08 Nisan 2014

[Once Upon a Time: S3E16.]

HA! green with envy ile bu wicked witch zelena'nın alakası olduğunu biliyordum! tabii wizard of oz'u izleyeli çok oldu ve tam anımsayamıyorum. belki de green with envy muhabbet orada geçiyordur wicked witch of the west'i tanımlarken ama, ben yine de izlerken bunun tesadüf olmayacağına inanıp buraya bağlanacağını ümit ederek izlediydim, oldu sonunda!

bu bölümde regina ve wicked'ın kapışmasını izledik çoğunlukla. regina'nın kalbini savaşa götürmeyişi üzerine bin bir kitap yazılabilir bence. çünkü bu durum, sadece kalpleri ellerine geçirebilen kötü cadılar ile ilgili değil takdir edersiniz ki, çok zekice yazmışlar, tebrik ediyorum yazarları!

tabii bir de kalp gönül meselelerinden bahsetmişken, regina'nın robin hood'a kalbini emanet edip, you can't steal what you have been given demesi de ayrıca bir sevgi pıtırcığı yaptı beni doğrusu. canım benim, en sonunda regina da mutluluğu yaşayacak inşallah.

meanwhile, snow'un bebeği hakkaten gidici yea. bu fikirsizler asla o bebeği wicked'dan koruyabilecek gibi görünmüyorlar. bence tek şansları zelena'nın her kıyafetiyle birlikte taktığı yeşil kolyeyi parçalamak. çünkü o kolye onun enerji merkezi benim tahminlerime göre.

bu arada, rumple mevzusunu nasıl çözerler bilemiyorum. o hançer zelena'da oldukça ekibin hiç şansı yok. sözüm sana belle, lütfen kendini öldürtmemeye çalış.

bir de esas merak konusu, zelena'nın babası kim? ben bahisleri rumple'dan açıyorum ama kim bilir yazarlar daha ne kötü karakterleri bu hikaye döngüsüne dahil edecekler, bakalım, izledikçe göreceğiz.

bir sonraki bölümde hook ile iligli bir chapter göreceğiz fragman ve bölümün adından (jolly roger) bu şekilde anlıyoruz. bakalım emma ve hook arasında birşeyler olacak mı? açıkçası ben neal'ı pek sevmiyor ve hook'a destek veriyor, neal'ın bir fedakarlık ile diziden çıkacağını tahmin ediyordum. ama emma ve hook new york'ta mı yaşayacaklar yoksa emma'yı korsan karısı olarak mı göreceğiz, o kısım meçhul.

heyecanla gelecek bölümleri bekliyorum. bu sezonun en güzel dizisi açık ara farkla once upon a time.

[Eninde Sonunda.]

phantom of the opera'da emmy rossum ve gerard butler rol almasaymış, hugh jackman ve anne hathaway oynayacakmış. bu kaderin tatlı bir cilvesi değil de nedir? 

görüyorsunuz ya, gerçekten bir araya gelmesi gereken insanlar varsa, bir araya geliyorlar. one way or another. 

oscar gecesi veya les miserables. engel olamıyorsunuz işte.

çok güzel değil mi?

insana öyle bir umut veriyor ki...

[Shameless S4 Finale.]

bu noktada artık shameless sevmemenin mümkün olduğu anlar yaşıyorum sayın seyirciler. ilk sezon kahkalarla gülerek başladığım bu dizi, sezonlar gittikçe kararmış, karardıkça benim de içimi karartmayı başarmıştı. ancak dördüncü sezon finaliyle birlikte ben bu karanlığı kabul ettim, çok da keyif aldım bu harika yazılmış senaryonun oynanmasından. şimdi gelelim söylemek istediğim şeylere.

öncelikle frank'ten başlıyorum. tek yorumum öldürmeyen allah öldürmüyor. yani frank, bu da senin ödemen gereken bedel, artık umarım içki içemeyeceksin. ama eminim ki sen içki içmeden de bu gençlere çile çektirmeyi başarırsın.

deb. senin için geçen hafta öyle bir üzüldüm ki anlatamam. ama herşey yoluna giriyor gibi gibi sanki? işte tam da böyle derken geçen haftaki bölümün sonunda, hele de bu hafta fiona'nın çıktığını anladıktan sonra öyle bir sevindim ki! ama gel gör ki, yine çaresiz bir şekilde kaldın. bu sefer kendi hayatınla ilgili değil ama ian ile ilgili. of, çok üzüldüm yahu o bakışlarına.

carl'ın kalbini kırdılar, yetişin a dostlar! alacağın olsun minnoş kız! defoldun gittin yahu... carl'cığım frank'le kavuştu ama deb'le birlikte ian'ın bipolarlığına tanıklık ettiği o çaresiz sahne çok hüzünlüydü. allah aşkına bu çocuğun bir yüzü gülsün yahu.

lip, hadi yine iyisin. işlerin biraz olsun aydınlanmaya başladığı bir döneme girdin sanki. üniversitede bursla ilgili meseleler yolunda gidiyor, pek sevindiğimdir senin için. ama bu dizide sen sürekli git gel yapıp 4 sezonu bu şekilde mi geçireceksin doğrusu merak içindeyim. üstelik madem bu kadr çok gitti geldi yapmak mümkündü, neden sezonun başında hiç gidip gelmedin anlayabilmiş değilim. bu arada kız arkadaşınla garip bir şekilde yakışıyorsunuz, inşallah hayırlı olur. tabii bu noktada mandy'den bahsetmek gerekli. mandy'nin güzel bir kız olduğunu bu bölüm fark ettim galiba. lip'in üzerinde prada smokin vardı, sevgilisinde de kesin önemli bir markanın elbisesi vardı ama mandy garson kıyafeti ve topladığı saçlarıyla bile çok güzel görünüyordu. ne yazık ki artık ayrı dünyaların insanları olmaları gerçeği yadsınamaz bir şekilde bize gösterildi ki, senaristler yine kalbimizi kıra kıra fethetmişti. lip için ayrı bir chapter açıldığı için mutluyum doğrusu.

ian. yahu sen beni çok şaşırttın ya! ben fiona kokain kullanımıyla ilgili sıkıntılar çekerken senin de birşeyler kullandığını düşünmüştüm! öyle ki yahu bu çocuk ne kullanıyor, etkisi hiç geçmeyecek mi, birileri bu durumu fark etmeyecek mi diye kendime sormuştum! meğersem sen bipolarmışsın benim haberim yok! baya bir ters köşe oldum doğrusu a dostlar! hüzünlendim. monica bu aileye, geldiği birkaç bölümde ve özellikle de sezon finalinden önceki bölümde intiharlar kalkışarak paralarını çalarak vesair vesair öyle çok çektirdi ki (fiona'nın donup kaldığı unutamayacağım anlar arasına giriş yaptıydı), bu sefer aileden birinin yeniden aynı teşhis şüphesiyle izlenmesi çok hüzünlendirdi beni. yalnız askerlerle ilgili helikopter çalma meselesi gerçekten naasıl kayboldu o kısmı çözemedim, bilesiniz. bence o konuyu tamamlamayı unuttu senaristler.

mickey. yahu mickey, mürüvvetsiz mürüvvetsin resmen. tough guy rollerindesin, milleti pataklıyorsun ima ettiklerinde bile 4 sezondur. ama eşcinsel olduğunu açıkladığın bölüm aşık olduğun adamın manik depresif haline girmesi nedir yahu! valla çok üzüldüm. üstelik ben ona bakarım naraların beni çok da duygulandı. büyüksün mickey. dilerim herşeyin yolunda gittiğini görürüz öteki sezon başladığında.

sammi hakkında çok söyleyecek birşeyim yok ama sammi ve chuckie ikilisine bayılıyorum. gerçekten tam bir gallagher bu kadın! üstelik daha önce dizilerde filmlerde izlediğimiz sorunlu kadın rollerinden çıkmış ve aynı zamanda o rolleri de bu diziye getirmiş olduğu için severek izliyorum doğrusu. bakalım sheila ile kapışmalarınız daha ne kadar sürecek.

