08 Ağustos 2011

[oscar glamour vol.1]

dün düşündüm de neden en sevdigim organizasyonu yazmıyorum ben? organizasyondan öte, o gece benim için pür heyecan, öldürücü bir yürek çarpıntısı, bir ritüel, uykusuzluğun hissedilmediği, yılın en tatlı gecesi. oscar töreni.
önce aday adayı telaşı olur türkiye'de bak. aman hangi filmimiz aday olucak? ay ilk kez oscar adayı mı olucak bilmemne diye gazeteler basbas bağırır. oysa ben hiç umursamam o telaşı. tamam, tabi ki de sevinirim bir türk filmi aday olsa, bizi temsil etse. ama o film öyle bir film olmalı ki, batının gözünden doğuya olan bakışı güçlendirmemeli. sefaletti, uçan sinekti, töreydi cinayetti, hayır. böyle birşey istemiyorum. o film "sanat filmi" de olmamalı. bak ezik slumdog millionaire filmine. tamam kurgu konu çok güzel filan da hiç öyle sanatsal çekimler, uzuuuun sahneler, filan yok benim bildiğim. sözüm sana nuri bilge ceylan. itiraf ediyorum ünlü ünlü filmlerini izlemedim. ama bir fotografçı olarak şunu net bir şekilde söyleyebilirim. filmle fotoğraf çok çok çok farklı. planları bu kadar uzun tutma diye yakana yapışasım var. senin de türkiye'yi oscar'da hayal ettiğim gibi temsil edeceğine inanmıyorum galiba. öyle bir film henüz aklımda yok, yönetmen adı dahi yok. ayyy ferzan'cığımın bakış açısıyla bir tarih filmi olsa, şöyle japon filmi tadında kostümlü, boğaz mekanlı. neyse daha fazla uydurup atmayacağım. bir de efendim o aday filmin ekibi de gidiyor ya törene, sanırım ben o olaya da hazır değilim. the hayatım insanlarının yanında kimse olmasın istiyorum ulen! kimse onlarla tanışmasın, el sıkışmasın, aynı havayı solumasın valla. düşün şimdi, kate winslet'la aynı yerdesin, cate blanchett orda, brad pitt filan, charlize theron, allahııııım antonio banderas! yok yok yoook, kesinlikle izin vermiyorum! işte bu bahsettiğim aday adayı film bu muhabbet. oysa ki benim derdim bambaşka. kim aday olursa olsun, ben o glamour'ı seviyorum. açıkçası bir türk filminin oraya gidip gitmemesi o glamour'a bir katkı yapmadığı gibi bir eksiklik de yaratmıyor benim için.
gelelim benim telaşımın başladığı noktaya. adayların açıklandığı gün. mübarek ben aday oluyorum sanki. öyle heyecanlanıyorum ki! hele de sevdigim bir oyuncuysa. hele de izlediğim bir film, takdir ettiğim bir yapım, uykumu kaçıran bir eserse! sanırım ben kafamda o aday oyuncunun tüm filmlerine veriyorum oscar'ı. hani mesela kate winslet oscar'ı reader ile aldı. harikaydı müthişti tamam. ama kate o ödülü, titanic, finding neverland, iris, revolutionary road, little children ve hatta quills, enigma bile dahil olmak üzere o müthiş dönüşümüyle haketti! [bu arada aman şu filmi unuttun, aman onu yazmamışsın o da çok güzeldi muhabbeti yapanı döverim. kate winslet'ın her filmini izledim, resmen çktığı dönemden beri takip ediyorum. bana mı anlatıyorsunuz ulen diye de çığlığı basarım.] misal natalie portman, kız leon'la girdi bu işe benim bildiğim, goya'nın hayaletleriyle, hele