17 Ocak 2013

[Post-Pargalı.]

bu akşam pargalı ibrahim'in konuşmalarını dinlerken öyle hüzünlendim ki... oysa tarihi bir karakter olarak hiç haz etmem kendisinden. neden böyle oldum onu da bilmiyorum aslında. nedendir acaba hürrem'e olan bu sevgim? ailesinden koparılması mı beni bu kadar derinden yaralayan? okul için evden çıkıp gidişimi mi hatırlatıyor onun sürgünü bana? hayır, ben sürgüne gelmedim. hayır, böyle vahşice işlenen cinayetlere kurban vermedim çok şükür ailemi. ama onun bir kalyonun içindeki boş boş bakan gözlerinde, uçakta başını yaslayıp iç çeken bir parçamı görüyorum galiba. bilemiyorum. 

kendi okuduğum kitaplar ve gittiğim oyunlar ve izleme fırsatı bulduğum gösterilerde aşık bir kadın olarak görmedim hürrem'i. onun kanuni'ye olan aşkından emin olmadım hiç bir zaman. gencecikken büyük kayıplar yaşayan bu kadının, aslında kanuni'ye mi yoksa güce mi aşık olduğunu çözemezken, muhteşem yüzyıl, içimde eksik kalan o duyguyu tamamladı. ben, bu dizinin yorumuyla hürrem'in aşık bir kadını oynadığına karar verdim. onun, 'sen yoksan ben de yokum süleyman' deyişiyle beraber, aşka tüm gücüyle inanan yüreğim, ruhum, aklım mutlu oldu inanır mısınız? tarih boyu anlatılan tüm olayların, aşkla, aşktan ötürü, belki de aşk için yapıldığını bilmek garip bir mutluluk verdi bana. bu olaylar ardındaki nice ölüm, nice kötülük, hatta halkın cadılık dediği bilimum planlar, meşrulaştı gözümde. aşkın herşeyi meşrulaştırabildiği bir dünyada, aynı durumun 500 yıl önce de yaşanabileceğinin farkına vardım. ve ben, bir zaman gezgini, çok mutlu oldum.

tabii bir de şöyle düşünmek lazım, ben ne yapardım? vallahi ben haremde kesin öldürülürdüm. kesin yani. nerde bir gudubet iş var, ucu bana dokunur, ben de minnoş minnoş cinayetlere kurban giderdim. yok arkadaş, bana göre değil böyle sürekli diken üstünde otur, heryeri gözle, herkese şüpheyle bak, sürekli plan yap, sürekli bir alt metin olsun aklımda, hep ona hizmet et filan. yok yoook, bana gelirler. olmaz yani anladım ben. insan en azından kendini bilmeli. 

ama hürrem ne yaptı? kadın sürekli tehdit altında olan hayatını ve daha da önemlisi çocuklarının hayatını ne yapıp edip koruma altına almaya karar verdi. önce ailesinin intikamını almak için başlayan bu hikaye, kendi ailesini koruma görevine ve aşık olduğu adamı herşeyden herkesten çok kendine bağlama arzusuyla hareket etti. kızmak mümkün mü? hayır. osmanlı'nın sonunu getirdi, selim gelmese başka olurdu, onun yüzünden sonun başlangıcı dönemlerine girdik filan. osmanlı'yı ben de severim, osmanlı'yı severek okurum, severek izlerim. kaybettiğimiz savaşları biz kaybettik diye anlatırım. bak hala kaybettiğimiz savaşlar diyorum. ama osmanlı'dan sıyrılıp, bir adım geriden bakabilmek lazım bazen. geçenlerde bir kitapta geçiyordu, being like a Turk, boasting about the past glorious days. bu durumu aşmak lazım. ve bu kısıtlayıcı zinciri koparıp tekrar bakabilirsek -ki şahsen ben öyle bakmaya çalışıyorum naçizane- hürrem'e kızmak mümkün değil. o doğadaki her dişi gibi davranıyor. tek farkı, bunu yapacak kudreti bulup, yaptıklarıyla ünlü olması. what can I do sometimes? en nihayetinde kabul ediyorum, Mustafa'nın ölümü kötü oldu. İbrahim'in ölümü acı birşey. her giden, arkasında başkalarını bırakıyor. geride kalanlar için hiç bir ölüm kolay değil. ama bu insanları öldürmeye çalışmak yerine, üzerinde oturduğun güce rağmen, onları izlemek ve daha sonrasında kendi sürgününe, çocuklarının ölümüne tanıklık etmek daha mı insancıl, daha mı az acı? 

gelelim bu akşam beni hüzünlendiren İbrahim'in hikayesine. çocukluğu gördükçe içim parçalandı. 10 yaşında evinden alınan bir çocuk. ailesi geride kalmış. yürüdüğü sokaklar, yaşadığı kasabanın kokusu, denizin sesi, ağların yosunlarını, herşeyini herşeyini geride bırakmak zorunda kalmış. an gelmiş adını unutmuş. gün gelmiş kendi dininden vazgeçmiş, kendi dilinden vazgeçmiş. hani insan ayağını çarpınca sehpanın kenarına bağırır ya can havliyle, o dil değil midir içinde yaşattığı dil aslında? ama öyle, şiiit, faaaak demeye benzemez bu bağırış. en beklenmeyen anda ettiğin bir küfür, aah çığlığı, aman beee nidasıdır o. merak ediyorum, acaba pargalının dilinin ucuna gelmiş midir bir gün kendi dilinin çığlıkları. gelse de söyleyebilmiş midir? çocukluğunda duyduğu melodiler bırakır mı insanı? kestane gürgen palamut melodisi zihni terk eder mi acaba? daha dün annemizin kollarında melodisini duyunca, cümlenin geri kalanını zihnimizde tamamlamaktan vazgeçebilir mi dil? 9/8 şarkılar çalınca, yerinde durabilir mi bir trakyalı? gurbette yaşayanların en sevmediği kelime gurbet olmaktan çıkabilir mi mesela? aygaz melodisi yazlığı anımsatmaktan biraz olsun uzaklaşabilir mi? bugün annemin gözlerinin dolmasına sebep olan o cümle, hiç hafifler mi acaba? sevdiğin birine, olmayacağını bildiğin gelecek günlere ilişkin bile bile, gülümseye gülümseye yalan söylemek, hangi dilde daha hafiftir bilen var mı?

bugün, ibrahimin konuşmalarında, hünkarım diye bağrışında, tüm cihanın veziri azamı olarak yerde bembeyaz pijamalarıyla beli açık yatışında, gözlerindeki dehşette, gözünden akan yaşta, geride bıraktıklarının gelecek haftaki kayıplarında boğuldum. nefesim tıkandı. uyku bastırdı. kabıma sığamadım. ölümünü kendisinden haz etmeyerek, keyifle, heyecanla, nasıl bir çekim yapacaklarını merak ede ede bekleyen ben, çok üzüldüm. günahını aldım mı bilemiyorum ama, ben galiba seni anladım ibrahim.