sevgilisi geldi hağğnım! savcı rollerinde yardırıyor ve bıyık çok yakışıyor! canımsın kurt! seni harvey'i zorlarken görmek güzel ama en nihayetinde kaybedeceksin maalesef. bu öyle hava cıva yapmaya, yemeklerde insan tutuklatmaya benzemez.

ilk iki bölümle ilgili en önemli yorumum tabii ki louis ve donna konusunda. ya ben bu ikiliyi çok seviyorum. atışmalarınız harika! louis, canım muhteşemsin, senin film referanslarına hastayım! her referansla beni biraz daha kazanıyorsun, ama yüzündeki ifadeyi değiştirmen lazım. donna. donna ben sana ne diyeyim? yani şu dizinin bayık sezonundan sonra tekrar izlememin sebebi sensin! merak ettim senin hikayen nasıl devam edecek diye ve bu yola başkoydum. dilerim bu sezon mutlu olursun. senin mutluluğun kararsız harvey'de değil sana söyliyim.

gelelim üçüncü bölüm yorumlarıma. dosdoğru yazdığım gibi başlayalım:

WELL HELLOOOOO!

karizmatik misin?

stephen huntley cağnımsın. donna ve stephen, now you are talking çocuklar!

hurley and thatcher, ahahahaha! muhteşem.

people pave the way for me. şalalalalalala şov radyooo!

yareppim havadan öleceksiniz. içimi bulandırdınız valla.

rachel ve mike, you disgust me to my guts.

bu kadar çirkin bir çiftin ne bok yediğini kimse umursamıyor, aceba senaristler bunu ne zaman anlayacak?

AHAHAHAHAHAHAHAHAHAHAHAHAHHAHAHAAHAHAH

OHA ÇOK İYİ ÇOK ÇOK ÇOK İYİ!!!

stephen'ı daha çok seviyorum. çok net. harvey'den daha çok seviyor olabilirim an itibariyle. çok havalı ve çok gizemlisin. bebeyimsin. sonradan bu adama kazık da atsan seni seveceğim. çünkü o zaman da harvey'den daha zeki olduğun ortaya çıkmış olacak. canım benim.

macbeth ve daniel day lewis. allahım donna şu an beni öldürdün. o oyuna gideceğdin ya!

ay harvey ve hırsları konusunda ayrı bi spinoff yapın bence pof pof pof.

efenim harvey mike'a darbe yapmak istediğini belirtti ve bölüm orada bitti. biz daha fazla entrika bekliyoruz. henüz sezonun içine giremedim. dilerim büyük bir olay başlatırsınız ve bu saçma sapan bir şirket ayrılması olmaz. sevgiler. saygılar.

[Once Upon A Time S3E1-2.]

bu diziye bayılıyorum! başka diyecek bir sözüm yok. cidden. o ilk sezonun mary margaret ile charming arasındaki mıymışık olan olamayan unutulan hatırlanan bayık aşk hikayesini aşmanızla birlikte yepyeni kapılar açıldı, mutluyum mutlusun mutluyuz. üçüncü sezona bomba gibi iki bölümle başladığımız doğrudur. bir yandan bildiğimiz masal realm'ine dönen neal penceresi var, ki babasının sihir gücünü kabul etmesine koccaman bir douze points, bir yandan da neverland'a geçen diğer karakterlerimiz var. rumpel, emma, hook, regina, snow ve charming'den oluşan bu çılgın ekip iki bölümdür beni çok eğlendiriyor. regina'nın mıydı, emma'nın mıydı anımsayamıyorum ama dönüp snow'a NEDEN BU KADAR İYİSİN LAAAĞN? dediği sahne harikaydı. bu ekibin tüm özelliklerini birleştirip henry'ı buluncaya kadar maceraları ayrı bir spinoff'a konu olabilir. tabii ki ben nevroitk emma, onun minnoş tipitoş tontoş anası ve babası charming ve snow'dan ziyade regina tarafındayım. bu kadın knows how to handle business. net. beş kere düşünüp yarım kere hareket etmiyor. respect. bir de tabii ki rumpel'a hastayım. bu so called kötü adamın iyilik ve kötülük arasında sürekli gidip gelirken gösterilmesi ama aslında içten içe de kötü olduğunu bilmemiz ama aslında özünde de bir ebeveyn olduğunun gözler önüne serilmesi ne kadar güzel birşey öyle!