sheila, yalnızlık seni çok yoruyor görüyoruz. karen'dan beri tek başına oturamıyorsun evinde. gallagher'ların evini temizledin her gün daha ne diyeyim. bu sorunlu, takıntılı kadının yapayalnız kalma korkusu/takıntısını dipten dipten yazan senaristler bence genius. gülümsetiyorlar ama düşündükçe de hüzünlenmekten kendinizi alamıyorsunuz. bravo. bravissimo.

fiona. fiona. fiona. seni çok seviyorum ben fiona ya. bu sezon senin en büyük korkun üzerinde yoğunlaştı çoğunlukla. an geldi daraldım, an geldi gıcık oldum, an geldi gözlerime inanamadım ama her zaman hayran oldum hikayenin yazılış tarzına. sorumsuz bir anne babanın arkasında bıraktığı çocuklara sahip çıkan büyük abla olarak bu noktaya kadar harika bir iş çıkarmıştın. bu sezon kırılma noktasından sonra kötüye gidip, suçlu olduğunu kabul ettiğin bölümlerde frank'e benzediğini düşündüğün anlardaki o çaresizliğin beni öyle üzdü ki, anlatamam. yıllardır kazandığın o kale konumunun yerle yeksan olmasına tanık olmak çok üzücüydü. hele de lip'in seni kendi haline bırakıp, dahası, liam'ı tehlikeden uzak tutmak için seninle yalnız bırakmaması senin kalbini nasıl kırdıysa benimkini de öyle kırdı. boş evde oda oda dolaşırken, ekrana atlayıp, fiona yalnız değilsin, biz izleyiciler olarak senin yanındayız demek istedim. of ki of, ne üzüldüm yahu ben sana. sorun yaşadığını ama yardıma ihtiyacın olduğunu söylediğin an lip sana destek verdi ya, öyle sevindim ki, sevinç gözyaşı bile dökmüş olabilirim o sahne için. hele de çocuklara ihtiyacın olduğu gerçeği ve herkesin senin etrafında kenetlenmesi harikaydı. sezon finaline gelirsek ise monica'ya benzemekten korktuğunu itiraf ederken, sanki bütün bir sezonun özetini yaptın ya, hüzünlendirdin beni yeniden. deb ve carl'ın sana sarılıp gözyaşı dökmeleri (en azından deb'in, carl'dan emin olamadım şimdi) ve senin de onlarla gözyaşı dökmen, aaay, sezonun en güzel anıydı yahu! bayıldım bayıldım! lip'in yanına usulca gelip onunla tatlı tatlı konuşarak ikna etmeye çalışman ise, aile olmanın tanımıydı sanki. canım benim. monica'nın ve frank'in saçmalıkları ile uğraşmaya haliniz yok ama beraber hayatta kaldığın insanlara böylesine tutunmak, aile olmak dışında nasıl açıklanabilir ki? canım benim, harikasınız gallagher'lar. fiona dışında bir de ayrıca emmy rossum'dan bahsetmek istiyorum. emmy rossum, phantom of the opera'da şaşkın bakışları, poseidon'dan kaçış'ta elle tutulur bir vasfı olmayan bir oyuncu iken, bu diziyle gözümde öyle bir devleşti ki anlatmak mümkün değil, hayranıyım! ödül alsın, ödül alsın ve ödül alsın istiyorum! daha çok ödül alsın, daha çok ünlü olsun, filmler yapsın ve oscar'a kadar yolu uzansın istiyorum! böyle bir heyecan dalgası içerisindeyim. zaten kendisi soprano olup klasik müzik eğitimi almış olduğu için ayrıca bir takdirimi kazanmış vaziyette, bu dizide en olmayacak şeyler başına girip depresyonlara girdikçe, sınırlarını zorladıkça seyirciyi avcunun içine alıveriyor, tüm ödülleri de hak ediyor doğrusu! harikasın emmy rossum, başarılarının devamı!

evet efendim, gördüğünüz üzere shameless'ta bir sezonun daha sonuna geldik. sezonlarının daha uzun olmasını istediğim dizilerimden biri bu dizi. çok eğleniyor, çok daralıyor, çok üzülüyor ama overall çok seviyorum. seneye yeniden görüşmek üzere gallagher'lar, umarım herşey yolunda gider bizim yokluğumuzda.

06 Nisan 2014

[Firefly: Another Journey in Jossverse.]

uzun süredir beklediğim an geldi de çattı sayın seyirciler. bu yazıda firefly'dan bahsetmeye çalışacağım. 

biliyorsunuz ki firefly, joss whedon'ın çok sevilen ancak bir sezonun sonunda iptal edilen dizisi. space western olarak geçiyor türü. fox bu diziyi yayınlarken maalesef bölüm sırasıyla yayınlamamış, dolayısıyla bölük pörçük yayınlanan dizi bir bütünlüğü sağlayamadan, yeterli sayıda izleyiciye ulaşamadan iptal edilmiş. öyle bir iptal edilme olmuş ki bu, son 3 bölümü insanlar dvd çıkınca görebilmişler.

ilk izlenim olarak, dizinin karakterleri çok tatlı diyebilirim. hele de wash'a bayılıyorum. captain malcolm reynolds ise bence eik biri, o kadar da karizmatik değil. insanlar hala halloween'de onun kılığına giriyorlar. zoe sert bir karakter, ama onun wash'ın yanındayken sakinlemesi o kadar güzel ki, en sevdiğim whedon çifti diyecek kadar ileri gitmeyeceğim ama sevdiğim bir çift oldu bu ikili. diğer favori karakterim tabii ki kaylee. ilk bölümde yüreğimi ağzıma getirmiş olsa da, doktor'la arasındaki minnoş etkileşimi izlemek çok keyifli. doktorcuğum da (doctor yazma isteği ile kavruluyorum, öyle alışmışım ki doctor'u anlatmaya =) ) kardeşi river'a (river evet, yey) sahip çıkmasıyla beni ayrıca fethetmiş, kalbimi kazanmıştı. shephard'ın bu gizemli halleri nedir, ne kimliği taşıyor ayrıca merak konum. son karaktere gelirsek, (jayne'in o şaşkın / tough guy hallerinden bahsetmeyeceğim, beni çok da etkilemedi açıkçası) merak içerisindeyim ki inara'nın ölümcül hastalığının ne olduğunu görsek ne güzel olacağdı, ah malcolm'cuğumla da olaylarını görürdük, üf biraz mutsuzum. kafası çalışan kadın karakterler beni çok mutlu ediyor. hayıııır, erkekler başrol olmasın gibilerinden değil de, özellikle joss'ın yarattığı evrende güçlü hemcinslerimi görmek harika bir his, güçlüyüz, dünyayı fethediyor, dünyayı koruyoruz. yey. bu arada joss'ın inara'ya oryantal bir bakış açısı getirmen harika. medrese sözünü duymak bile beni mutlu etti. en nihayetinde insanları anlamak, onlara ortamlarda doğru hitap edebilmek için ayrıca ders alan kadınların, sadece seçtiği erkekler beraber olabildiği registered bir sistem zannımca çok genius. tebrik ediyorum seni adamım.

karakterlerle ilgili bir diğer yorumum ise şu olacak: malcolm, sen buffy'de caleb'ı oynayoıp bir de utanmadan xander'ın gözünü çıkardığın için sana ayrı bir nefret besliyor olabilirim. ama yine de dizilerim arasındaki bu cross over'lar beni çok mutlu ediyor. inara, kırk yıl düşünsem homeland'in brody'sinin eşi olarak seni düşünemezdim, dehşet içindeyim vallahi. orada çok gıcıktım, ama joss sağolsun, sempatimi yeniden kazandın bu diziyle. zoe, zoe. jasmine rolünle nefretimi kazanmış olsan da angel'da, burda sempatimi kazanma yönünde başarılı oldun. gel gör ki, seni asla jessica pearson olarak göremeyeceğim. ne zaman saçların fönlü tayyörlü halini görsem, silahın nerde be kadın diyesim geliyor.

