12 Mart 2012

[La Mome.]

yazdıklarımı, yazmak istediklerimi düşünürken onu yazmadığımı fark ettim, dehşete düştüm. hayatımda beni en etkileyen insanlardan biri o. bir girizgaha ihtiyacı yok, ismi yeter: Edith Piaf.

önce nasıl tanıştığımızı anlatayim. edith piaf'a kaldırım serçesi denildiğini biliyordum ben. genel kültür olarak. hani sesini duyduğumdan da değil esasen. nasıl sezen aksu'nun minik serçe olduuğnu bir şekilde bir yerlerden öğrendiysek çocukken, edith piaf'ı da öyle öğrendim ben. sonra da annemin anlattıklarından bilirim. annem yıllar önce bir radyo tiyatrosunda onun hayatını dinlemiş. oyun biterken annem hüngür hüngür ağlamış, böyle etkileyici aşklar, böyle bir hayat çok üzmüş onu. işte. başlangıç evresinde edith piaf'ı ben böyle tanıyordum.

sonra ilk kez tanışma anımız geldi çattı. on birinci sınıfta okul çıkışı hangi filme gitsem diye bakıyordum beyazperde.com'a. gelecek filmlerin fragmanlarının linklerini gördüm aşağıda. önce changeling'i izledim, malum angelina jolie'nin oynadığı gerçek hayat hikayeleri ölümcül derecede güzel ve dramatik oluyor. sonra onun yanındaki afişi gördüm: kaldırım serçesi. derhal açtım linki, kendi kendime acaba bu benim bildiğim kaldırım serçesi mi diyerek. fransızca film, fransızca fragman. az çok anladım, fragmanı beğendim. hani sinemada izleyince yanındakine dönüp "ay güzelmiş gidelim bu gelince" diyeceğin türden. sonra bir sahne geldi. edith'i oynayan marion marcel marcel diyerek yere yığılıp ağlamaya başladı. sonrasında saçlarını keserken gördüm aynanın karşısında. sonra yaşlılığını. ve fragman bitti. işte yere yıkıldığı an, o film yanımdakine dönüp izleyelim türü bir filmden, "bunu görmeliyim, gelen gelsin, gelmiyorsanız da ne haliniz varsa görün, sizin kaybınız, tanrım ne zaman geliyor acaba, kopyasını mı bulsam, nerden bulurum, indirmek istesem internette var mıdır, kaç puan almış, ne diyorlar, hangi oyuncular, edith piaf şarkılarını indirmem şart." dediğim bir film oldu. o saniyede. fragmana gerek yok, sadece o saniyede devleşti benim için. sonrasında uzun araştırmalar evresi başladı benim için. heryeri taradım ve filmi en sonunda buldum. bilgisayarda oynatmaya başladığım anı hiç unutmayacağım. skim scan yapıyordum. o sahneye denk geldim, en başına. cartier. uçak. güçlü olmalısın. oda. banyo. ve tam bu anda ben öldüm. edith koridorda yürüdükçe, ben ağladım. o şarkı çaldıkça, öldüm. sonra sonunu izledim, tanışmalarını, marlene'i, en başını. hepsini. hepsini izledim. ve o günden sonra evde sürekli edith piaf şarkıları dönmeye başladı. ama o kadar çok ki anneme fenalık gelinceye kadar. durmadan, ara vermeden, ezberleye ezberleye, söyleye söyleye. 

derken film sinemalara geldi, afişini gördüm nişantaşındaki sinemanın oradan geçerken. beyoğlu beyoğlu'nda da olduğunu öğrendim. annemi de sürükleyerek girdik filme. her ne kadar girerken ben aşk hayatını dinledim, filmi pek merak etmiyorum ama gelirim seninle dese de, annem filme bayıldı. ben zaten ağlamaktan bayıldım. fragmanında gördüğüm sahne çıktığında soluğumu tuttum. hatta bence nefesimi tutmadım orada, nefes alamadım. edith koridorda ağlarken "kadın deliricek allahım, deliricek." derken buldum kendimi. filmden çıktığımda bu sene oscar'ı alıyoruz. altın küre filan zaten bizim, helal ediyorum bu kıza dedim. annem fransıza vermezler dedi ama, söyledim ben. aylar sonra (ki tam 6 ay sonra oluyor, ağustosta gitmiştik biz) oscarı kucakladı marion. "it is true that there are angels in this city." dediğinde televizyon başındaydım. sevinçten ağlıyordum. sanki aşkın kendisi, kadının gücüne ödül verilmişti. edith'in benim için ifade ettiği herşeyin bu ödülle taçlandığını görmek, marion'un o dev gibi forest'a sarılışı hayatımdaki en güzel oscar anıydı inanın.

