15 Haziran 2012

[darkest moments in life. vol.3]

iki ay oldu. ancak elim yazmaya ancak varıyor. ancak hafızamdaki detayları harflere dökerken boğulmayacağımı hissediyorum.
19 nisan gecesiydi. titanic'e gidecektik o akşam m ile. ama annem eve dön telefonda konuşacağız deyince bir programı iptal etmenin hissiyatı ile -bu hissiyatı tanımlayamıyorum şu an ama mutsuzluk ve hayalkırıklığı ve utanca yakın birşey.- eve döndüm. aradım, herşey yolunda mı dedim, evet deyince kapattım. m ile konuştuk. o da merak etmiş herşey yolunda mı diye. yolunda dedim, bir aile meselesiymiş, çözüldü. sonra annemle tekrar konuştuk. anneannemin pek iyi olmadığını söyledi annem. nazla birbirimize bakıp ağladık bir süre. sonra yok dedim, iyi olacak. daha iyi olacak. yattık. ertesi gün erken çıkıp, evden çantamı alarak eve dönecektim. pazartesi ile birleştirip tatil yapacaktım ailemle. oysa o sabah saat 6.30'da annemin telefonuna duydum. telefonda adımı söyledi annem. yapma dedim. anneannem deme. deme... içimden söylemeye devam ettim, söyleme, deme, hayır bahsetme. yapma ne olur. otobüs ayarlayabilir misin dedi. kalktım. hemen ayarlayıp yola çıkıyoruz dedim. salona geldim, koltuğa oturdum. 5 dakika kadardı sanıyorum. hani filmlerde bir karakter vurulunca biraz daha koşmaya devam eder, sonra yaralandığını anlar. işte ben, odamdan çıkıp 5 metre yürüyüp salondaki koltuğa çöktüm. 5 dakika kadar hıçkırdım olduğum yerde. sonra saate baktım ve kardeşimin odasına gittim. o saatte ne desem bilemedim. dedemi kaybettiğimiz zamanki gibi hemen söylemek istemedim. ama ne diyeceğimi de bilemedim ki. yola çıkmalıyız dedim... anladı... çantamıza sweatshirt, pijama, çamaşır koyup çıktık. arada bilmemne turizmi aradım. bilet rezervasyonu yapmıyoruz dedi. güçlü durdum durmasına o ana kadar. ama o an, cenazeye yetismemiz lazım lütfen dedim adama. yalvarmadım ama, yalvardım. o üç cümle ile tüm enerjim akıp gitti. çantamızı aldık. taksiye bindik ve otogara doğru yola çıktık. tabii otobüs bulmadan önce yenikapıdan binmeyi düşündük. arada annem aradı, otobüs şu saatte varmış dedi. onu düşündüm. bir de bunları düşünmek zorunda olmasına üzüldüm... taksici adam bizi yetiştirdi otogara. ne olur dedim, yetişmemiz lazım... takside uçak biletlerimizi açığa aldım. konuşmak, sesimi duymak, bizim evrenimizin dışında bambaşka evrenler yaşandığına tanık olmak istemedim. ama el mahkum, yaptım. otobüse bindik, arka koltuklardan birindeydik. o hiçbirşeyi atmayan ben, istanbula dönünce en önce o iki bileti attım. yol boyu ağladım. ağladık. sürekli değildi hayır. sadece düşündükçe. aklıma minikminikminikminik onlarca anı geldikçe ağladım ağladım ağladım. açılmadım ama. canımın yanması bitmedi. sonra mola verdi otobüs, benzin almaya durduk. yakın bir arkadaşımı aradım. konuştuk 5 dakika. gerçi bulamadık ki konuşacak birşey. ofisi aradım. yoldayız, anneannemi kaybettik derken sesim titredi. kendi beynim, kendi aklım, kendi sesimi, kendi sözlerimi algılamak istemedi, anlamadı o an. kabul etmedi. sonrası müzik, sonrası yol, sonrası saate baka baka geçen bir yolculuk. mesajlar geldi telefonuma. öyle güzel, öyle anlamlı mesajlar ki. hani etrafında sevgiyi hissedersin, tıpkı sıcak havaya çıkmışsın gibi, seni sarıp sarmalar ya bir buğu. çok güzel mesajlar. bakıp da, şu hayatta