güzel demişken bir de beni acayip şaşırtan bir noktaya parmak basacağı tabii ki. peter pan kötü karakter! bu nasıl mümkün olabilir lan? şaşkınlıklar içerisindeyim. çocuk tam bir devil. ondan nefret ediyorum adeta. bunu düşünen yazarlara şapka çıkardığımdır. hook'un iyicene bir adam olması ve dahi yakışıklı bir adam olmasından anlamalıydık biz bunu. oysa ben hook'u görüdğüm ilk andan itiabren peter pan'ı hangi hoş gencin oynayacağını hep merak etmiştim. meğer çirkefler çirkefi biri oynayacakmış haberim yok. aklımda green arrow'la green lantern tadında biri vardı, yaramaz çocuk çıktı yeminlen. bu arada neverland demişken, o çocukların hali beni üzüyor.. lütfen wendy'li ve peter pan'in iyi olduğu kısma dönelim. hatta bence peter pan ölecek ve henry orada kalacak filan gibi bir atraksiyon bekliyorum da, dur bakalım hayırlısı.

önümüzdeki bölümlerde bölümlerin biraz daha coşmasını heyecanla bekliyorum. örneğin etraflarını saran çirkef denizkızlarına bakıp, eeağğh siktirin gibin lağn tadında bir hamleyle tüm herkesi kurtaran regina biraz daha takdir edilmeyi hak ediyor. emma sürekli ben henry'nin annesiyim annesiyim diye yollarda ama regina da o çocuğun annesi. ve emma alemler aleminde gezerken regina büyütmüştü. neyse efenim bu noktada herkesin aklındaki soru şu olmalı bence: henry'i bulduklarında henry tanıdığımız henry olacak mı? o minnoş bakışlı ümit etmeye bayılan ve inanan henry'yi gözünn feri gitmiş, daha da ötesinde artık peter pan'in tarafına geçmiş biri olarak görmeyi kaldırabilir miyiz? hiç sanmıyorum. diren regina, diren henry, diren emma.

[The Sleepy Hollow Sezon 1.]

efendim sizi yepyeni dizimle tanıştırayım, sleep hollow!

bu dizide harika şeyler olacak olabilir ve oluyor a dostlar! ichabod crane başrol yakışıklımız, iki yüzyıl sonrasında dünyaya gözlerini açtı. karısı cadıymış. ortada gezinen başsız bir süvari var. olayları araştıran polis kadın ve kardeşi sanıyorum bir ormanda devil itself'i görmüşler. başka boyutlardan dünyaya zıplamaya çalışan yaratıklar mı dersiniz, yoksa kötü kalpli ve vücut bulmaya çalışan cadı ruhları mı, hepsi burada! bazen hayal ettiğim şekilde devam etmiyor dizi ve böyle olunca hemen çözülüyor olaylar ama yine de bu diziyi sevdim. büyük bir potansiyel seziyorum. dilerim gerçekleştirir ve ortada eksik kalan mistik dizi boşluğumu doldurur. 