film ve oscar'dan sonraki evre ise albüm ve kitap evresi oldu benim için. tabi ki filmin albümünü aldım. hepsi ezberlendi şarkıların, albümde olmayanlar indirildi, derniere nuit'nin altıncı dakikasına ağlanıldı. aylarca edith piaf konuşuldu. background resmi yapıldı. onun sayesinde, marion keşfedildi. öyle bir keşif oldu ki bu, oynadığı her filme gözü kapalı gitmeye razı oldum. inception'ı marion için izleyecek oldum. o oynuyor diye film aldım. jeux d'enfants'ın hayranlarından olmasam da bir daha marion nasılmış diye bir daha izledim. paris'te olduğum sürece aynı yerdeyiz yahu sevinçleri yaşandı, bir de karşılaşıyormuşuz gibilerinden hayaller kuruldu. sarılmak istedim, bu muhteşem kadını tüm dünyaya tanıttığı için. ardından yaz gelip çattı, üniversite telaşları bitti ve kitap okumaya başladım. "Hayatım" kitabını okudum. arkadaşının yazdığı. edith'in dediklerini yazmayı borç bilirim: "aşk yemek gibidir, soğuduğu zaman yeni bir yemek bulmalısın." aşklarımı tükettiğime inanmadım hiç bir zaman. onları boşu boşuna tüketmedim. tıpkı bir köşeye yazdığım hikayelerdeki kahramanlar gibi gururumla boğdum onları. kalbimi kıranları oradan söküp attım ben. sonrasında düşündüm elbet düşünmesine, ama bunu bile yakıştıramadım kendime. anılar üşüştü aklıma, ufacık şeyler canımı yaktı evet, ama gurur bir kere bu. aşkımdan ölsem geri adım atmam dedim. ama böyle olunca sanıyorum ben içimdeki aşkı öldürdüm. dünya iyisi insanlar çıktı karşıma, yapamadım. zamanında fütursuzca kaptırdığım gönlümü, esas kaptırılması gereken kişilere veremedim. sevdim, hoşuma gitti onlar, saygı duydum da aşığım diyemedim. olamadım. kimse yüzüme bakıp sende birşey var diye gelmedi yanıma. bir parfümde kaybolmadım tekrar. gözlerim kör yürümedim sokaklarda. ama ben edith piaf'ı anladım. aşık olacağım diye başladığım her ilişkiden, aşık olmadığımı, olmayacağımı, belki de olamayacağımı anlayınca çıktım. kimi zaman kalp kırarak, kimi zaman anlatmaya çalışarak yaptım bunu. tıpkı soğuğan bir yemeği atmak gibi, içim cız etti ama kendimi daha çok seviyordum ya, yaptım bunu. çünkü aşkı arıyordum ben.  sonra kitapta sayısız yahudi'ye yardım ettiğini öğrendim. nazilerin baskın olduğu dönemde turne bahanesiyle onları kaçırıp güvenliğe ulaştırdığını okudum. cesaretine hayran oldum, zekasını takdir ettim. takdir ettikçe, hayran oldukça okumaya devam ettim, herkese kulaklarımı tıkadım. duymadım değil suçlamaları ya, umursamadım. binlerce frank kazanıp, etrafındakilere saçtığını gördüm, üvey kız kardeşine sahip çıktığını, babasını yalnız bırakmadığını. alkolikmiş efendim. bağımlıymış. morfin kullanırmış. duydum. hepsini duydum. bir çok kaza, günlerce hastane, eskiyen aşklar, yitirilen aşklar, ağrılar, ışıklar, şampanya bardakları, evlilikler, umut bağlanan tahta sehpalar... umursamadım. dedim ya, herşeyiyle çok sevdim ben edith piaf'ı, hayran oldum. hele bir sahne var ki, orada, resmen kendi dostummuş gibi ağladım hıçkıra hıçkıra. simone ve sevgili adını hatırlayamadığım piyanist arkadaşı odaya geldiklerinde edith'i balkon demirlerinin üstünde buluyorlar marcel'in ölümünden sonra. elinde şampanya kadehi, boşluğa bakarken yakalanınca korkmayın diyor edith. hava alıyorum sadece. yavaşça ona yaklaşıyorlar. indirip yatağına yatırıyorlar. edith simone'un gözlerine bakıyor, kendimi öldürmeyecektim diyor. yemin ederim kendimi öldürmeyecektim... simone aynen şöyle demiş kitapta: "o bunları söyledikten sonra gerçekten ölmek istediğine emindim artık." işte bu sahnede o çaresizliği gördüm ya, böylesine insani bir tepkiyi gördüm ya, çok çok çok üzüldüm. sonrasında (veya ölümünden hemen sonra tam emin değilim) edith'le simone konuşurken, simone'un ayağı sehpaya çarpıyor. edith, marcel'in ruhunun geldiğine inanıyor. o sehpayla çıkıyor aylarca turnelere. simone, o sehpa konuşuyor gibi yaparak edith'e yemek yediriyor, su içiriyor. edith ilk şokun etkisinden kurtulduktan sonra filmde de gösterildiği üzere defalarca falcıya gidiyor. falcı her ne kadar size söyleyeceğim başka bir şey yok dese de, edith, yaşamak için bir sebep bulmak için gidiyor o falcıya. kalbi kırılan bir kadın o. sevdiği adamın asla kendisine ait olmayacağını bilen, sevdiği adamın ölümünden sonra karısı ve çocuklarıyla irtibatını koparmayan, dost olan bir kadın. ömrünün sonlarına doğru geldiğinde theo ile evlenmeden önce, onu hasta bir kadına bağlamak istemediğini söyleyen bir kadın. biliyor musunuz aynı mezarlıkta yanyanalar hala? 