tabii ki bölüm bölüm bahsedemeyeceğim ama dizi gerçekten çok güzel. kısa soluklu olmasına rağmen river'ın hikayesini tamamlıyor (serenity filmi ile birlikte özellikle). hemen her karakter ile ilgili bir background hikayesi veriyor. üstelik diyaloglar her joss whedon yapımında olduğu gibi çok başarılı. görsel anlamda ise, ben çok sci-fi hayranı değilimdir ama oldukça göze hitap eden bir görseli var. yapmacık gelmedi bana hiç bir şey. 

bu noktada bir de esas kötülerden bahsetmeliyim. tabii ki her bölümde karakterlerimiz kötü birileriyle karşılaşıp maceralar yaşıyorlar ama, reaver'lar en kötüsü bu dizilerin. insanları yiyen, evrenin ucunda yaşayan, medeniyetten kopmuş, kendilerine zarar vererek deliren, işkence ederken zorla izlettirip, izleyenleri de delirterek kendilerinden biri yapan bir ırktan bahsediyorum. öyle bir ırk ki, güvenlik önlemlerini almayıp, uzay gemilerinin hızını arttırıyor, öyle bir ırk ki, kurbanlarının kanıyla gemilerini boyuyor, kurbanlarını gemilerinden sallandırıyorlar. bilemiyorum... görüntüleri hariç, herşey insan ırkını anlatıyor gibi. etkilendiğimdir.

overall, dizi kısa soluklu olduğu için bir buffy - angel derinliği yok. dolayısıyla bulunduğum derinliği kabul etmek zorunda kalmış vaziyetteyim. hani derseniz ki, biz bu diziye başlayalım mı, başlayın görün diyebilirim. kaçırılmaması gereken bir şey olduğu için değil ama, kaçırılmaması gereken diyaloglar ve durumlar olduğu için. dünyanın iki büyük devi amerika ve çin'in bir alliance oluşturduğu bu çılgın evren sistemi, gerçekten düşündürecek şeyler veriyor size. anglosino bayrağına bakmak bile, bu ayrıntıyı yakalamanız için bir sebep doğrusu.

ayrıca, ben joss whedon'ın psychic karakterlerine bayılıyorum. onların söylediği şeylerin zamanla gerçek çıkması ile ilgili foreshadow olmaları bir yana, hikayelerini düzgün kronolojik sıralarda öğrenemeyişimizden ötürü, iyice meraklanıyor, kendimi izlemekten alıkoyamıyorum. dolayısıyla river'ın hikayesi ve devletin onu ele geçirmesi hatta mavi eldivenli adamlar için (buffy'nin hush bölümündeki gentlemen tipi amcalar bunlar bence) izlemeye değer. hele ki, whedonverse hayranıysanız, izleyin, referans kültürünüzü tamamlayın a dostlar. nasılsa whedon sevdiği oyuncuları dizilerinde hep oynatıyor. böylece onların minik diyolaglarla nerelere gönderme yaptığını -ve emin olun yapıyorlar- çok daha iyi anlayabilirsiniz.

[The Walking Dead S4 Finale.]

walking dead'in sezon finali hakkında açıkçası yazacağım hiç bir şey yok. rick'i battal gazi yapmanız beni sinirlendi bir tek bunu söyleyebilirim. flashback'ler oldukça yerli yerindeydi, onlarla örülü bir hikaye yazmış olmanız beni mutlu etti ama en nihayetinde "bu vagona bizi kapattılar, ağızlarına sıçıcaz" temalı son konuima beni o kadar baydı, o kadar meraklandırmadı ve o kadar germedi ki, öteki sezona başlamasam bile olur açıkçası!

benim terminus ile ilgili tahminim şöyle ki, yedikleri et insan eti. herkese umut verip, insanları terminus'a çağırarak milleti esir alıyorlar, sonra da yiyorlar bence. hatta vagonlara kapatmalarının ardında da bu olabilir. açlıktan susuzluktan öldükçe vagondakiler ölenleri yesin, onlar da bizden biri olsun gibilerinden. gerçi bu noktada ölen herkesin zombiye dönüştüğünü bilmiyorlar mı cidden, o kısmını bilemeyeceğim.

tek söyleyeceğim şu ki, dizi beni hiç meraklandırmadı gelecek sezon ile ilgili. meraklandırması gerekirdi bir sezon finaline yaraşır şekilde. bakalım, belki de bomba gibi bir bölümle geri dönerek bizi yeniden avuçlarının içine alır yazarlar. ama bu ihtimali biraz uzak gördüğümü söylemeliyim. çünkü sezonun ilk bölümü genelde birkaç ay sonrasına başlıyor. öyle olunca da vagondan kurtulmuş, terminus'u ele geçirmiş rick ve ekibi beni hiç de cezbetmez. 

bakalım, kısmet.

[3 Nisan 2014, Porto - Cenevre.]

Dun gece otele girerken kahvaltiya kacta gelecegimi belirttim. 11.45 ucagim icin saat dokuz bucuk gibi cikarim, saat dokuz gibi kahvaltida olurum dedim. Ohoo rahat ol, saat onda git yeterli dediler. Genelde rahat bir insanimdir ama ucak saatlerine hep cok dikkat ederim. Malum zurih'te havaalanina giderken treni bozulmus biri olarak -tabii ki ben cok erken yola ciktigim icin bir sikinti olmadi ve tabii ki alana vardigimizda tum ucaklar bir saat ertelenmisti harika swiss yetkililerinin ozen ve nezaketi sagolsun- erken yola cikmanin bir zarari olmaz uluslararasi ucuslarda oyle degil mi? Ama efenim, ben gercekten yola 10.10'da ciktim. Havaalanina varisim yarim saat surdu, guvenlikten gecisim 5 dakika. Alana girdigimde iceride saksafon ve cello sesleri duyuluyordu. Porto, yine porto'lugunu yapip beni gulumsetmisti iste.

Oteli terk etmeden once uzerimde I ❤️ PORTO sweatshirt'umle hesap kitap olaylarini hallettim. Para uzeri bozdurulurken -ki enteresan bir andi, para konusmaktan hic haz etmem ama 35 euro para uzeri icin para bozdurdular, heralde herkes kartla odeme yapiyor olsa gerek- biraz daha sohbet ettik. Bana cikolata kapli bademimsi citir tatli paketi hediye ettiler. Bir tane de magnet secmemi isteyip, hatira olarak almami rica ettiler. Daha ne diyeyim, sizi seviyorum yahu!

Alana girisimden 10 dakika sonra duty free'deydim dostlar. Porto'da son yasadigim harika an tam da bu duty free'nin kasasinda yasandi. Bu noktada sirt cantamin agzina kadar dolu oldugunu belirtmeden edemeyecegim. Dev cantami ucaga sokmam sart kafasiyla girdim duty free'ye. Kasaya vardigimda uzerimdeki son parayi icki icin vermek uzere oldugumu biliyor, bu duruma gulumsuyordum. Zira bu durum artik bir gelenek halini almis vaziyette. Inanilmaz olay su oldu, ben uzerimdeki tum parayi cikarirken -bir sent filanlar dahil- 2 sent (bu arada sent mi diyoruz o en ufak bir penny'e?) eksik kaldi. kasadaki kadin kimlik kartinin icindeki bozuk paralardan cikardi ve ben tamamlarim pampa, merak etme diyerek benim eksik kismimi tamamladi. dedim bebisim, harikasin ya.

Bu noktadan sonra zaten ucaga bindim, uzun uzun anilarimi yazmaya oturdum. Cenevre'ye indigimde elimde bir poset duty free, bir de sirt cantam vardi. Evime giden treni 1 dakika ile kacirdim. Gercekten. Cunku resmen perona indigimde trenimin kalktigini gordum. Uzuldum ama uzulmedim de ayni zamanda. Belki benden once bilet alirken bir saat ugrasan kadin bu kadr ugrasmasa yarim saat daha erken olabilirdim ama, o kadar guzel bir hafta gecirdim ki, boyle bir nazar boncugu cani gonulden kabulum.