diziyle ilgili büyük sıkıntılardan biri iki yüzyıl sonrasına gözlerini açmış bir adam olarak ichabod'un hemen hemen hiç şaşkınlık yaşamaması. ama bunu sineye çekebilecek durumdayım galiba. çünkü örneğin geçen haftalarda boyutlar arasında kalmış bir cadı gördüm. ya da mistik kapıları açan anahatarları yok ettik filan, çok güzel çok. biraz da karakterler güzel olsa, tam olacak. tabi burada güzelden kastım, fiziksel bir güzellik değil a dostlar. derinliğini alamıyoruz karakterlerin. biraz daha geçmiş öğrensek, biraz daha personal seviyeye insek o kadar bağlanacağız ki, hayret ediyorum senaristler nasıl böyle birşeyi atlar diye. polis kızımızın gençken ufak çapta bir suçlu olduğunu öğrendik, foster care sisteminden çıkmış, ormandaki meşhur karşılaşma filan da tamam ama, ne bileyim, bu sürekli güvensizlik hali çok sıkmaya başladı. yahu bir bağlantı kurun, birşeylerinizi paylaşın ve bu şeyler klişe olmasın allaaasen. bekliyorum bak çocuklar. bunu yapabilirsiniz. ynai herşey de ichabod'un varolan tarihlerde hep orada olduğu için, hep kulak misafiri olduğu için, hep karısı kulağına fısıldadığı için çözülmesin. biraz da kendiniz düşünün bazı şeyleri. biliyorum, o zaman diyeceğim ki yeni buffy'm bu dizi. hayırlara yazsın. ve hatta hayırları yazsın senaristler. keep up good work.

[Dexter Sezon 8: Epilogue.]

dexter'ın dizi finali. bu konu hakkında yazmadan önce öncelikle bir saygı duruşunda bulunmayı bir borç bilirim. bu diziye başladığımda lisedeydim. bittiğinde master programındayım. ne kadar zamanın geçtiğini, ne kadar çok şeyin değiştiğini ve dexter'ın tüm bu zamanlar içerisinde bana hep keyif veren, context'lerin değişmesine rağmen temasını kaybetmeyen bir dizi olduğunu belirtmeyi bir borç bilirim. ilk sezonunda izlediğimiz ice truck killer, ikinci sezonda bay harbour butcher, üçüncü sezonun çirkef savcısı, dördüncü sezonun mighty trinity killer'ı, beşinci sezonun jordan chase'i, altıncı sezonun doomsday killer'ı, yedinci sezonda karşımıza çıkan hannah ve rus mafyası örgüsüyle birlikte dexter'ın meşhur gizli kimliğinin ortaya çıkması artık sekizinci sezonla birlikte zirve noktasına varmıştı. dürüst olmak gerekirse sekizinci sezonu çok beğenmedim. tamam, güzel anlar oldu, mesela vogel'ın diiye dahil olması ve öldürüldüğü an muhteşem derecede anlamlı ve sert olmakla birlikte -dexter'a yaraşan da bu değil miydi zaten?- sekizinci sezon aile dramı dışında pek birşey vermemişti bana. ama yine de söylemek lazım: debra'nın hikayesinin sona erişi bu şekilde mi olmalıydı? biliyordum ki debranın bir mutlu sonu olmayacak. ama ölmesi gerekir miydi? emin olaıyorum. daha sonrasında düşündüğümde sanıyorum ki onun hikayesi ancak bu şekilde closrue'a ulaştırılabilirdi sanıyorum. neyse efendim, zaten ucundan giriştik, gelelim son bölüm yorumlarıma.

kabul edemeyeceğim bir son yaşadık. dexter kendine mutlu sonu biçemedi, biçmedi. amerikanın en sevilen seri katili tagline'ı ile satılan bu dizi, dexter'ın mutsu yapayalnız, çocuğunu yabancı bir kadına emanet etmiş bir şekilde cinayetlerin devam etmesi senaryosuyla devam etti. hayır. böyle birşeyi kabul etmem mümkün değil. 

debra. beni ağlattın. alacağın olsun. quinn karakterini boş boş comic relief olmayan sahneler yarattığı için zaten sevmiyordum. ama yine de sizin mutlu olmanızı istemişim galiba, daha sonrasında düşününce anlıyorum. en nihayetinde fırtınada suya bırakıldın debra. of. mutsuz oluyorum düşündükçe. çünkü başka bir son olamazdı. dexter debrayı o halde bırakamazdı. bu konuyla ilgili yazmayacağım. yazamayacağım. çünkü it breaks my heart in ways you cannot imagine gençler. ama dexter'ın debranın fişini çektikten sonra yine akıntıya doğru gidip onu o raya bırakması, son darbe oldu. artık bıçak darbesini sırtımdan mı aldım, kalbimden mi aldım bilinmez. ama çok acıdı dexter. expected. ama heart breaking. 