de o v for vendetta rolüyle beni benden aldı. bence yıllar süren bir emeğin en sonunda taçlandırılmasıydı o ödül. çünkü annemin teorisine -ve benim katıldığım bir teori bu- göre iyi oyunculara iyi işler geliyor ve böylelikle yükseldikçe yükseliyorlar. bir de yukarıda bahsettiğim ikinci kategori var: uykumu kaçıran beni mutluluktan öldüren bir filmden kişi adaysa kategorisi. örnek veriyorum: marion cotillard. mart ayıydı. onbirinci sınıftayım. akşam üstü sinemaya gideceğim ama hangisine gitsem diye beyazperde'yi açtım bakıyordum. kaldırım serçesi diye bir film. annemin kulağını çınlattım o an. annemin meşhur hikayesidir, çocukken edith piaf'ın hayatını radyo tiyatrosunda dinlemiş. ona kaldırım serçesi derlermiş, kaldırımda keşfedilmiş. minikmiş filan fıstık. dikkatimi çekti ve açıp fragmanını izledim. marion marcel marcel diye çığlık atarak dizlerinin üstüne düştüğü an. o an. o filmi izlemeye karar verdim. sadece o sahne için. sadece o sahneyi izlesem de yeter dedim. 3 ay o filmi heryerde aradım. yok yok yok yok yok. henüz gelmedi abla henüz gelmedi abla. delirttiler beni. en sonunda buldum limewire'da. indirdim itiraf ediyorum. dvd'si çıkınca da sildim derhal panik yaratılmasın. fransızcam var ama tüm filmi sular seller gibi izleyecek kadar değil. ama filmi izlemeye gittiğimde filmi zaten biliyordum. ağustos ayıydı. akşam 21.15 matinesi diye hatırlıyorum. beyoğlu beyoğlu sineması. annemi içeri sokana kadar çatlamıştım, efendim burasının düzgün sinema olduğuna eminmiymişim. annişim ya, çok alemsin çok tatlısın vallahi. neyse bir girdik filme. dağıldık. çıktığımızda anne dedim, oscar golden globe ne varsa bu kız alacak. almalı, alırsa valla hak etti dedim. o korkunç eve döndük kiraladığımız. o günden sonra evde edith piaf hiç susmadı. sonra adaylar açıklandı. marion adaymış! tarifsiz bir mutluluktu tanrım. çok çok güzeldi. işte o kız, birsürü filmde oynamıştı, konuları güzel, hatta bazıları kült haline gelmiş filmlerde oynadı evet. ama o adaylık bir filmle oldu bence. ödülü aldığı an, sabah 6.20'ydi. otel odasında yatakta kucağımda yastık bir elimle ağzımı kapatmıştım, bir elimde kumandayı tutuyordum. ikisi de titriyordu. forest whitaker marion'un adını söylediğinde gözlerimden yaşlar akmaya başladı. haketti bunu dedim, haketti, haketti haketti. dünya film endüstrisine hoşgeldin minik dev. aynı heyecanı yaşamadım, itiraf ediyorum, çünkü aileen'in hikayesi edith kadar çılgın mı desem, dolu mu bilemedim ama edith'in hikayesi kadar değildi. o kadar aşk dolu değildi. o kadar entrikalı değildi --edith'in hayatı öyle aileen ne yapsın- o filmin sonunda da gözlerimden yaşlar akmıştı. o kocaman güçlü kadının bile bile mahkumiyetini kabulü beni çok etkiledi. charlize oscar'ı aldığında yine ayakta alkışlıyordum adeta. işte bütün bu güzel anlara can veren ilk andır adayların açıklandığı an. sonra ise merak ve telaş başlar. kim alacak, ne giyecek, ne diyecek, nasıl diyecek?
