Şubat 2011.
insanın kendini karanlıkta, rutubette, hatta sanki onyıllardır
çürüyormuş gibi hissettiği yerde buluvermesi beni hep düşündüren birşey
aslında. çünkü bazen hakikaten öyle şeyler geliyor ki başımıza, oraya
fırlatıp atıyor bizi o şeyler. bir anda, tıpkı o rüyayla gerçeklik
arasındaki boşluk gibi, tırnaklarını gerçirmişsin duvara ama,
kayıveriyorsun canın acıyarak, elinde değil, düşüveriyorsun. sıçrayıp
uyanıyorsun tabi, ne çare, uyandığın oda eski odan değil artık. ama
bazen de böyle olmuyor. kendi kendini çekiyorsun oraya. hastalık hastası
insanlar gibi, bir kere ağlamaya başladı mı insan hep kendini üzen
şeyleri mi düşünür yarabbim? bir kere alerji oldu mu, herşey alerjik
midir insanın kalbine? aşk filmi mutlu bir günde ayyy, ne aşkmış
dedirtirken, korkunç bir günde yeter artık, dayanamıyorum ben bu
hayallere, yok öyle birşey işte! diye delirtir mi insanı? diyorum ya,
derin derin düşünürüm o karanlık yere insanın kendini nasıl götürdüğünü.
bir çözüm bulamadım tabi, ama idrak etmeye çalışa çalışa, o korkunç
günde o aşk filmini izlememe aklını kendime vermeyi öğrenmeye başladım.
hala çekiniyorum öğrendim, çözdüm bu işi, evreka diye bağırmaktan. çünkü
batılım bu konuda, oldu diyince, sarpasarıyor yine tüm mantığım.
dileğim, o karanlık yere sen kendini itmemiş ol, itme, noolur, kapat o
filmi, çıkar o hikayeyi aklından. çünkü öylesi kötü, çok kötü, insanın sorunu kendisi oldu mu nasıl yanıyor canı, bu can
yanmasını yazarken bile! bir olay olunca canın yanarak düşmesi daha iyi,
tırnaklarımız kırılsın tutunmaya çalışırken, sesimiz kısılsın, ama
kendimize çare olabilelim, korkmayalım kendimizden. o daha az yakar
canımızı.
işte o tarif ettiğimiz yere doğru yol aldığımı fark
edince ben de o oyunu oynarım hep! önce sözlerle tedavi olurum: iyisin
iyi, amaaan ne dertler var, düşünme bunu düşünme düşünme düşün düşün düş
düş düş --hayal. serbest çağırışım! bir hayal kurarım ben, sonra o
kadar canım acımamaya başlar, omuzlarımı serbest bırakırım, sımsıkı
gerilmiştir ben farkında olmadan. bu oyunun sonu hep akan suyun altında
biter. onyüzbinmilyon tane romanda suyun temizleyici etkisi, sembolü
geçer ya hep, ben çok inanırım ona. ağladıysam, o gün mutlaka banyo
yapmalıyım mesela. üstümden bütün dertlerin aktığını düşünürüm, nefes
almaya başlarım, hayat daha kolay gelir, canım daha az acır en sonunda.
hele bir de o sahnenin içinde bir anne varsa ki oooo tadından yenmez o
oyun. hep kulagımda 'Lal' çınlar. Annemin sesiyle güne uyansam diye
mırıldanırken bulurum kendimi. İnsan büyüse de annesinin gözünde çocuk olan kısmı hiç
vazgeçmiyor dizlere yatıp saçlarını okşatmaktan, bilmez miyim?