Eve geldigimde, evime geldigim icin huzura erdim tabii ki. Ama yine de, kalbim Porto'da kaldi dostlar. Oranin okyanus, nehir havası ve marti seslerinden sonra bu ufak kent beni uzdu demeyecegim ama gecen hafta yasadigim sevinc dalgasi gibi selamlayamadi beni. oyle mutluyum ki en azından on gun kadar yeniden marti seslerine donecegim icin, anlatamam.

bir gezi gunlugunun daha sonuna gelirken, eger ki donus yolculugu gununu okuyorsaniz sadece, ya da en son yaziya gelip bakalim RDIM porto hakkinda ne diyor diye merak ettiyseniz sadece sunu bilmelisiniz:

porto'ya gitmelisiniz. yoksa eksik kalirsiniz. 

oyle ki, bazi sehirlerden geri donunce bir parcami orada biraktigimi hissediyorum. o parcami almak icin yeniden gitmem gerekliymis gibi. ancak porto'ya gidince var oldugunu bilmedigim bir parcami buldum. daha cok gidip, daha cok tamamlanmayi diliyorum bu noktada. 

'til next time, obrigado porto.

[2 Nisan 2014, Porto.]

Gozlerimi saat sekizi ceyrek gece actim. Alarmlarim cilginlarcasina calarken hepsini durdurup, ileri aldim. Saat dokuza dogru kapiya kulak kabarttim ama ses soluk yoktu. Demek ki, bugunku dev tekne gezim olamayacakti. Neyse efenim kahvaltiya inip yine uzuuun bir kahvalti yaptiktan sonra, kendimi disari attim. Icimi rahatlatan sey su oldu ki, bugun tekne turu zaten yokmus. Cok sukur ben kacirmis olmadim, merak ediyordum cunku. Kahvalti sonrasinda casa de musica'ya dogru yola koyuldum.

Burasi benim kaldigim otele gercekten cok yakin. 10 dakika bile surmedi varmam. Inilen cadde yokus asagiydi cunku. Dev bir yokus degil ama istiklal caddesi gibi bir kivamda yokus diyelim. Vallahi binanin icerisine girmedim. Ama seklen gordugum su, oldukca modern tarzda bilimum konseri bunyesinde gerceklestiren, cafeleriyle, sergi alanlariyla cok guzel bir bina burasi. Dogrusu akm'yi dusundum, huzunlendim. Kiymet bilmemek ne kotu su hayatta allahim, huzun sinirle karisiyor.

Bu noktadan sonra otobuse atlayip fundacao de serralves'e gittim. Burasi da contemporary bir muze efenim. Ama ben sergi kisimlarini degil, bahce kismini gezdim uzun uzun. Oyle guzel ki icerisi... Villalar, ufak bir gol, gozunun alabildigine akasya agaclari, mis kokulu bir hava -deniz kokusu mutlaka tum sehre siner mi allahim- ve hatta bufalolarin otladigi dev bir ciftlik. Aldigim kartlari yazarken, kayboldum bu buyulu dunyada dogrusu. Herkes gelsin, gorsun mutlaka.

Serralves'den ciktiktan sonra bir otobus hamlesi daha yapip -3 gun gecerli kartimi kaybetmem epic fail'ligi karsisinda kelimelerim yetmiyordu- kendimi castelo de queijo kalesine attim. Kale bahane, foz sahane a dostlar! Eski kitanin ucundan yeni dunyaya bakmak oyle guzel ki. Dalgalarin sesi, ruzgarin o tuzlu kokusu... Arkanda kelimenin tam anlamiyla koca bir dunyanin durdugu bir noktada olmak icimde tarif edilemez hisler uyandiriyor. Huzur. Ozgurluk. Baglilik. Tehlike. Heyecan. Oyle harika bir his ki... Aslinda new york'tan atlantik okyanusuna ya da san francisco'dan pasifik'e bakmak guzel ve bir baska hisler uyandirir bende biliyorum, ne de olsa okyanus beni her zaman cezbeden bir sey. Ama burada bir tarihin uzerinde durdugum gercegi bu deneyimi bambaska kiliyor dogrusu.

Cok uzatmadan bir de kisaca sunu yazayim. Okyanusa karsi ogle yemegi yedim ayiptir soylemesi. Iste bu sehir, nehirde, sahilde kahvalti / yemek yiyelim haydi muhabbeti yapilabilecek bir yer oldugu icin beni boyle fethetti galiba.
 

Yola koyuldum ki placa de liberdade. Efenim, kartlarimin bir kismini da burada yazdim, postaneyi bulup yolladim. Burada posta isareti uzerinde bir adam olan at. Kipkirmizi bir zeminde bu isaret. Hep sariya alismisim, cok garip geldi nedense. Bu noktada saat bese dogru geliyordu. Dedim ki haydi bakalim, son bir wine tasting'e dogru yola koyul RDIM.

Bu sefer otobus yoluyla karsi kiyiya kendimi attim isin ozeti. Son sarap tatma maceram serefine oteldeki kadinin soyledigi uzere taylor's a sogru koyuldum. Allahim nasil bir yokus, nasil bir yokustur o anlatmak mumkun degil! Tepeye varim asagi bakinca dibini goremiyorsunuz, oyle bir yokus! Yokus var ama ciktiginiza degecek cumlesini tekrar ede ede vardim taylor's a. Degdi mi? Absofuckinglutely! Hem ortam iceride cok guzel, hem de taylor's'in bahcesi terasi filan nefes kesti. Anam o manzara nedir o manzara nediiir? Orhan Veli burada olaydi da siirler yazsaydi keske! Bahcede limon agaclari ve dallarindaki sapsari limonlar, mahzenlere gittigini tahmin ettigim patikanin uzerindeki sarmasik ve mor salkimlar... Bu mor salkimlar ki, nerede gorsem tekrar anneannemin beni izledigini hissedip gulumsuyor, elim gidip de alamadigim yuksukleri dusunerek huzunleniyorum. Velhasil dostlar, birkac kadeh sarap da burada ictikten sonra asagi dogru yola koyuldum. Sahilde yururken bir tekne gordum ve merak edip yakindaki bankta oturan gence sordum turlarin devam edip etmedigini. Hemen heyecanlandi, ayaklandi, isaretler yapti ve bilet ofisindekileri harekete gecirdi yahu! Sonuc olarak dev bir teknede sadece ben saat altida nehir turuna gectim. Yalniz bu tur daha once bahsettigim dev tur degil, yanlis anlasilmasin. 50 dakika suren ve porto'nun bes adet koprusu etrafinda gezmeyi kapsayan bir tur. Kisacik da olsa oyle guzel ki... Saniyorum ki bindigim saatle de ilgili bu durum. Okyanusa dogru burnumuzu cevirdigimizde gunes kamasarak selamliyordu gozlerimi. Bir siluet fotograf ki, insan sadece o ani dusunerek gulumseyebilir. Duoro'nun okyanusa kavustugu ve iki ucunu fenerlerin susledigi o aciklik tum berrakligiyla ufuk cizgim oldu yaklasik 5 dakika kadar. Hayat ne guzel allahim, hayat ne guzel!