ilk 4 sezonunu ikişer günde oturup izlediğim, sonraki her sezonunu soluk soluğa her hafta heyecanla bekleyerek takip ettiğim dizim sona erdi. dilerim bu kadar iyi bir polisiye karşımıza çıkar. ama bir yandan da diliyorum ki bir daha böylesine saran bir dizi çıkmasın karşıma. o zaman daha büyük bir efsane olur belki dexter. sonu unutulur. glorious days akıllarda kalır. çünkü benim hep öyle kalacak. dexter ve bir kutu kan örneği. fit to kill an be on time for dinner.

dexter. en sevdiğim seri katil.

[Muhteşem Yüzyıl S3 ve 106.]

Efendim birazdan muhteşem yüzyılın 106. bölümünü izlerken yazdığım şeyleri paylaşacağım. ama öncelikle 107. bölümü de yeni izlemiş biri olarak aklımdan geçenleri yazmayı bir borç bilirim. ilk yorumum vahide gördüm hakkında olmalı. bir öneki sezon biterken son 30 saniyede karşıma çıkan hürremi hiç beğenmemiştim. en nihayetinde 2 sezon boyunca meryem uzerli ile görmeye alışkın olduğumuz bu karakterin yerinde vahide gördümü görmek, hatta özür dileyerek düzeltiyorum, vahide perçin demeye henüz alışamadım ama alışacağım, vahide perçini görmek, çok çok garip bir histi. sanki meryem 4 bölüm sonra zaten gidecekmiş gibi değil de, hürremin tüm yıllarını kaçırmışız gibi bir öfke doldurmuşt içimi. ama vahide perçin harika bir hürrem sahneliyor bence. neden mi? çünkü. efendim üçüncü sezonda bildiğimiz hürrem gitmiş. soğuk, acımasız ve çok çok daha zeki bir kadın gelmiş. tabi kolay değil o kadar yıl gücü elinde tutmak ve bir yandan da esir tutulmak. dolayısıyla meryem uzerli'nin o yumuşak mizacından byölesine sert ifadeleri olan kocaman bir kadın yüzüne geçmemiz beni rahatsız etmiyor. yalnız tek rarahtsız eden konu, hürremin kendisi ile yaşadığı güvensizlikler. anlıyorum, yaşını aldığı için yaşlanma mutsuzluu yaşıyori gençliğini özlüyor ama yine de, onu güçlü görmeye o kadar alışmışım ki özellikle 2. sezondan beri, içim sıkılıyor. üstelik de artık geçen hafta menopoza girmesiyle birlikte süleymanın şehzadeler doğuracak yeni cariyeler meselesini sen hiç düşünme bebişim deyip, yine cariyeleri yatağına alması resmen canımı yakıyor. kaç şehzade istiyorsun be adam demenin ötesinde, dünya hükümranı bir adamı kendine kul köle etmiş bir kadının mutsuzluğu ve gözyaşları içimi parçalıyor. hürremin artık cariye seçip süleymana gönderdiği bir sezonda, cariyelerin mutlu mesut hamileyiiim diye müjdeler verdiği ve hürremin betinin benzinin attığı bir sezonda ben yokum demek istemesem de, bir ben var benden içeri demeden edemeyeceğim. diren hürrem. bir başka hususa da şu şekilde değinmek lazım, ozan güven harika olmuş dizide. onun o gücü elinde tutan hırslı ama aynı zamanda narin aşık hali beni fethetti, sadrazama desteğim tam. merve boluğur ve berrak tüzünataçın diziye girmesiyle dalgalanan entrika sularını geçtim, ben sadrazamın çevirdiği entrikaları büyük bir keyifle izliyorum. özellikle merve boluğurun selimi sürekli baştan çıkarma hali baymaya başladı. bu dizinin satmak için sekse ihtiyacı olduğunu düşünmüyorum. dilerim düşünülmüyordur da. son olarak bir de meltem cumbuldan bahsetmem gerekiyor. yareppim melte cumbul da yaşlanmış amma o yumuşak hali tavrı ve çok bilmiş hali çok çok güzel! güzelden kastım, senaryo bağlamında özellikle. diziye bir ivme getirdiğini düşünüyorum. ama çok sinir etmeye başladı o ayrı zehehe. şehzadeler hakkında ise söyleyecek bir şeyim yok. bence öyle bir geçer zaman ki'nin metesi tam olarak oturmuş rolüne. sanıyorum ki çocuk kendini oynuyor ve kendisi zıpçıktı. haz etmedim. ama beyazıd'ın tarihi tasvirlerine benziyor. bakalım entrikalar ne şekilde sonuçlanacak, heyecanla bekliyoruz. ve evet, 106. bölüm notlarımı aşağıya dosdoğru aldım. şaşkınlığıa tanık olun a dostlar.

