29 Temmuz 2011

[back to basics: neden yazıyorum?]

kompozisyon yazarak başladı herşey. hatta yazmayarak. annemle konuşurduk. birşeyelr karalardım. o düzeltirdi. temize çekerdim. sonra sonra baktım ki ben de yazmayı seviyorum. hep bir twist yazardım sonuna. hep. bir de hep ölürdü benim karakterlerim. mutlu sonlar sıkıcı mı gelirdi bilinmez, sanki onlar yokolunca hikaye tam olarak sonlanıyor gibime gelirdi. ortaokuldaki sınav telaşı bitince bütüm odadaki kağıtları ortaya döktüğümü hatırlıyorum. notlaşmalar, hikoşlar, kompozisyonlar çıktı ortaya onlarca! hepsini ayrı ayrı dosyaladım sıraya dizdim. tbai esasen hikoşlardan bahsediyorum. buffy hikayeleri, detektif öyküleri-çınarın kulagı cınlasın, hala katilimizi çözemedim, ne yazık ki olay örgüsü şemamız kayıp, he seferinde başka bir sonuca varıyorum- kısa soluklu saray öyküleri, kara kaplı. hepsini tek tek ayıkladım. sonra kompozisyonları bir dosyaya koydum. liseye gelince işler değişti tabi. yılarca teknikten ödün vermedim. önce bütün bir yazıyı yazardım, müsvedde üzerinde düzeltir, en son temize çekerdim. 40 dakikada bunları nasıl yetiştirdiğimi düşünüyorum da, sistematikmişim galiba! sonraları hikoşlar kesildi tabi. ama diziler bitmedi. senaryoyu okur öyle izlerdim. gözlerimin önünde görürdüm. karakterleri bu kadar iyi tanımak beni mutlu ederdi. sonra minik yazılar gedli. sıkıldıkça hikoşlar, tek kişilik. tek olaylık. ardından fanfiction dünyasını keşfettim. okudukça hayal ettim yazdım. o olayı kendine yazmak gibisi yoktur bilir misiniz? sen ki başrol, sen ki güçlü kişi, sen ki zayıf olsan da hep gelip birinin kurtardığı kişi. severim yazmayı. eğlencelidir. garip bir ego tatmini değildir. biraz uçup gitmenin yönetimidir. sayfalarca fanfic okudum, onlarca film izledim. yeni dizilere de geçtim. doctor who'dan etkilendim. bir insanın kendini önce büyü ve doğaüstü olayların dünyasına açması, sonra galaksiye, tüm evrene açması ne demektir bilen var mı? sınır koyamazsınız. cameron gibi yeni türler yazmakla uğraşmazsınız. isteseniz yazacağınızı bilirsiniz ama direk sonuca bağlanırsınız. sıkıldıkça büyü yapar, sıkıldıkça ırkları kurtarırsınız. doctor'un adını hayal edersiniz. bulamazsınız. william deyip geçersiniz. acaba onu dünyada tutabilen bir kişi var mı? yok, ama o siz oluverirsiniz. sweet joy! e tabi bir yandan da bu dünyaya yönelik hayalleriniz vardır. çocukken kurduğunuz -kendinize kurduğunuz- hayaller yerini sizin isimlerinizi taşıyan roman kahramanlarına bırakır. buffy'nin bir bölümünde buffy gözlerini akıl hastanesinde açar. yıllardır yaşadığı herşey bir hayal, bir sanrıdır. bazen düşünüyorum da, öyle birşey olsaydı bana, o dünyaya kapılsaydım ne olurdu? çıkamazdım içinden kesin. galaksiler evrenler zaman mekan gerçek hayal dolanıp dururdum kafamın içinde. sıkılmadan. yorulmadan. keyifle. ama bu demek değil ki ben böyle birşey isteyeyim. hayali bir iş, hayali dostlar, yanında gerçek dostlar, çalkantılar, büyük kavgalar büyük ayrılık büyük barışmalar. o aralar hangi ünlü insan seni etkiledi? amy winehouse'u kurtarıverirsin londra'da. bir parkta oturur dertleşirsin. kalemin gücü, herkesi korkutmalı. o kalem ki dava açıyor, o kalem ki el koyuyor malalra, o kalem ki seni başka yerlere götürüyor. güç. saf. güç. hatta will'in dediği gibi, no mortal had this much power. peki benim gibi müsveddeler çıkarna bir insan ne oldu da bilgisayara geçti. neden kalemi bıraktı? kurşun kalemi çoktan bıraktım gerçi. nefret ederim hışırtısından. tükenmezin akıcılığı gibisi yoktur derim hep. hem de en ucuz kalem en rahatıdır. ama cross'umu da ayırmamaya çalışırım yanımda önemli bir yere gideceksem. ilk izlenim önemlidir öyle değil mi? çünkü. artık kalemim bana yetişemiyor. aklımdan geçenler keşke kağıda dökülüverse diyorum. diyalog uçup gidiyor. yetişemiyorum. yazmadıkça o hikaye kesinleşmiyor. her seferinde başka olasılıklar, sırf yavaşım diye. hem yavaş kalıyor hem de kağıtlara geçirmek isteiyorum artık. hani bana ait bir defter olmasın. onu sakınmak istemiyorum. yazayim. birisi okumasın. ama okusa mı acaba? herşey bir yerde kayıtlı olsun, kelime kelime arayabileyim. yazı düzgün olsun. üstüne de bir yazma anı gelince, tak diye yük olmadan dünyanın heryerinde yazayim. kalem yetişemez. ama 10 parmak yetişir. o halde kalem değil güçlü olan, kelam. işte bu yüzden buradayım aslında ben. kulagımda müzik. aklımda nota. klavye piyano. bir fotografı yazıyorum burada. tardis'in ne olduğunu uzuun süre sonra ilk kez geçenlerde öğrendim. hayran oldum o olay örgüsüne. face of boe'nun ilk sezonda dahi olması, her müziğin her notanın birbirine bağlanması...tam bir time lord işi. tardis de time lord'un kalbi gibi değil midir? yaşayan enfes alan ruhu, aracı değil, eli kolu. işte ben de zamanda, mekanda, aklımda, kalbimde, parmaklarımın ucunda olan bu geziye böyle çıkmaya karar verdim. taa  10 gün önceden beri hazır ne isim koyacagım. time and relative dimensions in space. bir zaman lordu değilim. zamanda gezemem. zamanı ancak geri getirebilir, ileri götürdüğümü hayal edebilirim. o zaman tüm bu yazdıklarım aklımdaki farklı mekanların konuları. relative dimensions in mind. in my mind. noktasıyla, virgülüyle, harf eksiğiyle, aklımdan parmaklarımın ucundan geçtiği gibi. hayırlı ola...