Nehir turunu tamamladiktan sonra yeniden otobusle gecip ribiera'da son bir tur atip yemek yemeye karar verdim. Girdigim restorandaki (filha da mae preta) sempatik garson cocuk tum ust katin gonullerini fethetti dogrusu. Yan masayla wifi sifresini paylasarak baslayan sohbet uzunca bir sure devam etti, oteki masadaki ailenin minnos kizini herkes sahiplendi. Boyle bir minnos ortamda tekrar dusundum ki, benim portekizce ogrenmem sart. Cidden. Bir de baska bir yemegin kayda gecmesini istiyorum  sayin seyirciler. Midye yedim midye! Hemi de leon de bruxelles'i andiran bir sekilde pisirilmis midye! Oyle ozlemisim oyle ozlemisim ki, homini girtlak yerken gozum donmus bile olabilir! Sempatik garson cocuk ayri bir tabakta biriken tipitos midye kabuklarini gorunce 'I won't even ask whether you enjoy!' dedi, o kadarini soyliyim yani! Hazir yemekten bahsediyorken, bir de buralarin sardalyasini anlatayim musaadenizle. Sardakya o kadar meshur o kadar meshur ki, yer gok sardalya miknatisi, sardalya sekilli cikolata, duvar susu, nihale ve dahi vazo biblo kartpostal! Inanilmaz dogrusu! Tabii ki tum bunlari gordukten sonra benim de yemem sart olduydu, zaten cok severim ayiptir soylemesi. Efenim 'grilled' istedigim sardalya grilled geldi gelmesine ama, enteresan olan ayiklanmamis olmasiydi. Ayiklanmaktan kastim da, hani balikci soyle bir ortasindan gecirir bicagini temizler ye icini, onu kastediyorum. Artik dogru kelime nedir bilemiyciim. Gerci burda balik mevzusu kritik oldugu icin bilerek hic dokunmuyorlar, herseysini yiyorlardir. Neyse efenim, bu durum bana engel olmadi, severek yedim yine de. Ama beni esas sasirtan baligin boyutu oldu. Eger benim yazin tava yapip yemeye bayildigin balik sardalya ise, buradakiler onun iki uc nesil ustu! Cok cok buyuk alistigim boyuttan bu baliklar! Dort tane geliyor bir porsiyonda, tika basa doluyorsunuz, o kadarini soyleyeyim. Ama simdi boyle dedim diye lutfen levrek geldi sanmayin. Soylemek istedigim gelen balik bizim halis mulis sardalyamizin 2 gomlek buyugu.

Yemek sonrasinda bir tur daha yurudukten sonra otobus duragina dogru gidip beklemeye basladim. Daha sonra yaslari ilerice olan bir cift daha geldi, onlar da benimle beklediler. Oyle cok bekledik oyle cok bekledik ki, sohbete basladik. Megersem uzuuun zaman once buraya gelmisler, o zamandan beri ilk ziyaretleriymis, daha ilk gunleriymis. Otobusler bazen hic gelmeyebiliyor dediler ve bir taksi cevirdiler, beni de davet ettiler paylasalim taksiyk diye. Zaten bes dakika bile surmeyecek yol yuruyerek macerali olacagi icin -yaya yolunun devami olan tunelde bir calisma var, ya ana yoldan (ki olmek istemiyorum) ya da teeee ribiera'nin oteki ucundan dolasmak lazim- tabii ki kabul ettim. O kisacik surede sohbet ederken avustralya'dan geldiklerini soylediler. Beni sordular. Istanbul ve Efes muhabbeti yaptik ve gidecegimiz yere varmistik (sao bento oluyor kendisi). Bana kesinlikle taksi odetmediler ve istanbulda/avustralyada gorusmek uzere diye ayrildik. Meanwhile mal gibi aldigim bir gunluk pass'i de kaybettim. Ama allah affetsin bilet almadan metroyla otele gectim. Burada kontrol metroda filan olmuyor gordugum kadariyla. Ama otobuste soforun onunden kartinizi okuyup gecmek zorunda oldugunuz icin kacamiyorsunuz. Yalniz havaalanindan sehre ilk gelisimde, metrosa birisi biletleri kontrol etti. Belkim caydirma politikasidir, ya da gercekten kontrol mekanizmasi vardir, bilemeyecegim, uydurmus olmayayim.

Halihazirda konu toplu tasimaya gelmisken bir de bu konuda yazacaklarimi yazayim. Metro agi her yere girmiyor acikcasi. Cogunlukla tek bir hat uzerinde toplu tum hatlar. Bazilari saga sola ayriliyor ama ornegin 6-7 durak ortak. Gunduz oldukca sik araliklarla metro devam ediyor. Ama aksam olunca -ornegin saat dokuz bucugu gectiginde- 10 dakika kadar bekledigim oldu metroyu. Metronun gitmedigi noktalarda otobusler devreye giriyor. Oldukca sik orulmus bir aglari var. Ancak saatleri yetersi gibi gorunuyor. Ornegin foz'a giderken, serralves'de, hatta ozellikle gaia'da -bu kisma ulasim son derece kisitliydi mesela teleferikle inebiliyorsunuz ama saat altida kapaniyor. Ya pont luis'in asagi kismindan yurumeniz gerekli, ya da yukaridan baya kaptirip inmeniz (yukari kismi sadece yayalar ve metroya ayrilmis, arac gecmiyor). Mesela dun saatini ozellikle kontrol ettigim otobus gelmedi. Ama saniyorum ki bu durumun sebebi tum sarap cellar'larinin altida kapaniyor olmasi. Birkac istisnayla birlikte, gaia gece saatlerinde oluyor maalesef. Ben olsam yokus diplerine shuttle koyar, milleti yokusta fenalik gecirttirmeden kapima kadar getirirdim, cok zor olmasa gerek. Ama acikcasi pek umurlarinda degil. Bu durum da aslinda beni mutlu etti nedense. Cunku halk yokus yurumeye cok alismis vaziyette. Cunku saraba giden yolda biraz yorgunluk olunca daha da tatlaniyor ruby'ler towny'ler :).- otobusler 20-25 dakikada bir geciyor. Isvicre adabindan mi, yoksa besiktas sariyer minibuslerinin vizir vizir calismasina aliskanliktan midir nedir yadirgadigimdir. Ama otobuslerin cok da dolu olmadigini gozlemledim. Saniyorum ki talebe gore saatleri ayarlamislar. Bir de sunu soylemeden edemeyecegim, resmen burada carro electrico muzesinin onundeki durakta beklerken resssmen bir minibusun geldigini gordum. Burada da var minibus yahu! Pek sevindigimdir porto halki icin!

Sozu daha fazla uzatmadan son porto gecemde nispeten daha erken bir saatte otele vardigimi belirterek bu yazinin da sonuna geliyorum. Odaya girdigimde actigim televizyonda 'the bodyguard'in sonunu yakalamis olmam ise porto'nun bana ayrica bir goz kirpmasi olsa gerek.

Son bir soz olarak, televizyonu ozledigimi fark ettim burada. Izlemek baglaminda degil, zaten bilgisayardan cogu seyi takip ediyorum aslinda ama kumanda elinde biraz daha uzaktan takip etmek ekrani cok guzel. Bilgisayarlara kumanda yaparlarsa televizyon sektoru benim icin bitebilir, hissettigimdir. Ayrica televizyon bahsi acilmisken, yillaaaaaar sonra ilk kez mtv izledim. Cidden, muzik kliplerine ne olmus? Sacma sapan programdan goz gozu gormuyor, mtv kendine gel allah askinda. Sen bir zamanlar odul torenlerini heyecanla bekledigim muzik kanalisin! Bir baska notum ise fox life ve fox hakkinda. Otel odasinda bu kanallarin oldugunu kesfedince accayip sevindim. Cogunlukla polisiyr dizi izleyerek uykuya daldim -yoksa sizdim mi demeliyim hihihihi- porto semalarinda. Televizyondaki kanallar sadece misafirlere yonelik oldugu icin mi hep altyaziliydi cozemedim dogrusu. Eger sadece misafirlere ozel olarak ingilizce orijinal, portekizce altyazili kanallari temin ediyorsa bu otel bravo! Yok eger portekizdeki kanallar genelde altyaziliysa orijinal diliyle birlikte, bin kere bravo! Cok hosuma gittigidir.

Portekiz gozlerimle ilgili yazmaya basladim ya, resmen kendimi durduramiyorum. Bir de buradaki plakalarin akibetini ogrendim dostlar. Plakalar su sekilde: sayi - harfler - sayi. Tabi sag tarafta bir de p yaziyor portekize ithafen. Ama bazi plakalarin sag tarafinda sari zemine yazilmis bir kisim var. iki basamakli iki sayi, alt alta yazilmis vaziyette. Sordum ogrendim, megersem araclarim yapim yili da yaziyormus bir suredir plakalarda. Oteldeki kadin date de naissance des voiture dedi. Bunun da kesinlikle cevre ve vergiyle alakasi vardir, bak buraya yaziyorum. Artikin o kadarini konusmadik.