hürrem'e nooldu yareppim meraktan öleceğim.

meltem cumbul muğğğğ? allahım sen ne rolndesin meltem cumbul? seni çok severim ama artık pıtı pıtı roller sana gelmiyor bak buraya yazıyorum.

ah meryem'in bu hallerini ögrebileydik çok iyiydi.

hürrem menopoza girmiş yareppim tüm bu entrika o yüzdenmiş!

ülen fahriye hatun, harikasın, adamsın be! böyle sağlam insanlara bayılıyorum!

artık hürrem'in faniliğin sorguladığı bir noktadayız dizide. vay anasını. işte dünyalara sahip adama sahip olsan bile böylece alıveriyorseni bir fainilik hissiyatı. ne garip, ne hayat...

ya gülfem hatun, hala kaşın gözün ayrı oynuyor, valla bir kabul edemedin hürrem'in zaferini. pes ki ne pes valla. gıcığım sana bilesin.

abi aynı haremde 1000 kadın yaşıyorsunuz, elbette biriniz menopoza gireceğdi. bundan doğal ne var anlayamıyorum.

hürrem'i obsesif bir kadın olarak resmediyorsunuz. çok fena gıcık olmaya başladım.

afife hatun seni çok seviyorum yea. kayıtlara geçsin.

hala aşk tazeliyorlar valla. vay anasını. darısı başımıza.

rüstem. hastayım sana.

fatma sultan kimdi lan?

vay anasını!!!

amanın berrrak tüzünataç göründü!

yok artık barbaros hayrettin paşanın kızı haremde cariye mi olacak!

huricihan da az değil ha!

hürrem tükeniyor...

haremdeki kadınlar saçlarını nasıl kurutuyor? tek sorum bu.

hürrem bebeyimsin ya! yeminlen kendimden geçtim şurda zevkten! abiy bir an kız süleymana ulaşacak sandım valla ben bile deli olacaktım! hürrem'den cidden korkmak lazım, kadının eli kulağı heryerde! vay anasını vay! bu arada lokman ağanın da minnoş yüzünün arkasında nassıl bir katil varmış valla şaşkınlıklar yaşadığımdır. yey!

beyazıd da tam bir zıpçıktı çok afedersin.

ay bayılıcam halvet de halvet halvet de halvet valla bayılıcam içime fenalık getirdin lan merve boluğur, hayret vallahi.

huricihan ne ezik bir sultansın sen yareppim. hala bir boktan haberin yok sanki, hayret yahu hayret!

mustafanın bu kadar akıllıca bir hamle yapabileceğini 550796789 yıl düşünsem aklıma getiremezdim. adeta 5 yeni yaşıma daha girdim.

diren hürrem.

[13 Eylül 2013, Türkiye-İsviçre.]

Uzun suredir basina gecemedigim klavyenin basindayim. Anlatacak o kadar cok seyim var ki...