veee uzun süren bekleyişten sonra oscar gecesi gelip çatar. yiyecek hiçbirşeye ihtiyaç duymam. çay alırım, ama buz gibi olur genelde, heyecandan unuturum. kırmızı halı töreni ilerler. ama itiraf ediyorum artık pek izlemiyorum, baydı yani. birkaç kişi dışında pek heyecan uyandırmıyor. ama sırf kodak tiyatrosundaki atmosferi almak, orada hissetmek için izliyorum. direk törene başlasam heyecandan ölürüm heralde. aaa bir de özellikle hugh jackman 'dan sonra yaşadığım kim sunacak telaşu var. o adamdan sonra her program korkunçtu bence. anne hathaway kendi başına götürdü, franco'nun ezikliğine inanamadım. bet suratlı yakışıklı adam. salak. neyse. ama ellen'la filan çok eğlendiğimi hatırlıyorum. neil patrick harris de açılış şarkısıyla gönülleri fethetti. ama dedim ya, hugh jackman tüm standartları yeniden yazdı. efendim tören başlar. işte makyajdı bilmemneydi 'inferior' ödüller gider. zaten benim beklediğim ödüller yardımcı ve en iyi erkek kadın en iyi film senaryodur. o an geldikçe kalp çarpıntısı. arada sürekli çıkan reklamlara sinir krizi. aralıklarla çalan en iyi şarkı adayları. hey hey hey. ne güzeldir. şimdi heralde esas soru şu. neden seviyorsun bu kadar? akademi çok taraflı davranıyor, ödüller adil değil, amerikan icatları bunlar, cannes daha önemli filan eleştrilerini duyar gibiyim. ama önemli olan ödül değil galiba bana göre.
bir filmi izliyorsun, karakteri çok beğeniyorsun, özdeşleştiriyorsun kendini. ya da tahtalara vurup ay iyi ki benim başıma gelmedi diyorsun. takdir ediyorsun gücünü onun. güçsüzlüğünü anlıyorsun. sesini beğeniyorsun bir müzikalse. o kadar dans etmesine edebilmesine. o karakteri muhtemelen sevdiğin veya o rolden sonra seveceğin kişi hayat veriyor. o kişi öyle biri ki ulaşılmaz. öyle biri ki seni tanımaz. öyle biri ki asla karşılaşmayacaksın. adını bilmeyecek. senin ne kadar ağladığını tahmin edecek belki, ama asla görmeyecek biri. bir hayranın gözünden o kişi bir tanrı/tanrıça. seni görmeden seni oynuyor. seni görmeden sen olabiliyor. bambaşka birine vücut veriyor. onun gözyaşlarını dökebiliyor. işte o yüce insan ödülü alınca ne oluyor hiç dikkat ettiniz mi? o über insan, takdirle izlediğin insan sen oluyor. senin hizana, senin insanlığına iniyor. ağlıyor konuşurken. kelimeleri seçemiyor tıpkı senin hayatındaki ilk sunumda kekelediğin gibi. ailesine sarılıyor. o ekrandaki dev, sahnede ufacık oluveriyor ödülü eline alınca. suck it up meryl diyecek kadar içten, hayatımın rolü diyecek kadar anne, şampuanla bunun provasını aldım diyecek kadar çocuk, it is true there are some angels in this city diyecek kadar nutku tutuk, kapıda ambulans bekletecek kadar hamile. insan işte. sen ya da o. insansınız. işte hollywood rüyası, everyday person oluyor o gece. ve o dönüşümü izlemek kadar keyiflisi olamaz. her oscar sabahı saat altı buçuk sularında nefesini kesen karakterlere can veren kişilerin senin gibi olduğunu görmek, o koca adamların çığlık attıp zıpladığına tanık olmak... böyle bir heyecan benim için oscar. biliyorum, catherine zeta jones hamile olmasaydı ve orası yine de resmi olmak zorunda olduğu bir platform olmasaydı 5 tur atardı kodak'ta, ben onun yerine attım. biliyorum. biliyorum ki nicole kidman içinden yerden yere vurdunuz, bu virginia woolf rolü de size kapak olsun dedi. marion ödülü alınca içinde fransa alamazmış, peh peh peh, aldım işte, edith'le aldık diye çığlık atmıştır sessizce. forest'cığım "diktatör, zenci ve ölüm emirleri veren bir kumandanı oynadım ve siz ona o kadar hayran oldunuz ki, bu ödülü aldım!" diye gururlanmıştır. işte oscar hikayesi böyle birşey. heyecanlar ötesi. gerçek. hayal. herşeyin birleştiği yer orası. anlamayan anlamaz. uğraşmayın. sadece söyleyin. bu sene kimlerle izliyoruz bebeğim? adayları alayım?