Son gozlemimi de yazayim da artik son gunumun maceralarina geceyim. Portekiz insaninin ingilizce ile ilgisi alakasi nasil? Belirli bir nesil, ingilizce bilmiyor. Yasli teyzeler amcalar gibi bir yas grubu. Daha orta yas grubu neden bahsettiginizi anliyor. Bazen. Cevap veremiyor ama siz meraminizi anlatiyorsunuz ya, yeterli oluyor. Ornegin zarf ve pul aldigim tobacco'daki bey amca. Bir kisim grup, ingilizceye hakim. Mesela benim otelimdeki gorevli aka resepsiyondaki kadinlardan biri. Digeri fransizca konusuyor portekizce disinda tabii. Kendileri otelin sahibi saniyorum. Ornegin jazz bar sahibi. Ornegin turistik yerlerdeki gise gorevlileri. Hatta mcdonalds calisanlari -gerci onlar icin bir sart olabilir ingilizce- Turist olarak arkaniz saglam oluyor evet. Genclere gelirsek, cogunlukla dile hakimler. Rahat rahat sohbet edip, sakaya esprilere vurabiliyorsunuz. Tum bu saydigim insan gruplarinin istisnasiz her biri yardimci olmaya calisiyor. Hepsi cok kibar, hepsi sicakkanli, hepsi dunyaya acik. Kimsede ay efenim portekizde portekizce konusulur kafasi ya da ay anlamadim kib bye kafasi yok. Bu insanlara bayildim gercekten, helal olsun.

[1 Nisan 2014, Porto.]

Yepyeni bir gune baslangici oglene dogru yaptim a dostlar. Otelde hic bir sikinti yok, sadece yastigim biraz sert geldi ve dolaptaki yedek yastikla degistirince huzura kavustum. Dun gece otele girerken kahvaltiyi kacta edersiniz diye sordular. Bir yasima daha giriyorum, 11e kadar kahvalti ettim. Ay lav yu porto. Ustelim kahvaltidaki pufidik taze ekmek beni oyle bir fethetti ki size anlatamam. Cok ozlemisim cok!

Kahvalti sonrasinda ilk duragim fotograf muzesi oldu. Ne yalan soyleyeyim, boyle bir seyi asla beklemiyordum. Video kayitlarim var, iceride kac fotograf makinasi var sayacagim. Ilk makinadan son trendlere kadar herseyi gorebiliyorsunuz. Ustelik ajanlarin kullandigi sigara paketi makinalarini bile unutmamislar! Bayildim bayildim! Dahasi giristeki bankta semsiyemi unutmusum, dondugumde hala oradaydi! Daha bir mutlu oldum! O kadar yagmur var ki, insanligin iyiligine inancim yenilendi, gozlerim yasardi vallahi.

An itibariyle, mercado borges ve infante dom henrique heykelli meydani birakip tram diye bir yere oturdum. Yanimda sao francisco kilisesi var. Icerideki hersey altinmis, orayi da gorunce bir harita sayfami daha bitirmis olacagim. Efendim tram'de ogle yemegi yedim. Somon izgara -ah somon izgara salatasinin kulagi cinlasin, ben ondan ne cok yedim yahu- ve yaninda pesto soslu makarna var. Harika bir beyaz sarap iciyorum. Kadehler de cok comert dogrusu. Simdi tatlim da geldi. Yahu biz bu insanlarla cok benziyoruz aslinda. Tatli revaninin keki gibi, serbetsiz olani. Uzerinde sutten oldugunu dusundugum kopuklu bir sos var. En uzerinde de seker var. Krem brule gibi yakilmis, en ust ek ise pudra sekeri. Tabii turk tatli anlayisi icerisinde bir tatli degil ama, ben baya begendim. Hem tanidik, hem yabanci.

Bu noktada rotam ikiye ayriliyor. Ya tekrar katedrale girecegim, ya da ver elini foz. Devami yakinda.

Nereden basladan dogrusu bilemiyorum. Oyle guzel bir gun geciriyorum ki! Oncelikle ikiye ayrilan rotada tabii ki foz'a gitmeyi tercih ettim. Okyanusla nehrin bulustugu noktada fenerler uzerinde patlayan dalgalar, her halukarda tum iddialari kazanir vaziyetteydi zaten. Ustelik orada dalga kiranlarin uzerindeyken i ile karsilastim! Yatakhaneden arkadasim olan i ile birbirimizi gordugumuzde yasanan saskinlik kelimeler ile anlatilamaz! Sohbet muhabbetten sonra efenim yollarimiz tren vagonu muzesinde ayrilsa da, muzenin kapanmis olmasi gercegi -yenileme calismalari varmis megersem- beni yeniden harekete gecirdi. Bu sefer gaia teleferigine geldim. Harika br manzara esliginde kendimi port wine diyarina attim. Bu alana geldiginizde size once mahzen ve port wine tarihcesi turu yaptiriyorlar. Sonra odediginiz kadar -mesela ben 3 kadeh icin odeme yaptim- sarap tadabiliyorsunuz. Port wine dedikleri olayda, fermantasyonu durdurup uzerine alkol ekliyorlarmis. Yani daha yuksek alkollu, daha meyveli saraplar ortaya cikiyormus. Bu meyveli saraplari da ahsap varillerde bekletince ver elini guclu alkollu, guzel saraplar! Bir baska yere daha bedava tadim hakkim olarak gittim, bir de 20 yillik bir sarap tattim -adi towny efenim- su an cok mesudum. Hem tadi cok guzeldi hem de alkolu %20 yahu! Oooh, comert 5 tadim kadehinden sonra pont luiz'den kendimi karsi tarafa atip cafe majestic'e gitmeyi planliyorum an itibariyle. Cok mesut, biraz da sarhosum. Ne yapip edip buradan port wine bulmak sart dostlar. Benim gibi sarap insani olmayan bir insani bile sarap hayrani yapan bu sehir, tekrar tekrar yapilacak ziyaretleri hakediyor! Ustelik oyle tipitos bir yer ki, daha bir bucuk saat once mahzenleri gezdiren tur rehberiyle otobuste filan karsilasiyoruz. Cidden buraya daha cok gelmek sart. Adeta yeni paris'im olmaya aday, icgudulerim cok hakli cikti.

Bakalim gunun geri kalani bana neler gosterecek.

Cafe majestic'teyim a dostlar. Burasi yalniz porto'nun degil, avrupa'nin da ilk on cafesi arasinda yer aliyormus. Saraplari gumbur gumbur tattiktan sonra en nihayetinde yemek vakti dedim ve arayip tarayip buldum en sonunda. Tarif etmek gerekirse, inci profiterol'un buyumus hali adeta. Uc masayi alabilecek bir genislik, neredeyse 50 metre -aman yanilmis olmayayim ama bayaaa uzun bir koridor burasi- bir derinlik var. Iki taraf ayna kapli. Ahsap icerikli susler, mekani tamamliyir. Masalarin alti ahsap uzeri mermer. Yemek soylediginiz anda masanin uzerine bembeyaz ipek keten bir ortu serilip, uzerine krem rengi bir ortu daha seriyorlar. Servis peceteniz pamuklu bir kumas. Hersey cok guzel ilerliyor. Burada kesfettigim baska birsey ise yemekten once bir set getiriyorlar. Zeytin, zeytinyagi ve tonbaligi-mayonez gibi bir karisim. Dun tattigim icin beni pek cezbeden birsey degil dogrusu. Majestic'te gordugum ek urun ise tek bir maydanoz. Dal degil, daldan koparilmis tek maydanoz. Enteresan dogrusu. Burada da baska bir sarap deniyorum. Secerken en dikkat ettigim sey duoro vadisinden gelen bir sarap olmasi. Malum, buradaki tum port saraplari oradan cikan uzumlerle yapiliyormus. Fransizlar filan hak getire, esas sarap burada a dostlar. Cay kahve icmeye gelmis 'turistlerin' gidisiyle birlikte saniyorum sadece yerel insanlar kaldi. Garsonlar ve yereller sohbet ediyor, gormeniz lazim. Sanki tum sehir birbirini taniyor, birbirini tanimak istiyor. Insan tabii ki burada yasamak ister.