Cocuklugumun ufak kasabasina gidip yaklasik 10 gun kadar tatil yaptim diye soze girmek mumkun aslinda. O huzurun tarifini istesem de yapamam, bazen sadece kelimeler ve dil degil, zaman da yetmiyor bazi seyleri anlatmaya. Oradan donunce tatil bitiyor demem bosuna degil. Oradan dondugumde oranin huzurunu anlatirken bile yabancilasiyorum kendime. Neyse efendim o ufak kasabadan buyuk sehirler sehri istanbula tum hizimla dondum. Yolculuk oncesi alisveristen kuafore, kagit kurek islerinden dost meclislerine kostururken bir baktim ki ucak vakti gelmis, sabah alti bucuk olmus. Insanoglunun kus misali yasadigi bu koccaman ama ufacik dunyada gozlerimi kapattim yillarimi gecirdigim evden, baska bir haneye gidiyorum. Gozlerimi actigimda zurih'teydim evet. Surekli transit gectigim bu kentten ciddi ciddi giris yapacagimi hic dusunmus muydum acaba diye kendime soruyor, aklimdan gecenleri tahlil etmeye calisiyorum. Isin ozunde saniyorum ki asla aklimdan gecmezdi. Ama bir yandan da aklimdan gecmez dedigim icin mutlaka yine yolum duserdi. Dusununce ne enteresan, insanlar kadar mekanlar da insanlara kavusabiliyor demek ki.. Harika bir havaalaninda kisa bir sure gecirdikten sonra -evet bedava wifi olan yerlere saygim kat be kat artiyor. Saniyorum ki ideal dunyamda heryerde bedava wifi var, su gibi- trene atladigiin gibi solugu bir baska ufak ama gitmeden dahi beni muthis bir tanidiklik hissiyle saran sehre dogru yola koyuldum.

Efenim hedefime kolayca ulastim diye soze devam edeyim. Dogrusu tren yolculugunda bile size birseyler anlatiyor bu memleket. Bir kere tren saatleri cok duzenli. COK. Gozlerinizle gormeden inanamiyorsunuz. Bir dakika kaldiginda herkes saatlerine bakiyor ve tren vaktinde geldiginde -ki her zaman geliyor- muthis bir keyif aliyorlar bu durumdan. Yareppim oyle bir gurur ki isvicreli olmak, havaalani terminal shuttle'inda inek canlari duyuyorsunuz ve evdeyim hissini goruyorsunuz insanlarda. Ustelik ev kavrami cok da genis. Bu ulkede insanlar bir sehirden diger sehre her gun calismaya gidiyor. Inanilir gibi degil. Usenmek degil, sikilmak degil de beni en cok sasirtan bu zamana kadar gecirdigim yaklasik bir ay icerisinde hic yorgun bir isvicreli gormemis olmam. Tipki bir swiss saati gibi tikir tikir isliyorlar, isildiyorlar. Neyse efendim trenden indikten sonra otobusle yola koyulup gidecegim exact adrese varmam saniyorum ki 10 dakkayi buldu. Burada otobusler de saatli geliyor a dostlar. Ustelik paris otobusleri gibi degil baya baya saatli geliyor, insan saatini onlara gore kurma ihtiyaci hissediyor mesela. Tanistiginiz insanlar bir sure sonra bu duzenin insani yoracagini soyluyorlar ama simdilik keyfim cok yerinde. Hele de bu satirlari yazarken Italya'dan donus yolculugunda oldugumu goz onunde bulundurdugumda isvicre duzeninin gozunu seveyim, sarilip opecektim sbb tabelasini yeminlen. Neyse efenim, diger izlenimlerime gelince...

