02 Temmuz 2012

[geç kalınmış memoir: tren garları.]

çok sevdiğim memet ali alabora ve çok sevgili eşi pınar öğün'ün tren garında evlendiğini öğrendiğim gün şoklardan şoka girdim evet. kısa özet geçmek gerekirse diyorlar ki "biz tren garlarında çok vakit geçirdik, çok vedalaştık, çok kavuştuk. o yüzden bu mutlu günümüzü burada kutlamak istedik." vay canına. ne diyeceğimi resmen bilemiyorum şu an. işte bu olay geçen gün aklıma geldi ve it got me thinking.

yıllarca tren garının yakınında oturdum. ne kadar yakını diye sorarsanız sanıyorum 500 metre kadar. meşhur tren garının önündeki eski kara trenin önünden geçtim, dış ışıklandırmasının değiştirilmesine tanık oldum, kaldırım taşlarının düzenlendiğini gördüm, gar restoranda aile yemekleri yedim, önünde servisten inip kaynar yaz günlerinde eve yürüdüm o gara arkamı dönüp. hep sevindirdi o görüntü beni. çünkü o garı görmek, o binanın eski yapısına tanık olmak artık eve gelmek demekti benim için. ben o tren garını çok sevdim.

sonra yıllar geçti ben o şehirden ayrıldım. gidip gelmelerim oldu, hala da oluyor ama taşındık artık o eski evimizden. yeni evimizi de çok sevdim. eskisi kadar düşmedi garın önüne yolum, ama düştükçe de sevindirik oldum. sonra zamanda bir kayma yaşandı. komşu şehirde, bir sanat aktivitesinde onu gördüm, kalbim duruverdi. işte o soluğumun kesildiği andan sonra muhabbet etmeye başladık, sanat aktivitesi bitti. evime döndüm. o, aklımda yer edindi. sonra uzunca bir süre geçti, ya da bana öyle geldi. tekrar iletişim haline geçtik. sanıyorum ki sohbet etmeye başladıktan 2 hafta sonra aşıktım ben. daha ne diyeyim, aşık. ünlem işareti. sonra aylar aylar geçti, sohbet etmeye devam ettik, o o komşu şehirde, ben burada. o anlattıkça, o dinledikçe, biz anlaştıkça daha çok aşık oldum. kilo verdim, erkenden uyanmaya başladım. bana bir haller oldu. sonra izlediğim her dizide filmde olduğu gibi gitti başkasını sevdi. çok sevindiğimi yazdım, onun sesinin sevinçle kulaklarımda çınlamasına sevindiğimi bilirim evet. aylar ayları kovaladı sonra. çatırdamaya başladı onun o büyük aşkı. eğer bu bir türk filmi, teeanage dizisi ya da herhangi bir amerikan filmi dahi olsaydı köşeye geçmiş avuçlarımı ovuşturup, pis pis sırıtıyor olurdum. ama bunların hiç biri değildi ki bu. onun sesi titredikçe, kalbi kırıldıkça uykularım kaçtı, kalbim kırıldı. öldürmek istedim o kızı. cidden. öldürmek istedim. --şimdi bir süredir ekrana bakıyorum nerden tutup anlatsam diye. ama benim öldürmeme gerek kalmadı onu. aylar sonra aldık haberini. ya da rose'un deyişiyle "or so I've heard"-- hep derim ya ben çok gururluyum diye, asla konuşmam diye, dönüp bakmam diye, hayatımdan çıkarır siler atarım diye, [chuckles*] aralarını bile düzelttim. üzülmesin daha fazla dedim. olmadı. olamadılar.

burayı nasıl yazayim bilemiyorum. düşününce hafızamın güzel şeylerle dolu olduğunu görmek mutlu ediyor etmesine de sanıyorum her anı kendime saklamak istiyorum. kimse bilmesin ben tadını çıkarayim gibilerinden. ama velhasıl ilk tanışmamızdan aylar aylar sonra yıllardır önünden geçip içine toplam 2 kere girdiğim garda tekrar buluştuk. alt geçitten geçip perona geri çıktığımda trenin düdüğünü duydum. kalabalık inmeye başladı. normalde havaalanlarında terminallerde hatta evimden dostları yolcu ederken bile oturamam hemen ayaklanırım ama o kadar dizlerim titredi ki, banka oturmak için yürümeye başladım ve ne olduysa oldu, sanki tüm kalabalık dağıldı, sisler bulutlar uçuştu ve tam karşımda onu gördüm.--

parfümleri hiç unutmuyor, unutamıyorum. bu hem benim hediyem, hem de lanetim.

--daha o gün o dakika hayatımın en mutlu dakikalarını yaşamışken gün bitiminde hayatımın o ana kadar olan en hüzünlü anlarını yine o peronda yaşadım sanıyorum. sonra yine en mutlu an. sonra yine en mutsuz an. burası-ankara-komşu şehir-orası arasında dokunan mekik zinciri. arka cebimde tren biletleri ortasından delinmiş, sırt çantasında anatomi kitabı, o son 15 dakikada oturduğum bankın üzerindeki izlediğim çizgiler, düdüğü çalan peron görevlisi, kolunu başının altına koymuş kitap okuyan yolcu, sapsarı buğdaylar, taş parkeli sokaklar. --işte o zamandan beri ankara'yı sevmiyorum. ankarayla ilgili hikayemiz, kavgalarımızı buraya yazmayacağım. yazamayacağım. geçiyorum.-- hani bir şarkı vardır ya kalbim ege'de kaldı diye... benim kalbim komşu şehirde, tren peronlarında, vagon koltuklarında kaldı. o meşhur ıssız adam filminde ada gezdikçe o sokakları, tüm kırıklarımı topladım parça parça. süpüre süpüre bitiremedim, ağlaya ağlaya yıkayamadım. yetmedi.

derseniz ki peki ne oldu o arada? sen böyle aşıkken nasıl sokakları süpürürken buldun kendini? yazmayacağım. artık düşünmüyorum çünkü. kaldırıp attım herşeyi. işte o kadar.düşünmenin bana iyi gelmediğini tee o zaman anladım da bu kadar gururlu oldum sanıyorum, tabi bunun adı gurursa. belki de akıldır, belki mantık. ama ne olduysa oldu, ilk darbeyi aldım, sonrasında ikinci kroşeyi yedim ya, daha var herhalde bir daha birilerinin beni görüp sende birşeyler var ışıl ışılsın demesine. ama uzun süre tren garlarına girmedim, kadıköy vapurunda dahi sırtımı dönüp oturdum. sonra bir gün, yine elimde fotoğraf makinasıyla o peronda tekrar yürüdüğümde tüm özlemlerimi düşünüp, tüm kavuşmaları hayal edip bir fotoğraf çektim. o defter kapandı. artık ıssız adam izlemiyorum. haydarpaşa'ya bakarak geçiyorum kadıköy'e. kimsenin canımı yakmasına izin vermiyorum, ben izin vermek istesem de, kalbim izin vermiyor, aşık olmuyor, aşka düşmüyor. türkçe'yi çok seviyorum, ama ingilizce'yi de takdir etmeden edemiyorum işte. fall in love. ne sert bir fiil aslında. patır kütür. dangır dungur. hayal et. düş. batikon basıp üfle bir yandan. gözünde yaşlar biriksin. yumruklarını sık. üfle üfle. geçmesini bekle. kabuk bağlasın. kopar at. izi kalsın. kalmasın. kalma. kal. git.