Bu noktada aklimdan gecen yapmak istedigim bir diger onemli sey fado. Bakalim denk getirebilecek miyim sehirde bir yerde. Accayip bastiran yagmur beni dizlerime kadar islatti ama merakim kotuma agir basacakmis gibi. Bakalim neler olacak.

Meanwhile, yemegim geldi. Steak istemistim, nasil pisecegini sormadilar bile. Megersem portekiz et pisirmeyi biliyormus yahu, harika bir et geldi. Sosuyla, yanindaki sebzelerle birlikte hem goze hem damaga hitap etti ayiptir soylemesi. An itibariyle yemek faslini bitirmis, saraba gecmis vaziyetteyim, yine, yeniden. Pisman degilim. Ancak sunu soyleyebilirim ki, havanin serinlemesi sadece bir bahane.

Yahu portekize kadar gelmisken fado dinlemeden doner miyim? Sordum sorusturdum, fado dinleyebilecegim bir jazz bar'a geldim. Normalde hep haftasonu birileri cikiyormus soylemek icin. Ama burasi koskoca porto'da tek canli fado olan yer olarak internetlerde arzi endam eyliyor. Vallahi nerden buldunuz derseniz, intercontinental otelin resepsiyonuna sordum. Tabii ki burada herkes uber super kibar ve yardimsever oldugu icin, arayip buldukar sagolsunlar. Bakalim beni neler bekliyor. Oyle heyecanliyim ki. Mekan sahibi harika parfumu ve icten tavirlariyla beni zaten simdiden fethetti. Ustelik daha canli programa 40 dakika var. Aaaa bu arada soyliyim. Mekan sahibi beni fethetti derken, yaninda sevgilisiyle alt katta takiliyor. Goz koydugumdan degil yahu, sadece dunya kibari, sevecen insanlari seviyorum. Herkes sevsin, talepten oturu daha da cok artsin sayilari insallah!

Fado basladi. Hayat durdu. Baska ne diyeyim bilemiyorum. Gittikce artan bir seyirci kalabaligi karsisinda, baska bir alemdeyim. Sukur, cok sukur.

Fado dinlerken ruby'leri yuvarladiktan sonra, yola koyuldum a dostlar. Oyle bir yorulmusum ki, saclarimi yikarken uyuyakaliyordum neredeyse. Girerken ertesi gun icin tekne turu ayarlamak mumkun mu diye soyle bir sorusturdum ama pek umit yok gibi gorunuyor. Kadin ayarlayabilirsem kapinizi tiklatirim saat dokuzda dedi. Ver elini saat sekizde calmaya baslayacak alarmlar. Iyi geceler porto, tatli ruyalari getir insallah.

[31 Mart 2014, Cenevre - Porto.]

Yepyeni bir sehir gunlugunde daha beraberiz a dostlar. Uzun suredir hep hayal ettigim yerde, porto'dayim. Simdi gelelim tam da su ana kadar yolculuk anlarina.

Efendim saat 8'de gozlerimi actim alarmlarim sagolsun. Bir sure twitter'da gunun haberlerini aldim ama almasam daha iyi olurmus, uzuldugumdur. Neyse efenim, saat 9.26 trenine kendimi atip, saat 11'de cenevre havaalanina ulastim. Accayip bir guvenlik sirasindan sonra, ki yarim saat aslinda cok sayilmaz belki ama yine de, uzun suredir boyle beklememistim bir yerde, alanda yayilmaya basladim. Soylemeliyim ki ilk kez bu havaalanina geldim. Pek guzel bir havaalani degil, en azindan zurih kadar havali degil. Yani bilemiyorum, boyle demek istemezdim ama fransiz duzeni alani bozmus, swiss duzenini istiyoruz. Neyse efenim iki saatlik ucak yolculugundan sonra -diren 29a- alana indik. Yolculuk boyunca tabii bulutlarin uzerinde gunesli sicakli bir surec gecirdim hani rahatsiz eden birsey degil de, dev botlarimi giydim diye pisman oldum. Ama indigimiz an yeniden yahoo weather application'ina sevgilerimi yolladim. Burasi serince. Hani dondurucu bir soguk yok ama acayip bir yagmur var inanamazsiniz. Durmaksizin, gokyuzunu gostermeksizin yagiyor. Ama asap bozmak ne kelime, sehir deniz koktukca daha da cok mest oluyorum. Efenim 3 gunluk bilet aldiktan sonra kendimi metroya attim. Yarim saat icinde ciceklerle suslu bir merdiven alanindan ana caddeye indim, 10 dakika icerisinde oteldeydim.

Otelim harika! Internetten odami ayirtirken ne olur sac kururtma makinasi koyun dediydim, o bile var, unutmamislar! Heryer tertemiz. Oda minik ama hic sikinti yok. Kendi halinde, banyosu filan accayip aydinlik, yastik yumusacik. Resepsiyondaki kadin cok tatli. Isvicre'den geliyorum deyince aa harika fransizca konusursunuz kanadlai misafirlerle dedi, kahvalti meger tanisma ortamiymis filan. Canim ya, beni fethettiler valla.

Efenim lafi uzatmayayim, otelden cikip dogruca resepsiyondaki sempatik kadinin tarif ettigi rotayi izledim. Pont luiz I'den karsiya yuruyup kendimi sehir merkezine attim.

Tanrim burada bir clerigos tower var, biraz cikmasi macerali -yorucu degil de basamaklar cok kalin ve dar- ama manzarasi pek guzel. Orayi aradan cikardiktan sonra yururken yururken kendimi fotograf muzesinin onunde buldum. Dedim ki rdim, sansini dene ve rota degistirdim.

Dostlar su hayatta nereye ait oldugumu buldum desem yeridir. Livraria Lello. Lello bookshop. Tanrim burasi 130 yillik bir kitapci. Istanbul'daki kitapcilari kapatan zihniyete inat, burasi o kadar guzel korunmus, icerisi oyle guzel ki anlatamam. O ahsap merdiven, o tavanin ahsap oymalari ve dahasi kitaplarin guzelligi -her konuda dev kitaplar fotografcilik, mimari, resim, heykel, tarih, koleksiyonculuk, akliniza ne gelirse- insanin icinin yaglarini eritiyor. Keske portekizce bileydim, hemen her gun gelir burada okuma yapardim. Cok begendim coook. Sansima bir de cok sakindi, normalde cok kalabalikmis. Ay huzura erdim burada. Ayrilamadim bir saat kadar. Canim benim ya.

Simdi efenim devam ettim oradan cikinca ribiera'ya dogru. Burasi unesco'nun dunya mirasi alanlarindan biri. Buraya dogru yokus asagi bir yoldan kendimi kaptirdim. Etrafta sayamadigim kadar kilise, binbir kule, cip karistiran arsiz mertilar ve yagmur kokusu ile nehir kiyisina kadar vardim. Burasi oyle bir yer ki suyla ilgili en guzel seyler burada birlesmis. Arnavutkoy, cunda, paris, prag. Insan gozlerini alamiyor. Nehir boyu yururken, istanbuldan bile cok marti goruyorsunuz. Kazikli bir yolu takip ederken, evlerin gun batimina goz kirpisina tanik oluyorsunuz. Ufacik, daracik sokaklardaki cicek sarkan yosunlu balkonlar taniklik ediyor yalniz yuruyusunuze. Kocaman koprulerin uzerinde yagmurun sesiyle yururken, dunya etrafinizda akiyor, sanki yurumuyor ucuyorsunuz adimlarinizin farkinda olmadan. Oyle inanilmaz ki. Ustelik martilari duydugum anda onlari ne kadar ozledigimi tekrar animsadim ki, ooooo ilac gibi geldiler vallahi. Kurban oldugum deniz kokusunu cekebildigim kadar icime cekiyorum burada. Istanbul bile degil, bana cocuklugumun kucuk kasabasinin kokusunu animsatiyor.