Burada herkes cok sabirli. Benim tahminime gore bu elbette egitim ve yetistirilme tarzindan geliyor ama bence mevsimin de cok buyuk etkisi var. Atlarca kar altinda kalan bu topraklarda karin kalkmasini bekleye bekleye tum sinirlerini aldirmis galiba bu insanlar! Mesela markete gidiyorsunuz, 8-9 kisi sira olmus, kimsede bir huzursuzluk olmuyor. Adeta kimsenin acelesi telasesi yok. Booooyle bekliyorlar. Zaten inanilir gibi olmasa da, o kadar insan 5 dakikada tukeniyor hemen sira size geliyor. Saka gibi. Istanbul'da olsam aldigim seyleri birakir o siraya girmezdim, biliyorum. Ama burada o siraya giriyorum. Hayir, girmek zorunda oldugumdan degil, siranin cabucak tukenecegi kanun gibi, anayasa gibi net bir kural haline geldiginden oturu. Baska dikkat ceken bir konu da meyve sebzenin curumesi. Simdi ne alaka bunun neresi swiss diyebilirsiniz ama burada yenilen seyler oyle dogal ki, icerisinde katki maddesi olmadigini domatesler bozuldugunda sevinerek anliyorsunuz. Iddiali bir soylem olacak belki ama cidden, sagliksiz beslenmek icin efor sarfetmelisiniz. cidden. Simdi gelelim istanbul haberlerine. Efenim ben yemek yemeyi seven bir insanim. Sevdigim yemekler olunca oooo karnim doyacak diye sevinmekten cok, negzel yemek yea diye hayran hayran yemegi izlerim filan. Ama oturup da su yemek olaydi da yiyeydim diye hayiflanmamaya calisirim. Cunku yurt gecmisi olan biri oldugumdan, hayiflanmanin sonu yok, kendi kendimin canini sikmamaya calisirim. Ama buradaki istanbul marche'de gozum dondu. Kocca bir pideyi alip yemek istedim filan. Boyle bir kafalar dogrusu. Manti borek corekyen ziyade onlarin orada oldugunu bilmek enteresan bir his yaratti icimde, kayitlara gecsin. Sanirim gurbette hissetmek hissiyati boyle seylerde ortaya cikiyor ve boyle ufak seyler icinizden o hissi sokup ativeriyor. Enteresan abileri barindirsan da seni seviyorum istanbul marche.

Gelelim okul hayatina geri donmelereeeeee. Hala sabahlari alarm kurup derse gittigime inanamiyorum. Tabi sabah dedigim lafin gelisi, genelde ogleden sonra oluyor derslerim pek sevincliyim. Insan is hayatina giristiginde ogrencilik hayati cok uzak ve tatli geliyor ya hani, valla hic de uzak degilmis! Alisamam sanmak filan sanmak -benim hic aklimdan gecmedi gerci, hersey insan icin herseye alisilir- bosu bosuna. Aklinda sadece kendinle ilgili dusuncelerin olmasi, baska hic bir isi dusunmemek rahatligina nasil alisma zorlugu ceksin ki insan? Harika bir his, hoop hemen ogrenci oluveriyorsunuz. Tabii burada ideali sisteme konulan yazilari okuyup gitmek. Ben de o ideali yasatmaya calisiyorum ama bazen okuyamadigim da olmuyor degil. Ama sunu belirtmek gerek, insan biraz olsun hazirlanip gitmediginde ders hem keyifli olmuyor, hem de cidden eksik kaliyor. Buradaki tum universite hayati boyle mi geciyor bilmiyorum ama eger oyleyse universite egitimini de mukemmellestirmisler! Ben hic bir zaman hadi bir x konusunu okuyayim da derste iyi olur deyip hazirlikli gitmedim ve zaten hocalar da konuyu o yazilar uzerinden degil saf bilgiler uzerinden dondurdukleri icin sikintilar yasamadim. Ama belki de, bir metinden yola cikip ona gore donanmak, onunla zenginlesmek ve sonuca varmak daha etkili bir yontemdir, tum yil boyunca dusunup tartacagim bakalim ne sonuca varacagim a dostlar.