yalnız değilim, birilerinin hayatına dokunmuşum ben demek ki dedirten mesajlar. önce silmek istemedim. ama sonra, o günün kaydı hiçbir yerde bulunsun istemedim. sildim. sildim. sanki silsem, silinecekti son 3 saat. bir yandan bağırmak istedim dünyaya. bugün dedemden geri kalan çocukluğumun yarısı da gitti diye. yazdım da sanıyorum. ama varolan tüm sesimi kullansam, o çığlığı istediğim kadar atamazdım, biliyorum. indik otogarda. taksiye bindik. üzüntüden yürüyecek halim yoktu. fiziksel olarak değil hayır. ama aklımla yön tayin etmek bile öyle büyüdü ki gözümde. sonra feribota bindik. parfüm satan bir adam dadandı yanımıza. satmak istedi birkaç tane. alın abla, çok ucuz dedi. gözlüklerimi çıkardım. gözlerinin içine baktım. ne olur yapma dedim, cenazeye geldik, yapma. kusura bakmayın bilmiyordum dedi, tüm samimiyetiyle bize baktı, birşey ister misiniz diye sordu. ne isteyebilirdik ki? hayır dedik, çok teşekkürler. sonra henüz arabası olanlar varmadığından, elimizde çantalar eve yürüdük. ayaklarım geri yürüdü aslında dedemlere yürürken. çünkü o evi nitelendirecek bir kişi sıfatı kalmamıştı ki hayatımda... kuaförle karşılaştık, başsağlığı diledi. sonra ağır ağır, çocukken dedem ve anneannemle dondurma almak için yürüdüğümüz yoldan yürüdük. dondurmacının önündeki sıraya baktık. iç çektim... hala çekiyorum. eve yengemlerle aynı anda vardık. onlar da adanadan yola çıkmışlardı. eve girdim. herşey yerli yerinde. saatli maarif takvimi duruyor duvarda. dedemin hırkası kapının arkasında asılı. arka odaya geçtim eşyalarımı bırakmaya. ütü bekleyen gömlekler, ilaç kutuları, tamir edilmeyi bekleyen tüm mekanik parçaları açılmış guguklu saat. daha önce böyle acı bir manzaraya tanık olmamıştım allahım. dışarı, balkona attım kendimi. mor salkımlar sarmış her yeri. her yer yabancı. her yer tanıdık. anneannemle dedemin minik çay bardaklarının arasından bardaklar seçip, onları özenle bir kenara ayırıp servis yaptık. konuştuk. gülümsedik bile an gelip. cenaze saati geldi. evde yemekler dağıtıldı. ve sonra ben bir kere daha koyu renk şalımla bir cenazeye daha katıldım. ailemin ikinci cenazesine. gittiğimizde anneannemi toprağa vermişlerdi. akşam güneşi tam mezarının üstüne düşüyordu. akşam tam da o saatlerde, güneşin vurduğu çekyata yatıp dinlenirdi anneannem. geçen yaz da yatağını oraya kurmuştuk, orada yatıp laf atardı bize. oraya geçip titreyen elleriyle fasulyeler ayıklardı. orada salataları yapardı. o koltuğa geçerken mario onlarca kez düşmüştü uçurumlardan da o bana dönüp gülümsemişti, ben de eh be anneanne demiştim. o akşam yattık, uyuduk. ertesi sabah biraz önce bahsettiğim o korkunç derecede acıklı manzarayı bir başka gözle gördük. eşyaları toplamaya başladık. dergiler, onlarca cd, bir sürü çocukluk albümümüz, çeyizler, anneannemin sakladığı kumaşlar, naftalin kokulu çekmecelerde saklanmış temizlik kokan şallar, her bir bilgisayar programının nasıl kullanılacağını anlatan minik notlar, halıların altında tüm elektronik aletleri birbirine bağlayan kablo zincirleri... iki kutu atari. biri 86 yapımı sanıyorum, diğeri ise hep kullandığımız. printer'lar, minik masa vantilatörleri. herşey halloldu elden ele. ama en çok üzüldüğümüz an ne oldu biliyor musunuz? sehpayı yerinden kaldırdık bilgisayar masasını çıkarmak