Nehir boyunca boylar tur atiyor. Kimi turlar tum nehru gecerken, bir tur cok kisa, okyanusa kadar ilerliyor. Dusundukce buyulenmis vaziyetteyim, kendimi yazmaktan ve durup durup etrafi izlemekten alikoyamiyorum.

An itibariyle chez lapin diye bir yerde oturuyorum. Sag tarafimda nehir var, etrafi isik isik. Enteresan bir balik yiyorum, codfish diye, allah affetsin ne oldugunu bilmiyorum amma yumusak, kurutulduktan sonra pisirilen bir balikmis kendisi. [sonradan gelen edit: morina balığıymış.] Bir yandan da house wine olarak yesil sarap geldi. Saka gibin. Normal meyve saraplari gibi degil, cok ferah bir tadi var. Kafasi nasil yakin zamanda gorecegiz. Tabii buralarin sarabi meshur oldugu icin sarap cok ucuz. Yarim sise geldi, keyfine variyorum. Bir yandan 4 masayiz burada. Iki masa brezilyadan gelmis. Onlar kaynasti muhabbet ediyor. Sol masam istanbul ve kapadokyaya gitmis, arasira oralardan bahsediyorlar. Ben portekizce bilmiyorum, onlar fransizca ingilizce bilmiyor. Gormeniz lazim, bir sekilde anlasiyoruz. Insanoglu gercekten cok garip yahu. Son masa fransiz, daha yeni giris yaptilar mekana. An itibariyle benim sempatik sarabimdan soylemeleri goz doldurmakla birlikte, iki kisi yarim sise soylemeleri endise yaratmadi degil. Saniyorum ki ben bu geziden sonra da sarabin tadina varmazsam, daha baska bir yerde varamam gencler. Daglara taslara, haydi insallah.

Hazir uzun uzun yazmaya baslamisken bir de porto insanindan bahsedeyim. Sokakta harita actiginiz anda yaniniza gelip yardima ihtiyaciniz var mi diye soruyorlar. Daha baska birsey demiyorum. Bir de genel bir izlenim olarak sokaklar guvenli gorunuyor. Oteldeki kadin da korkulacak birsey yok, rahat edebilirsin dedi. Pek sevindigimdir. Ayrica ulasim konusunda baya iyiler. Metrolari cok hizli. Yeraltinda degil cogu duragi. Tramva gibi ilerliyor. Cok sempatik geldi bana. Illa da yeri delicem diye kicini yirtmanin bir alemi yok mesajini accayip guzel vermisler dogrusu. Bir de burada soyle bir uygulama var, biletini onaylatiyordun. Composter etmek gibi paris garlarinda, ama metro icin de yapiyorsun. Enteresan. Havaalanindan gelirken bir adam kontrol etti, cidden ne zaman okuttuguna bakiyorlarmis. Dogrusu boyle duzgun bir sistem beklemiyordum. Biraz daha gevsek olacaklarini dusunmustum, gunahlarini almisim. Aferini kaptilar valla.

Simdilik gozlemlerim bu kadar a dostlar. Bakalim buralarda cafelerin filan oldugu bir sokak varmis, belkim oraya dogru gececegim. Amma oturdukca yoruldugumu hissediyorum ki, belki de erken bir gece bitisi yaparim. Nasilsa gerekli miktarda porto sarabimi aldi bunyem.
 

Devamini yatmadan yazacagim insallah.

Amani yan masalarimla ilgili su ek bilgileri girmezsem catlayacagim. Sag tarafimda anayasa hocamin aynisi. Sol tarafimda nilgun belgun'un aynisi. Saka gibin.


Efenim yukarıda bahsettiğim cafelerin mafelerin olduğu sokağa doğru yola koyuldum restorandan kalkınca. ama in cin top atıyordu orada. gördüğüm kadarıyla daha çok alışveriş mekanı burası, onun dışında gece hayatını çok canlı görmedim. yalnız dipnotu düşmekte fayda var, günlerden pazartesiydi o gün. işte böyle böyle, o sokakta biraz daha yürüyeyim, haydi bakalım ilerde neler varmış diye diye otele kadar vardım. haritayo önünüze açınca çok mesafe var sanıyorsunuz ama öyle çılgınlarcasına uzaklıklar yok. her uzaklık birini 150 metre. (Evet haritanın lejantına da bakarım) yarım saatlik bir yürüyüşün sonunda otele varıp duş aldıktan sonra uyuyakalmışım. tv'de hep ingilizce kanallar var, portekizce altyazılı. bu durum karşısında ayrıca bir mesut oldum. tv meselesini ayrıca yazacağım ilerleyen günlerde gözlemledikçe.

[Bilen Görür: Çalıkuşu'nun Aşk Acısı.]

Çalıkuşu'nun gün değiştirmesiyle birlikte artık perşembe akşamları saat sekizde ekran başındayız efenim. tabii bu lafın gelişi, çünkü kanald'nin canlı yayın bağlantısı iyi olmadığı için ben ertesi gün veya haftasonunda yakalayabiliyorum. artık dizi hakkında söylenmekten yoruldum, ancak görünen o ki, yazarlar beni yormaktan yorulmadılar. 

feride'nin kamran'a bağlılığı mı dersiniz (sadakat anlamında demiyorum. hani o olmadan yapamazmış gibi bir söylemler içine girmesini kastediyorum), gereksiz neriman hamleleri mi dersiniz (sanıyorum ki evi alan kızımız kamran'la feride'nin evliliğini bozacak, yoksam bu olmayan çocuk meselesi ile düğün işi bozulursa çok bozulacağım. çünkü kitapta kamran gerçekten ayılığı yüzünden feride'den oluyor. buradaki durum ezikella neriman başkasından hamile ama bu durumu kamran'a patlatıyor.), yoksa kamran'ın sıfır yetenek burak özçivit'le feride'yi ağaçtan indirebilen adam rolünde olması mı? yahu kızın adı çalıkuşu. naz niyaz muhabbetiniz hiç çekilmiyor yeminle.


neyse efendim benim söylemek istediğim başka. dediğim gibi, dizi beni baya bir darlasa da keyifle izlemeye çalışıyorum. çünkü feride'yi oynayan fahriye evcen harika bir performans sergiliyor. biz seni tnaımaya çok geç kalmışız fahriye yahu, negzel oldun sen böyle uçarı kaçarı ama duygusal hallerinle, vallahi emeğine sağlık. dediğim gibi, diziyi izliyorum çünkü en sevdiğim roman karakteri olan feride'nin vücut bulmuş hali çok başarılı, bunu kaçıramam. feride'nin planlanmamış gülüşleri, içten bakışları ve süzüm süzüm süzülmeden süzülen tavrı çok iyi olmuş. ama içime bir yandan sıkıntı basıyor. işte ben o sıkıntıyı yazmak için bu yazıya oturdum.

feride'nin büyük bir aşkla kamran'a baktığını gördükçe içim cız ediyor. çünkü biliyorum ki kalbi kırılacak. biliyorum ki o bakışlar, boşluğa dalıp dalıp gidecek. 

aşk acısını çekenler için, aşk acısını çekecek birine tanıklık etmek gibisi yok. insanın eli ayağı çekiliyor.

[Kartpostal Kardeşliği.]

gezi günlüklerini yayınlamadan önce, bir kenara not ettiğim ufak yazıları yayınlayacağım şimdi.

aşağıdaki yazı 26 Mart günü Bern dönüşü yolculuktan:

Bugün trendeyken kartpostal yazan birisini gördüm. Sanki aileden birini görmüş gibi sevindim.