Simdi baska bir dala ziplarsak buralarin yesilinden bahsetmek isterim. Hava soguk da olsa cok ferah mesela, temiz. Derin bir nefes aldiginizda icinize dolan havanin saf oldugunu hissediyorsunuz bir kere. Bu temizligin yansimasi bir de yagmura oluyor tabii. Burada yagmur, yagmur olarak yagiyor. Oyle istanbul'daki gibi minik minik, cisil cisil sacma partikuller olmuyor. Damlalari gorebiliyorsunuz. Sanirim o yuzden de derece 17 iken bile kisa kollu gezmek mumkun oluyor. Hava net olunca, sicak soguk iyice bir ayrisiyor galiba, bilemedim teknik aciklamasini. Yesile donersek, efenim heryer yesil. Oyle gozunun alabildigine yesil baglaminda degil. Ama binalar burada istisna sanki. Hepsi ufak birkac katli olarak yapilmis, apartmanlar da olsa da onlar o genel resimde gokyuzunu gormenize engel olmuyor. Sehirler arasi trenle seyahat ederken ise yesil ne demekmis anliyorsunuz. Etrafi izlemekten gozunuzu alip saatinize bile bakmak istemiyorsunuz. Heryer bir kartpostal gibi, surreal ama elle tutabileceginiz kadar da yakin ve oracikta.

bir başka konuya geçmek gerekirse, isviçre'den bahsederken bankalara değinmemek ayıp olur. müthiş dakik olan bir sistemle vatandaşlarına tüm hizmetleri sunan bu ülkede ne kadar miktarlarda para olduğunu tahmin etmek zor değil. tabii paranın da olduğu bir yerd ebir çok bankanın karşınıza çıkması garip değil. ama burada her şeyin bankası var, o çok garip! herşey ama herşeyin bankası var ne demek? mesela bizde benim bildiğim bankalar başka ticari faaliyetle uğraşamıyorlar. burada öyle değil. yani daha doğrusu muhtemelen öyle ama aynı ismi taşıyorlar bir şekilde. nasıl mı? migros bank var! baktıkça kahkahalarla gülmek istiyorum. mesela post finance diye bir banka var, bildiğin posta servisiyle bağlantılı. bankaya girip gişe için sıra beklerken, etrafta dolaşıp post it kalem ıvır zıvır alabileceğiniz bir yerdeler. üstelik çalışanları da görmeniz lazım. üzerlerinde her gün giydikleri kıyafetleri ve üzerinde de bir hırka oluyor. hani bankanın adını taşıyan. dövmeli insanlar, piercing'li yüzler, rengarenk ojeler karşınızda. o kadar harika bir duygu ki! demek ki diyorsunuz, insanların kendinden vazgeçmeden bankada çalışması mümkünmüş bu dünyada. diyorsunuz ki ben bunu gördüm. öyle hoşuma gidiyor ki...

akademi dünyasına bir kere daha dönmek isterim bu noktada. efenim biliyorsunuz isviçre'de almanca ve fransızca konuşuluyor. benim bulunduğum yer de daha ağırlıklı olarak fransızcanın konuşulduğu bir yer. geçenlerde derste öğrendim ki, alman yazarlar, fransız yazarların kitaplarından alıntı yapmıyormuş! insanların fransızca cümleye başlayıp almanca bitirdiği bir coğrafyada böyle sert bir tepkinin, böylesine sert bir ayrım ve ötekileştirmenin olabileceğini hiç hayal etmezdim. çok ama çok şaşırdım. bir tarafın diğerini bu kadar görmezden gelmesi, isviçre gibi medeniyetle birlikte anılan bir ülkede gerçekleşiyorsa, dil din ve ırk ayrımcılıklarının ne kadar büyük problemler yaratacağını tekrar tekrar anlıyorum. bilmek ayrı, ama görmek, bir başkaymış a dostlar.

şimdilik aklıma gelen izlenimlerim bu şekilde olmakla birlikte aklıma geldikçe yazar ya da ekleme yaparım diye bu yazının sonuna geliyorum. sıra bir süredir ihmal ettiğim dizilerimde.