en son evrede ise onun bizzat yaşadığı evi görmeye gittim. paris'e gitmişken onun mezarlığını ziyaret etmemek, onun kaldığı evi görmemek imkansızdı benim için. çok çok çok sıcak bir temmuz gününde mezarlığa doğru yola koyulduk. onun mezarı başına gelinceye kadar bir çok ünlünün mezarına gittik, ben bir tane gül arakladım itiraf ediyorum. ama onun başına geldiğimizde pişman oldum bir demet alıp getirmediğime. siyah bir mermer, üstünde gassion yazılı. önünde beyaz bir plaka, dua eder gibi açılmış iki el, hemen sağında "dieux reunit ce qui s'aime." yazıyor. keşke dedim hoparlör getirip çalsaydık burada. keşke kendi sesinden aşk şarkılarını dinletseydik. derken bir amerikalı kız geldi elinde hoparlörle. non, je ne regrette rien çaldı. biz edith giovanna gassion'un mezarı başından ayrıldık. bir süre sonra, gitmek için randevu aldığımız edith'in paris'te bir süre kaldığı evine gittik. işte o eve girdiğim zaman gördüklerim karşısında ne kadar duygulandığımı anlatamam sizlere. baş köşede theo'nun aldığı koccaman oyuncak ayı vardı. raflarda fotoğraflar, kitaplar ve karpostallar. bir mankenin üzerinde kıyafetleri, önünde ayakkabıları. edith piaf 1.42 boyuyla dünyayı yerinden oynatırken, gerçekten bir serçe olduğuna tanık olmak bambaşka. beni en çok etkileyen eşyalar ise sehpanın üzerinde duran bir çift eski boks eldiveni oldu. öyle garip bir hüzün sardı ki içimi. sanki o ana kadar filmi izleyip, kitabı okurken bunların gerçek olduğunu düşünmemişim de, boks eldivenini görünce marcel'in gerçek olduğunu, aşık bir kadının aşkını uçak kazasında kaybettiğini anlamışım gibi. ufacık evde sessizce etrafa bakarken hem üzüldüm, hem sevindim. yaşadığı acıların ufacık bir kısmını gördüm sanki. bir yandan da hayatının ufacık bir kısmına tanık oldum. çıkmadan girişinde fotoğraf çektim bol bol. anahtarlığını aldım. hala yanımda gezdiriyorum 40. yıl dönümü özel anahtarlığını. bir de ufak bir edith piaf kitabı aldım. kitaplarım ve dvd'nin yanına koydum. an geliyor elime alıp birkaç satır fransızca okuyorum. kapatıp albümü açıyorum. yetmiyor. youtube'dan konser videolarını izliyorum. hani filmdeki gibi, non, je ne regrette rien şarkısını duyunca hayat bulan edith'i görüyorum. ayağa kalkıp alkışlamak geliyor içimden. gülümsüyorum. onları düşünüyorum. dieux reunit ce qui s'aime, n'est-ce pas?