13 Haziran 2012

[Sandıktan çıkanlar vol.3]

Şubat 2011.
insanın kendini karanlıkta, rutubette, hatta sanki onyıllardır çürüyormuş gibi hissettiği yerde buluvermesi beni hep düşündüren birşey aslında. çünkü bazen hakikaten öyle şeyler geliyor ki başımıza, oraya fırlatıp atıyor bizi o şeyler. bir anda, tıpkı o rüyayla gerçeklik arasındaki boşluk gibi, tırnaklarını gerçirmişsin duvara ama, kayıveriyorsun canın acıyarak, elinde değil, düşüveriyorsun. sıçrayıp uyanıyorsun tabi, ne çare, uyandığın oda eski odan değil artık. ama bazen de böyle olmuyor. kendi kendini çekiyorsun oraya. hastalık hastası insanlar gibi, bir kere ağlamaya başladı mı insan hep kendini üzen şeyleri mi düşünür yarabbim? bir kere alerji oldu mu, herşey alerjik midir insanın kalbine? aşk filmi mutlu bir günde ayyy, ne aşkmış dedirtirken, korkunç bir günde yeter artık, dayanamıyorum ben bu hayallere, yok öyle birşey işte! diye delirtir mi insanı? diyorum ya, derin derin düşünürüm o karanlık yere insanın kendini nasıl götürdüğünü. bir çözüm bulamadım tabi, ama idrak etmeye çalışa çalışa, o korkunç günde o aşk filmini izlememe aklını kendime vermeyi öğrenmeye başladım. hala çekiniyorum öğrendim, çözdüm bu işi, evreka diye bağırmaktan. çünkü batılım bu konuda, oldu diyince, sarpasarıyor yine tüm mantığım. dileğim, o karanlık yere sen kendini itmemiş ol, itme, noolur, kapat o filmi, çıkar o hikayeyi aklından. çünkü öylesi kötü, çok kötü, insanın sorunu kendisi oldu mu nasıl yanıyor canı, bu can yanmasını yazarken bile! bir olay olunca canın yanarak düşmesi daha iyi, tırnaklarımız kırılsın tutunmaya çalışırken, sesimiz kısılsın, ama kendimize çare olabilelim, korkmayalım kendimizden. o daha az yakar canımızı.

işte o tarif ettiğimiz yere doğru yol aldığımı fark edince ben de o oyunu oynarım hep! önce sözlerle tedavi olurum: iyisin iyi, amaaan ne dertler var, düşünme bunu düşünme düşünme düşün düşün düş düş düş --hayal. serbest çağırışım! bir hayal kurarım ben, sonra o kadar canım acımamaya başlar, omuzlarımı serbest bırakırım, sımsıkı gerilmiştir ben farkında olmadan. bu oyunun sonu hep akan suyun altında biter. onyüzbinmilyon tane romanda suyun temizleyici etkisi, sembolü geçer ya hep, ben çok inanırım ona. ağladıysam, o gün mutlaka banyo yapmalıyım mesela. üstümden bütün dertlerin aktığını düşünürüm, nefes almaya başlarım, hayat daha kolay gelir, canım daha az acır en sonunda. hele bir de o sahnenin içinde bir anne varsa ki oooo tadından yenmez o oyun. hep kulagımda 'Lal' çınlar. Annemin sesiyle güne uyansam diye mırıldanırken bulurum kendimi. İnsan büyüse de annesinin gözünde çocuk olan kısmı hiç vazgeçmiyor dizlere yatıp saçlarını okşatmaktan, bilmez miyim?