için, malum artık pek mukavim durmuyordu. sehpanın altından tavla çıktı. her zamanki yerinde bekleyen tavlayı görünce herkes birbirine baktı. dayım bir kenara kaldırdı. birşey söylemedi kimse, söyleyemedi. atamadık. kaldıramadık. öylece baktık biz. bütün yıl sehpanın altında, her zamanki yerinde bekleyen, sadece yazları kullanılan tavlamız da kenara kaldırıldı. kimse -ne annem ne dayım- kıyafetleri ayırmaya cesaret edemedi. o kadarını yüreğimiz kaldırmadı. annemin gelirken getirdiği bluzlar, gömlekler getirildikleri hediye paketlerinin içinde muntazam şekilde dururken, bir de kıyafet dolabını açarsak bulacaklarımızdan korktuk. kim bilir, annemin lisedeki şalı çıkacaktı oradan, belki de çok sevdiği, anneannemin diktiği elbisesi... en son, dayımın öss sınav giriş belgeleri, annem ve dayımın tüm karneleri çıktı bir dolaptan. derin bir iç çekti annem. dosyaladık, arabaya indirdik. ve sonra o gün öğlen dayımlar yola çıktı. biz de akşama doğru istanbula doğru yola koyulduk. annemlerin yengesi, annenizin babanızın ışığını söndürmeyin dedi. annemle dayım geleceğiz mutlaka dediler. feribota yetiştik. hava bozsun diye bekledik ama nafile, müthiş güzellikte bir güneş açtı. aynı güneşi 15 dakika öncesinde yine anneannemin mezarının üstüne vurmuş gördüğümde anlamıştım, havanın bozmayacağını. trabzon fırın ekmeği aldık, köy ekmeği aldık yolda. eve geldik, ertesi gün tüm cd'leri düzelttik. dedemin izlenilecekler listesinde hungover 2'yi gördüm. ağladım. işte insan, planlı yaşadığını düşündükçe, aslında ne kadar plansız yaşıyor diye. hemen gözyaşlarımı sildim annem üzülmesin diye. şimdi ise şeftali öksüz. kesilip soyulup buzdolabına konulmadıkça eski tadı yok. vişne şurubu nasıl yapılır hiç birimiz bilmiyoruz. yemek olarak mücver söylüyorum ama onun adı kabak köftesi diyorum içimden. köfte kızartırken anneannemin kulağını çınlatırım diyorum, yaklaşıp atarsan hiçbirşey olmaz deyişi kulaklarımda. ben biraz yorgunum hadi kapatıyorum çocum demişti bana. çok öptüm seni annaniş deyip kapattım o gün telefonu. işte o günden 2 gün sonra kaybettik anneannemi. dayım, annem ellerinden tutup gözlerine bakıyordu. ah anneanne, haftaya kep atıyorum ben. keşke görseydin. keşke o gün evden çıkmadan seni arayıp bugün mezun oluyorum diyebilseydim. erken mezuniyetimin kepli fotoğraflarını getirseydim yazın. bakıp bakıp dedikodu yapsaydık. olmadı. ben uzun tatil için kepli fotoğrafımı sana yollamak için çantama koymuşken, o çantayı bırakıp, içinde simsiyah şallar olan çantayla yola çıktım, sana geldim o gün. o gün, 20 nisanda ben anneannemi kaybettim. nurlar içinde olduğunu biliyorum. hatta bunları yazarken döktüğüm gözyaşı bile sana dert olmuştur. binbir dua okundu arkandan ama ihtiyacının olmadığını da söylüyorum kendi kendime. öyle iyiydin ki sen. gittin ve arkandan bize demek ki çok sevmişler birbirlerini demek düştü. orada çok mutlu olmanızı diliyorum tüm kalbimle, herşeyden çok. annem, cenazede söylemişti, sizi çok severlerdi, şimdi sevmesinler. ben ömrümün 23 yılında sizi çok sevdim, sevmeye de devam edeceğim. çünkü hala dilim sizden geçmiş zamanda bahsetmeye varmıyor. bir süre de varmayacak galiba...

bu yazı burada bitiyor. arka fonda se pieta di me non senti var. böyle güzel, böyle hüzünlü bir şarkı. dilerim hiç kimse dinlemez...