19 Haziran 2017

[Nereye Gitti Bütün Çiçekler?]

ışıklar açıldığında, bir mülteci kampında 7 farklı kadınla başbaşa kalıyorsunuz. hikayelerini, geçmişlerini, ailelerini anlatıyorlar ve tüm bunları şarkılarla yapıyorlar. bu oyunu müzikal olarak adlandırmak, o kampın insanın ruhuna bıraktığı ağırlığı hafife indirgemek olur belki ama, melodramdan aşağı kalır bir yanı yok bu oyunun.

ama sanmayın ki hep dram, hep üzüntü ve gözyaşı. bir bakıyorsunuz ki, size de bir plastik bardak lazım sohbete katılmak için. ayaklanıp kasaların üzerine hoplayarak oturmak, bu kadınlarla birlikte içki içmek sohbet etmek dertleşmek kahkaha atmak ve işin özünde umutlanmak istiyorsunuz. tam o anda oyun sizi alaşağı ediyor, yaşanan dramları öğrendikçe gözlerinizin önünde hıçkırarak ağlayan o ufacık kızı sımsıkı sarmak ve dertlerine derman olmak istiyorsunuz.

paylaşılanlar arttıkça, the constant gardener misali, nereye yetişeyim, ne yapayım, ne yapabiliriz ki gibi bir sorular dehlizinde boğuluyorsunuz. umutsuzluk iliklerinize işliyor. korku ince ince hücrelerine giriyor o kağıt kesiklerinden.

oyun bittiğinde, sahnede bunları yaşattıkları için, gözü yaşlı halde sizi öylece bırakıverdikleri için oyuncuların herbirinizi tek tek kucaklamasını istiyorsunuz. kucaklamıyorlar elbet ama emin de değilim aslında. öyle sıcak bir ortam ki (akatlar kültür merkezinde izlemiştim), havada bir beraberlik duygusu, yanmış bir umutla birlikte yeşeren ümitlerin telaşesi kalıyor.

özellikle gözde kansu, şenay gürler ve çemberimde gül oya ile birlikte gönlümde sarsılmak bir yeri sağlamlaştırmış olan goncagül sunar için, bir tutam kayboluş, ıslak çay kaşığıyla şeker almış gibi umut için izleyelim, izlettirelim efenim.