yazmak istemiyorum ama kulağımda çınlayan konuşmaları yazmassam onlar asla oradan çıkmayacak ve ben delireceğim galiba.
hastayım demişti. bu aralar biraz hastayım. ne oldu dedim, neyin var annaniş dedim. grip sandım önce, malum her ikisi de illa ki kışın bir grip atlatırlardı. kimi zaman aynı anda olurdu da endişelenirdik. mutfak soğuk mu, sobaya odunu atarken yoruluyorlar mı diye. sonra yine aradım. keyfin nasıl annaniş dedim, toparlandınız mı bakayim. karnım şişiyor dedi. neden olur ki böyle? bilmem ki annaniş, yoruldun heralde sen iyice dinlen en önemlisi o dedim. doktora gittiler. mualloş da geldi. çözemediler. adanaya getirdiler. bir önceki yıl da ağır bir hastalık geçirmişti de, adanada hastanede kalıp kendine gelmişti. balkonda güneşli bir bahar sonu/yaz üstü oturmamızı hatırlıyorum. çanakkale balkonlarımızı elbet hatırlıyorum ama onları bir de mualloşla adanadaki balkonumuzda görmek öyle güzeldi ki. üstünde bordo sabahlığı, ayaklarını da güneşe uzatmış. it was the moment. a true moment of happiness. that I never understood. [the words filmini izlemeli herkes...] sonra okula döndüm, tatil bitmişti. her gün konuştuk annemle. hastanede testler yapıldı, verem bile kontrol edildi. çıkmadı. kanser için biyopsi yapıldı, elim yüreğimde bekledim o da çıkmadı. o bu şu oradaki buradaki şuradaki şey değilse neyi vardı onun, bilemedik. sonra bir biyopsi daha yaptılar, mezotelyumda yayılmış bir kitle var dediler. ameliyat için çok büyük. kemoterapiyle küçültmeye çalışmaya karar verdiler. 6 seans kemo aldı anneannem. her bir terapiden sonra birkaç gün iyi olduğuna, sonrasındaki birkaç gün ise tamamen çöküşüne tanık olduk. çok kötü günlerinde onu öyle görmek içimden gelmiyordu ya, annemle gittik, o uyurken bekledik. gözümüz monitorde, oksijen seviyesi ve kalp ritmini takip ettik. düşük olunca hareketlendik ve o an geçtiğinde ikimiz de birbirimize sezdirmeden derin nefesler verdik. her çıkışımda elim yüreğimde. istanbula her dönüş kalp sancısı. hastaneden her görüşürüz sultan diye dizlerim titreyerek uzaklaşma. yazın ortasına gelirken son kemo da bitti. serviste pasta kestik. annem pastaneden birşeyler götürdü. ah bir görecektiniz, tüm servis oradaydı, anneannem çok iyiydi. hemşireler, doktorları, asistanlar, biz. birine veda ediyormuş gibi bir his havada süzülüyordu. ama herkes bu his orada değilmiş gibi yapınca, bu hissin görünmediğini düşünüyordu. ya da gerçekten görmüyordu. hissetmiyordu. ya da herkes görüyordu da, bir tek anneanneme hissetirilmiyor, o zaten hissetmiyordu. of. içim acıyor. çok acıyor şimdi düşünürken bile. üçüncü sınıfın yazında işten döndüğümde oturduğum balkon sandalyemin dili olsa neler anlatırdı? bir gün o ufak kasabanın kokusunu duyup evime geldiğim gün hıçkıra hıçkıra ağladığım o balkonun karşısındaki güvercinler uçarken neler düşünmüştü kim bilir? uzakta olmak oydu işte. kilometreler, saatler, güneşler, gezegenler, ışık yılları ve hatta ruhlar ötesinde bir uzaklık. bir yerde olmak istemek, olmak istememek, aynı anda istemek istememek, istemek istememek, kaçırmak, yakalamak istemek, yakalayamamak, yakaladığının az gelmesi, az gelenin uçup gitmesi, uçup gitmesinin korkusu, havada yakalama telaşı, telaşın uykusuzluğu, uykusuzluğun şarkısı, şarkının sesi, sesin ölümü, ölümün ise ağza alınamaz soğukluğu.
izledim. okudum. yazdım. ama tüm o doğaüstü eserlerin beni ölümlü olma olgusundan ne kadar uzaklaştırdığını kendi içime kapanıp düşündüğümde anlıyorum. daha da ilginci, uzaklaşmayı ben değil, beynim istiyor. herşeyi düşünmekle başa çıkamıyor. çünkü kapasite, hafıza, akıl, mantık, yürek bir yere kadar dayanabiliyor. beynim bunu biliyor bence. başka türlü aynı noktaya, aynı diyaloglara, aynı cümlelere, aynı tuzla akan gözyaşlarına bağlanıyor olamazdım.
soluk almam daha kolay şu an. sanki bisikletten düşmüştüm ve dizlerim yara bere içinde kalmıştı çok değil bir buçuk saat önce. kanıyordu dizlerim. yanıyordu. üflemeye çalışıyordum da canımın acısından üfleyemiyordum ki. mendiller silmeye çalışıyordum, yapışıyor, daha çok canımı yakıyordu. suyla yıkamak istiyordum, sıcaktan soğuktan ılıktan korkuyordum. sabunu değdirsem, ya da çocukken düştüğümde anneannemin koşup getirdiği oksijenli suyu sürsem içim rahat edecekti belki, ya da o yakar deyip batikonla gelen dedemin yüzünde benden yine de canımın yanacağını saklamaya çalışan ifadeye inansam, dizlerimdeki kan kuruyacak, yine oynatabilecektim onları. bir süre ağlayarak salonda oturdum düştüğüm o gün. sonra batikonladık dizlerimi. iyi gelmişti o zamanlar.
benim can yakan batikonum yazmak şimdi. ama keşke canım, bisikletten düşmelere yansaydı hep.